TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ 8 PDF
Document Details
Uploaded by SelfSatisfactionBlankVerse
Anadolu Üniversitesi
Tags
Summary
This document is about Turkish sociology. It defines the aims and key concepts related to sociology in Turkey.
Full Transcript
8 TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Türk sosyolojisinin ana sorun ve yönelişlerini tarihsel bir bakışla ve Türkiye’nin toplumlar arası ilişkiler içinde üstlendiği yer ve rol çerçevesinde değerlendirebilecek, Sosyolojinin Türkiye’deki gelişim süreci ve özell...
8 TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Türk sosyolojisinin ana sorun ve yönelişlerini tarihsel bir bakışla ve Türkiye’nin toplumlar arası ilişkiler içinde üstlendiği yer ve rol çerçevesinde değerlendirebilecek, Sosyolojinin Türkiye’deki gelişim süreci ve özelliklerini özetleyebilecek, Türkiye’de sosyolojinin yüz yıllık gelişim serüveninde görülen ana akımlar yanında, bu ana akımların dışında ayrıksı bir çizgi oluşturan ve Türk sosyolojisinin yerli damarını temsil eden Baykan Sezer düşüncesinin özelliklerini değerlendirebilecek, Sosyolojimizin açmazları, yetersizlikleri ve dönüşümlerinin yanı sıra toplam birikimi ve özgürleştirici olanakları hakkında eleştirel bir bakış açısıyla özetleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Türk Sosyolojisi • Batıcılık • Türkçülük • İslamcılık • Din ve Laiklik • Sosyalizm İçindekiler Türkiye’de Sosyoloji Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri • TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİNİN ANA YÖNELİŞİ: BATICILIK-TÜRKÇÜLÜK • İMPARATORLUKLA İLİŞKİLİ İSLAMCILIKTAN LAİKLİĞE • BATI SOSYALİZMİ SAVUNUCULUĞUNDAN SOSYALİZMİN SONUNA • TÜRK SOSYOLOJİSİNDE DOĞU-BATI ÇATIŞMASI Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri Sosyolojinin konusu olan toplum olaylarına ve sorunlarına yaklaşım biçimi belirli bir tarih ve dünya görüşüne bağlılık ile belirlenir. Türkiye’de sosyoloji çalışmaları daha başlangıçta Batı açıklamalarının ve sosyoloji öğretilerinin eksikliğini duymuş, Batı’dan aktarma çabasıyla yetinmeyerek Türk toplum ve tarihi ile ilişki kurmaya çalışmıştır. Bununla birlikte sosyologlarımızın tarihimizle ilişki kurma ve tarih bilgisini kullanma çabası sınırlı bir düzeyde kalmıştır. Türk tarih ve toplumuna olan ilgi Batılı tarih anlayışlarının ve kalıplarının uygulaması olmaktan ileri gitmemiştir. Batılı tarih dönemlendirmeleri ve toplumsal örgütlenme modelleri Doğu-Batı çatışmasının aldığı biçim üzerine kuruludur. Bu çatışma Türkiye’deki gelişmelerin de kaynağıdır. Türkiye bu çatışmanın dışında, kenarında değildir. Ancak aynı temel olayı yaşamış olmamıza rağmen Batı tarihi ile Türk toplum tarihinin dönemlendirmesi birbirine karşıt özellikler taşımaktadır. Bu çelişkinin gündeme getirilmesi yerine Batı çözümüne ve açıklamalarına verilen üstünlük dolayısıyla sosyolojimizde Türk toplum ve tarihi suçlama konusu olmaktadır. Toplumların tarih içindeki yerleri, rolleri, kimlikleri, çıkarları ve ilişkileri toplumlar arası ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle sosyoloji ile tarih arasındaki ilişki herhangi bir ilişki değildir. Toplum olayları tarihsel bir zemin üzerinde gerçekleşen olaylardır. Tarihsel ilişkiler içinde toplumlara gerçek yerlerini ve kimliklerini ise toplumlar arası çatışmalar kazandırmaktadır. Türk toplumu tarih içindeki önemini ve kimliğini bu ilişkiler içinde kazanmıştır. Türkiye’nin bu çatışma içinde özel bir konumu bulunmaktadır. Bu nedenle, bir Türk sosyolojisinin gerekliliğinden söz ederken, kendi içine kapalı, toplumumuzun sınırlılığını daha baştan benimseyen, dar toplum çıkarlarını savunan, Batı tarafından bize yakıştırılan “taşra sosyolojisi” anlayışını benimsememiz mümkün değildir. Türk sosyolojisi deyimi Türk toplumunun dünya içinde kendine ait bir yeri ve rolü, gelişmeler önünde farklı bir sözü olduğu anlamını taşımaktadır. Aksi takdirde kendine ait bir yerden, Türk sosyolojisinden söz etmenin bir anlamı yoktur. Romandan mimariye, sinemadan tiyatroya kadar çeşitli alanlarda sözü edilen ve başarılan yerlilik, kendi konularına sahip olma çabası Türk sosyolojisi için de geçerlidir. Ama bunu yüzeysel bir biçimde anlamamak gerekir. Türk sosyolojisi denildiğinde, sosyolojimize katkıda bulunanların etnik kimliği veya araştırma konularının Türkiye ile ilgili olması anlaşılmamalıdır. Türkiye ile ilgili yabancı araştırmacıların yaptığı çalışmaları Türk sosyolojisi içinde değerlendirmek mümkün olmadığı gibi birçok sosyologumuzun tercümeye dayalı çalışmalarını da Türk sosyolojisi içinde değerlendirmek güçtür. Toplumların tarih içindeki yerleri, rolleri, kimlikleri, çıkarları ve ilişkileri toplumlar arası ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle sosyoloji ile tarih arasındaki ilişki herhangi bir ilişki değildir. 176 Türkiye’de Sosyoloji Türk sosyolojisinden söz etmenin ilk koşulu tarihimizden bilgi edinmek, gerekli sonuç ve dersleri çıkarmaktır. Diğer bir deyişle Türk sosyolojisinden ve sosyolojimizin kendi kimliğini kazanması gereğinden söz etmemize izin veren olgu, Türk toplum ve tarihinin farklı özellikler göstermesidir. Ancak Türk sosyolojisinin daha başlangıçta tarih ile ilgisine rağmen tarihimizle sağlam ilişkiler kurduğunu savunmak güçtür. Türkiye’de sosyolojinin aktarma bir bilim kimliğinden kurtulması kendisine bağlı ayrı kaynakları olmasıyla mümkündür. Bir başka deyişle Türk sosyolojisi kimliği ve deyimi toplum olayları ve sorunlarının çözümüne Türk toplumunun kendi adına söz sahibi olacağı ve dünyadaki gelişmelere yön verebileceği görüşüne dayalıdır. Türk sosyolojisi Batı sosyolojisi ile belli bir ilişki içindedir. Ancak Fransız, Alman, İngiliz sosyoloji gelenekleri arasındaki farklılıklara rağmen ortak bir Batı sosyolojisinden söz edilmesine karşın, Türk sosyolojisi ile Batı sosyolojisi arasında ortaklığa dayalı bir bütünleşmeden, farklılıkların silinmesinden söz edilemez. Türk sosyolojisinden söz etmek için ne gibi gerekçelerimiz vardır? 1 Resim 8.1 Türkiye’de sosyolojinin en belirgin özelliği siyasete aşırı bağımlılık göstermesidir. Bu nedenle sosyolojimizdeki belli başlı konu ve eğilimlerin dönemlere göre değişmesi sorun edilmemiştir. Ancak bu değişme toplumun kendi kimliğine dayalı bir gelişme ve dinamizmin sonucu değildir. Türk sosyolojisinin serüveni, temel nitelikleri ve genel eğilimleri siyasal dönüm noktaları ve süreçleriyle bir örtüşme içindedir. Bu çalışmada Türk sosyolojisinin temel niteliklerini ve genel eğilimlerini belirleyebilmek için devletin sorunları ve siyaset seçimine paralel olarak ortaya çıkan sosyoloji dönemlendirmelerini göz ardı etmeyeceğiz. Ancak alışılagelenden farklı bir yol izleyeceğiz. Sosyolojinin Türkiye’deki gelişimini ve genel eğilimlerini ele alırken bu dönemlendirmelerle kendimizi sınırlamayacağız. Türk sosyolojisinin doğuş kaynaklarını, başlıca problemlerini, belli başlı eğilimlerini ve değişimini konu edineceğiz. Türkiye’nin temel sorunlarının çözümünün Batı toplum ve tarih modeli çerçevesinde ele alınması nedeniyle Türk sosyolojisinin en başta gelen konusu Batıcılaşma/Batılılaşma olmuştur. Sosyolojimizde görülen hemen hemen bütün eğilimler Batıcılaşma temel seçimimizle ilişkili olarak anlam ve ağırlık kazanmıştır. Ancak Batı dünya egemenlik ilişkilerinde görülen değişmeler nedeniyle Türkiye’de siyaset alanında olduğu gibi entelektüel alanda da belli bir süreklilikten söz edilememektedir. Çeşitli toplum kesimleri de siyasetin dışında kalmaları nedeniyle düşüncede sürekliliğin taşıyıcısı olamamışlardır. Buna karşılık yine de Türk sosyolojisinin temel niteliklerinden ve genel eğilimlerinden, bu eğilimlerin dönemlere göre değişmesinden söz etmek mümkündür. 177 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİNİN ANA YÖNELİŞİ: BATICILIK TÜRKÇÜLÜK 1 Türk sosyolojisinin ana sorun ve yönelişlerini tarihsel bir bakışla ve Türkiye’nin toplumlar arası ilişkiler içinde üstlendiği yer ve rol çerçevesinde değerlendirebilmek. Türkiye’de sosyolojinin başlangıcından bugüne dek Batıcılığın temel ve başat eğilimi oluşturduğu bir gerçektir. Paradigma ve kavramlar, çözüm önerileri Batı sosyolojisinden aktarılmıştır. Ancak Batıcılığın kendi başına bir ekol veya akım olmaktan ziyade, birbirinden bağımsız karakterdeki (ve birbirleriyle rekabet halindeki) ekol ve akımları kuşatan, üst düzeyde belirleyici bir akım olduğunu belirtmemiz gerekir. Başka deyişle Türkiye’de sosyoloji alanında karşımıza çıkan Türkçülük, İslamcılık, liberalizm, sosyalizm gibi akımlar farklı düzeylerde Batıcılıkla ilişkilidir. Her biri Türkiye’nin Batı çıkarlarına uyumlulaştırılması ya da modernleştirilmesi yolunda farklı çözüm stratejilerini temsil etmektedir. Türk sosyolojisinde Batıcılığın temel bir yöneliş oluşturması ve Türkçülük, İslamcılık gibi Türk/İslam kültür ve uygarlık havzasıyla ilişki olması beklenen akımların bile Batıcılık ana akımıyla bir şekilde bağlantılı olması, Türk sosyolojisinin Batı sosyolojisinden farklılığının bir göstergesidir. Sosyoloji, toplumların kendi kimlikleri çerçevesinde kendi sorunları ve tarihin akışı üzerinde etkili olma çabalarını yansıtan bir disiplindir. Ancak sosyolojide Batı eksenli toplum ve tarih anlayışının egemenlik kazanmasıyla Batı-dışı toplumların gelişme çizgisi ve yönü Batı’ya göre tanımlanmıştır. Bu durumda Batı-dışı toplumlar için Batı toplum modelini benimsemek ve Batı gelişme çizgisini izlemekten başka bir yol kalmayacaktır. Türkiye’de sosyoloji toplumlar arası ilişkilerde kurulmuş mevcut dengeye dayanarak belli açıklamalar getirmektedir. Bu nedenle temel seçim ve sorunların çözüm yönü bellidir. Türk sosyolojisinin başlıca konusu Batılılaşmadır. Ancak iki yüz yıllık Batılılaşma temel seçimine rağmen Batı kimliğini almamız söz konusu olmamıştır. Toplum kimliğimizin Batı ile kurulan yeni siyasi ilişkilere bağlı olarak tanımlanmasıyla sosyolojimizin belli başlı eğilimleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda Türk sosyolojisinin en başta gelen özelliği güncel siyaset ile iç içe olmasıdır. Bunun getirdiği olumsuz bir sonuç vardır: Belli görüşler belli takımlar tarafından topluca savunulmakta ve siyaset değiştiğinde aynı kesimler tarafından kolaylıkla terk edilmektedir. Resim 8.2 Türk sosyolojisinde Batıcılığın temel bir yöneliş oluşturması ve Türkçülük, İslamcılık gibi Türk/İslam kültür ve uygarlık havzasıyla ilişki olması beklenen akımların bile Batıcılık ana akımıyla bir şekilde bağlantılı olması, Türk sosyolojisinin Batı sosyolojisinden farklılığının bir göstergesidir. Türk sosyolojisinin en başta gelen özelliği güncel siyaset ile iç içe olmasıdır. Bunun getirdiği olumsuz bir sonuç vardır: Belli görüşler belli takımlar tarafından topluca savunulmakta ve siyaset değiştiğinde aynı kesimler tarafından kolaylıkla terk edilmektedir. 178 Türkiye’de Sosyoloji Sosyoloji bilim olarak özelliklerini Batı’da kazanmıştır. Sosyolojinin başlangıçta ortaya çıkan bilim kimliği yanında, Batı dünya egemenliği ve güç dengesi nedeniyle Batı açıklamalarının üstünlük kazanmasıyla, bir bakıma sosyolojide de bu üstünlüğün ifadesi olan teorilerle karşılaşacağız. Ülkemizde ise, sosyolojiden beklenen ve toplum üzerinde etkinlikten anlaşılan Batı çıkarları ve çözümüyle sınırlı belirli bilgilerin üretilmesi olmuştur. Batı çözümünün ve toplum modelinin evrenselleştirilmesi ve genel geçer kabul edilmesiyle, Batı lehine kurulan güç dengesini doğrulamasına rağmen, Batılılaşma Osmanlı’dan günümüze Türk sosyolojisinde temel eğilimi oluşturmaktadır. 2 Sosyolojinin Türkiye’deki gelişim süreci ve özelliklerini özetleyebilmek. Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişiminde yeni bir dönemin başlangıcı devletin Batıcılaşma tercihine yönelmesi sonrasındadır. Bu süreç XIX. yüzyılda aşamalı olarak gerçekleşir. Çeşitli bilim disiplinlerinde Batı’dan aktarma ve iktibasların yapılması süreci eş zamanlı değildir. Sözgelişi modern Batılı hukuk anlayışının kısmen de olsa benimsenmesi yüzyılın ortalarında gerçekleşmiştir ve bu alandaki Batılı tesirler Osmanlı’da görülen anayasa hareketlerinde büyük bir rol oynamıştır. “İlk sosyologumuz” olarak da gösterilen Cevdet Paşa tarafından hazırlanan Mecelle kanunu ile hukuk alanında bir senteze gidilir. Batı’dan aktarılan sosyoloji, etnoloji, arkeoloji gibi disiplinler de Osmanlı fikriyatında XIX. yüzyıl sonlarında belirmeye başlar. Bu disiplinlerde özellikle II. Meşrutiyet döneminde bir canlılık göze çarpar. Düyun-u Umumiye’nin Osmanlı ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerini bertaraf etmek için milli iktisat anlayışı gelişme gösterir. Sosyolojinin Osmanlı Sosyolojinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişinde önemli rol oynayan etkenİmparatorluğu’na girişinde lerden biri, pek çoğu el altından ve az sayıda bile olsa nüshaları devlet sınırları önemli rol oynayan içine giren yurtdışındaki Genç Osmanlı ve Jön Türk topluluklarının yayımladıketkenlerden biri, pek çoğu el altından ve az sayıda bile ları ve temelde siyasi fikirler içeren gazete ve dergiler olmuştur. 1860’lardan itibaolsa nüshaları devlet sınırları ren Genç Osmanlıların yurtdışında faaliyet gösteren çeşitli yayın organlarında ve içine giren yurtdışındaki Genç Osmanlı ve Jön Türk Tanzimat devrine damgasını vurmuş Mecmua-i Fünun gibi dergilerde, sosyolojiytopluluklarının yayımladıkları ve temelde siyasi fikirler içeren le doğrudan ilgili olmamakla birlikte (sosyoloji Batı’da da henüz emekleme evregazete ve dergiler olmuştur. sinde, genç bir bilimdir), Aydınlanma düşüncesi, toplumsal reform ideali ve tarih felsefesi etrafında şekillenen Batılı toplum teorilerini -yeterince sistemli ve güçlü olmasa bile- tanıyıp tanıtmaya yönelik bir temayül görülmeye başlar. Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi gibi aydınlarda bu tür yönelişlerin ilk örneklerini görürüz. Türkiye’de sosyolojinin hazırlık dönemi II. Meşrutiyet öncesi döneme rastlar. Kayda değer bir nokta, 1895-1908 arasındaki bu dönemde Batı sosyolojisinin Osmanlı Devleti sınırları içinde olmaktan çok, Avrupa’da sürgünde bulunan Jön Türkler arasında ilgi çekmeye başlamasıdır. Abdülhamit rejimine karşı eleştirel, muhalif bir tutum takınan Jön Türkler özellikle Fransa’yı tercih etmişlerdir. Bir bakıma Fransa’da bulunmaları ile Fransız düşüncesinin nüfuzu altında kalmaları benzer nedenlere dayanmaktadır. Sosyoloji ve sosyal bilim teorisi alanında asıl büyük canlılık ve yenilik II. Meşrutiyetin ilanı ertesinde gerçekleşir. Canlılığın görünürdeki ilk nedeni olmasa bile tezahürü, meşrutiyetin ilanı ile birlikte sarayın artık tek-merkez olma niteliğini, dolayısıyla fikir hareketlerini ve matbuatı denetleme olanağını yitirmesidir. Bu devirde, sadece fikir hareketleri değil, partiler, siyasal yönelimli aydınlar ve basın, II. Abdülhamit devrinde tanık olunamayacak denli çeşitlilik ve dinamizm kazanır. Sosyoloji tartışmaları için de uygun bir zemindir. Daha önceki dönemden 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri 179 farklı olarak, artık ülkede sosyoloji öğretileri toplumsal düşüncenin merkezine yerleşmiştir. Türkiye’de Batıcılaşmanın resmî siyaset düzeyinde kabul edilmesi yanında bir dünya görüşü olarak gündeme gelmesinde yeni siyasi kadroların devlete el koyması önemli bir rol oynamıştır. Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin’in sosyolojiye olan ilgisi Batı içinde farklı devletlere bağlı siyaset seçimlerine uygun olarak karşıtlık göstermiştir. Batı içinde bağlandıkları sosyoloji anlayışları da sosyologlar da bu nedenle farklı olmuştur. II. Meşrutiyet öncesi ve sonrasında yaşamış sosyologlar/sosyal düşünürler ile bunların telif ve tercüme eserlerinin derli toplu bir tanıtımı için Bedri Mermutlu’nun “Türkiye’de İlk Dönem Sosyoloji Eserlerine Toplu Bir Bakış” başlıklı makalesine bakabilirsiniz. (Türkiye’de Toplum Bilimlerinin Gelişimi -I: Kıta Avrupası Etkisi, İstanbul: Kitabevi Yayınevi, 2009.) Prens Sabahattin Türk toplumunun bireyci (particulariste) toplumların aksine, kamucu (communautaire) yapıda olduğuna ilişkin görüşlerinin dayanaklarını Le Play (Science Sociale) okulunda bulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi ve bürokratik yapısının özel mülkiyetin, bireysel girişimin, kısacası kapitalizmin gelişmesi önünde bir engel oluşturduğunu düşünen Prens Sabahattin, çözümün yapısal bir toplumsal değişmeyle gerçekleşeceğini savunuyordu. Türkiye için model önerisinin ideal tipi İngiliz toplumuydu. Buna uygun olarak II. Meşrutiyet’in ilanı öncesinden başlayarak imparatorluğun dış siyasetini Alman yanlısı yörüngeden çıkararak İngiltere’ye bağlamaya çaba gösterdi. İmparatorluğun çöküşten kurtulması için yabancı müdahalesine gerek görmesi de bu çerçevede bir anlam taşımaktaydı. Ayrıca Prens Sabahattin aktif olarak siyasal faaliyet içinde de bulunmuştur. İsmi sık sık, İngiliz yanlısı siyaseti savunan bazı siyasal partilerle (Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Ahrar Fırkası) birlikte geçti. Prens Sabahattin’in görüşlerinin iki önemli dayanağı, serbest bireysel girişim ve adem-i merkeziyet ilkesiydi. Buna uygun olarak, kamucu bir toplum tipi içinde gördüğü Türk toplumunun bireyci bir toplum tipine doğru evrilmesi gerektiğini ileri sürdü. Science Sociale okulunun öğretisi böyle bir radikal toplumsal değişmenin bilimsel yoldan gerçekleşmesini sağlayacak yöntem ve araçları sunacaktı. Bu araçlardan biri, geleneksel zihniyetin kökten değişmesini sağlayacak bir eğitim reformuydu. Bu yönde atılacak adımlar, mevcut devlet-memur-tüketici eksenli toplumsal örgütlenmenin birey-girişimci-üretici eksenli bir toplumsal örgütlenmeye doğru değişmesinin ilk basamağını oluşturacaktır. Bireyi merkeze alan yeni bir eğitim sistemi vurgusunu ön plana çıkarmasının en önemli nedenlerinden biri, devletin topluma müdahale olanaklarının kısıtlanması kaygısıdır. Ülkemizde sosyoloji çerçevesinde Batıcılığın ve güncel siyasete aşırı bağlılığın tezahürlerine Prens Sabahattin’in öncüsü olduğu Science Sociale okulunun çalışmalarında karşılaşmaktayız. “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?” sorusunu soran Prens Sabahattin’e göre, Batı bütün çağdaş uygarlık araçlarını temsil etmekte, bilimsel-endüstriyel buluşları gerçekleştirmektedir. Türkiye’nin sorunu bireysel girişime izin vermeyen Doğulu/kamucu toplumsal yapısından kaynaklanmaktadır. Çözüm, Batı’nın sadece tekniğini, araçlarını, sermayesini, eğitim prensiplerini, parlamenter temsil organlarını vb. almak değil, aynı zamanda Batı ile uyumlu bir toplumsal yapı değişimini gerçekleştirmektir. II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde çok partili yaşama geçiş, ABD’nin Marshall yardımı ve ülkenin Amerikan yanlısı siyasete bağlanması ile Prens Ülkemizde sosyoloji çerçevesinde Batıcılığın ve güncel siyasete aşırı bağlılığın tezahürlerine Prens Sabahattin’in öncüsü olduğu Science Sociale okulunun çalışmalarında karşılaşmaktayız. 180 Türkiye’de Sosyoloji Sabahattin’in sosyoloji çizgisi uzun süren bir kesintiden sonra- yeniden canlanma göstermiştir. 1960’larda Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşu, ekonomide planlama fikrinin öne geçmesi, Marksist akımın ülkenin düşünce gündeminde önemli bir yer işgal etmeye başlaması gibi gelişmeler Science Sociale akımının yeniden sönükleşmesine yol açmıştır. 1980’lerde liberal politikaların ön plana çıkmasıyla Prens Sabahattin’in görüşleri yeniden hatırlanacaktır. Dönemin başbakanı Turgut Özal, partisinin Prens Sabahattin’in temsil ettiği fikirlerin devamcısı olduğunu öne sürecektir. Prens Sabahattin’in görüşleri doğrudan belli bir siyasetin savunusu biçiminde olmasa da özellikle Anglo-Amerikan yaşam tarzı ve uygarlık anlayışına tanınan üstünlük biçiminde her dönemde varlığını sürdürmüştür. Ancak doğrudan Anglo-Amerikan siyasetini savunmakta güçlük çekildiği için bireysel girişimcilik, eğitim reformu, köy araştırmaları, birtakım Batılı kurumların işleyişinin tanıtımı gibi konularla kendisini gündemde tutmuştur. Prens Sabahattin düşüncesi Batıcılığın ülkemizdeki tipik bir örneğidir. Ancak Prens Sabahattin’den oldukça farklı eğilimlere sahip düşünürler de Batıcılık ortak paydasında birleşmektedirler. Örneğin, önde gelen bir anti-Marksist sosyolog olan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu “teşebbüs hamlesi ruhu” kavramlaştırması ile ulusçu doktrinle liberalizmin bir sentezini gerçekleştirmiş ve Marx’ın tarihsel materyalizmine karşı tarihsel psikolojizmi (toplumsal gelişmede bireysel iradenin ve karizmatik liderliğin önemini) savunmuştur. Ülkemizde Batı örneğinde ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşümü savunan değişik dünya görüşüne sahip birçok düşünür vardır. Fındıkoğlu ile aynı kürsüde ilk defa sosyal siyaset dersleri veren Kessler; grev, lokavt, sigorta, sendikacılık, bankacılık, ücret, vergi gibi çalışma yaşamına ait temel konularda Batı modelinin izlenmesi gerekliğini vurgulamış, toplum mühendisliğinin ilk örneklerinden birini sergilemiştir. Batı’ya bağımlılık entelektüel düzeyde de görülmektedir. İktisadi yapı ile dinsel inançlar arasında bağ kuran bir yaklaşım sergileyen Sabri F. Ülgener Max Weber’in görüşlerinden hareketle-, ülkemizde Batı örneğinde ekonomik rasyonaliteye dayalı bir kapitalizmin yeşerememesinin asıl nedeni olarak Müslüman değerler sistemini göstermektedir. Yine, Mümtaz Turhan gibi milliyetçi-muhafazakâr olarak tanınan bir sosyal bilimcimiz Soğuk Savaş konjonktürü içinde ülkemizde Amerikan tezlerini savunmuş ve bir anti-komünist tutum takınmıştır. Tersinden örnekler de vermek de mümkündür. Marksist/sosyalist öğretiye dayanarak ülkemizde kapitalizmin gelişmesi yolunda milli bir burjuvazi yetiştirmek gerekliliğini savunan sosyologlarımız da bulunmaktadır. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. Ancak şurası açıktır ki, liberal, Marksist, ulusçu vb. akımların hazır reçetelerine bağlanarak toplumun çıkarına uygun, yerli çözümler üretmek mümkün olmamıştır. İki yüz yıllık Batıcılaşma serüvenimiz, daha doğrusu açmazımız bize bunu göstermektedir. 2 Batıcılık akımı ve Batıcılaşma eylemi Türkiye’nin yakın tarihinde ne gibi açmazlar doğurmuştur? Türkçülük, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde siyasi ve entelektüel bir seçenek olarak beliren bir akımdır. Başlangıçta Türkçülük Osmanlı aydınının zihniyetine oldukça aykırı bir düşünceydi. İmparatorluğun bütünlüğünü korumak, imparatorluk tebaası arasında herhangi bir etnik, dinsel unsura ayrıcalık tanımamak şeklinde savunulan Tanzimatçı ulus-ötesi birlik fikri (Osmanlıcılık) tek bir ulusa dayalı ve saflık iddiasında bulunan bir ulusçuluğa izin vermemiştir. Bu nedenle Balkan Savaşı yıllarına kadar en yaygın kabul gören devlet siyaseti 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri Osmanlı birliği siyaseti olmuştur. Dolayısıyla Türkçülük Osmanlı aydınları tarafından geliştirilip idealize edilmiş, sosyolojik/bilimsel bir kisveye büründürülmüş ve öncülüğü üstlenilmiş bir akım olmaktan uzaktı. Batı’dan ithal edilen değişik akımlar gibi Türkçülük de, devletin siyasi yönelişlerine bağlı olarak zamanla benimsendi ve gelişme gösterdi. XIX. yüzyıl başlarından itibaren Alman ve Macar Türkologların Orta Asya Türk topluluklarının tarihi, dil ve edebiyatı, toplumsal yaşantısına dair yaptıkları çalışmalar Türkçülüğe yüzeysel de olsa bir entelektüel zemin oluşturmuştur. Bu çalışmalar ancak XIX. yüzyılın sonlarından itibaren küçük bir zümre Osmanlı aydını arasında ilgi uyandırmaya başlamıştır. Türkçülüğün etkili bir siyasal akım ve aynı zamanda bir sosyoloji anlayışı olarak benimsenmesi II. Meşrutiyet’in ilk yıllarına rastlar. 1910’larda Rusya’dan gelen Türkçülerin öncülüğünde kurulan Türk Yurdu dergisi çevresinde gelişen akım, kısa sürede Ziya Gökalp’in sosyolojik incelemeleriyle en yetkin ifadesine kavuşmuştur. Türkçülüğe sistemli bir sosyolojik boyut kazandıran Gökalp olmuştur. 1870’lerde Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa, Şemsettin Sami gibi kişilerin eserlerinde ilk işaretleri görülen Türkçülük, ilk defa Balkan Savaşı yıllarında siyasi bir kadrolaşma içinde yerini almış ve daha sistematik bir öğreti haline gelmiştir. Türkçülüğün ilk etkili dönemi II. Meşrutiyet sonrasıdır. Meşrutiyet’in ilanı siyasi kadroların değişimini sağlamış, yeni kadrolar Batı’yla kurdukları ilişki çerçevesinde Türkçülüğü öne çıkarmışlardır. Başka deyişle Türkçülük, devletin Batı ile (özelde Almanya ile) kurduğu ilişkiye bağlı olarak gelişme göstermiştir. Bu nedenle dönemin en çok gelişmeye aday akımlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu var ki Türkçülük devletin Batı ile ilişkiler içinde kullandığı tek araç olma özelliğini göstermemektedir. Türkçülüğün yanı başında Panislamizm akımı da etkinlik ve güç kazanmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Devleti’nin Almanya ile birlikte hareket etmesi her iki akımın da resmi siyasal öğretinin temel unsurları haline gelmesine yol açacaktır. Ziya Gökalp, gerek II. Meşrutiyet gerekse Cumhuriyet döneminde devletin dayanacağı ideolojik esasları ortaya koyma çabası içinde olan bir sosyologumuzdur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve yeni Türkiye’nin kuruluşu sırasında yaşanan gelişmeler içinde yer almış ve ülkenin yaşadığı altüst oluşlar karşısında çözüm önerisi olarak kapsamlı ve sistemli bir tavır geliştirmiştir. Onu sosyolojiye yakınlaştıran da bu yöndeki kaygıları olmuştur. Sosyoloji disiplini içinde yetişmemiş olsalar bile sosyolojik perspektif barındıran görüşleriyle Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi aydınlar da Türk ulusçuluğunun mimarları arasında yer alırlar. Ziya Gökalp’in asistanlığını yapan Tekinalp (Moiz Kohen)’in adını da burada anmalıyız. I. Dünya Savaşı yıllarında “Türkler Bu Muharebeden Ne Kazanabilirler?” başlıklı çalışmasında Türklere Turan yolunu gösteren Tekinalp, Türkçe ve diğer dillerde yayınladığı “Türkler Bir Ruh-u Milli Arıyorlar”, Türkizm ve Pantürkizm, Türkleştirme başlıklı çalışmalarıyla Anadolu ile sınırlı bir Türkçülük anlayışının devamcısı olmuştur. Türkçü öğretinin kendi içinde bir saflık taşımadığını, görüş ortaklığı içermediğini de eklememiz gerekiyor. Bu farklılaşmayı anlamanın en sağlam yolu, Gökalp, Akçura, Ağaoğlu ve Halide Edip gibi bir döneme damgasını vurmuş ulusçu aydınların düşünce ve eylemleri arasındaki farklılığı göz önünde bulundurmaktan geçer. Sözgelişi 1919’da Amerikan mandası savunusu yapan Halide Edip’in; yine aynı yıllarda İngiltere’nin ve bireyci liberalizmin üstünlüğü düşüncesine ulaşan Ağaoğlu’nun Türk ulusçuluğu fikrini ne ölçüde tutarlı biçimde temsil ettikleri soru konusudur. Onları Gökalp ile aynı düzlemde değerlendirme güçlüğü bulunmaktadır. Gökalp ile Akçura arasında da Türkçülük anlayışı itibariyle bazı yorum farklılıkları görülmektedir. İki düşünürün hemen hemen aynı yıllarda yazdıkları 181 182 Gökalp, getirdiği kültüruygarlık ayrımı ile de Cumhuriyet rejiminin Batılılaşma tercihini doğrulayan bir kanal açmıştır. Aslında bu ayrım, Türkleşme ile Batılılaşma seçenekleri arasında hem bir denge hem de uyum olması gerektiği düşüncesini içeriyordu. Türkiye’de Sosyoloji metinler kıyaslandığı zaman bu farklılıklar daha iyi anlaşılabilir. Gökalp II. Meşrutiyet yıllarında Türk Yurdu dergisinde “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” başlıklı bir dizi makale kaleme almıştır. Bu çalışmasında üç siyasi akım (Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık) arasında bir denge kurmaya yönelmiştir. Bu dönemde Gökalp’in Türkçülük anlayışı imparatorluğun siyasi yapısına ve bütünlüğüne karşıt bir eğilim içermiyordu. Başka deyişle, ulus-devlet yapısını emperyal devlete üstün tutmuyordu. Ayrıca Gökalp İslamiyet ile Türklük arasında herhangi bir çelişki ve zıtlık görmüyordu. Bu yaklaşımıyla Akçura’dan oldukça farklı bir Türkçülük sentezine/yorumuna ulaştığını düşünebiliriz. Gökalp, Akçura’nın oldukça erken bir dönemde tanımlayıp birbirinden tamamen ayrıştırdığı üç siyasi akım (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) arasında tercihini Türkçülük ve İslamcılıktan yana yaptı. Zaten geçersizliği fiilen ortaya çıkmış olan Osmanlı birliği oluşturma fikrine ise karşı çıktı. Ayrıca, Akçura’nın Türklüğü İslam öncesi pagan devrin özellikleriyle tanımlamasına, Türklük ile İslamiyeti birbirinden ayrı tutmasına karşı sağlam argümanlar geliştirdi. Gökalp, Akçura’nın üçlü siyaset ayrımını benimsemeye yanaşmadı. Kendi sistemini ve Türkçülük anlayışını ayrıştırıcı ve analitik değil, birleştirici ve sentezci bir tarzda ortaya koydu. İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık tercihlerini, aralarındaki çelişki, dengesizlik veya gerilimleri en aza indirgeyerek, bunları birbiriyle uyumlu hale getirmek, bir potada eritmek istedi. Gökalp’in bu sentezci sisteminin Akçura’nın yaklaşımına bir üstünlüğü, Batılılaşma/Batıcılık adına Osmanlılığı inkâra yönelmiş olsa bile, toplumun geleneksel kültür değerlerini tamamen inkâr yolunu göstermemiş olmasıdır. Bu nedenle, örneğin Akçura’nın II. Meşrutiyet yıllarında İslam öncesi Orta Asya Türklüğünü (paganizm) yücelten, ancak İslamiyeti gözden düşürüp Türklükle İslamiyeti bağdaştırmayı reddeden tezleri İslamcıların sert eleştirilerine hedef olurken, bu eleştirilere karşı İslamlığı ve Türklüğü birlikte savunmak Gökalp’e düşmüştür. Bununla birlikte Gökalp’in İslamiyet ve Türklük ilişkisi üzerine görüşleri zamana ve ülke koşullara bağlı olarak dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümün izlerini Cumhuriyet’in ilanı sırasında kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları eserinde açık bir biçimde görmek mümkündür. İmparatorluk çökmüş, yıkıntıları arasından yeni bir devlet doğmuştur. Bu koşullar altında Gökalp, sistemini yeni baştan gözden geçirmiş, yeni kurulan ulus-devlet yapısına daha uygun olacağını düşündüğü laik bir anlayışı benimsemiş ve “İslamlaşmak” ilkesini “Türkleşmek” lehine sisteminden dışlamıştır. Benzer bir revizyon, Turancılık görüşü için geçerlidir. Gökalp’in gözünde Turan artık “uzak bir ideal”dir. Ziya Gökalp’in sosyolojiye ve özel olarak da Durkheim’a ilgisini, içinde yaşadığı toplumun kendine özgü sorunları ve bu sorunlara çözüm bulma isteği tayin etmiştir. Başka deyişle Gökalp’i sosyolojiye yakınlaştıran motif, çok-uluslu bir imparatorluktan tek ulusa dayalı bir toplum yaratma düşüncesine yönelmiş olmasıdır. Durkheim’dan “kolektif bilinç” kavramını ödünç alması bu nedenledir. Bu kavram, Gökalp’in tasarladığı kolektif, üniter, dayanışmacı ve ulus yurttaşlığına dayalı toplum düzeni için ideal bir çerçeve sunmuştur. Gökalp, getirdiği kültüruygarlık ayrımı ile de Cumhuriyet rejiminin Batılılaşma tercihini doğrulayan bir kanal açmıştır. Aslında bu ayrım, Türkleşme ile Batılılaşma seçenekleri arasında hem bir denge hem de uyum olması gerektiği düşüncesini içeriyordu. Başka bir deyişle Gökalp’in temellendirmeleri sayesinde “Türkçü kalınarak Batıcılaşma” seçimi Cumhuriyetin vazgeçilmez esasları arasındaki yerini almıştır. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşında sonunda yenilgisi, İttihatçı kadroların siyasi başarısızlığı ve Gökalp’in önde gelen İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgün 183 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri edilmesi üzerine Almanya yanlısı Türkçü-Turancı faaliyetler de ani bir kesintiye uğramış, Milli Mücadele yıllarında Batılı devletlerle işbirliğini yadsıyan ve Anadolu’yu, Anadolu Türklüğünü (daha doğrusu Türk köylüsünü) merkez alan bir Türkçülük anlayışı gelişmiştir. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle bu yeni Türkçülük anlayışı resmî öğretinin en önemli dayanak ve unsurlarından biri haline gelmiştir. Türkçülüğün Esasları adlı eserinde yeni rejimin dayanacağı ilkeleri belirleyen Gökalp’in 1924’teki ölümünü izleyen dönemde Necmettin Sadak, Tekinalp (Moiz Kohen) ve Mehmet İzzet gibi sosyologlar Gökalp’in ulusçu sosyoloji anlayışını sürdürmüşlerdir. Yeni kurulan rejimin ulusçuluk temelinde meşru kılınması tercihi dolayısıyla, sosyolojide de bu tercihe paralel görüşler savunulmuş; yurttaşlık temeline dayalı ulus-devletin; klan, aşiret, tebaa ve ümmet gibi siyasaltoplumsal birlik tiplerinden daha üstün tutulduğu ilerlemeci bir toplumsal gelişme çizgisi benimsenmiştir. Sosyolojiye düşen görev, Osmanlı’dan vazgeçilmesi sonrasında Cumhuriyeti ve Anadolu ile sınırlı bir Türkçülüğü savunmak olmuştur. Sosyoloji giderek her Türk vatandaşının bilmesi gerekli görülen “medeni bilgiler kılavuzu”na dönüşmüştür. Böylece sosyoloji rejimin ana ilkelerini muhafaza etme rolünü üstlenen bir disiplin haline gelmiştir. Yeni Türkiye’nin siyasi seçimini kesin bir biçimde yapması dolayısıyla, sosyoloji de eleştirel ve alternatif bir düşünce yolu, siyasi bir arayış olmaktan uzaklaşmış ve eğitim-öğretim müfredatı içinde yer alarak yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. 1930’lardan itibaren, Türkçülük temel tercihine bağlı olarak dilbilim, tarih, arkeoloji, etnoloji, folklor ve coğrafya gibi disiplinlerde de önemli gelişmeler söz konusudur. Bu bilim dallarından her biri yeni rejimin dayanaklarını güçlendirmek hedefine bağlanmıştır. Resim 8.3 1930’larda bir başka önemli gelişme, üniversitede sosyoloji araştırmaları ve öğretiminin Ziya Gökalp’in kürsüsü dışında, iki ayrı fakültede, İ.Ü. İktisat Fakültesi İçtimaiyat Enstitüsü’nde ve A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yürütülmeye başlanmasıdır. Burada belirtilmesi gereken bir nokta, 1934’te kurulan Resim 8.4 184 Türk sosyolojisinde uzun bir dönem boyunca egemen çizgiyi oluşturan ulusçuluk zamanla dünya ve Türkiye konjonktürüne bağlı farklı yorumlar kazanmış, başlangıçtaki özelliklerinden uzaklaşmıştır. Türkiye’de Sosyoloji İ.Ü. İktisat Fakültesi İçtimaiyat Enstitüsü’nün Gerhard Kessler, Wilhelm Röpke, Fritz Neumark, Alexander Rüstow gibi Alman hocaların etkisi altında Gökalp’in sosyoloji anlayışıyla örtüşmeyen bir çizgide varlık kazanmasıdır. Ankara’da başlayan sosyoloji eğitimi ve araştırmaları da Gökalp’in ulusçu çizgisine mesafeli ve eleştirel bir yörüngeye girmiş, Amerikan tesirlerini yansıtarak evrenselci bağlamı vurgulayan bir çizgiye kaymıştır. Türk sosyolojisinde uzun bir dönem boyunca egemen çizgiyi oluşturan ulusçuluk zamanla dünya ve Türkiye konjonktürüne bağlı farklı yorumlar kazanmış, başlangıçtaki özelliklerinden uzaklaşmıştır. Örneğin Soğuk Savaş dönemi Türkçülük yorumlarını önceki dönemin Anadolu ile sınırlı Türkçülük anlayışıyla uyumlu bir çizgi içinde değerlendirmek güçtür. Türkçülük eksenli sosyoloji anlayışı 1990’lara kadar Türkiye’de hâkim sosyoloji pratiğine yön vermiştir. 1920’lerin-1930’ların ulus-devleti ve ulus-toplumu her türlü toplumsal örgütlenme formasyonundan üstün tutan hakim sosyoloji anlayışı, 1990’larda küreselleşmenin ulusal yapıları zorlayan süreçleri karşısında gittikçe dayanaklarını yitirmeye başlamıştır. “Türk kimliği” üzerinden yapılan bu tartışmalar Türk kimliğinin savunusu olmaktan uzaklaşarak Türkçülüğün eleştirisine, giderek Türk kimliğinden vazgeçmeye dayanak yapılmaya çalışılmaktadır. 2000’lere gelindiğinde Türkçülük karşıtı kimlik tartışmaları sosyolojide ve genel olarak sosyal bilimlerde öne çıkarılmıştır. Sadece akademik camiada ve sosyolojide değil siyasi çevrelerde de Türklük ve Türkleşmek konularına eleştirel bir tarzda yaklaşılmaktadır. Bu eleştirellik toplumun kendi dinamiği ve gelişmesinin bir sonucu değildir. Tartışmalar Batı dünya egemenliğindeki değişim ve ABD merkezli yeni dünya düzenine uyum kurma çabaları ile belirlenmektedir. İMPARATORLUKLA İLİŞKİLİ İSLAMCILIKTAN LAİKLİĞE Yeni Türkiye, Yakın Doğu İslam coğrafyasından kendisini yalıtmış bir halde gelişme doğrultusunu tercih etmiştir. Bu tercih ise laiklik kavramı ile ifade edilecektir. Yeni Türkiye’nin kuruluşu sonrasında sosyolojide en çok ele alınan konulardan birinin din ve laiklik olması boşuna değildir. Türk sosyolojisinde din ve laiklik yanında İslamcılık konusundaki tartışmaların düşünce gündeminde yerini alması Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine rastlar. Bir yandan Batıcılaşma ile ilgili olarak pozitivizm yönteminin benimsenip aktarılması ve Türkçülük siyasetine göre toplum kimliğinin yeniden tanımlanması, diğer yandan yeni bir siyasi seçenek olarak II. Abdülhamit döneminden itibaren İslamcılık görüşünün uygulanmaya girişilmesi, tartışmaların din temelinde ele alınmasına izin vermiştir. Batı’dan aktarılan çeşitli siyasi akımlara karşı ilk tepkiler, bu akımların laiklik ve pozitivizmle ilişkili olduğu savından hareketle İslamcılar tarafından geliştirilmiştir. Bu tutum bir anlamda Müslüman toplumu zorlayıcı birtakım yeni girişimlere karşı ahlaki, dini bir tepki biçimindedir. Ancak sonuçta İslamcılık akımı da, içine barındırdığı Batı karşıtı bütün direnç unsurlarına rağmen, Batıcılaşma akımı içinde Batılı devletlerle iş birliği yapmanın bir yolu olmuştur. Özellikle Batı içi çekişmede İslam halklarıyla ilişkimizden faydalanılarak imparatorluk olanakları içinde Batı ile iş birliği yapma çabası İslamcılık siyaseti ile ifade edilmiştir. Önerilen siyasete göre toplumun kimliği de İslamiyet ile tanımlanmıştır. II. Meşrutiyet yıllarında Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak yönelişleri arasında dengeli bir sentez yapma yolunu seçmesi de devletin Alman yanlısı dış politika tercihi ile ilgilidir. Osmanlı’dan vazgeçmemiz ve imparatorluk olarak varlığımızı sürdürmemizin mümkün olmaması sonrasında kurulan Yeni Türkiye’de ise, Orta Asya ile ilişkili Türkçülük anlayışından olduğu gibi, İslam ülkeleriyle olan ilişkimizden de vazgeçilmiştir. Yeni Türkiye, Yakın Doğu İslam coğrafyasından kendisini yalıtmış bir halde gelişme doğrultusunu tercih etmiştir. Bu tercih ise laiklik kavramı ile ifade edilecektir. Yeni Türkiye’nin kuruluşu sonrasında sosyolojide en çok ele alınan konulardan birinin din ve laiklik olması boşuna değildir. 185 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri Sosyologlarımız arasında dinsel konulara olan ilgi sosyolojinin daha ülkemize girişi sırasında başlamış, sonraki dönemde de sürmüştür. Çağdaşlaşma, kalkınma, zihniyet değişimi gibi savlarla desteklenen girişimler toplumumuzun bağlı olduğu tarihi ilişkilerden, uygarlık değerlerinden sıyrılması, uzaklaşması pahasına yürütülmüştür. Birçok Türk sosyologu, İslam kimliğini sosyal gelişme/ilerleme önünde bir engel olarak gördüğü için dini konulara eğilme gereği duymuşlardır. Bu eğilim farklı dönemlerde sürmüştür. Ziya Gökalp İlm-i İçtimai Dini, Hilmi Ziya Ülken Dini Sosyoloji, Cahit Tanyol Laik Ahlaka Giriş ve Laiklik ve İrtica, Muzaffer Sencer Dinin Türk Toplumuna Etkileri başlıklı eserlerini kaleme almışlardır. Bütün bu çalışmalarda din/İslamiyet azgelişmişliğin bir nedeni olarak ele alınmaktadır. Resim 8.5 Doğu toplumlarında laiklik kavramının karşılığının Batı’daki ile aynı anlamda ele alınması tartışmalı bir konudur. Batı’da laiklik düşüncesi, özellikle feodalizm tecrübesini yaşamış Batı Avrupa toplumlarına özgü toplumsal ilişkilerin ve sorunlarının bir ürünüdür. Orta Çağda iktidarın uhrevi otorite (kilise/papalık kurumu) ile dünyevi otorite (krallık kurumu) arasında paylaşılması, bu ikili iktidar arasındaki ilişkilerde olduğu kadar toplum katında da büyük sorunlara yol açmıştır. Clericus-laicus ayrımı ve buna bağlı olarak geliştirilen “çifte kılıç öğretisi” söz konusu bölünmenin bir sonucudur. Başka deyişle dinsel otoriteyi temsil eden papalık ile dünyevi otoriteyi temsil eden krallığın birbirlerinden bağımsız olarak ve birbirlerinin yetkilerine tecavüz etmeden varlıklarını sürdürmeleri istenmiştir. Ancak bu kural birçok kez çiğnenmiş, iki kılıç birbirlerine çevrilmiştir. İki siyasal güç arasında yetki çatışması Batı tarihinin büyük bölümünü kaplamaktadır. Bu nedenle laiklik mücadelesi bir bakıma kralın laicus sınıfı da yedeğine alarak kiliseye karşı verdiği iktidar mücadelesi olarak görülmüştür. İki güç arasındaki otorite çekişmesi kimi zaman kilisenin, kimi zaman da kralın üstünlük sağlamasıyla sonuçlanmıştır. Batı’da feodalizmin çerçevesi aşılmaya başladığında ve Doğu ile ilişkilere bağlı yeni bir toplum örgütlenmesi gereği ortaya çıkınca Orta Çağ dinî çerçevesi ve kimliği Resim 8.6 186 Türkiye’de Sosyoloji tartışma konusu olmuş, yeni ilişkilerin ve düzeninin gerçekleşmesinde bir engel olarak görülmüştür. XIX. yüzyılda iktidara el koyan burjuvazi kendi düzenini kurması ve toplumu kendi siyasetine uygun olarak yeniden örgütlemesi gerektiğinde eski düzenin ayrıcalıklarına karşı çıkmış, kilise ve aristokrasinin ayrıcalıklarını tasfiye etmiştir. Laiklik mücadelesi bu olaylara bağlı bir gelişmedir. Buna karşılık genel olarak Doğu uygarlıklarında ve Osmanlı-Türk toplumunda benzer bir ayrım ve çatışkıya tanık olunmamaktadır. Aksine Doğu-İslam uygarlıklarında çağlar boyunca din kurumu daima merkezî devletin (sarayın) emrinde olmuş, devletin dışında ve devlete karşı bağımsız bir güç oluşturmamıştır. Bu nedenle İslam toplumlarında Batı Hristiyanlığında karşımıza çıkan ve sosyoekonomik ve siyasal bakımdan bağımsız bir güç meydana getiren ruhban sınıftan söz edilemez. Türk toplum tarihinde, kendi içinde bir kast oluşturan, özerk bir siyasal iktidara ve (geniş çaplı özel mülkiyet gaspı ve aforoz yetkisi gibi) toplumsal ayrıcalıklara sahip bir ruhban sınıfından söz etmek güçtür. Türk tarihinde devletten bağımsız ve kendi siyasetini güden bir din bürokrasisi hiçbir dönemde görülmemiştir. Siyasi ve idari yapı merkeziyetçilik ve bütünlük esasına göre işlerlik göstermiştir. Yüzyıllar boyunca Osmanlı himayesi altında yaşayan Ortodoks Hıristiyanların “papanın cübbesini görmektense Osmanlı’nın sarığını tercih ederiz” ünlü deyişinin sırrı da burada yatmaktadır. Batıcılaşma dönümünde de laiklik ilkesinin siyasal tercihlerle bağlantılı bir biçimde gündemde tutulması, Osmanlı devlet anlayışı ve kadrolarının niteliği ile ilgilidir. Bu durumun dünya görüşü düzeyinde olmasa bile sosyoloji düzeyinde anlamı, Osmanlı aydınının Aydınlanma değerlerini ve Fransız Devriminin ilkelerini benimsemiş olmalarıdır. Örneğin Ahmet Rıza’nın siyasi görüşleri büyük ölçüde Auguste Comte’un “Üç Hal Kanunu” başlığıyla geliştirdiği toplum ve tarihi aşamaları teorisine dayanmaktadır. Ancak aynı Ahmet Rıza, sosyoloji düzeyinde Batı-merkezci, ilerlemeci görüşleri savunurken, dünya görüşü düzeyinde Batı’nın ikiyüzlülüğünü dile getirmekten geri durmamıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra laiklik ilkesi yeni rejimin temel ve vazgeçilmez dayanakları arasında yer almış ve toplum için biçilen Batılılaşma/çağdaşlaşma tasarımının temelini oluşturmuştur. Sosyologlarımız ise bu ilkenin meşruiyet gerekçelerini temellendirip açıklama görevini üstlenmişlerdir. Bu konuda Cumhuriyet tarihinin çeşitli aşamaları ve dönüşüm noktaları boyunca farklı açıklamalara tanık olmaktadır. Daha doğru bir deyişle, Türkiye’nin Batı ile girdiği ilişkilerde meydana gelen değişmelere bağlı konjonktür laiklik konusunda alınan tutum değişikliğinde büyük rol oynamıştır. Türkçülüğün Esasları’nda Ziya Gökalp’in de belirli yönleriyle katkıda bulunduğu Tek Parti dönemi laiklik anlayışı katı bir çerçeve sunmakta ve dini yaşantıya belirli kısıtlamalar getirmektedir. Çok partili yaşama geçiş ise laiklik anlayışında belirgin bir değişime yol açmıştır. Yeni dönemin önde gelen sosyologlarından Mümtaz Turhan, dönemin hükümet politikalarıyla da uyuşan daha esnek bir laiklik anlayışını ortaya koymuştur. 1960’larda Niyazi Berkes “çağdaşlaşma” ve Cahit Tanyol “sosyalizm” eksenli olarak tartışmaya özgün katkılar getirmişlerdir. Bu yıllarda gerek sosyolojik gerekse siyasi düzlemde İslamiyet ile sosyalizm arasında pozitif nitelikte bağlantı kuran yaklaşımları görmekteyiz. 1980’lere gelindiğinde ise, laiklik sorununa bakış açısında önemli bir kırılma gerçekleşmiştir. Günümüzde sosyologlar cephesinde din ve laiklik konusunda farklı yorumlar göze çarpmaktadır. Bu yorumlar, günümüz dünya egemenlik ilişkilerine de uyumlu bir biçimde, İslamiyet ile Protestanlık ya da İslamiyet ile kapitalizm arasında bağ kurmaya yöneliktir. İslamiyeti, gerek dünyevi bir toplumsal yaşama formu 187 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri gerekse bir öğreti olarak modernizmin parametreleriyle uyumlu gösterme çabası giderek hâkim olmuştur. İslamı kamusal alanda görünür kılma yönündeki meşruiyet arayışları 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca sürmüştür. Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin yaklaşımlarını bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Laiklik ve din ilişkisi üzerinde dönen bütün bu tartışmaların özü, Batı-merkezci ve evrenselci bir yaklaşıma bağlı kalınarak ülkenin, toplumun geleneklerine, çıkar ve beklentilerine aykırı bir şekilde dönüştürülmesidir. Aynı konuda sergilenen Batı-dışı ve tikelci/özgücü/farkçı/postmodern yaklaşımlar da sonuç itibariyle Batı’nın dünyayı kendi çıkarlarına göre yönetme arzusuna bağlı olarak biçimlendirme çabasını doğrulamaktan, bu çabaya uyum sağlamaktan öteye geçmeyecektir. Bu nedenle laiklik çerçevesinde getirilen öneriler sosyal mühendislik projesi çerçevesini aşamamıştır. Günümüzde geçerli olan Batı-dışı modernlik anlayışı da Batı-merkezci anlayışın bir uzantısı olmaktan ileri gitmemektedir. Laiklik tartışmalarının son yıllardaki dönüşümünün küreselleşme ve postmodern yaklaşımların ülkemizdeki etkinlik ve nüfuzuyla nasıl bir ilişkisi bulunmaktadır? 3 3 Türkiye’de sosyolojinin yüz yıllık gelişim serüveninde görülen ana akımlar yanında, bu ana akımların dışında ayrıksı bir çizgi oluşturan ve Türk sosyolojisinin yerli damarını temsil eden Baykan Sezer düşüncesinin özelliklerini değerlendirebilmek. Sosyalizm düşüncesi ülkemizde sosyologlarımız arasında uzun bir süre rağbet görmemiştir. İlk Türk sosyologları arasında yer alan Prens Sabahattin ve Ziya Gökalp’in sosyalizm akımına oldukça mesafeli bir tavır geliştirdikleri bilinmektedir. Her ikisinin sosyoloji anlayışları da sosyalizm fikrini benimsemeye uygun değildi. Özellikle kolektif mülkiyet ve sınıf çatışması düşüncesi onlara kabul edilemez görünmüştür. Ancak bunun ötesinde Türkiye’de Batıcılaşma akımı Batı içi ulusal çelişkilere dayalı bir siyaset olduğu için, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında çatışmayı gündeme getiren XIX. yüzyıl sosyalizmine yakınlık duyulmamıştır. Ancak XX. yüzyıl başlarında sosyalizm Rusya’da bir devlet siyaseti haline geldiğinde ve II. Dünya Savaşı sonrasında bir devletler bloğunun savunduğu bir cephe siyaseti oluştuğunda, Türkiye’de de sosyalizm akımına yönelik bir ilgi ortaya çıkmıştır. Ancak bu ilginin sosyolojiyle buluşması için 1960’lı yıllara kadar beklemek gerekecektir. Daha erken dönemde, çalışmalarında sosyoloji ile sosyalizm öğretisini bütünleştiren belki de tek kişi Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ancak Kıvılcımlı’nın Türk sosyoloji tarihinde adının bile geçmemesi sosyalizmin devlet tarafından bir siyasi seçenek olarak görülmemesinin bir sonucudur. Sosyoloji ve sosyalizm ilişkisi bağlamında erken dönemde akla gelen bir başka isim Mustafa Suphi’dir. Ancak o da, başlangıçta sosyolojiye büyük ilgi göstermesine, hatta Batılı bir dilden giriş mahiyetinde bir sosyoloji kitabı çevirip önsöz yazmasına karşılık, Ekim Devrimi ve Milli Mücadele yıllarında sosyolojiden uzaklaşmıştır. Sosyalizm, kısa bir süre için, o da Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’de yönetici kadroların bir siyasi seçeneği olarak gündeme gelmiştir. Ancak bu yıllarda sosyalizme, ülke sorunlarının anlaşılması ve çözümlenmesi için değil, dış ilişkiler düzeyinde Sovyet Rusya ile işbirliğini güçlendirmek için araç olarak başvurulmuştur. Giderek yeni Türkiye kesin seçimini yaptığında anti-sosyalizm bir devlet siyaseti haline gelmiştir. İlk Türk sosyologları arasında yer alan Prens Sabahattin ve Ziya Gökalp’in sosyalizm akımına oldukça mesafeli bir tavır geliştirdikleri bilinmektedir. Her ikisinin sosyoloji anlayışları da sosyalizm fikrini benimsemeye uygun değildi. Özellikle kolektif mülkiyet ve sınıf çatışması düşüncesi onlara kabul edilemez görünmüştür. 188 Türkiye’de Sosyoloji Çağan, Kenan, “Türk Sosyolojisi ve Baykan Sezer”, http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/IX2/03KCagan.pdf Yeni Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşıt, Doğu toplumlarına yönelik alternatif bir model olarak yeni bir rol üstlenmiştir. Bu nedenle devletin temel siyasi seçimi anti-Sovyetizm, anti-komünizm olarak belirlenmiş, sosyalist hareketlere kuşku ile bakılmıştır. Sosyolojimizde de bu egemen eğilimin izlerini takip etmek mümkündür. 1940’lı yıllarda Batı sosyalizm öğretileri ile birlikte adları anılan sosyologlarımız vardır. Behice Boran, Niyazi Berkes, Zekeriya Sertel bunlar arasındadır. Ancak 1940’lı yılları ve Berkes-Boran’ları başka bir açıdan değerlendirmek gerekliliği bulunmaktadır. O yıllarda Türkiye’de yoğun Alman etkilerinin yanı başında Amerikan etkileri de görülmeye başlar. ABD ile SSCB’nin Alman faşizmine karşı ittifak yaptığı II. Dünya Savaşı sırasında sosyalizm de faşizme karşı bir devletler arası bir ittifak ilişkisi içinde değerlendirilmiştir. Sosyoloji doktoralarını ABD’de tamamlayıp yurda dönen Berkes ve Boran, çalışmalarında Amerikan etkisi açık bir biçimde görülmesine karşılık, kullandıkları jargon ve dönemin sert siyasal kutuplaşmaları dolayısıyla bazı çevreler tarafından “komünist” olarak damgalanmışlardır. Savaş sonrasında Sovyetler Birliği ile ABD’nin yolları ayrılıp Türkiye ABD önderliğindeki cephe içinde yer alınca sosyalizm de bir seçenek olmaktan çıkmış, Berkes’ler de üniversiteden tasfiye edilmişlerdir. Sonraki dönemde de sosyalizm, topluma ve toplum tarihimize yönelik bir açılımı gerçekleştirmek yerine, etkisiz bir dış siyaset seçeneği olarak kalmıştır. Batı sosyalizminin yeniden sosyolojinin gündemi içinde yer alması 1960’lı yıllarda gerçekleşmiştir. Bu dönemde Batı sosyalizminin sosyolojimizdeki yansıması daha çok iktisat temelli açıklamaların egemenlik kazanması biçimindedir. Türk toplum tarihine yönelik ilginin nedeni, Türkiye’nin azgelişmişliğini açıklamak ve yeni yönelişlere temel sağlamaktır. Türkiye’de iki ayrı dönemde, 1940’lı ve 1960’lı yıllarda görülen sosyalizm anlayışı arasında önemli farklılıklar vardır. Benzer bir durumu, birinci dönem Türkçülüğü ile Soğuk Savaş dönemi Türkçülüğü arasında da gözlemleyebiliriz. Barındırdıkları ortak ve karşıt noktalara karşılık bu dönemleri birbirinden ayrı değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. 1960’lar, Türkiye’de sosyoloji alanında çok çeşitli kuram ve eğilimlerin, tartışmaların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bir bakıma bu dönem, sosyolojinin Türkiye’de canlanışının üçüncü devresi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu canlanışı, Türkiye’nin veya Türk sosyolojisinin kendi iç özellikleri ile açıklamak mümkün görünmemektedir. Çünkü yeni dönemde ele alınan kuram ve tartışmaların asıl odağı, doğduğu yer Türkiye değildir. Dolayısıyla söz konusu dönemin kuramlarının temeli Batı’dan ithal edilmiş kavram ve değerlendirmelerdir. Türkiye’nin Batı’ya dönük bakışının bir tezahürüdür. Bilim yaşamının aktarma kavram ve modellere dayanması özelliğini söz konusu dönemde de izlemek olanaklıdır. Yine de 1960’lı yılları, diğer dönemlerle kıyasladığımızda yerli yaklaşımların gözetilmeye çalışıldığı ve bu yönde ürünlerin verildiği bir dönem de sayabiliriz. Bir bakıma günümüz Türk sosyolojisinde süren önemli eğilimlerin kaynağı da büyük ölçüde bu birikime dayanmaktadır. 1960’ların görece serbest ortamında genel olarak sosyal bilimlerde bir canlanma göze çarpmaktadır. Aynı zamanda önceki dönemlerden farklı olarak geniş bir ilgi alanı doğmuş bulunmaktadır. 1960’lardan başlayarak 1970’ler boyunca ikti- 189 8. Ünite - Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri sat biliminin önem kazanması sonucu başta Sabri Ülgener, Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer olmak üzere iktisatçıların ülkenin düşünce gündeminde öne çıktıklarını, tartışmalara yön verdiklerini görüyoruz. Bu sosyal bilimcilerin her biri değişik bakış açıları, özgün yorumlar getirerek entelektüel gündemde etkili olmuşlardır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, o yılların iktisatçı akademisyenleri verdikleri eserlerde saf iktisadi analizlerden uzak durmuşlar, yoğun bir tarihsellik ve sosyolojik perspektif barındıran çözümlemelere girişmişlerdir. Çalışmalarında, genel olarak Doğu toplumlarının ve özelde ise Osmanlı Devleti’nin tarihine yönelik güçlü bir ilgi göze çarpar. Türkiye’nin özgül toplumsal yapısını ve Batı’dan farklı tarihsel özelliklerini anlayıp açıklamaya çalışmaktadırlar. ATÜT tartışmalarının Türkiye’nin gündemine gelmesi bu arayışların bir sonucudur. Ancak bu tartışmalardan çıkarılan sonuçların Türkiye açısından verimli olduğunu söylemek güçtür. Bu nedenle tartışmalar içinde öne çıkan kişiler kısa süre sonra görüş değiştirerek farklı görüşlerin savunuculuğuna koşulmuşlardır. Bu açıdan bir örnek Cahit Tanyol’dur. Tanyol’un 1950’lerden 2000’lere fikir planında sergilediği değişim seyri ülkenin güncel koşulları ve siyasi gündemine bağlanma çabası tarafından belirlenmiştir. 1950’lerde gündeminde hiçbir şekilde Marksizm bulunmayan Tanyol, Marksizmin ülkenin entelektüel gündemini belirlemeye başladığı 1960’larda Yön, Cumhuriyet gibi yayın organlarında sosyalizm ve Osmanlı tartışmalarına katılmıştır. Sosyalist devrim stratejilerinin gündemde olduğu bu dönemde, askeri darbelerden medet uman Doğan Avcıoğlu gibi aydınların tersine, ordu ve politika ilişkisine mesafeyle, eleştirel bir tarzda yaklaşmış olması önemlidir. Bu tartışmalar içinde geri kalmak istemeyen Tanyol’un Kemal Tahir ile ilişkisi görüşlerinin biçimlenmesinde etkili olmuştur. Ancak bir dönem sonra önceki görüşleriyle bağlantısını kestiğinde ve tam tersine görüşler öne sürdüğünde Kemal Tahir’in adını bile duymak istemeyecektir. Yeni dönemin güncel konularına yönelik olarak varlık göstermeye çalışacaktır. Bir diğer savrulma örneği Oya Sencer’dir. Sosyoloji ve sosyalizmden vazgeçerek edebiyat alanına yönelmiştir. Ancak onun yaşadığı bu dönüşüm insani bir dram boyutunu da taşıdığı için Cahit Tanyol’un durumundan daha farklı değerlendirilmesi gerekir. 1960’lı yıllarda Ortodoks Marksizmin savunuculuğunu eski bir sosyolog olan Behice Boran yapmıştır. Ancak onun serüveninin Sovyetler Birliği’nin serüveniyle birlikte son bulması Türkiye’de sosyalizm anlayışının ne kadar dar bir anlayışın ürünü olduğunun göstergesidir. 1960’lardan günümüzde hafızalarda kalan ve efsanevi bir anlatımla yüceltilen, bir bölük öğrencinin rektörlük binasını işgali, sosyoloji kürsüsü baskını ve sonrasında bunun devamı olan olaylardır. Sonuçta 1960’lı yıllardan Türk sosyolojisi ve sosyalizm adına günümüze kalan görüşler Kemal Tahir ve Baykan Sezer’den başka bir mecradan gelmemiştir. Bu ikili dışında tavrı ve düşüncesinde süreklilik taşıyan, Türk toplum ve tarihiyle sosyalizm arasında ilişki kuran sosyologumuz yok gibidir. Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi dünyada ve Türkiye’de Marksizmin sonu, sosyalizmin sonu olarak değerlendirilmiş; sosyalizm Batı tarafından önerilen bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Böyle bir durum karşısında Türkiye’de sosyalizm açıklamaları da, toplumumuz ve tarihimizle sahih bir ilişki kurmaktan kaçınıldığı için dayanaksız kalmıştır. Türkiye’de sosyal bilimler ve sosyoloji alanında Marksist yönelimli tartışmalar nasıl bir sonuç vermiştir? 1960’lardan başlayarak 1970’ler boyunca iktisat biliminin önem kazanması sonucu başta Sabri Ülgener, Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer olmak üzere iktisatçıların ülkenin düşünce gündeminde öne çıkt?