Türkiye'de Sosyoloji 1980-2000 PDF
Document Details
Uploaded by SelfSatisfactionBlankVerse
Anadolu Üniversitesi
Tags
Summary
This document is a study of sociology in Turkey, focusing on the period from 1980 to 2000. It discusses the changes and transformations that occurred during this period, as well as the social aspects involved.
Full Transcript
7 TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; 1980-2000 tarihsel kesiti içinde Türk sosyolojisinde meydana gelen değişimi ve dönüşümü değerlendirebilecek ve bu değişimin sosyal boyutlarını özetleyebilecek, Değişen ve çeşitlenen temaları/kavramları açıklayabilecek, Türk...
7 TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; 1980-2000 tarihsel kesiti içinde Türk sosyolojisinde meydana gelen değişimi ve dönüşümü değerlendirebilecek ve bu değişimin sosyal boyutlarını özetleyebilecek, Değişen ve çeşitlenen temaları/kavramları açıklayabilecek, Türk sosyolojisinde Batılı teorilerin etkisiyle değişen yaklaşımların yanı sıra değişmeyen, süreklilik arz eden ve Batılı teorilerin şabloncu uyarlamalarına direnç gösteren eğilimleri farklı bir bakış açısıyla değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • • • • • • Sivilleşme/sivil toplum Pozitivizm Kültürel çalışmalar Toplumsal cinsiyet araştırmaları Çok kültürlülük Küreselleşme • • • • • • Yerelleşme Postmodernizm Post-endüstriyel toplum Batı-dışı modernlik Melezlik Doğu-Batı çatışması İçindekiler Türkiye’de Sosyoloji 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji • TÜRK SOSYOLOJİSİNDE YENİ YÖNELİŞLER • 1980-2000 ARASI DÖNEMDE TÜRK SOSYOLOJİSİNDE BAŞLICA TEMA VE KAVRAMLAR • 1980-2000 DÖNEMİNDE TÜRK SOSYOLOJİSİNDE ÖNE ÇIKAN BAZI İSİMLER • TÜRK SOSYOLOJİSİNDE YOL AYRIMI 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji TÜRK SOSYOLOJİSİNDE YENİ YÖNELİŞLER 1 1980-2000 tarihsel kesiti içinde Türk sosyolojisinde meydana gelen değişimi ve dönüşümü değerlendirebilmek ve bu değişimin sosyal boyutlarını özetleyebilmek. Sosyal teorinin tarihsel gelişiminde etkili olan süreçleri anlamak için belirli dönüm noktaları belirlemek ve dönemleştirmeler yapmak elbette geçerli bir yöntemdir. Bu yöndeki bir girişim, sosyal teori alanında meydana gelen kırılma ve kopuşları belirlemek açısından son derece anlamlıdır. Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde gerçekleşmediğini düşünmek mümkündür. Bununla birlikte, bir dönemden bir başka döneme geçerken meydana gelen farklılaşma ve kopuşların yanı sıra, konjonktürden bağımsız belirli sürekliliklerin varlığını da gözetmek durumundayız. Bu nedenle 1950-1960, 19601980, 1980-2000 gibi kesin sınırlarla belirlenmiş dijital zaman kesitleri Türkiye’de sosyolojinin gelişimini kavramak açısından gerekli olsa bile yeterli değildir. Aksi durumda, sosyolojimizde temel ve süreğen nitelikteki bazı eğilimleri (en başta Batılılaşma/modernleşme/çağdaşlaşma yönündeki ısrarlı eğilimleri) gözden kaçırma handikapıyla karşı karşıya gelebiliriz. Belirli bir teorik paradigmanın, zihniyetin, bakış açısının, kendi dışında gelişen yeni paradigma, zihniyet ve bakış açılarına bir süre mukavemet gösterebileceğini de hesaba katmalıyız. Sözgelişi 1940’lardaki veya 1970’lerdeki başat eğilimlerin 1980’lerde de -marjinalleşmesine rağmen- varlığını sürdürmesi gibi. Bir dönem başat/hâkim olan eğilimlerin daha sonra marjinal hale gelmesi dönüşümün yönü ve niteliği konusunda bize belirli ipuçları verir, sürece ilişkin değerlendirme olanağı sunar. 150 Türkiye’de Sosyoloji Resim 7.2 Resim 7.1 Sezer, B. (1988). Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, İstanbul: Sümer Kitabevi. Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde gerçekleşmediğini düşünmek mümkündür. Türk Sosyolojisinde 1980 Sonrası Dönüşümün Sosyo-Politik Temelleri Kuşku yok ki, 1980’ler sadece Türk sosyolojisinde değil, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal pratiklerinde de önemli bir dönüşümün başladığı yıllardır. Meydana gelen bu değişim ve farklılaşma konusunda bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız. Öncelikle belirtilmesi gereken bir gelişme, 1980’lerin başlarından itibaren siyasal, ekonomik ve toplumsal alanda Türkiye’nin bir yörünge değişikliği içine girmesidir. Başlangıçta siyaset ve ekonomide gözlemlenen dönüşüm sonraki dönemde kültürel planda da görülecektir. Türkiye’de 1980 sonrası süreçte esen neo-liberal rüzgârla birlikte, öncülüğü devlet elitlerince üstlenilip merkezi biçimde yönlendirilen müdahaleci politikalar hızla itibar kaybetmeye başlamıştır. Özellikle IMF ve Dünya Bankası gibi Batılı kuruluşların biçimlendirdiği ve serbest piyasa ekonomisini idealize eden ekonomi politikaları Türkiye gibi endüstriyel gelişmesini tamamlamakta olan ülkelere adeta dayatılmıştır. Hiç kuşkusuz bu gelişmede merkezi-planlı ekonomik modelin temsilcileri olan Doğu Bloğu ülkelerinde meydana gelen çöküntünün de büyük etkisi vardır. 1980 sonrasında Türkiye’ye dayatılan politikaların özünde liberalleştirme, özelleştirme, para ve maliye politikalarında kontrol gücünün bazı uluslar-üstü kurumlara devredilmesi, yani ulus-devletin düzenleyici ve kalkınmacı misyonunun tasfiye edilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu koşullar altında, örneğin Çağlar Keyder’in Wallerstein’ın on iki sayfalık makalesini okuduktan sonra “Ulusal Kalkınmacılığın İflası” başlıklı kitabını yazması, sosyo-ekonomik olaylara bakışta dönüşümün işaretlerinden biridir. Başka deyişle 1960’ların endüstriyel gelişmeyi fetişleştiren ve kamu çıkarını önde tutan ulusal (planlamacı) kalkınmacı anlayışı sönmeye yüz tutmuştur. Türkiye gibi ülkeler için çözüm reçetesi olarak görülen/ gösterilen ulusal kalkınma modelinin ve uygulamalarının yerini küresel pazarın bir parçası olma ve ona uyum sağlama ideali almıştır. Ulusal kalkınma planlaması giderek itibar kaybına uğramıştır. Bu gelişmenin siyasal, entelektüel, kültürel alanda da somut karşılıkları, yansımaları görülecektir. 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji Kökleri daha eski dönemlere gitmekle birlikte, 1980’lerde ülke gündemine damgasını vuran bir düşünsel eğilim; resmi devlet ideolojisinin bir versiyonu haline gelen Türk-İslam Sentezi’dir. Bu ideoloji kendi içinde tutarlı bir teorik sistem özelliği göstermemektedir. Siyasal konjonktüre bağlı olarak, daha doğrusu ülkede kontrollü bir siyasal konjonktür yaratmak üzere tasarlanmış, eklektik unsurlar barındıran ve entelektüel derinlikten yoksun bir “toplumsal denetim projesi”dir. Neo-liberal düşünceyle ve Amerikan dünya siyasetiyle olduğu kadar, sergilediği muhafazakâr milliyetçilik ve İslamcılık yorumuyla askerî rejimin beklentileriyle de örtüşen bir sistematiği vardır. En önemli özelliklerinden biri ise anti-komünizm eğilimidir. Sentezin oluşumunda, meşrulaştırılmasında ve kamuoyuna aktarılmasında bazı sosyologların da devrede olduğunu belirtelim. Türk-İslam sentezi, askerî yönetimin işbaşında olduğu ve etkisini sürdürdüğü 1980’lerin ortalarına kadar ülkede egemen söylemi oluşturmuş gündemi belirleme gücü giderek zayıflamasına rağmen sonraki dönemde de varlığını korumuştur. Bu resmi ideolojik yönelişin en önemli sonuçlarından biri, solun etkisinin azaltılmasına ve İslamcı akımın yükselişine yol açmış olmasıdır. Sivilleşme Tartışmaları 1980’lerin ortalarından itibaren, askerî yönetimin geri çekilmesi ve sivil yönetimin işbaşına gelmesiyle siyaset arenasında sivilleşme yönündeki talepler güçlenmiştir. Sivilleşme arayışlarına liberal politikalar ve bireyselleşme doğrultusundaki yönelimler de eşlik etmektedir. Güncel siyaset, Soğuk Savaş dönemine özgü katı söylemlerin, eski kuşak liderlerin güç kaybetmesine ve yeni figürlerin ortaya çıkmasına izin vermektedir. Bu gelişmeye bağlı olarak toplumsal değişmenin doğrultusunu sağlıklı bir biçimde tayin etmek için sivil toplum unsurlarının ve sivil siyaset kurumunun etkinlik kazanması gerekliliği vurgulanmaktadır. Osmanlı ve Cumhuriyet Tarihi boyunca ordunun modernleşme girişimlerinde oynadığı öncü role ise eleştirel bir gözle bakılmaktadır. Yeni dönemde, yakın geçmişteki cunta rejiminin vesayetinden ve yükünden kurtulmaya çalışan Türkiye’de meydana gelen gelişmelerin özünde, devletin özellikle ekonomi alanındaki öncü rolünün tasfiye edilmesi olgusu bulunmaktadır. Çok geçmeden bu gelişme devletin toplumsal yaşamın (aile, kültür-sanat, din, eğitim, sağlık başta olmak üzere) hemen her alanındaki başat rolünün kısıtlandığı ve sivil toplum inisiyatiflerine gittikçe daha çok yer açan bir sürece doğru evrilecektir. Yükselen yeni değerlerin “sivilleşme”, “sivil toplum”, “demokratikleşme”, “toplumsal transformasyon (dönüşüm)” gibi kavramlarla ifade edilmesi değişimin yönünü göstermektedir. Türkiye’de izlenecek Batılılaşma yöntemine ilişkin “farklılık” iddiası içeren alternatif tartışmalar bu dönemde gündeme gelmeye başlamıştır. Öncelikle sanayileşme, iktisadi kalkınma ve şehirleşme gibi klasik temaların Türk toplumunun modernleşmesi için yeterli bir zemin oluşturamayacağı, modernleşmenin yolunun devletin küçültülmesinden ve sivil toplumun güçlendirilmesinden geçtiği vurgulanmaya başlanmıştır. Başka bir deyişle, ekonomide devlet müdahalesini eksen alan iktisadi yaklaşımların yerini, 1980’lerde giderek liberal ekonomiye vurgu yapan bir yaklaşım almıştır. Bir süre sonra ise bu süreç liberalizmin kültürel-politik boyutunu haklılaştıran yaklaşımlarla güçlendirilmiştir. Askerî yönetimin sona ermesinin hemen ertesinde “sivil toplum” tartışmalarının gündeme gelişi, kısa vadede liberal politikaların hâkimiyet kazanacağının ilk işaretidir. Bu tartışmalarda Türk modernleşmesinin sorunlarına dikkat çekilmekte ve ön- 151 24 Ocak Kararları’nı ve 12 Eylül darbesini, Türkiye’de 1980’lerde sistemli bir şekilde uygulanmaya başlanılan neoliberal politikaların başlangıç noktası sayabiliriz. 152 Türkiye’de Sosyoloji Resim 7.3 ceki dönemdekinden oldukça farklı bir yaklaşım sergilenmektedir. Öncelikle, yaklaşık iki yüz yıldır kesintisiz devam eden Batılılaşma sürecinin tek yönlü bir şekilde devlet ve bürokratik elitler eliyle tayin edilmesi eleştiri konusudur. Bu nedenle Batılılaşma hareketinin başarısız olduğundan, topluma mal olmadığından söz edilmektedir. Batılılaşma hareketinin kendisi değil, araç ve yöntemleri sorunsal haline getirilmektedir. Batılılaşma eyleminin toplumun çıkar ve beklentilerine uyumlu bir tarzda gerçekleşmesinin yolu olarak ise “devletin küçültülmesi”, “sivil toplumun güçlendirilmesi” gösterilmiştir. Güçlü bir sivil toplum dayanağından yoksun kaldığı için Türk modernleşmesinin Batı’dan farklı bir niteliğe büründüğü öne sürülmüştür. Örneğin ülkemizde özel çıkarlara bağlı bilinçli bir kamuoyunun Batılı anlamda oluşmamasının nedeni olarak, sivil toplum unsurlarının daima devlet tarafından baskı altında tutulması gösterilmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de sivil toplum kurumları ülkemizde gelişme olanağı bulamamıştır. Başka bir deyişle Cumhuriyet rejimi ana hatlarıyla Osmanlı toplum-devlet ilişkiler modelini aşamamıştır. Bu ve benzeri görüşler, devletin toplum yaşamındaki rolünün sınırlanması için gerekçe olarak gösterilmiştir. Hiç kuşkusuz bu argümanlar liberal okulun temel ilkelerinin bir uzantısı, hatta kopyası niteliğindedir. Ancak şaşırtıcı olan, bu tezleri hararetle savunan entelektüellerin Marksist kökenli olmaları ve üstelik ülkede “sosyalist birikim”i temsil etme iddiasında bulunmalarıdır. Bu melez akım 2000’lerde “sol liberalizm” veya “liberal sol” adıyla anılacak ve sosyolojide de belirli yansımalarını bulacaktır. 1980’lerde Sosyal Teorinin Dönüşümü 1980’lerde, siyasal ve toplumsal değişmelere bağlı olarak sosyal teori alanında da temel nitelikte birtakım değişimler gözlenmektedir. Sosyoloji literatüründe önceki dönemde yaygın olarak görülen konular ve yaklaşım tarzları 1980’lerin ortalarından itibaren aşınmaya ve terk edilmeye başlanmıştır. En başta da Marksist tez ve argümanlar sosyolojideki eski cazibesini ve gücünü yitirmiştir. Bu gelişmede askerî darbenin oynadığı rolü göz ardı etmemek gerekir. 1960 askerî darbesi nasıl Türkiye’de sosyolojinin ve sosyal bilimlerin gelişim seyrinde gözle görülür bir farklılaşmaya yol açmışsa, 1980 askerî darbesi de benzer bir farklılaşmaya, kopukluk ve kesintiye yol açmıştır. Bu iki dış müdahalenin sosyolojik/toplumsal teori açısından doğurduğu sonuçlar arasındaki önemli farklardan biri, ilkinde Marksizmin sosyolojiye duhul etmesi, ikincisinde ise ihraç edilmesidir. Konuyu öncelikle bu açıdan değerlendirmekte yarar bulunmaktadır. Türk sosyolojisinde iki önemli, ayırt edici kırılma noktasının başlangıç tarihleri 1960 ve 1980’dir. 1980 sonrasında Marksizmin bir sosyal teori olarak referans değerini yitirmesi sonucunda, önceki döneme damgasını vuran ekonomi-politik temelli terminoloji ve bakış açısı 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji 153 neredeyse büsbütün terk edilmiştir. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/ gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur. 1980’lerde Turgut Özal’ın Fakir-Fukara Fonu (Fakfukfon) projesi, toplumun en geniş kesitlerinin aleyhine gittikçe bozulan gelir dağılımı sorunu karşısında devletin önerdiği yegane ironik çözüm yolu olmuştur. Bugünse sosyoloji camiasında iktisadi çerçevede dile getirilen tek öneri “vatandaşlık geliri”dir. 1970’lerde ve kısmen 1980’lerin ilk yarısında modernleşmenin iktisadi boyutları konusunda yayın yapmış sosyologlar kuşağı sonraki dönemde bambaşka konulara yönelmişlerdir. İktisadi sorunlardan kaçınmakta, kültürel konulara yönelmektedirler. İlgileri ve yaklaşım tarzları belirgin biçimde farklılaşmıştır. Sözgelişi sosyologların 1960’lı-1970’li yıllarda Osmanlı tarihine, Osmanlı iktisadi ve toplumsal yapısına gösterdikleri ilginin bir benzerine bugün tanık olunamamaktadır. Sosyoloji çalışmaları tarihten, tarihsellikten kopmuş, güncel olana, “bugün”e yönelmiştir. Güncelliğin aşırı değer kazanmasının bir başka görüntüsü, “ütopya”, “devrim”, “sosyalizm” gibi gelecek projeksiyonlarının sosyolojiden ihraç edilmiş olmasıdır. Bu gelişmede Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında küresel kapitalizmin reel sosyalizm karşısında zaferini ilan etmesi de rol oynamıştır. “Tarihin sonu”na gelindiği, katı ideolojilerin buharlaştığı ve geleceğe ilişkin beklentilerin değersizleştiği algısının güçlenmesi, yaşanmakta olan sürecin, kapitalizme özgü anı yaşama ve tüketme eğiliminin mutlaklaştırılmasına yol açmıştır. Sosyolojide teorik tartışmalar toplumsal dünyada meydana gelen değişmelerden bağımsız değildir. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur. 1980-2000 döneminde Türk sosyolojisinde hangi temel kavramlar öne çıkmıştır? 1980-2000 ARASI DÖNEMDE TÜRK SOSYOLOJİSİNDE BAŞLICA TEMA VE KAVRAMLAR Değişen Bilgi/Bilim Anlayışı ve Pozitivizm Eleştirileri Değişen ve çeşitlenen temaları/kavramları açıklayabilmek. 2 1980’lerde başlayan bir başka tartışma, epistemoloji ve sosyal bilim metodolojisi ile ilgilidir. Bu yönde gelişen tartışmalar sosyolojideki yeni arayışların da ilk habercilerinden biridir. Bu çerçevede pozitivizmin doğa bilimlerinden devraldığı kesinlik, yasa ve objektiflik kriterlerine yönelik ciddi eleştiriler gündeme gelmeye başlamıştır. İnceleme nesnesi toplum olan bilim disiplinlerinde (özellikle sosyolojide) pozitivist yöntemin nesnellik anlayışının sorgulandığı bir tartışma furyası açılmıştır. Bilimin toplumsal sürecin bir ürünü olduğu ve bilimsel yöntemleri mutlaklaştırmanın gereksizliği gibi fikirler bu dönemde revaç bulmuştur. Toplum bilimlerinde nesnelliğin mümkün olamayacağı ilkesi bu dönemde güçlenmiştir. Türkiye’de de bu yöndeki bilim kuramları yakından izlenerek aktarılmıştır. Yeni arayışlar temelinde kimlik tartışmalarının gündeme geldiği bir dönemde bilim metodolojisi tartışmalarının da alevlenmesi şaşırtıcı değildir. Sosyal bilim metodolojisine ilişkin tartışmalara bağlı olarak, yeni dönemde sosyolojide gözlenen bir başka gelişme, disiplinler arası çalışmaların öne çıkması ve konuların çeşitlenmesidir. Kadın araştırmaları, etnik sorunlar, toplumsal cin- 1 154 Türkiye’de Sosyoloji siyet, tüketim, şiddet, suç, çocuk ve aile araştırmaları günümüzde Batı sosyoloji kürsülerinde revaçta olan konulardır. Benzer çalışma alanları Türk sosyolojisinde de doğmuştur. Bununla birlikte bu tür çalışmalar, bütünsel bir sosyolojik paradigmaya bağlı olmadığı için Türkiye’de sosyolojinin ana doğrultusunu tayin etmekten uzaktır. 1980-2000 arası dönemde Türkiye’ye dönük araştırmalarda niceliksel bir artış görülmekle birlikte yerli bakış açısına, özgün kavramlaştırma ve analizlere yönelişin aynı derecede güçlü olmayışı göze çarpmaktadır. Bunun başlıca nedeni olarak, genelde araştırmacının Batı merkezli söylem ve kavramlara bağımlılığının sürmesi gösterilebilir. Mevcut küreselleşme sürecine ve onun küresel hegemonik söylemine eklemlenme kaygısının ağır bastığının en açık belirtisi, yapılan çalışmaların Batı kaynaklı terminolojisi, motivasyon ve duyarlılıklarıdır. 1980 sonrası dönemde Son dönemde Türkiye’de toplumsal teorinin üretilmesi ve paylaşılması tarzında pozitivizme, toplum bir değişim söz konusudur. 1980 sonrası dönemde pozitivizme, toplum mühenmühendisliğine, tümelci ve disliğine, tümelci ve nomotetik (genelleştirici, yasa koyucu) bilim anlayışlarına nomotetik (genelleştirici, yasa koyucu) bilim anlayışlarına yönelik eleştirellik sosyolojik araştırmalarda daha fazla görünürlük kazanmaktayönelik eleştirellik sosyolojik dır. Tarih-üstü, evrenselci, tümelci, pozitivist, nomotetik sosyoloji/bilim paradigaraştırmalarda daha fazla görünürlük kazanmaktadır. ması giderek gözden düşmekte; tarihselci, yerel, tikelci, hermeneutik, idiografik (somut, tekil, ünik olana göndermede bulunan) sosyoloji/bilim paradigması sahneyi doldurmaktadır. Metodolojik tercihlerde gözlemlenebilir bir farklılaşma söz konusudur: Bir zamanlar sosyologlarımız arasında yaygın kabul gören işlevselcilik, yapısalcılık, sembolik etkileşimcilik vb. gibi pozitivist metodolojiler yerine yorumsamacı (hermeneutik), post-pozitivist metodolojiler, söylem analizleri, dil oyunlarına açılan arayış ve ifade biçimleri geçmiştir. Veri/olgu toplamayı önceleyen teorisiz niceliksel araştırma yönelimi sürmekle birlikte, teoriye bağlı niteliksel araştırmalara yöneliş nispeten daha fazla görülmektedir. Kuşkusuz sosyolojide klasik metodolojiler eğilimler varlığını sürdürmektedir. Özellikle proje-yönelimli olarak sahaya dönük niceliksel araştırmaların pozitivizm sarmalından kendilerini ne ölçüde kurtarabildiği soru konusudur. Pozitivizm eleştirilerine bağlı olarak sosyolojinin dili de büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Elbette haklı gerekçelerle doğa bilimlerine özgü, kesinlik bildiren, matematiksel dilden tamamen ayrıksılaşan bir dildir bu. Dilin kullanımıyla ilgili yeni eğilimin sonuçlarından biri, sosyolojide yorumun, retoriğin, formalizmin hâkim olmaya başlamasıdır. Ancak bu konu da bir hayli işlenmiştir. Sanatsal ifade biçimlerine yaklaşan, şiir, edebiyat, mitoloji ve ritüele açılan, daha esnek, bilgiyi aşırı göreceleştiren, nedensellikten uzak, betimlemeye dayalı bir anlatım tarzı hükümferma olmuştur. Adeta dilde bir zanaat işçiliği söz konusudur. Mazrufa değil zarfa bakan, olguları-olayları açıklamaktansa betimlemeyi yeğleyen, zevahiri kurtarmaya yönelme eğilimi, yani 1960-70’lerin sosyal bilim literatüründe çokça eleştirilen formalizm bugün entelektüel etkinliğe yön vermektedir. Bilimde “yasa” ve “nedensellik” ilkesinin içi boşalmıştır. Açıklamadan giderek uzaklaşma, hakikat ve kesinlik anlayışından yoksunlaşma söz konusudur. Yeni kuşaktan bir sosyologumuzun bir sözü bu açıdan anlamlıdır. Sosyolojinin sanata, sanatın da sosyolojiye hiç olmadığı kadar yaklaştığını ifade etmektedir. Özgünlüğün yerine esinlenme, kolektif bilincin yerine aşırı öznellik geçmiştir. İletilmek istenen bilginin yanı sıra onunla ikinci dereceden ilgili veya ilgisiz başka birçok yan bilgi de bilimsel yazına dahil edilmektedir. Bir diğer dikkate değer nokta ise, bilgi iletiminin kesin sınırlarla tayin edilmeyip öznel çağrışımlara yol açacak bir esnekliğe, açık uçluluğa sahip olmasıdır. Açık-seçiklik, kesinlik, nesnellik, nedensellik, determinizm, basitlik, doğruluk, gerçeklik, genel geçerlilik gibi ilkeler sosyal bilimlerin tahtından indirilmiştir. Pozitivizme 155 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji yönelik tepkiler elbette haklı gerekçeler içermektedir ve sosyal bilimlerin doğa bilimlerinden bağımsızlaşması yolunda önemli olanaklar getirmektedir. Ancak bu kez, pozitivizmden kaçınmak adına, örtülü, çok-anlamlı, öznel ifade biçimleri, nedensellikten uzaklaşma eğilimi ve dilde muğlaklık egemen olmaktadır. Sosyal dünyaya ilişkin “açıklama” yerine “betimleme” geçmektedir. Böylece sosyolojinin giderek edebiyata yakınlaşması, jargona boğulması ve toplum sorunlarına herhangi bir çözüm önerme çabasından uzaklaşması riski gündeme gelmektedir. Aşırı öznel yorumlar topluma ilişkin “gerçeklik” bilincinin kaybolmasını beraberinde getirmekte, kolektif toplum tasarımlarını aşındırmaktadır. Postmodern literatürde pozitivizme yöneltilen başlıca eleştiriler nelerdir? Sosyolojik araştırma alanında bir başka gelişme, bilimsel üretimin giderek üniversitenin dışına taşmasıdır. 1980’lerin ortalarından itibaren özel yayınevleri, strateji kuruluşları, dernekler, büyükşehir belediyeleri kapsamında faaliyet gösteren ve bilim-kültür hizmeti veren kuruluşlar vb. devlet üniversitesinin yetişmiş unsurlarını da kendi faaliyetlerine ortak etmeye başlamışlardır. 1990’lı yılların başına gelindiğinde Türkiye’de çeviri kitaplarının yayını ve yabancı baskılı kitapların satışında bir patlamanın olduğu gözlemlenmiştir. Bu sayısal artışın bir anlamı bulunmaktadır: Sosyolojinin (yeni bakış açıları ve kavramlarla donanmış bir şekilde) yaşanmakta olan güncelliğe doğrudan müdahale etmesi ve araştırmalarda disiplinler-arasılığın gündeme gelmesi, katı uzmanlık alanlarının sınırını yumuşatmış, disiplinler arasındaki kompartımanlaşmanın belirsizleşmesine yol açmıştır. Bu gelişmenin yanı sıra devlet üniversiteleri de kabuk değiştirip yeni koşullara uyum sağlamaya çalışmaktadır. Vakıf üniversitelerince veya birtakım derneklerce gösterişli ilanlarla, lüks otellerde düzenlenen yerli katılımcısı bol uluslararası sempozyumların sayısında bir artış göze çarpmaktadır. Öte yandan, sosyologlar özellikle büyük kentlerde, yerel yönetimlerle ve vakıf kuruluşlarıyla yakından ilişkili (yönlendirme ve sponsorluk ilişkisi) olarak “sosyal doku analizleri”ne, “sosyal sorumluluk projeleri”ne, “kentsel dönüşüm ve soylulaştırma projeleri”ne vb. koşulmaktadırlar. Vakıf kuruluşları adına girişilen etnik kimlik, kadın, cinsiyet, göç, yoksulluk vb. araştırmaları gözde çalışma alanlarıdır. Yerel yönetimlerin özellikle finansal yönden merkezi yönetimden özerkleşmesi sonucunda sosyologların yaptıkları çalışmalar da nitelik değiştirmiştir. Geçmişte sosyolojik araştırmaları üniversite, DPT gibi devlet kuruluşları yönlendirirken, bugün sosyolog devletten kopmuştur; sosyolojik araştırmaları sivil, özel ve yerel çıkar grupları yönlendirmekte ve finanse etmektedir. Bu gelişmenin doğurabileceği olumsuz bir sonuç, sosyologun bağlandığı çıkarların genel toplum çıkarları olmaktan çıkmasıdır. Toplumda mevcut toplumsal parçalanma ve çatışma eksenleri belirginleşirken sosyolog da bir biçimde bu parçalanmaya hizmet etmeye koşulmaktadır. Ulus-Devletin Sorgulanması Siyasal çevrelerde “dünyayla entegrasyon (bütünleşme)” ve “transformasyon” tabirlerinin popülerlik kazandığı 1980’ler Türkiye’sinde ulus-devlet mirası da sorgulanmaya başlanmıştır. Toplumsal gelişmenin önünde engel olarak görülen başlıca unsurların modern ulus örgütlenmesi (üniter devlet ve onun yekpare toplum tasarımı), devletçi/planlamacı/himayeci siyasetler vb. olduğu düşüncesi siyasal jargonda olduğu gibi sosyoloji çalışmalarında da ifadesini bulmuştur. Bu noktada bir hatırlatma yapmakta yarar vardır: 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Avrupa Pozitivizme yönelik tepkiler elbette haklı gerekçeler içermektedir. Ancak bu kez, pozitivizmden kaçınmak adına, örtülü, çok-anlamlı, öznel ifade biçimleri, nedensellikten uzaklaşma eğilimi ve dilde muğlaklık egemen olmaktadır. 2 156 Türkiye’de Sosyoloji ülkelerinin bütünleşme yolundaki çabaları sonucu Avrupa Birliği’nin (AB) doğuşu, modern sosyolojide egemen olan toplum (yurttaş ve ulus temelli holistik toplum) tasavvurunun dönüşümünü beraberinde getirmiştir. Avrupa, kendi iç sorunlarını bütünleşerek çözme yolunda önemli bir adım atarken, AB’ye dahil olmak için hukuki, toplumsal ve siyasal yapısını baştan sona yenileme çabasına girişen Türkiye’de üniter siyasal yapıyı ve toplum birliğini tehdit eden gelişmeler yaşanmaktadır. Başka bir deyişle Avrupa ülkeleri kendi aralarında bütünleşerek küreselleşme sürecinin etkili bir aktörü haline gelirken, Türkiye’de toplumsal çözülme ve parçalanma riskleri giderek güçlenmiştir. Bu iki gelişme arasındaki paradoks aşikârdır. Gerek AB ile uyum süreci gerekse küreselleşmenin dolaysız etkileri sonucu Türkiye’de siyaset ve sosyolojide ulus kavramı bir referans kaynağı olmaktan çıkmış, ulus-altı parçalar (cemaatler, azınlıklar, etnisiteler) vurgulu bir biçimde öne çıkmıştır. Türkiye’de egemen sosyoloji anlayışı Cumhuriyetin ilanından itibaren ulusdevlet, ulusallık ve (etnisiteyi/dinsel zümreleşmeleri dışlayan) yurttaşlık ekseninde gelişme gösterirken, özellikle 1990’lardan itibaren sosyolojide söz konusu ekseni parçalayıp altını oymaya çalışan, asimetrik toplumsal ilişkileri empoze eden, çokkültürcülüğe dayalı, ulus bütünlüğünü, Cumhuriyetin siyasal, düşünsel ve kültürel mirasını reddeden yaklaşımlar revaç bulmaya başlamıştır. Toplumsal dayanışma, birlik, bütünleşme ve gelişme perspektiflerinin yerini amorf ve parçalı toplum tasavvurları, bütüncü kavrayıştan yoksun tekil, kısmi, mikro perspektifler almıştır. Bu gelişmenin sonuçlarından biri, genel olarak sosyal bilimlerde ve özel olarak da sosyolojide Cumhuriyetin tek parti dönemi zihniyetine, uluslaşma ve modernleşme girişimlerine yönelik giderek artan eleştirellik olmuştur. Cumhuriyetin Aydınlanmacı/tekçi/evrenselci modernleşme tasavvurunun baskı ve asimilasyona dayalı otoriter uygulamalara yol açtığı, demokratik süreci kesintiye uğrattığı, elitizme yol açtığı, toplum içi farklılıkları ve gelenekleri aşındırıp yok ettiği vb. tezler öne sürülmektedir. Ulus-devlet öncülüğündeki modernleşme pratiklerinin sorgulanmasına bağlı olarak sosyolojide de “paradigma değişimi” yavaş bir biçimde gerçekleşmiştir. 1990’ların başlarında küreselleşme çığırı açıldığında bu tartışmaların akademik ortamdaki hegemonik nüfuzu da artmıştır. Dönüşüm en açık biçimde sosyolojik araştırmaların konularının ve yaklaşım tarzlarının değişmesinde görülmektedir. Türkiye’de 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca sosyolojide iktisadi kalkınma sorunları gündemin başlıca konuları arasında yer alırken, 1980’lerden itibaren ana eğilimin siyasal-kültürel sorunlara (özellikle de laiklik, İslami yaşayış, örtünme, demokratikleşme, devlet-toplum ve din-devlet ilişkileri konularına) kaydığı görülmektedir. Bu eğilim değişikliğinde, dünyada ve Türkiye’de yaşanan güncel gelişmelerin izini sürmek mümkündür. Genel olarak sosyal teoride gözlemlenen bu Türkiye’de sosyoloji değişme kendi başına ele alınamaz. Türkiye’de sosyoloji alanında meydana gelen alanında meydana gelen eksen kaymasında dünya konjonktürünün dolaylı ve dolaysız etkilerini göz ardı eksen kaymasında dünya konjonktürünün dolaylı ve etmemek gerekmektedir. Dünyada yaygınlık kazanan yeni eğilimler sosyal teoriye dolaysız etkilerini göz ardı de yansımıştır. Sosyalizm alternatifinin yokluğu koşullarında Batı kapitalizminin etmemek gerekmektedir. ve onun söylemi giderek radikalleşmiş, egemen hale geçmiştir. Kamuyu gözeten Dünyada yaygınlık kazanan yeni eğilimler sosyal teoriye de devletçi/planlamacı stratejiler karşısında neo-liberalizmin şampiyon ilan edilişi yansımıştır. ve Batı toplumları arasındaki endüstriyel, siyasal, teknolojik vb. rekabetin eski önemini yitirmesine bağlı olarak endüstri-temelli toplum tartışmaları da son bulacaktır. Sosyolojik araştırmalarda endüstri toplumuna özgü “üretim” ve “emek” olgularının yerine post-endüstriyel topluma özgü “bilişim”, “tüketim” ve “boş 157 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji zaman” olguları önem kazanmıştır. Öte yandan geçmiş dönemin modernleşme teorilerine yönelik giderek güçlenen eleştirel bir dalga gözlemlenmektedir. Sosyolojiyi/sosyal bilimleri “post-endüstriyel toplum”un sorunları kuşatmıştır. Yeni dönemde sosyologların odaklandığı başlıca sorunlar “demokrasi”, “özgürleşme”, “sivilleşme”, “çokkültürlülük”, “küreselleşme”, “yerelleşme” vb. olmuştur. Kimlik/Aidiyet ve Din/Laiklik Eksenli Çalışmalar Kimlik, sosyolojide oldukça önemli bir araştırma konusudur. Uygarlıkların, toplumların ve dinsel toplulukların kimliği sorunsalı, sosyolojinin doğuşundan bu yana ilgi çeken, merak uyandıran bir literatürün ortaya çıkmasına izin vermiştir. En bilinen örnekleri, Durkheim’ın ilkel dinleri, Weber’in Protestan inançları ve etiği konularını ele alan klasikleşmiş eserleridir. Son dönemde ise kimlik konusunda araştırmaların alan, kapsam ve teorik-kavramsal çerçeve itibariyle oldukça farklılaştığını gözlemlemekteyiz. Yeni ilginin odağında Doğu, Batı gibi uygarlık değerleri, ulusal veya toplumsal kimlik özellikleri bulunmamaktadır. Bu durumun meta kimliklerin, evrensel meta anlatıların sona erdiği savıyla bağlantısı vardır. İlgiler parçalanmış, daralmış ve çok daha mikro alanlara yönelmiştir. Sözgelişi, geçmişte Anadolu volk İslamı’nın ayrıksı özelliklerini vurgulayan Şerif Mardin’in, son dönem çalışmalarında daha sınırlı dinsel kimliklerin analizine yoğunlaşması bakış açısındaki bir farklılaşmanın göstergesidir. Benzer bir yöneliş, 1990’larda kültürel hak arayışları ve toplumsal hareketlilik bazında dinsel cemaatler ve etnik kimlikler üzerinden yürütülen tartışmalarda karşımıza çıkar. Yeni dönemin tartışmalarında kimlik sorunsalına nasıl yaklaşılmaktadır? 1990’larda sosyoloji alanında önemli bir gelişme, siyasal yönelişli etnik-kimlik hareketleridir. Bu gelişme etnisite konulu araştırmalarda niceliksel bir artışı beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda İslami cemaatler, din ve laiklik konulu çalışmalarda bir canlılık göze çarpar. 1990’lardan itibaren İslami hareketin kültürel ve siyasal taleplerle ortaya çıkışı da sosyologların giderek ilgilerini bu alana yöneltmelerinde etkili olmuştur. 12 Eylül askerî darbesi sonrasında solun geri çekilişinin yol açtığı boşluk ortamında İslam gündelik tartışmalarda ve toplumsal pratiklerde gittikçe daha fazla göz doldurmaya başlamıştır. İslam, sivil toplum, demokratikleşme ve laiklik konulu araştırmalar revaçtadır. Bu gelişme sosyoloji alanında İslam/oryantalizm, din/modernleşme, kimlik/aidiyet eksenli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu tartışmalar kapsamlı bir çeviri ve yayın faaliyetiyle eşzamanlı gelişmiştir. Gündeme damgasını vuracak olan telif çalışmalar ise sosyologlardan gelmiştir. İki sosyologumuzun, Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin din ile modernleşme ilişkisini sorgulayan çalışmaları entelektüel çevrelerle sınırlı kalmayarak çeşitli toplum kesitleri üzerinde de kayda değer yankılar uyandırmıştır. Gerçi dinin Türk toplumu üzerindeki derinlikli etkilerinin farkında olan çalışmalara yöneliş Türk sosyolojisi için yeni değildir. Konuya ilgi Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü’ye kadar geri götürülebilir. Sonraki dönemde Hilmi Ziya Ülken, Sabri F. Ülgener, Niyazi Berkes, Muzaffer Sencer, Cahit Tanyol gibi sosyologlarımız da çeşitli boyutlarıyla konuya ilgi göstermişlerdir. Ancak 1980’lerle başlayan dönemde konuya yaklaşım tarzları oldukça farklılaşmıştır. Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin çalışmaları örneğinde bu belirgin değişimi görmek mümkündür. 1980’li yıllarda Türkiye’de oldukça rağbet gören bir araştırma alanı kadınlık durumu ve kimliği olmuştur. Feminizm ve kadın kimliği konulu araştırmalarda bir canlılık ve artış göze çarpmaktadır. Bu araştırmaların arka planını, repertuarında “farklılık”, “kimlik”, “özgürleşim” gibi kavramlar taşıyan “kimlik eksenli tartışmalar” çerçevesi içinde değerlendirebiliriz. 3 158 Türkiye’de Sosyoloji Kültürel çalışmalar kapsamında toplumsal cinsiyet (kadın, feminizm, travestiler vb.) odaklı çalışmalar, kimlik ve farklılık ekseninde milliyet, etnisite ve din araştırmaları sosyolojide oldukça rağbet gösterilen bir alan açmıştır. 1990’lı ve 2000’li yıllarda sosyolojik araştırmaların alan ve temalarında hem bir farklılaşma hem de çeşitlenme gözlenmektedir. Kültürel çalışmalar kapsamında toplumsal cinsiyet (kadın, feminizm, travestiler vb.) odaklı çalışmalar, kimlik ve farklılık ekseninde milliyet, etnisite ve din araştırmaları sosyolojide oldukça rağbet gösterilen bir alan açmıştır. Bunun yanı sıra kent ve mekan, medya (iletişim, bilişim), bilgi/epistemoloji, popüler kültür (müzik, sinema, plastik sanatlar vb.), serbest zaman pratikleri (alışveriş, tüketim, eğlence), göç, azınlıklar, maduniyet, çocukluk, çocuk suçluluğu, gençlik, yaşlılık vb. konulu araştırmalar göz doldurmaktadır. Daha önce neredeyse hiç ilgi gösterilmeyen medikal sosyoloji, gerontoloji, sosyal hizmetler gibi araştırma alanları da sosyologların ilgisini çeken konular arasında yer almaya başlamıştır. Sosyoloji alanında önceki dönemden en önemli farklılaşma, tartışmaların küreselleşme/yerelleşme bağlamında ve modernizm/postmodernizm ikiliği sarmalında yürütülmesidir. Modern sosyolojide gelenek ile modernlik arasında kurulan kutupsal ve negatif ilişki postmodern sosyolojide pozitif bir bağlama oturtulmuştur. Başka deyişle postmodern sav, melezleşme ve özgürleşim vaadiyle, modernizmin yüz yılı aşkın bir süredir aşındırıp tahrip ettiği geleneği (özellikle modern devletin asimilasyon girişimleri sonucu unutulan azınlık dilleri, dinsel cemaat kültürü vb.) yeniden keşfederek onu istismara yönelmiştir. Postmodern teorinin kültürel farkçı, rölativist ve çoğulcu yaklaşımı etnikmerkezci araştırmaları kışkırtmakta, bu araştırmalara yön vermektedir. Çokkültürlülük, “negatif/pozitif ayrımcılık” gibi kavramlar eşliğinde ulus-devletin tekçi/ standartçı uygulamaları eleştirel bir zeminde inceleme konusu haline getirilmekte; cins ayrımcılığı, yurttaşlık kimliği, nefret suçları, çocuk suçluluğu, azınlıkların ve diğer alt-kültür gruplarının hakları ve mağduriyet sorunları vb. konularına giderek artan bir şekilde ilgi gösterilmektedir. Buna bağlı olarak değerler, inançlar, semboller, dil, sosyal normlar, popüler kültür üzerine araştırmalarda büyük bir artış gözlenmektedir. Resim 7.4 Resim 7.5 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji 159 Küreselleşme Tartışmaları ve Küreselleşmenin Getirisi Olarak Melezlik 1990’lı yılların başları, küreselleşme ve postmodernizm üzerine tartışmaların yoğun bir çeviri ve yayın faaliyetiyle birlikte başladığı ve gündemi belirlediği yıllar olarak anılacaktır. Küreselleşme çığırının bir sonucu olarak liberal söylemin toplumsal teoride başat hale geçtiği görülmektedir. Başlangıçta şekilsiz, tekil ifade ve görünümleriyle toplumsal teoriye nüfuz etmeye başlayan postmodernizm ise küreselleşme akımının yanı başında bir sapak, bir patika olarak belirmiştir. Reel sosyalizmin çöküntüsü üzerine kendi meşruiyetini kuran liberal söylem, küreselleşme teorisi ve postmodernizm aracılığıyla, sadece güncel siyasete değil, akademik çalışmaya da damgasını vurmuştur. Toplumsal teori gündelik toplumsal pratiklere paralel biçimde gelişmektedir. Küreselleşme tartışmaları ile birlikte, dünyada ve Türkiye’de genel geçer bir eğilim olarak “kültürel melezlenme” perspektifleri gündeme gelmiştir. “Küçük bir köy” haline gelen dünyada fikirler, inançlar, değerler, insanlar, sermaye, mallar vb. herhangi bir kısıtlanma olmaksızın, “özgür bir diyalog ortamı içinde” dolaşacaktır. Dünya ve toplumsal mekan tekleşmiştir. Melezlik, Soğuk Savaş dönemi sonrasına ait büyük ideolojik bölünme ve kutuplaşmaların (kapitalizm/sosyalizm, sağ/sol vb.) sonunu haber veren bir kavramdır. Bunda reel sosyalizmin modernliği üretmekte fiilen başarısız olmasının büyük payı olduğu bir gerçektir. Solun geri çekilişinin açtığı boşluğun doldurulması ve meydana gelen değişmeyi açıklamak için, liberalizmin zaferini mutlaklaştırmaya yönelik yeni açıklama modelleri geliştirilmiştir. Küreselleşme bağlamına uyumlu bir biçimde ideolojilerin son bulduğu tezi gündeme gelecektir. Birbirine kutup oluşturan görüşlerin eklemlenerek uyumlu ve uzlaşmacı bir dünya düzeninin yaratılacağı öne sürülmüştür. Bu tezlerin çarpıcı bir biçimde görünürlük kazanmasının sonucu, neo-liberal değerlerin rakipsiz bir biçimde toplumsal teoriye/tasavvura nüfuz etmesidir. Küresel dünya, akışkan bir dünyadır; bilinen sınırlar ortadan kalkmıştır. Göçler, göçebe yaşam, ulus-aşırı hareketlilikler yüzyıla damgasını vuracaktır. Bireyler için varoluş ve yaşama mekanı ulusal sınırların dışına taşmıştır. Batı küreselleşmesinin, dünyanın adeta bir köye dönüştüğü bu çağda farklı, çoğul kültürler/kimlikler arasında bir diyalog ve karşılıklı etkileşim imkânı yarattığı öne sürülmektedir. Böylece, Türk toplum düşüncesine damgasını vuran 1970’lerin toplumcu, kurtuluşçu, kitlelere seslenen, eşitlikçi ve dayanışmacı yaklaşımları geride kalmıştır. Perspektifler giderek bireyci, tikelci, farkçı ve rekabetçi özellikler sergilemektedir. Aşırı bireyselleşme, tekilleşme ve hedonizm telkini şüphesiz kapitalizmin tüketim kültürüyle bağdaşır niteliktedir. Bu gelişmenin kültürel yaşamda da çok çeşitli, çok boyutlu görünümleri olacaktır. En başta, kültürel ürünler çatışmacı, muhalif ve eleştirel boyutunu yitirmiş; uzlaşma, uyum ve eğlence unsurları ön plana çıkmıştır. 2000’lere gelindiğinde bu eğilimler yaygınlaşıp radikalleşecektir. Buna karşılık, küreselleşmenin başlangıçtaki onca olumlu vaadine rağmen, yeryüzündeki en geniş toplum kesitlerinin yaşadıkları sorunların giderek derinleştiği görülmektedir. Özellikle Batı-dışı toplumlar, birlik ve dayanışma imkânından, eşit ve alternatif gelişme olanaklarından yoksun bırakılma, dinamizmlerini yitirme, etnisite/aşiret/mezhep ölçeğinde bölünerek yalnızlaştırılma riskini paylaşmaktadırlar. Genel olarak sosyologlar da bu riskler karşısında sürece uyum sağlamakla kayıtsız/duyarsız kalmak arasında salınmakta; uzun erimli, kamusal çözüm önerileri geliştirme çabasına girişmemektedirler. 1990’larda dünyada ve Türkiye’de başat bir söylem olarak kültürel melezlenme gündeme gelmiştir. 1970’lerin toplumcu, kitlesel ve dayanışmacı yaklaşımların- Reel sosyalizmin çöküntüsü üzerine kendi meşruiyetini kuran liberal söylem, küreselleşme teorisi ve postmodernizm aracılığıyla, sadece güncel siyasete değil, akademik çalışmaya da damgasını vurmuştur. Türk toplum düşüncesine damgasını vuran 1970’lerin toplumcu, kurtuluşçu, kitlelere seslenen, eşitlikçi ve dayanışmacı yaklaşımları geride kalmıştır. 160 Türkiye’de Sosyoloji 1990’larda dünyada ve Türkiye’de başat bir söylem olarak kültürel melezlenme gündeme gelmiştir. 1970’lerin toplumcu, kitlesel ve dayanışmacı yaklaşımlarından 1980’lerde bireyci ve rekabetçi bir ortama doğru bir gelişme söz konusudur. dan 1980’lerde bireyci ve rekabetçi bir ortama doğru bir gelişme söz konusudur. Bu gelişmenin kültürel yaşamda da çok çeşitli ve boyutlu görünümleri olacaktır. En başta kültürel ürünler çatışmacı, muhalif ve eleştirel boyutunu yitirmiş; uzlaşma, uyum ve eğlence unsurları ön plana çıkmıştır. Kavram, Soğuk Savaş sonrası koşulları, kutuplaşmanın sonunu meşru kılan neo-liberal söylemin bir uzantısıdır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle ideolojik kutuplaşmaların da miadını doldurduğu görüşü belirginleşmeye başlamıştır. Daha önce kıyasıya çatışan farklı cephelerden aydınlar ortak zeminlerde buluşmaktadırlar. Müslüman ve Marksist, liberal ve milliyetçi-muhafazakâr aydınlar arasındaki ayrımlar silinmeye yüz tutmuştur; aynı zeminlerde bir araya gelmekteler ve resmi otoritenin hegemonyasının kırılması noktasında uzlaşma sergilemektedirler. Bu zemin üzerinde “demokrasi”, “çoğulculuk” ve “sivil toplumun yüceltilmesi” gibi “yükselen değerler” melezleşmenin asli öğeleri haline gelmiştir. 1980’lerin ikinci yarısında, nispeten ılıman siyasal ortamda liberal değerler, mevcut siyasal-ideolojik yelpazenin hemen her alanında etkisini göstermiştir. Böylece sosyal-demokrat, sosyalist, İslamcı, milliyetçi arasındaki ayrım çizgileri muğlaklaşmıştır. Bu sürecin İslamın ve neo-liberal söylemin konjonktürel yükselişine paralel geliştiğini gözlemlemek mümkündür. Başka deyişle, Soğuk Savaş döneminde farklı toplumsal dönüşüm stratejilerine bağlanarak her yönden kutuplaşan aktörler arasında küresel çapta yükselen değerlerde bir ortaklık ve uzlaşma sağlanmıştır. Buna karşılık 2000’li yıllar, küreselleşmenin vaatlerinin umulan doğrultuda gerçekleşmediğini, toplumsal ve toplumlar arası düzeyde farklı çıkarların ortaklaşıp melezleşmediğini, aksine farklılaşma ve eşitsizliklerin görülmemiş biçimde serpilip güçlendiğini ortaya koymuştur. Bu durumda küreselleşmenin melezlik söylemi de inandırıcılık gücünü yitirecektir. Postmodernizmin Girişi ve Batı-Dışı Modernlik Tartışması Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de sosyoloji alanında meydana gelen teorik ve tematik farklılaşmada küreselleşme ve postmodernizm teorilerinin entelektüel çevrelerde yaygınlaşmasının payı büyüktür. Postmodernizm, büyük bir köye dönüştüğü öne sürülen dünyada eski bütünlüklerin parçalanıp içinden sonsuz sayıda (birbiriyle uzlaşması mümkün görünmeyen) alt kültür adacıklarının çıktığı, perspektiften yoksun, kaotik bir tabloyu yansıtmaktadır. Bu parçalı yapı, bir mozaik ya da kolaj resimde olduğunun aksine bütünlüklü bir anlamdan da yoksundur. Postmodernizm, modernizme atfedilen akıl, ilerleme, temsil gibi idealize edilmiş ilkelere kuşkuyla yaklaşan, tepkiselliği yanında kinik bir muhafazakârlığı da içinde barındıran, belirsizliği, öznelliği dilsel bir anarşiyle ifade eden, bütünsele karşı tekili, kısmi olanı öne çıkaran bir düşünme tarzıdır. Postmodernizmin en büyük çelişkisi, geliştirdiği bütün olumlu argümanlara karşın insanlığa bütünlüklü ve umut dolu bir vaatte bulunmaktan kaçınması; tam tersine, toplum adına kurtuluşçu perspektifleri mahkum etmesidir. Postmodern teorisyenlerin toplum ve tarih anlayışı da sorunludur. Toplumun, ulusun ölümünü gündeme getirmektedirler; tarihsel gelişmeyi ve ilerlemeyi yadsıyan bulanık geçmiş ve bugün algıları belirsiz bir gelecek öngörüsüyle bütünleşmektedir. Başka deyişle onların gözünde tarih, her türlü belirlenimden yoksun, kaotik bir akıştan ibarettir. Postmodernistlerin yaklaşımları, modern iktisadi akılcılığın, üretim ve tüketimin standartlaştırılmış kalıplarının, buna bağlı modern endüstri örgütlenmesinin, ulus-devletin, tek-merkezli iktidar mekanizmalarının, demokratik-parlamenter düzenin ve bilinen bütün modern temsil mekanizmalarının, Aydınlanmacı aklın, soyut birey anlayışının, kısacası mo- 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji 161 dern olan her türlü değer ve kurumun tahripkâr eleştirisine dayanmaktadır. Bu aşırı reddiyeci tutuma karşılık bölük pörçük bir dünya tasarımına sahip oluşları gözden kaçmamaktadır. Postmodernizm, Aydınlanmacı düşünce geleneğinin, tarihin, büyük kuramların, ideolojilerin, öznenin, toplumsalın sonunun geldiği iddiasıyla ilgi çekmeye çalışan, sansasyonellikten ve medyanın bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen ve kendi içinde bir bütünlük taşımayan yamalı bir akımdır. 1970’lerden bu yana postmodern literatürün ana hedeflerinden birinin Marksizm olması da rastlantı değildir. Marksizmin 1980-2000 tarihsel kesitinde görülen büyük geri çekilişinde neo-liberalizmle iç içe geçmiş postmodern yeni-muhafazakârlığın hâkim bir söylem olarak belirişinin önemli bir rolü vardır. Nilgün Çelebi’nin “makro”, “mezzo” ve “mikro” şeklinde yaptığı sosyoloji teorileri tasnifini göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye’de özellikle yeni kuşak sosyologların postmodern teorinin çekiminden etkilenerek makro teorilerden, meta söylemlerden kaçındıkları, ağırlıklı olarak mezzo ve mikro teorilere yöneldikleri söylenebilir. Araştırmacıların bu tercihlerinde, “büyük anlatıların (büyük çağlı teorilerin) çöktüğü” savına dayalı hâkim Batılı literatürün etkisi altında kalmalarının rol oynadığı düşünülebilir. Aynı zamanda, çok çeşitli seçenekler sunan proje bazlı mikro araştırma olanaklarının genişlemiş olması da genç sosyologları makro arayışlardan alıkoymakta, onları dar açılı bir bakış açısına yöneltmektedir. Ele aldığımız tarihsel kesit içinde, sosyologlarımızın Batı sosyoloji teorileriyle ilişkilenme tarzı aşırı bir bağımlılık halini almıştır. Bu durum giderek sosyolojinin ortak kamusal çıkarları ifade ve temsil etme, çözüm getirme kabiliyetini yitirmesi anlamına gelmekte; sosyologların da özel çıkarlara bağlanma eğilimiyle görünürlük kazanmaktadır. Son dönemde postmodern teorinin etkisiyle sosyal bilimlerde ve sosyolojide aldatıcı bir radikalleşme görüntüsü/izlenimi oluşmuştur. Bu çığıra bağlı özgürleşim ve değişim talebinin ardında; hegemonyacı bir muhafazakârlık, öznelliği sonuna kadar kışkırtan ancak özneyi ve öznenin iradesini hiçe sayan (“öznenin/ insanın ölümü”, her türlü mesihçi tasarımın ve kolektivist ütopyanın inkârı) farkçı bir metafiziğe dayalı yeni bir tür bireycilik, teslimiyetçiliği ima eden bir konformizm ve örtülü bir faşizanlık gizlenmektedir. 1990’larda tartışmaya sokulan güncel kavramlarından biri de “Batı-dışı modernlik” kavramıdır. Bu kavramla sosyolojideki modernleşme literatürünün bakış açısı tersine çevrilmiştir. Modernleşmenin tek tip olmadığı, çoğul görüntülerle yaşantılandığı öne sürülmektedir. Bu, modernleşmeyi daima Batı’nın tekelinde gören ve Batı’yı merkeze alan tek-tip, klasik modernleşme kuramlarına aykırı bir yaklaşımdır. Batı-dışı modernlik kavramı, bugüne dek Türk sosyologlarında karşılaştığımız hâkim modernleşme kavrayışının içini boşaltmaktadır. Modernleşmenin kıstaslarını belirsizleştiren bu yaklaşım son dönemde gündeme gelen yeni tartışmalarla bağlantılıdır. Batı’da, küreselleşme sürecine ve onun egemen bütünselleştirici söylemine rağmen, Batı toplumlarını Batı-dışı toplumlardan farklılaştırma yönünde güçlü eğilimler ortaya çıkmıştır. Batı, modern çağda görülenin aksine, kendi dışındaki dünyayı modernleştirme misyonunu, öncülüğünü sahiplenmeye yanaşmamaktadır. Fiili olarak da dışlayıcı bir tutum geliştirmiştir. Dolayısıyla Batı’nın benzersizliğinin ilan edildiği, evrensellik iddiasından vazgeçildiği bir dönemde, modernliğin birçok yolu olabileceği tezi ile Batı-dışı toplumların kendine özgü bir modernleşme deneyimini yaşayabilecekleri yolundaki tezler örtüşmektedir. Başka deyişle, yakın bir geçmişe kadar modernliğin sadece Batı’ya özgü ve evrensel olarak tasarlanmış bir proje olduğu düşünülürken, bugün Batı dışında kalan birçok toplumun kendi Postmodernizm, Aydınlanmacı düşünce geleneğinin, tarihin, büyük kuramların, ideolojilerin, öznenin, toplumsalın sonunun geldiği iddiasıyla ilgi çekmeye çalışan, sansasyonellikten ve medyanın bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen ve kendi içinde bir bütünlük taşımayan yamalı bir akımdır. 162 Türkiye’de Sosyoloji koşul ve ihtiyaçlarına göre, Batılılaşmadan modernleşmenin özgül yollarını bulacakları görüşü öne çıkmaktadır. Modernleşme eylemi, Batı örneğinde, Batı’yı izleyerek (muasır medeniyet seviyesi) ulaşılabilecek bir deneyim olmaktan çıkmıştır. Bu görüşlerin, Batı’nın kendisini evrensel tek bir model olarak sunmaktan vazgeçtiği, daha doğrusu “evrenselciliğin sonu”nun ilan edildiği, tekilliğin, yerelliğin ve farklılığın kutsandığı son dönemde giderek yaygınlaşması anlamlıdır. Batı-dışı modernlik kavrayışı, Batı-dışı toplumları Batı’dan dışlamaya, farklılaştırmaya ve tecrit etmeye izin vermektedir. Dolayısıyla bu yaklaşımın Batı egemenliğinin günümüzde aldığı biçime aykırı bir duruşu temsil ettiği kuşkuludur. Yeni sosyoloji konuları ve paradigması bu tarzda biçimlenmektedir. Batı-dışı modernlik kavramı hakkında daha etraflı bilgi edinmek için Nilüfer Göle’nin “Batı-Dışı Modernlik: Kavram Üzerine” başlıklı makalesine bakabilirsiniz. (Toplum ve Bilim, Sayı: 80, Bahar 1999.) 1980-2000 DÖNEMİNDE TÜRK SOSYOLOJİSİNDE ÖNE ÇIKAN BAZI İSİMLER 1970’lerde klasik bir Cemil Meriç okuru portresiyle 1980’ler ve 1990’lardaki Cemil Meriç okuru portresini herhangi bir şekilde yan yana düşünmek mümkün değildir. Cemil Meriç, Sabri F. Ülgener, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi, en önemli eserlerini 1960’lı ve 1970’li yıllarda vermiş olan düşünürler, bağlandıkları dünya görüşleri oldukça farklılaşmış bir okur kitlesinin talepkâr ilgisi sonucu yeniden hatırlanmış ve önemsenerek okunmuşlardır. Geçmişte birbirinden oldukça farklı, hatta birbirleriyle çatışan okur kitlelerine hitap eden bu yazarların yeni dönemde sağ ve sol çevrelerin ortak ilgisine mazhar olmaları ilgi çekicidir. Başka bir deyişle Meriç, Ülgener, Küçükömer ve Divitçioğlu, eserlerini kaleme aldıkları dönemde içinde bulundukları koşullar, motivasyon ve hedefleri yeni okur kitlesinden oldukça farklı olmasına, üstelik -Küçükömer ve Divitçioğlu’nu saymazsak- kendi aralarında bir düşünce ortaklığı da olmamasına rağmen, 1980’lerde ortak bir entelektüel platformda buluşmuşlardır. Bu ortaklığın sağlanmasında, söz konusu yazarların savunmuş oldukları düşüncelerin orijinal içerik ve bağlamından kopartılarak yeniden, yeni dönemin ruhuyla okunup yorumlanması etkili olmuştur. Bu yazarların sisteme muhalif yönleri törpülenmiş, buna karşılık, yeni oluşan ve kısa süre sonra başat bir eğilim kazanacak olan söylemlerle örtüşen iddiaları öne çıkarılmıştır. Söz gelişi 1970’lerde klasik bir Cemil Meriç okuru portresiyle 1980’ler ve 1990’lardaki Cemil Meriç okuru portresini herhangi bir şekilde yan yana düşünmek mümkün değildir. Benzer bir durum Divitçioğlu ve Küçükömer’in metinleri için söz konusudur. 1960’lar ve 1970’lerde sosyalizm adına yazan, belirli yönleriyle kolektivist ve anti-emperyalist bir düzen savunusunu temsil eden bu iki düşünürün eserleri sonraki dönemde muhafazakâr, sağcı, anti-sosyalist, küreselleşmeci, liberal çevrelerde yankı bulmuştur. Buna karşılık Niyazi Berkes, Mübeccel Kıray, Cavit Orhan Tütengil gibi önceki dönemin oldukça etkili sosyologları 1980’lerde benzer bir ilgiyi görememişlerdir. 1980’ler ve 1990’larda kaleme aldıkları metinleriyle gerek akademide gerekse entelektüel kamuoyunda etkili olan sosyologlar arasında hiç kuşkusuz Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay’ın isimleri başta gelmektedir. Üretken ve verimli çalışmalarıyla küreselleşme, postmodernizm gibi akademik gündemde etkili olacak yeni tartışmalar içinde yer almışlar, bir yönüyle de Türkiye’de sosyolojinin medyatik yüzünü temsil etmişlerdir. “Ankara Sosyoloji” denildiğinde, 1960’lı yıllar sonrası çalışmalarıyla göz dolduran bir isim, Emre Kongar akla gelmektedir. 1982 sonrasında YÖK üniversi- 7. Ünite - 1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji tesini protesto ederek akademisyenlikten ayrılan Kongar, çeşitli bürokratik görevlerde bulunmuş, ama sosyolojiden ve sosyolojik sorunsallar içeren eserler üretmekten kopmamıştır. Kongar, Mübeccel Kıray’ın daha önceki dönemde etkili olan ampirist, tümevarımcı ve işlevselci sosyoloji anlayışını benimsemekle birlikte, 1980’lerde bu anlayışın eski cazibesini yitirmeye başlamasına rağmen gündemde kalmayı başarmıştır. Eserleri çok baskı yapan, çok okunan ama az tartışılan sosyologlarımız arasındadır. Bunun nedenlerinden biri, Kongar’ın bilimsel jargondan kaçınan popülist bir üslubu benimsemiş olmasıdır. Ankara’dan bir başka isim, Doğan Ergun, hiç kuşkusuz, son dönemde Türkiye’de hâkim sosyolojik metin üretme tarzına karşı sağlam dayanakları olan bir eleştirellik barındıran tavrıyla dikkat çeken bir sosyologumuzdur. Sosyolojide tarihsel bakış açısını önemseyen, sosyoloji ile tarih arasındaki kopmaz ilişkinin ayırdında olan, tarihsel diyalektiği metodoloji anlayışının merkezine yerleştiren az sayıda sosyologdan biridir. Sosyolojide bir zamanlar hâkimiyet kuran işlevselcilik, yapısalcılık gibi tarihselliği dışlayan ve toplumların özgünlüğü/özgüllüğü düşüncesini reddeden metodolojilere daima kuşkuyla yaklaşmıştır. Bu duruşunu ve tercihini akademik yaşamının en kritik dönemi olan asistanlık yıllarından bu yana değiştirme gereği duymamış olması da, belirtilmesi gereken bir noktadır. Ergun, ülkemizde örneklerine sıklıkla rastlanan -değişen döneme göre teori/metodoloji zafiyeti gösteren- sosyolog tipine uymamaktadır. Ne var ki onun bütün çabası tekil bir doğrucu hassasiyetin yansımasından öte gitmemiş, eserleri layık olduğu ilgiyi görmemiş, yeterince değerlendirilememiştir. İlk basımlarının üzerinden yıllar geçmesine rağmen “Sosyoloji ve Tarih”, “Yöntemi Bulmak”, “Türk Bireyi Kuramına Giriş” kitapları bazı yönlerden hala güncel ve yararlıdır. Son dönemde çalışmalarıyla Türk sosyolojisinin gelişmesine katkıda bulunan sosyologlarımızdan biri de Nilgün Çelebi’dir. Eserlerinin bütünlüğü göz önünde bulundurulduğunda, akademik kariyeri itibariyle ismi Ankara Üniversitesi DTCF ile özdeşleşmiş olsa bile Ankara ekolünün geçmişten bugüne sergilediği sosyoloji anlayışına aykırı bir çizgide yayın yaptığı ve İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsünün anlayışına yakınlık gösteren sosyologlarımız arasında yer aldığı net biçimde söylenebilir. DTCF Tarih kürsüsünde çalışmalarını sürdürmekle birlikte, özellikle 1980’li yıllardan itibaren Baykan Sezer’in temsil ettiği “İstanbul Sosyoloji” anlayışına özel bir ilgi ve yakınlık gösteren Kurtuluş Kayalı’nın adını da burada anmadan geçemeyiz. Çalışmalarında tarih-sosyoloji bütünleşmesini sağlayan ender sosyal bilimcilerimiz arasındadır. Sosyolojimize, modern Türk düşüncesinin ve kültürünün birikimine yaptığı katkı eşsiz değerdedir. Şüphesiz son dönemde Türk sosyolojisi bir canlılık kazanmıştır. Bu canlılıkta, adlarını anmadığımız birçok sosyologumuzun da katkısı ve payı vardır. Anadolu’daki bazı üniversitelerde sosyoloji bölümlerinde dikkate değer çalışmalar yapılmaktadır. Bunların topluca değerlendirilmesi ayrı ve daha kapsamlı bir incelemenin konusudur. 163 164 Türkiye’de Sosyoloji 1960’ların Sonlarından 2000’lere Baykan Sezer Sosyolojisi 3 Türk sosyolojisinde Batılı teorilerin etkisiyle değişen yaklaşımların yanı sıra değişmeyen, süreklilik arz eden ve Batılı teorilerin şabloncu uyarlamalarına direnç gösteren eğilimleri farklı bir bakış açısıyla değerlendirebilmek. Türkiye’de sosyolojinin gelişim seyrini, genel eğilimlerini ve temel özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda, Baykan Sezer’in temsil ettiği Doğu-Batı çatışması görüşünün Türk sosyolojisinde ay