ULUSLARARASI İLİŞKİLER - 3 OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ VİZE NOTLARI PDF
Document Details
Dr. Emre Aykoç
Tags
Summary
Bu belge, Osmanlı Devleti'nin uluslararası ilişkilerini ve dış politikasını ele almaktadır. Osmanlı'nın farklı dönemlerindeki dış politika davranışlarını ve dış etkenleri inceleyerek, bu devletin tarihsel süreçteki yerini ve etkinliğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının anlaşılmasında Osmanlı Devleti'nin rolünü vurgulamaktadır.
Full Transcript
**ULUSLARARASI İLİŞKİLER - 3** **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ VİZE NOTLARI** **DR. EMRE AYKOÇ** **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ - I** Osmanlı Devleti, Roma ve İngiliz imparatorluklarıyla birlikte, tarihin kaydettiği üç büyük ve uzun ömürlü imparatorluktan biridir. Bunun bir sonucu olarak da, tıpkı kendin...
**ULUSLARARASI İLİŞKİLER - 3** **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ VİZE NOTLARI** **DR. EMRE AYKOÇ** **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ - I** Osmanlı Devleti, Roma ve İngiliz imparatorluklarıyla birlikte, tarihin kaydettiği üç büyük ve uzun ömürlü imparatorluktan biridir. Bunun bir sonucu olarak da, tıpkı kendinden öncekiler gibi kuruluş, gelişme ve düşüş aşamalarından geçmiştir. Türkiye'de yapılan tarih çalışmalarının çoğunda bu aşamalardaki gelişmelerin, nedenlerinin ve sonuçlarının açıklanmasında genellikle iç unsurlar ve gelişmeler ele alınmış ve bu konulara daha çok iç tarih açısından bakılmıştır. Ancak bu bakış açısıyla Osmanlı'nın uluslararası sistem içindeki yerini ve dünya politikasındaki etkinliğinin derecesini tam olarak anlayamayız ve gücünün zirvesinde olduğu dönemde Osmanlı'nın sanki dünya sisteminin tek devleti olduğu ve tüm uluslararası politikayı tek başına belirlediği ve yönlendirdiği gibi yanlış bir yargıya varabiliriz. Batıda yapılan tarih çalışmalarında ise Osmanlı'nın kuruluş ve genişleme dönemleri genellikle görmezden gelinmekte, Hıristiyan dünyasının üstünlüklerinden ve gelişiminden bahsedilmekte ve 19. yüzyılda «Avrupa'nın hasta adamı» birden ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısına göre bunun doğal sonucu ise, Osmanlı'nın Avrupa'nın güçlü devletlerinin elinde bir oyuncak haline gelmesi, uluslararası sistemde hiçbir etkinliğinin kalmaması ve 20. yüzyılın başında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmasıdır. Oysa gerçeklik çok farklıdır: Osmanlı ne gücünün zirvesinde olduğu dönemde dünya politikasını belirleyen bir başat güç (dominant power), ne de düşüş döneminde tamamen etkisiz bir devlet haline gelmiştir. İşte Osmanlı devletinin yukarıda bahsettiğimiz dönemleri içindeki gelişmelerin anlaşılabilmesi ve tarihsel süreç içinde büyük atlamaların yapılmaması için, Osmanlı'nın uluslararası sistem içindeki yerinin belirlenmesi, yani dış ilişkileri ağırlıklı olarak incelenmesi gerekmektedir. Bu, aynı zamanda Osmanlı'nın küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti'nin geçmiş ve şimdiki dış politikasının anlaşılabilmesi açısından da gereklidir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulmuştur ve iki devletin stratejik konumları birbirine çok benzemektedir. Dolayısıyla Osmanlı devletinin dış politika davranışlarını etkileyen dış öğeler Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politika davranışlarını da hemen hemen aynı biçimde etkilemektedir. Yani Türk dış politikasının ve onun sürekliliğini sağlayan öğelerin anlaşılması için Osmanlı devletinin dış ilişkilerinin mutlaka incelenmesi gerekir. Aslına bakılırsa 18. yüzyılın sonuna kadar tam anlamı ile bir «Osmanlı diplomasisi» veya «Osmanlı dış politikası»ndan bahsetmek güçtür. Osmanlılar, 18. yüzyıla kadar öteki devletleri kendileriyle eşit saymadıklarından, ne Avrupa'da oluşmaya başlayan uluslararası hukukla kendilerini bağlı saymışlar, ne diğer ülkelere sürekli görev yapan diplomatik misyonlar göndermişler, ne de başka ülkelerin göndermeye çalıştığı sürekli elçileri kabul etmişlerdir. Öte yandan merkezde de dış politikayı belirleyip uygulayan bağımsız bir kurum (dışişleri bakanlığı) oluşmadığı gibi dış politikanın amaç ve ilkeleri de belirgin bir biçimde tespit edilmemiştir. Dolayısıyla bu dönem için teknik anlamda bir Osmanlı diplomasisi veya Osmanlı dış politikasından değil, Osmanlı dış ilişkilerinden bahsetmek mümkündür. Ancak, 17. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinin ulus-devlet biçimine dönüşüp güçlenmeye başlamalarıyla birlikte, uluslararası alanda oluşmaya başlayan yasa ve kuralları tanımayan, kendisini yeryüzündeki tek devlet olarak gören, başka ülkelere sürekli elçi yollamayan ve ülkesine kabul etmeyen ve Avrupa devletlerini aşağı ve hor gören Osmanlı da bu ortamda izole hale gelmeye başlamıştır. 18\. yüzyılda ise artık Osmanlı'nın imzaladığı anlaşmaların uluslararası hukuka uygun biçimde yazılmaya başladığı görülür. Bu durum Osmanlı'nın kendini üstün değil, eşit görmeye başladığını, aynı zamanda genişlemeci değil, savunmacı bir pozisyon almaya başladığını gösterir. O zamanlara dek Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı kullandığı silah diplomasiden çok savaş idi. Ama artık Osmanlılar Avrupa'daki rollerinin savunma olduğunu, devletin varlığının sürdürülebilmesi için müttefiklere dayanmak ve aralarındaki ilişkileri kullanmak zorunda olduklarını ve bunun için de sürekli ve yerleşik diplomatik misyonlara önem verilmesi gerektiğini anladılar. Böylece yavaştan da olsa bir Osmanlı diplomasisi oluşmaya başlamıştır. Batılı (özellikle de İngiliz) bakış açısıyla ortaya atılmış olan ve tarihsel bakımdan önem taşıyan kültürel ve coğrafi bölünmelere ters düşen ve çeşitli karışıklıklara yol açarak bölge devletlerinin bazılarında kimlik bunalımlarına yol açan Ortadoğu kavramı yerine kullanılabilecek kavramlardan biri de «Beş Deniz Havzası»dır. Hazar Denizi, Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz ve Basra Denizi'nin arasındaki bölgeyi kapsayan ve yeryüzünün ilk uygarlıklarının doğduğu Mezopotamya ve Anadolu'yu içeren bu alan, tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi bugün de dünyanın en stratejik noktasını oluşturmaktadır. Türklerin de Orta Asya'daki göçebe yaşantılarını yavaş yavaş bırakıp, yerleşik düzene geçmeye başladıkları bölge de burasıdır. Ama Türklerin bu bölgede yerleşmeye başlayıp yerel üstünlüğü ele geçirmelerini anlatmadan önce, göçebe uygarlık kavramı üzerinde durmak gerekir. Bu, üstünlüğün nasıl sağlandığının açıklanması açısından gereklidir. Modern devlet ve çağdaş uygarlık temelde iki ayrı toplum türünün etkileşimi ile oluşmuştur. Bunlardan ilki, yerleşik uygarlıkların temsil ettiği inanç ve itaat toplumudur. Bu tür toplumlarda güçlü bir inanç sistemi hakimdir ve hiyerarşik olarak örgütlenen merkezi otorite üstündür. İkincisi, göçebe uygarlıkların temsil ettiği irade toplumudur. Bu tip toplumlarda kendi kendine yeterlilik ve bireysel çaba önem kazanır. Sürekli yer değiştiren ve her yönden saldırıya açık toplumda, toplum son derece örgütlü ve dikkatli, birey ise kendine yeterli ve disiplinli olmak zorundadır. Göçebe toplumun kendini güvenli hissedeceği bir kalesi, koruyucu bir akarsuyu veya denizi yoktur. Bu tip toplumlarda önderler halkını zorlayan zorbalar değil, izlenecek liderler olmak zorundadır. Genellikle seçimle işbaşına gelirler ama kendilerine bağlılık tamdır. Çünkü ani bir saldırı durumunda önderin vereceği kararı tartışmaya zaman yoktur. Oysa yerleşik toplumlarda kralların doğuştan gelen tanrısallıkları vardır ve yönetme yetkisi onların elinde doğal bir haktır. Modern uygarlık bu iki tip toplum arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Binlerce yıllık bu dönemsel değişim, göçebe halkların yerleşik toplumları fethetmeleri ile başlar. Bu fethin ve sonucu olan etkileşimin yarattığı yeni uygarlık belirli bir süre sonra yerini çürüme ve durgunluğa bırakır ve sonra yeni bir fetih başka bir uygarlığı ortaya çıkarır. Yaklaşık 1000-1500 yılları arasındaki 500 yıllık süre içinde çeşitli step göçebelerinin batı yönündeki hareketleri, Beş Deniz bölgesinin yerleşik uygarlıkları üzerinde etkili olmuş ve bölgenin siyasal ve kültürel dengesini altüst ederek uzun süreli değişikliklere neden olmuştur. Bu süreçte ilk olarak Hint-Avrupalılar, sonra Türkler, en son da Moğollar batıya doğru göç ettiler. Bunlar arasında en uzun ve kalıcıyı etkide bulunan Türkler oldu. Peki neden? İlk olarak günümüzde İran olarak adlandırdığımız coğrafyada göçebe ve yerleşik toplumların yaşadıkları alanlar birbirinden net sınırlarla ayrılmamıştı. Göçebeler hayvancılıkla uğraşıyor ama yerleşik toplumlarla yararlı ticaret de yapabiliyorlardı. Türkçe konuşan kavimler İran'da yaşayan yerleşik toplumlarla kaynaşmıştı. İkinci olarak, Türkler İslam'ı kabul etmekle birlikte, diğer toplumlar gibi İslam dünyası içinde kaybolup gitmediler, benliklerini korudular. Askeri güçleri, örgütlenme yetenekleri ve birlik duygusu Türkleri öteki topluluklardan ayrı tutmuş ve dilleri ile savaşkan kültürlerini korumuşlardı. Üçüncü olarak Türkler bu bölgede boy göstermeye başladıklarında Şii yöneticiler buraya hakimdi. Ama Türkler büyük ölçüde manevi bağımsızlıklarını korumak için Sünniliği seçtiler. Sünnilik ilk Halifelik yıllarının bozulmamış ve saygın doktrini olarak görülüyordu ve bölge Müslümanlarının da çoğu Sünni idi. Bu durum Sünni Müslümanların Türk yönetimi altına girmelerini kolaylaştırmıştı. Son olarak da «Gaziler»in sürdürdüğü «gaza» yani İslam dünyasının sınırları dışında Hıristiyan ve inanmayanlara karşı savaş, zaten savaşkan olan Türklere uygun düşmüş ve onlara İslam dünyasında büyük bir prestij ve dolayısıyla üstünlük kazandırmıştı. Bu coğrafi, dinsel ve kültürel koşullar Türklerin kitlesel olarak İslamiyeti kabul etmelerine, 11. yüzyıldan sonra Müslüman yönetici ve askerlerin çoğunluğunu oluşturmalarına ve İslamiyetin hem Hıristiyan dünyasına ve hem de Hindistan'a doğru genişlemesine yol açtı. Türklerin İslam dünyasında egemenliği ellerine aldıkları 11. ve 12. yüzyıllarda bölgede kurulan Türk devletlerinin genellikle geçici olduğu görülür. En istikrarlısı sayılabilecek olan Selçuklu Devleti bile 1037-1091 yılları arasında bütünlüğünü koruyup sonra dağıldı. Burada en önemli dönüm noktası 1071 tarihli Malazgirt savaşıdır. Türkler böylece Orta Anadolu platosunu ele geçirmişler ve daha batıya doğru ilerleyişleri için önemli bir üs elde etmişlerdi. Bu sırada güneyde Selahattin Eyyubi, Irak, Suriye ve Mısır'ı birleştirip güçlü bir İslam devleti kuruyordu. 3. Haçlı Seferi'nin başarısızlığı Eyyubi'nin gücünü ortaya koyuyordu. Ancak 1250 yılında bu hanedanın son yöneticisi de ölünce Mısır'daki Türk tutsak askerleri olan Memluklar iktidarı ele geçirdiler ve 1517'ye dek burada hüküm sürdüler. Bölgenin diğer ucunda ise, yine bir Türk tutsak askerinin oğlu olan Gazneli Mahmut Hindistan'a doğru akınlar düzenliyordu. Bu bölge 13. yüzyılın ortalarında Moğol kavimlerinin istilasına sahne oldu. Ama bu istila daha önceki Türk istilasından çok farklı idi. Moğollar daha çok vahşi ve barbar savaşçılar idi. Bölge halkına, hayvanlarına nasıl davranıyorlarsa öyle davrandılar, yani yerine göre ehlileştirme, yerine göre katletme. Cengiz Han Asya'da geniş ve disiplinli bir kabileler konfederasyonu kurdu ve Çin'e, Beş Deniz Havzası'na ve Avrupa'ya başarılı akınlar düzenledi. Ancak ölümünden sonra Türklerin aksine Cengiz'in oğul ve torunları devleti sürdüremediler. Yarattıkları parçalanmadan sonra Moğol imparatorluğunun batısında Türkler sahneye yeniden ve Osmanlı devletiyle çok daha güçlü ve sürekli bir biçimde çıkacaklardır. 10\. yüzyılda Aral Denizi, Hazar Denizi ve İrtiş akarsuyu arasındaki bölgede yaşayan Oğuz Türkleri çoğunlukla göçebe bir yaşam tarzına sahipti. Deve, at ve koyun üretimi yapıp güneydeki kentlerde yaşayan Müslümanlarla ticaret yaparak onların ürünlerini alıyorlardı. İslam uygarlığı ile kurulan bu ekonomik temas Oğuzların Müslümanlığı kabulünü de kolaylaştırdı. 11. yüzyılın başlarında Oğuz Türkleri arasında İslamiyet tam anlamı ile yerleşmiş ve Şaman inancı, bazı özelliklerini sürdürmekle birlikte, yeni tek-tanrılı dinin içinde erimişti. Müslümanlığı kabul eden Oğuzlar güneye doğru ilerlemeye başladılar ve ilerledikleri bölgelerde hüküm süren Müslüman beylikler bu savaşkan askerleri kiraladılar. Zaman içinde belli eyaletlerin yöneticileri ve sonunda geniş toprakların özerk hükümdarları oldular. Selçuklular İran'ı ele geçirdikten sonra Tuğrul Bey zamanında batıya ilerlediler ve Halifeliğin merkezi olan Bağdat'ı 1055 yılında ele geçirdiler. Selçuklular her ne kadar Halifenin hizmetinde görünüyorlarsa da aslında Bağdat'tan bağımsız hareket ediyorlardı. Bu Selçuklu aristokrasisi, yerleşik düzenin gerektirdiği siyasal ve hukuki kalıplara uyduğu zaman, Türkmenler, yani Müslüman göçebe Türkler onları tehdit etmeye başladı. Türkmenler, gerek yerleşik Selçuklu toplumunda dinin katı bir biçimde uygulanması ve gerekse yerleşikliğin önemli ve gerekli sonuçlarından olan vergi yüzünden merkezi otoriteye karşı çıkmaya, isyan etmeye başlamışlardı. Asıl istedikleri yağmaya izin verilmesi ve bağımsızlıklarının korunmasıydı. Bu isteklerin en iyi biçimde, sınır bölgelerinin özgür atmosferinde karşılanabileceğini düşünen Selçuklu yöneticileri, Türkmenleri kendi bölgelerinden uzaklaştırmak için, Anadolu'da Bizans'ın doğu bölgelerine doğru yayılmalarını teşvik ettiler. Türkmen kabileler, Bizans'a yakın bölgelere yerleştikten sonra, İslamiyetin sınırlarını genişleten, bu dünyayı Hıristiyan saldırılarına karşı koruyan ve böylece büyük saygınlık kazanan «Gaziler» durumuna geldiler. Bizans sınırındaki Türkmenlerin sayısı arttıkça Bizans topraklarına yağma amaçlı saldırılar da yoğunlaştı. Bu durum karşısında Bizans imparatoru Romen Diyojen büyük bir orduyla doğuya doğru harekete geçti ve 1071'de Malazgirt'te Selçuklu Sultanı Alparslan ile karşılaştı. Selçukluların kazandığı bu zafer, dönemin en önemli savaşlarından biridir çünkü bu zaferle Anadolu yarımadası yerleşim için Türklere açılmış ve bölgenin Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılması başlamıştır. Bu arada iki gelişme Anadolu'da yavaş yavaş yerleşmekte olan dengeyi bozdu. Bunların ilki 13. yüzyıldaki Moğol istilasıdır. Moğollar 1243 yılında Kösedağ'da Selçukluları yendiler ve bundan sonra Anadolu Selçukluları bağımsızlıklarını yitirerek koruma altında bir devlet statüsüne dönüştüler. Merkezi hükümet Moğollar tarafından yıkılınca Anadolu çok sayıda siyasal birime bölündü. Bunun sonucunda ise merkezi gücü iyice zayıflamış olan Selçuklular artık sınır boylarındaki «gazilerin» Bizans'a olur olmaz saldırılarını engelleyememeye başladılar. Ayrıca bu dönemde Anadolu, Moğol istilasından ve baskıcı yönetiminden batıya kaçan yeni Türkmen kabileler, vergi yükünden kaçan köylüler ve İran'da Moğol egemenliğine karşı direniş örgütleyen dervişlerle dolmaya başladı. Anadolu'daki dengeyi bozan ikinci gelişme ise, batıdan İstanbul'a yönelik Katolik tehdidinin Bizans'ın dikkatini Balkanlara çevirmesine yol açmasıdır. Bunun sonucu olarak Anadolu'daki savunması zayıflayan Bizans, 14. yüzyılın başında Batı Anadolu'dan çekilmek zorunda kaldı. Artık Anadolu çeşitli beyliklere bölünmüş Türk egemenliğine geçmişti. Bunlardan biri de, küçük beylikleriyle Osmanlılardı. Osmanlıların küçük bir uç beyliğinden nasıl olup da Balkanlar ve Anadolu gibi son derece stratejik, karışık ve savunulması zor bir coğrafyada istikrarlı, güçlü ve uzun süreli bir imparatorluk kurdukları tarihçilerin sürekli olarak dikkatini çeken sorulardan biridir. Bu soruya cevap verebilmek için, Osmanlı'nın kuruluşundan biraz önceki döneme geri giderek, Anadolu'daki kitlesel nüfus hareketlerine, Gazi beyliklerin kuruluş aşamalarına, Osmanlıların kuruluşunu etkileyen çeşitli toplumsal ve ekonomik öğelere ve Osmanlıların kuruluş sırasında sahip oldukları üstünlüklere kısaca değinilmesi gerekir. 13\. yüzyıldaki Moğol istilası Türkmen kabileleri İran ve Azerbaycan'dan batıya doğru hareketlendirmişti. Anadolu'nun Moğollar tarafından işgali de Bizans'a komşu olan bölgelere yönelik nüfus hareketlerini hızlandırdı. Bu hareketlerde Türkmen kabilelerin sürüleri için daha iyi otlak bulabilme umudu ve Hıristiyan topraklarına ganimet için saldırı isteklerinin sonucu olarak Selçuklu devletine kendilerine «yurt» verilmesi için yaptıkları baskılar kadar, Selçukluların topraklarını dış saldırılara karşı koruma dürtüsüyle bu kabilelerin Bizans sınırlarına yerleştirilmesi isteği de etkili oldu. 1277 yılında Selçuklu yöneticiler, Türkmenler ve Mısır Memlukluları Moğol egemenliğine karşı kutsal cihat başlattılar. Doğuda Moğollara karşı kazanılan zaferlerden sonra bu cihat ruhu, iyi korunamayan batıya, Bizans'a yöneldi. Yine bu süreçte İlhanlı İmparatorluğu içinde süren iç savaş ve Anadolu'da bazı Moğol askeri valilerin ayaklanmaları ve halka karşı uyguladığı baskılar daha fazla Türkmenin batıya doğru hareketine yol açtı. Büyük demografik potansiyeli ve kutsal cihat ideolojisi olan ve Bizans sınırında kurulmuş beyliklerin, özellikle de Osmanlı'nın, o sırada karışıklıklar yaşayan Hıristiyan dünyaya karşı genişlemesi bir anlamda kaçınılmazdı. Bu genişleme şu aşamalarla gerçekleşti: a\) Türkmen göçebe grupların Bizans sınır vadilerine doğru mevsimlik hareketleri (daha çok sürüleri otlatmak için), b\) Ya ganimet için akınlar ya da paralı askerler olarak iş bulmak için, kabile kökenli Gazi önderlerinin yönetiminde küçük akıncı grupların kurulması, c\) Birçok yerel şefi yönetimi altına alma başarısı gösteren önderlerin ortaya çıkması ve bunların fethedilen topraklarda beylikler kurması, d\) Belirli siyasal ve ekonomik amaçları olan bu Gazi beyliklerin, Ege ve Balkanlarda bölgesel üstünlük mücadelesine girişmeleri ve böylece daha önce tam yönlendirilemeyen genişleme güdülerini yeni amaçlara yöneltmeleri. Ege bölgesindeki beyliklerin ve bunlar arasında Osmanlı'nın giderek güçlenip çevre beylikleri egemenlikleri altına almasının Anadolu'ya özgü bazı toplumsal ve ekonomik nedenleri vardır. Bunlardan birincisi esir ticaretidir. O dönemde esir fiyatları çok yüksekti, çünkü İran ve Arap ülkelerinden talep çoktu. Ayrıca, sınır bölgelerindeki «dinsizlerin/keferelerin» tutsak alınması hem dine uygun bir hareket, hem de karlı bir ticaret oluyordu. Esir toplamak için düzenlenen akınlar ve Avrupa'da paralı asker olarak işe alınma olanakları, Türkmen sınır topluluklarında belirli bir uzmanlaşmaya ve toplumsal farklılaşmaya yol açtı. Bu işleri uzmanca yöneten «savaş önderleri» ortaya çıktı ve yörenin ya da önderin adını taşıyan beylikler kuruldu. Bu olaylar sonucunda kabile bağları yavaş yavaş zayıflarken, giderek genişleyen ve güçlenen beylik bağları ortaya çıkmaya başladı. Akınların artması, grup bağlarını güçlendirerek önderin çevresinde sağlam bir toplumsal grubun kenetlenmesine yol açtı. Bu arada Anadolu'ya gelen dervişler de hem gaza ideolojisini kuvvetlendirmiş, hem de önderin siyasi otoritesine İslam'ın dini meşruiyet ve yaptırımlarını eklemişlerdi. Beyliklerin güçlenmesini sağlayan bir başka öğe, at yetiştiriciliğidir. Türkmenlerin yerleştiği yaylalar at yetiştiriciliği için çok elverişliydi. Bu durum, Anadolu atlarının ününü arttırıp Anadolu'da zenginliğin artmasına yol açarken diğer yandan da Moğollar'dan alınan savaş taktikleri ve silahlarıyla güçlenen Türk süvarisi, Hıristiyan Avrupa'ya karşı Anadolu'nun temel üstünlüğü haline geldi. At ve süvari önem kazanırken bunun toplumsal sonuçları da oldu: piyade halen vardı ama süvari, yani sipahi, askeri bir elit ve yönetici sınıf biçimine dönüştü. Yani kısacası ata binmek bir ayrıcalık oldu. Anadolu'da kabile bağlarını zayıflatan ve ileride Osmanlı'nın güçlü bir merkezi devlet kurmasını kolaylaştıran unsurlardan biri de paralı askerlik kurumudur. Bu dönemde Balkanlar ve İtalya'daki küçük devletlerde paralı asker kiralamak, sürekli ordu bulundurmaktan daha ucuz ve etkili bir yoldu. Ucuzdu çünkü paralı askerler nakitten çok ganimet ve tutsak peşinde koşuyorlardı; etkiliydi çünkü tüm güçleriyle ve disiplinli bir biçimde savaşıyorlardı. Ünlü Türk yayı ve grubun uzun yıllar birarada çarpışmış olması örgütlenme yeteneklerini ve profesyonelliklerini ortaya koyuyordu. Bu gruplar hiç tanımadıkları yerlerde çoğu kez kendilerinden güçlü birliklerle çarpışıyorlardı. İşte bu yüzden, daha güçlü ve etkili bir önderin arkasında disiplinli bir biçimde örgütlenmiş bölüklerin başarı şansı daha fazla oluyordu. Bu durum da, Anadolu'da güçlü beylerin ortaya çıkmasını ve çevresindeki halkı birleştirmesini kolaylaştırdı. Bu Anadolu beylikleri arasında Bizans'a en yakın bölgede kurulmuş olan Osmanlılar, güçlenerek Bizans'ın tek paralı asker kaynağı ve dolayısıyla «en sadık dostları» olmuştu. Burada en önemli noktalardan biri de, Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa'nın tarihi bir kararla Avrupa yakasına geçmesi olmuştur. Bu durum Osmanlı'ya Avrupa yolunu açmıştır. Oysa o dönemde Anadolu'daki diğer beyliklerin böyle bir niyeti yoktu ve kendilerini Anadoluyla sınırlandırmışlardı. Ama sonunda Avrupa kaynaklarını da kullanarak giderek güçlenen Osmanlı devletinin sınırları içinde bağımsızlıklarını yitirdiler. Osmanlı'nın bölgede güç kazanmasının bir diğer nedeni de coğrafyadır. Hıristiyan dünyanın sınırında kurulan Osmanlı, «kafire» karşı Müslüman davasını yürüten «Gazi topluluğu» haline gelerek Müslüman dünyada büyük prestij sahibi oldu. Bir diğer neden, devletin kurucusu olan Osman Bey'in, askeri fetihlerin meyvelerini etkin bir siyasal yapı biçimine dönüştürmedeki başarısıdır. Bu durum Osmanlı beyliğini Anadolu'daki diğer beyliklerden üstün kılan bir özellik olmuştur. Osman Bey hem iyi bir asker, hem de iyi bir yöneticiydi; akıllı, sakin, sabırlı ve etkileyici bir kişiliği vardı. İnanmış bir Müslümandı ve ilk Müslüman önderlerin saf dinsel hevesi ile doluydu. Taraftarları kendisine çok bağlıydı ve grup içinde iktidar kavgası olmadığından tek başlı bir yönetim sözkonusuydu. Osmanlılar, Anadolu beyliklerinin çoğundaki hanedan çatışmalarından uzak, birleşik bir beylik olarak doğdular, yani siyasal yapısı daha baştan güçlüydü. Osmanlıları güçlü kılan bir başka üstünlük noktası, daha önceki Müslüman-Arap fetihlerinin yarattığı imgenin aksine, Osmanlılar düşmanlarına, yani Hıristiyan Avrupa halklarına dinsel bağnazlıktan uzak bir biçimde baktılar. Osmanlılar fethettikleri bölgelerdeki Hıristiyanları zorla Müslümanlaştırmadılar. Bizans'ı yakından inceleyip, onun yönetim yetenekleri ve deneyimlerinden yararlandılar. Bunların bir sonucu olarak Bizans'ın merkezi otoritesi bozulunca, güvenliği kalmayan ve Hıristiyan yerel beylerin (tekfurlar) vergi yükü altında boğulan Hıristiyan halk kendi isteğiyle Osmanlı tebaası oldu. Osmanlı yönetimine giren bu halk Osmanlı yaşamına uyum sağladı; dinler arası evlilikler de yaygınlaştı. Dolayısıyla, Osmanlıların Hıristiyanlarla ilişkisindeki toplumsal hoşgörüsü, onlara üstünlük sağlayan bir unsur oldu. Son olarak, Konya-İstanbul kervan yolunun Osmanlı'nın kuruluş coğrafyasından geçmesi de, ona ek bir ekonomik ve siyasi üstünlük sağlıyordu. Bütün bu özellikleri üzerlerinde toplayan Osmanlılar, Asya ile Avrupa, göçebelik ile yerleşiklik kültürlerini biraraya getirmişler, dünyaya bakışlarında pragmatik, daha doğudaki beyliklerin katı kültürel, dinsel ve toplumsal sınırlamalarından uzak bir devlet kurmuşlardır. Kısacası Osmanlılar, Bizans'ı miras olarak alabilecek ve dönüştürebilecek bir devlet ve toplum kurmuşlardır. Osmanlılar, dört büyük uygarlığın, dört büyük askeri ve siyasal gücün bıraktığı boşluğun ortasında kuruldular ve dolayısıyla bu dört gücün sınırlarının içini doldurabilecek veya en az onların gücüne erişebilecek bir devlet, bir imparatorluk kuracakları belki de daha en başından belliydi. Roma İmparatorluğu'nun yerine Bizans, Arap devletlerinin yerine de Selçuklu kurulmuştu. Şimdi Selçuklu ve Bizans'ın yıkılmasından doğan geniş güç boşluğunu Osmanlılar dolduracaktı. Burada son olarak Osmanlı-Bizans ilişkilerindeki ilginç bir durum ele alınabilir. Osmanlılar Bizans'ın aile ve hanedan mücadelelerine karışmışlar, İstanbul'un savunulması için asker göndermişlerdi. Osmanlılar çıktıkları bazı seferlerde Bizans'tan birlik kiraladıkları gibi, Bizans imparatorunun oğulları ve bazı Bizans devlet adamları da Osmanlı seferlerine eşlik etmiştir. Bizans Papalık'tan çok Osmanlılarla müzakereyi yeğlemiş, iki devletin ileri gelenleri birlikte avlanmış, birbirlerinden kız alıp vermişlerdir. Ancak tüm bunlar Osmanlıları Bizans'ın çeşitli kent ve topraklarını ele geçirmekten alıkoyamamıştır. Osmanlılar Sırp ve Bulgarları Bizans'a, Bizans da Osmanlı devletinin doğusundaki Müslüman halkları Osmanlılara karşı oynamaktan geri kalmamıştır. Müslüman ve Hıristiyan halklar arasındaki bu garip ilişki biçimi her iki devlette de etkili olmuş ve önemli sonuçlar doğurmuştur. Bizans, askeri bakımdan zayıf olduğu komşularına karşı artık köhneleşmiş varlığını koruma politikasını çeşitli dolaplarla sürdürmek zorunda kalmış, bu da kendine güvenini kaybetmesine ve moralinin bozulmasına yol açmıştır. Osmanlı ise, özellikle İstanbul'un ele geçirilmesinden sonra Bizans'ın entrika atmosferinden etkilenmiş ve bu özellik Osmanlı saray yaşamına girmiştir. Sonuç olarak şu söylenebilir: Osmanlı ve Bizans politikaları o kadar birbirleri içinde erimiştir ki, Osmanlıların Bizans'ı müttefik mi, düşman mı yoksa tebaa mı olarak değerlendirdiklerini, Bizans'ın ise Osmanlıları tiran mı, yıkıcıları mı, yoksa koruyucuları mı olarak gördüklerini söylemek kolay değildir. **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ -- 2** Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in en büyük başarısı bir uç beyi olarak çevresinde dayanışma içinde bir halk toplamasıydı. Oğlu Orhan Bey ise bu halkı uzun süre yaşayacak bir devlet haline getirecekti. Orhan Bey'in hükümdarlığı sırasında İznik ve İzmit ele geçirilmiş ve devletin nüfusu yaklaşık yarım milyona ulaşmıştı. Osmanlı toprak sistemi de feodal nitelikteydi ama Avrupa'dan oldukça farklıydı. Sıradan kişilerin sahip olabileceği toprak çok küçüktü ve verasete dayanmıyordu. Vakıflar dışındaki toprakların hemen hemen tümü devlete aitti. İşte bu yüzden Osmanlılarda Avrupa'daki gibi toprağa dayalı bir aristokrasi ortaya çıkmadı. Osmanlı nüfusunun zaman içinde büyümesi fetih amacını da değiştirdi. Önceleri gaza amacı ile, küffara karşı yapılan fetih, artık Anadolu'dan sürekli olarak Türkmenlerin gelmekte olması ve yeni elde edilen yerlerden dolayı nüfusun artmasıyla birlikte Avrupa'nın zenginliklerini elde etmek ve fazla nüfusu aktarmak için yapılmaya başlandı. Osmanlı'nın Avrupa'ya girmesi ani bir istila şeklinde değil, tedrici bir sızma ve yerleşme biçiminde olmuştur. Bu sızmayı kolaylaştıran unsurlar ise, Bizans İmparatorluğu'nun zayıflığı ve Papa'nın Hıristiyan dünyasındaki otoritesinin sarsılmasıdır. 14. yüzyılda Balkanlarda dinsel ve dolayısıyla siyasal bakımdan dağınık bir manzara vardı. Batı ile Doğu, Katolik ile Ortodoks, Yunan ile Latin sürekli bir çatışma içindeydi. Üstelik bu durum, 1204 yılındaki 4. Haçlı Seferi ile daha da kötüleşmişti. Türklerin ilerlemesine karşı seferber olan Haçlılar, Müslümanlardan çok Bizans ile savaşmışlar ve hatta İstanbul'u bile ellerine geçirmişlerdi. Üstelik Papa, 14. yüzyılda Balkan devletleri üzerindeki otoritesini artık iyice kaybetmişti. Osmanlılar Avrupa'ya Bizans'ın müttefiki ve hatta akrabası olarak girdi. 1345 yılında Bizans'ta Kantakuzen ile Paleolog'un tarafları olduğu bir iç savaş yaşandı. Kantakuzen kızı Theodora'ya karşılık Osmanlı'nın yardımını istedi. Bu sayede Kantakuzen tahtı ele geçirdi ve Orhan Bey Kantakuzen'in damadı oldu. Orhan Bey aynı zamanda Bulgar Çarı'nın da damadıydı. Bu tedrici sızma ve Avrupa kıtasına kimi Hıristiyan devletlerin müttefiki ve hatta akrabası olarak girme, Osmanlı-Avrupa ilişkilerini, öteki Asya-Avrupa ilişkilerinden ayıran bir noktadır ve yeni devletin gücünün de temeli olmuştur. 1353 yılında Sırp kralı Edirne'yi ele geçirince Bizans tekrar Osmanlı'dan yardım istedi. Bu yardım Trakya'da bir kale karşılığında kabul edildi ve Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa Gelibolu'ya geçerek buraya Türkleri yerleştirmeye başladı. Böylece Osmanlı Avrupa'ya ilk adımını atıyordu. Bu arada, Avrupa'da Osmanlıların işini kolaylaştıran önemli toplumsal özelliklerden de bahsetmek gerekir. Osmanlılar fethettikleri yerlerde, veraset yoluyla toprak sahibi olan aristokrat sınıfı kovdular ve Balkan köylülerini baskıdan kurtardılar. Osmanlılar, kendileri toprak sahibi olamadıkları için, çok az bir vergi karşılığında dolaylı ve göreli olarak hafif bir yönetim kurdular. Angaryayı yani Avrupa feodal düzeninin temeli olan şeyi ortadan kaldırarak köylünün yönetime bağlılığını sağladılar. Balkanların Hıristiyan köylülerine göre Osmanlılar, Müslüman işgalciler değil, kendisini feodal ve baskıcı Hıristiyan toprak ağalarından kurtaranlardı. Kısacası Osmanlı, bu adem-i merkeziyetçi durumu güçlü bir merkezi devlet denetimi ile ortadan kaldırmıştı. Bu, Osmanlı'nın Avrupa'da genişlemesinin ve güçlü bir devletin temellerini atmasının önemli nedenlerinden biridir. Orhan Bey'in 1359'da ölümüyle tahta 1. Murat geçti. Orhan Bey siyasal ve askeri amaçlarını savaşçı yeteneklerinden çok diplomatik yetenekleriyle gerçekleştirmişti. Babasının çevresinde topladığı halkı bir devlet olarak örgütleyen Orhan Bey, Avrupa'ya sadece askeri güç yoluyla değil, bu gücü bir pazarlık unsuru olarak kullanarak geçmişti. Artık sırada Balkanlara doğru genişleme vardı. Bu işi ise, hem askeri açıdan hem de devlet adamı olarak dede ve babasından daha başarılı olan Murat (Hüdavendigar) yapacaktır. Orhan Bey zamanında sınırları oldukça genişleyen Osmanlı beyliği, yavaş yavaş aşiret kurallarından ayrılarak bir devlet olma yolunu tutmuştu. Böylece yönetsel, adli ve askeri örgütler kurulması ve varolanların bir devlete yakışacak şekilde geliştirilmesi gereği ortaya çıktı. Osmanlıların ilk hükümet örgütü İlhanlı ve Selçuklular örnek alınarak kuruldu. Devletin merkezi ve en üst karar alma makamı Divan idi. Buna sultan veya vezir başkanlık ediyordu. Vezir sultanın vekili idi ve 14. yüzyılın sonlarına kadar hep ulema sınıfından yani sivil kesim içinden belirlenmişti. Askeri işler ise yine bir Divan üyesi olan Beylerbeyi'nin sorumluluğundaydı. Orhan Bey zamanında devlet haline gelen Osmanlılar, 1. Murat zamanında ise topraklarını neredeyse tüm Balkan yarımadasını kapsayacak şekilde genişletecek ve tam anlamıyla bir imparatorluk haline gelecekti. Bu genişleme ve imparatorluk haline gelme, birbirinden çok farklı ırk, din ve dil öğelerini aynı potada biraraya getiren yeni Osmanlı uygarlığının doğuşunu simgelemektedir. Osmanlıların Balkanlarda genişlemesi ve çeşitli halkları yönetimi altına alması, önemli ve hemen çözülmesi gereken bir sorunu da beraberinde getirdi: Bu kadar değişik ırk ve din tek bir siyasal çatı altında nasıl bütünleştirilecek, nasıl birarada tutulacak? 1. Murat öncelikle fethedilen bölgelerin Hıristiyanlarına belli bir hoşgörü göstererek ani ve muhtemel bir tepkiyi önledi. Fethedilen devletlerin askeri önderlerini de Osmanlı hizmetine geçirerek, kendi komutanlarının komutası altında Osmanlı amaçları için savaşan binlerce askeri de kullanmaya başladı. Bu hizmete karşılık olarak, vergiden bağışıklık ve belirlenen devlet topraklarından yararlanma hakkı tanıdı. Ayrıca 1. Murat, babası tarafından bir tür muhafız birliği olarak kurulan Yeniçeri birliğini geliştirerek bir milis gücü haline getirdi. Yeniçeriler Hıristiyan çocuk ve gençlerden toplanıp devşiriliyor, büyük bir bağlılık ve disiplin içinde, en iyi asker olacak biçimde titizlikle yetiştiriliyordu. Yaşam boyu meslek güvencesi olan Yeniçeriler, topluluk içinde son derece birleştirici ve dayanışmacı gücü olan Bektaşiliğe bağlıydılar. Bu özelliklerinden dolayı Yeniçeriler çok kısa bir süre içinde Avrupa'nın en korkulan askeri birliği haline geldi. Yeniçeri ocağı 1. Murat'ın tüm Balkan seferlerine katıldı, sefer olmayan zamanlarda da fethedilen yerlerin «şenlendirilmesi» ve Türk nüfusun yerleştirilmesi işlerine yardımcı oldu. 1\. Murat, ülkedeki iç çekişmelerden de yararlanarak Bulgaristan'ı işgal etti ve 1371'de Doğu Makedonya'yı aldı. Bir yıl sonra Osmanlı ordusu Vardar nehrini geçti ve Sırplar Osmanlı yönetimine girdiler. Daha sonraki süreçte ise Sofya, Niş ve Manastır Osmanlı denetimine girdi. 27 yıl iktidarda kalan 1. Murat ilk tahta çıktığında ülkenin doğusundan batısına 3 günde gidiliyordu. Öldüğünde ise aynı seyahat 42 günde yapılabiliyordu. Kısacası 1. Murat devletin topraklarını 14 kat büyütmüştü. 1. Murat iyi bir savaşçı olmasının yanı sıra, büyük bir siyasal zekaya da sahipti. Yeni ele geçirilen Hıristiyan topraklarının geleceği konusundaki temel düşüncesi, yöredeki ekonomik ve toplumsal yaşamın en az zarar görerek devletin sınırları içine alınması (zaten bu yüzden Kosova seferi sırasında hiçbir kalenin yıkılmaması, hiçbir yerin yakılmaması ve talan yapılmaması emrini vermişti), yani temel yapı bozulmadan bütünleşme ve özümlemenin sağlanmasıydı. Hıristiyan Avrupa topraklarına Osmanlı hükümet geleneğinin ve yapısının tam anlamıyla uymadığının bilincindeydi ve zamana, yere ve geleneklere göre yeni hükümet biçimlerinin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için de Hıristiyanlara karşı hoşgörülü davrandı, zorla din değiştirme yaptırtmadı. Hıristiyan Balkan köylülerinin Osmanlı yönetimine bağlılıklarının asıl nedeni de buydu. 1389'da 1. Murat'ın Kosova Savaşı'nda ölmesi üzerine tahta geçen 1. Bayezit (Yıldırım), Anadolu'da imparatorluğun geleceğini tehlikeye düşürebilecek girişimlerde bulundu. Menteşe, Saruhan ve Aydın beyliklerine son vererek Ege bölgesini, Karaman beyliğini yıkarak Konya, Kayseri ve Sivas'ı ele geçirdi. Ancak Bayezit, babasının Balkan topraklarında uyguladığı özümleme ve bütünleştirme politikasını Anadolu'da uygulamıyordu. Aslında Anadolu'nun Müslüman halkının, özellikle de Karaman beyliğinin özümlenmesi, Balkanlar'ın Hıristiyan halklarından daha zordu. Ele geçirilen topraklardaki insanlar Osmanlı yönetimini kolay benimsemediler ve eski yöneticilerinin geri dönüşü için fırsat kollamaya başladılar. Zaten Osmanlı'nın Anadolu'daki parçalanışında Timur'un kullandığı en önemli koz da bu oldu. Bayezit Anadolu'da bu faaliyetlerini sürdürürken, Osmanlı'nın ilerleyişini tehdit olarak algılayan Macar Kralı Sigismund yeni bir haçlı ordusu toparlıyordu. Sigismund'un amacı, Yüzyıl Savaşları'nın sona ermesiyle Avrupa'da hüküm süren ender barış havasından ve Bayezit'in Anadolu ile meşgul olmasından yararlanarak, Türkleri, tehlike daha da büyümeden Avrupa'dan atmaktı. Ancak Bayezit'in Niğbolu'da kazandığı zafer (1396) bu son Haçlı seferini başarısızlığa uğrattı ve bundan sonra Türkler Balkanlara artık daha sağlam bir biçimde yerleştiler. Bayezit'in ele geçirdiği topraklarla birlikte Osmanlı imparatorluğu tam anlamıyla «iki cepheli bir devlet» haline geldi. Osmanlı sınırlarını Anadolu ile sınırlamak isteyen ve giderek güçlenen Avrupalı devletler ile uzun batı cephesi; Osmanlı yönetimine karşı çıkan ve Osmanlı'yı Doğu Anadolu'nun batısına sıkıştırmak isteyen Müslüman devletlerin ve bunlar arasında en güçlüleri durumuna yükselecek olan İran Şii otoritesinin bulunduğu doğu cephesi. Bu durum, devletin en güçlü olduğu zamanda bile potansiyel bir zayıflığını yaratacaktır. Osmanlı, Avrupa'ya karşı kazandığı askeri zaferlerin siyasal ve ekonomik meyvelerini toplamaya fırsat bulamadan devletin batıdaki meşguliyetinden yararlanmak isteyen doğu devletleri tarafından Anadolu'da sıkıştırılmıştır. Osmanlı doğuya sefer düzenleyince de buradaki zaferlerin meyveleri toplanamadan bu kez Avrupa devletleri tarafından batıda baskı altına alınmışlardır. Osmanlı seferlerinin bir saat sarkacı gibi bir doğuya bir batıya yönelmesinin nedeni de Osmanlı yöneticilerinin iradeleri değil, bu tarihsel davranış kalıbıdır. Nitekim Bayezit Niğbolu Zaferi'nden sonra batıya doğru bir ileri harekata girişeceği sırada bu kez doğudan çok büyük tehlikeyle karşı karşıya kaldı: Cengiz Han'ın torunlarından Timur, Doğu Anadolu'ya girmeye başlamıştı. Bayezit'in Anadolu seferinde yerlerinden ettiği Anadolu beyliklerinin yöneticileri Timur'u bir kurtarıcı olarak görüp kendisinden eski yerlerine iadelerini istemişlerdi. Yine Timur, işgal ettiği yerlerden kaçarak Osmanlı'ya sığınan yerel yöneticilerin kendisine iadesini istiyordu. Bayezit ile Timur arasında dönemin diplomatik geleneklerinden çok uzak sert mektuplaşmalar oldu. İki hükümdarın karşı karşıya gelmesi artık kaçınılmazdı. Bayezit 1402 yılında Ankara Savaşı'nda Timur karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Baba ve dedesinin akıllı diplomasisini kullanamayan Bayezit'in yenilgisinin asıl nedeni, devletin kapasitesini zorlaması ve çok erken bir tarihte ve yeterli kaynaklara sahip olmadan çok büyük bir imparatorluk kurmak istemesidir. Babasının «Avrupa'nın zengin ve kolay elde edilebilen kaynaklarını tam olarak ele geçirip özümlemeden Anadolu'da büyük bir serüvene girişmeme» şeklindeki akıllı politikasını unutan Bayezit, Gazi geleneğinin de çok ötesine gitmiştir. Ankara yenilgisiyle imparatorluk Anadolu'da tam bir parçalanmaya uğramışsa da Balkanlarda dimdik ayakta kalmış ve kısa sayılabilecek bir sürede yeniden toparlanabilmişti. Bu anlamda Anadolu'yu kurtaran, Avrupa bağlantısı olmuştu. Ankara Savaşı'ndan sonra kalan Osmanlı birlikleri batıya çekildi. Bu birlikleri Çanakkale'den Avrupa yakasına Ceneviz ve Venedikliler taşımıştı. Bu Hıristiyan devletler, bildikleri, tanıdıkları, ilişki kurabildikleri bir «düşmanı», bilmedikleri bir Doğu tiranına tercih ediyorlardı. Buradaki ilginç bir başka nokta ise, Osmanlı'nın kurulduğu Anadolu parçalanmış olmasına rağmen, Balkanlarda bu sırada zaaf içinde olan Türk yönetimine karşı hiçbir ayaklanmanın çıkmamış olmasıydı. Bu da, Osmanlı'nın bu bölgeye halkın isteği doğrultusunda yerleştiğini ve halkın da yönetimden hoşnut olduğunu ortaya koyuyordu. Başarısızlıklarına ve beceriksizliklerine rağmen Bayezit Osmanlı hükümet, toplum ve yönetim biçimi açısından önemli bir miras da bıraktı. Babasının yeniden uygulamaya koyduğu devşirmelere önemli askeri ve yönetsel görevler verdi. Bunların bir bölümüne Anadolu'da tımarlar bağladı. Bunlar Anadolu'da çeşitli beyliklerin Müslüman yöneticilerinin yerine geçirilmeye başlandı. «Kapıkulları» olarak bilinen bu devşirmeler, merkezi yönetimi daha da güçlendirdiler. Ancak bunlara tımar dağıtılması, yönetim kademesine getirilmesi ve merkezi yönetimin güçlenmesi, Anadolu'daki din bilginlerinin (ulema) ve yerleşik büyük ailelerin tepkisine yol açtı. Ancak devşirmeler ile ulema ve yerel beyler arasındaki mücadele asıl olarak 2. Mehmet'in ölümünden sonra 2. Bayezit-Cem çekişmesi ile su yüzüne çıkacaktır. Ankara yenilgisinden sonra Bayezit'in dört oğlu arasında ciddi bir iktidar mücadelesi başladı. İmparatorluk kabaca ikiye bölündü: Edirne'de Şehzade Süleyman tarafından yönetilen Avrupa ile, Bursa'da Şehzade Mehmet tarafından yönetilen Anadolu. Yaşanan iç savaş sonunda Yeniçeriler ve Anadolu beyliklerinin desteğini alan 1. Mehmet (Çelebi) 1413'te tahta çıktı ve merkezi otoriteyi yeniden sağladı. 1\. Mehmet'in oğlu 2. Murat, 30 yıllık saltanatı boyunca, babasının denetim altına aldığı on yıllık iç karışıklıktan sonra ülkenin düzen ve istikrarını sağlamak için aslında sürekli barış aramıştı. Ancak Macaristan ve Venedik'in saldırgan tutumu kendisini sürekli askeri mücadele içine çekmiş ve bu savaşların hepsinden de galip çıkmıştı. 1430'da Selanik'i Venedik'ten ele geçirdiğinde kent sakinlerinin katlini, kentin yakılıp yıkılmasını engellemiş; bir kiliseyi Hıristiyanların ibadeti için ayırmış ve yaptığı anlaşma ile Venediklilere Osmanlı ülkesinde serbest dolaşma ve denizlerde ticaret yapma hakkı tanımıştı. Bu arada Macaristan'da başa gelen Hünyadi Yanoş da batılı devletler arasında Osmanlı'ya karşı bir ittifak kurmaya çalışıyordu. İşin ilginç tarafı, Karaman beyliğinin de Sırbistan ve Macaristan ile aynı ittifak içinde olmasıydı. Yanoş ilk başlarda başarılı bir biçimde ilerlediyse de daha sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak bir barış adamı olan 2. Murat Haçlı ordusunu Tuna ötesinde takip etmedi ve 1444'te Segedin'de 2. Murat ile Leh Kralı Ladislas arasında 10 yıllık bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Buna göre Sırbistan ve Eflak Osmanlı yönetiminden çıkacak ve Macarlar da Tuna'nın güneyinde hak iddia etmeyeceklerdi. 2. Murat Avrupa'da bunlarla meşgulken Karamanoğlu İbrahim Bey Osmanlı'ya saldırdı. Osmanlı Karaman beyliğini büyük bir yenilgiye uğrattı. Bundan sonra 2. Murat, devlet işlerini, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa nezaretinde oğlu Mehmet'e bırakarak tahttan çekildi. Bu durum Leh Kralı Ladislas'ın yeni bir Haçlı seferi düzenlemesine neden oldu. Osmanlılar 1444 yılında Varna'da büyük bir zafer kazandılar. Savaş alanında ölen Ladislas'ın başının, Segedin anlaşmasının yanına asılmasıyla, anlaşmalara uymamanın ne anlama geldiği açık biçimde gösterilmiş oluyordu. Bu zaferden sonra 2. Murat yeniden tahttan feragat etti ve Manisa'ya gitti. 1446'da yeniden çağrılarak Edirne'ye gitti ve Yunanistan'ın büyük bir bölümünü denetimi altına almak için bir sefere çıktı. 1448'de II. Kosova Savaşı'nda Arnavutluk, Sırbistan, Macaristan ve Bosna ittifakını yenilgiye uğrattı. Bağımsız Sırbistan bu savaşla artık tarihe karışırken, Bosna Osmanlı koruyuculuğu altına girdi; Macar gücü ise bu yenilginin etkisinden kurtulup uzun süre belini doğrultamadı. 2. Murat 1451'de öldüğünde Osmanlı devleti 15. yüzyılın başındaki parçalanmanın etkilerinden artık tamamen kurtulmuştu. Kurucu sultanların «Avrupa'da devlet» haline getirdikleri Osmanlı beyliği parçalanma tehlikesini atlattıktan sonra yeniden güçlenmiş, 2. Murat da onu «Avrupa'da imparatorluk» haline sokmuştu. Oğlu 2. Mehmet (Fatih) ile birlikte de devlet, yalnız Avrupa'da imparatorluk olarak kalmayacak, aynı zamanda bu kıtada güç üstünlüğünü de ele geçirecektir. 2\. Mehmet çok genç yaşta tahta geçmişti ve bu anlamda deneyimsizdi. Bu durum karşısında, Osmanlı'nın kazandığı toprakları diplomasi yoluyla geri alabileceklerini veya en azından 2. Mehmet'in babasının fetihlerine devam edemeyeceğini düşünen Batılı devletler ve özellikle Bizans tahta geçmesinden sonra hemen barış çağrılarında bulunmuştu. 2. Mehmet bu çağrılara kulak tıkamadı ve aslında saltanatının başında bu durum oldukça işine de geldi. Gönderilen elçileri kabul ederek babasının barışçı politikasını sürdüreceği mesajı verdi. 2\. Mehmet'i etkileyen iki kişi vardı: Bunlardan birincisi ulemadan gelen ve İslam anlayışını simgeleyen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa idi. Paşa, içte güçlenme, dini yerleşme ve dışta da barış politikası yanlısıydı. İkincisi ise bir Kapıkulu olan ve yeni padişahın hocalığını yapan Zağanos Paşa idi. Zağanos Paşa ise, Gazi geleneğine uygun olarak genişleme ve İstanbul'un alınması yanlısıydı. Çandarlı Yeniçerilerin desteğine sahipti ve 2. Mehmet, babasının iki kez tahta dönmesine neden olan Yeniçeri isyanının onun hazırladığına inanıyor, bu yüzden de kendisinden nefret ediyordu. Bunlardan dolayı 2. Mehmet tahta geçince 4 yönlü ve aşamalı bir plan izlemeye başladı: İstanbul'u almak, Çandarlı'dan kurtulmak, Yeniçerileri örgütleyip güçlendirerek kendisine tam anlamıyla bağlamak ve Gaza ideolojisini devlet politikası haline getirmek. Hepsi birbirine bağlı aşamalardan meydana gelen bu planı yürürlüğe koymada 2. Mehmet'in büyük ölçüde başarılı olduğu görülür. Batıdaki teknolojik gelişmelerden de yararlanılarak yeni döktürülen topların yardımıyla disiplinli ve savaşkan Osmanlı ordusu 29 Mayıs 1453'te İstanbul'u fethetti ve Fatih unvanını aldı. Fetihten bir gün sonra Çandarlı'yı tutuklatıp öldürttü. Hem İstanbul'un alınması, hem de Çandarlı'nın tasfiyesi Osmanlı tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çandarlı, devlet yönetiminde eski, yerleşik Müslüman aile üyelerinin sonuncusuydu. Bundan sonraki sadrazamların büyük çoğunluğu artık devşirme kökenli kişilerden seçilecektir. Çandarlı engeli ortadan kalkınca başsız kalan Yeniçerilerin de padişaha bağlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Artık bundan sonra Fatih, Gaza savaşlarına girişebilirdi. Kısacası Osmanlı, İstanbul'un fethiyle birlikte Avrupa kıtasında siyasal ve askeri üstünlüğü de yavaş yavaş ele geçirmeye başlayacaktı. 2\. Mehmet'in kendini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak görüp görmediğini söylemek güçtür. Ama büyük genişlemeci düşünceler ve geniş ufuklarla büyüdüğü, İstanbul'un fethinden sonra giriştiği seferlerin mantığından ortaya çıkmaktadır. Ona göre Osmanlı imparatorluğu, İslami kurallar içinde, bir zamanlar Bizans'ın Hıristiyanlık çerçevesinde yapmaya çalıştığı gibi, çeşitli dinden, dilden insanların birarada, düzen ve uyum içinde yaşadıkları kozmopolit bir imparatorluk olacaktı. Nitekim kurup geliştirdiği «millet sistemi»nin temel mantığı da zaten bunu göstermektedir. Hıristiyanlığın Doğu Kilisesi artık bir İslam devletinin hükümranlığı altındaydı ve belirli bir vergi ödemek durumundaydı. Ama bunun karşılığında Hıristiyan topluluk ibadet serbestliği ve geleneklerini sürdürme ayrıcalığı kazandı. 2. Mehmet'in direktifiyle, Müslüman olmayan unsurlar, halkının yönetiminden ve sadakatinden sorumlu olan ve merkezi hükümete hesap veren kendi önderlerinin yönetiminde, kendi yasaları ve yaşama biçimlerini koruyan birbirinden ayrılmış «milletler» biçiminde örgütlendiler. Artık birinci sınıf vatandaş değillerdi ve siyasal özgürlükleri yoktu ama barış ve gelişme olanaklarından yararlanarak ticari zenginliklerini arttırabiliyorlardı. Türklerin pek itibar etmediği endüstri, ticaret ve denizcilikteki becerileri devletin çıkarları doğrultusunda kullanılabilirdi. Sultanın emri üzerine ülkenin fethedilmiş yerlerinden, devletin ticaret ve endüstri alanlarında gelişmesine yardımcı olmak üzere çok sayıda tüccar ve zanaatkar getirildi. Yine bu düşünceler doğrultusunda Fatih, Latin ve Ortodoks kiliseleri arasındaki birlik çabalarına karşı çıkan ve Batı Hıristiyanları ile eskiden görülen dolaplara karışmayacağı belli olan Gennadius Scholarius'u Ortodoks kilisesine patrik olarak atadı. Fatih İstanbul'u aldığında Ortodoks kilisesi başsız idi. Latin ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi yanlısı olan III. Yorgo 1451'de şehri terk etmişti. Fatih, Ortodoks tebaanın Papalığın etkisi altına girmesinin büyük tehlike yaratacağını görmüştü ve kiliselerin ayrı kalması Osmanlı'nın çıkarına geliyordu. Fatih işte bu yüzden Scholarius'u patrik olarak seçmişti. Fatih yeni patriğe çok saygı gösterdi; Osmanlı geleneklerine uyduğu sürece Bizans töre ve merasim adabının korunmasına çaba gösterdi. Sultan Patriğe, rahatsız edilmeyeceği, karşı çıkılmayacağı, tüm vergilerden bağışık olduğu ve kişisel dokunulmazlığı olduğu konusunda güvenceler (beratlar) verdi. Daha sonraki patrikler de göreve başlarken Osmanlı sultanlarından benzer içerikte beratlar aldılar. Böylece Patrikler, tüm Rum milletinin, yani sultanın egemenliği altındaki tüm Ortodoks Hıristiyanların önderi haline geldi. Millet sistemi Ortodoks tebaaya koruma sağladığı gibi, kendi kültür ve geleneklerini de korumalarını sağladı. 2\. Mehmet İstanbul'un fethinden sonra batıya döndü. 1457'de Sırbistan, 1458'de ise Mora yarımadasının fethiyle tüm Yunanistan yarımadası Osmanlı egemenliğine girdi. Özellikle Yunanistan yarımadasının ele geçirilmesi önemliydi çünkü hem Osmanlı kendine karşı kurulmuş ittifakları önlemiş ve buranın kendine karşı bir üs olarak kullanılmasını engellemişti, hem de kendisi Orta Akdeniz'e yapacağı saldırılar için burayı bir üs olarak kullanabilecek hale gelmişti. Batıda bunlar olurken doğudaki düşmanlar (Trabzon imparatoru Komnenos, Akkoyunlu aşireti reisi Uzun Hasan ve Karamanlılar) da kendi aralarında bir ittifak kurmuşlar ve ilerlemeye başlamışlardı. 2\. Mehmet bu ittifakın üzerine yürüdü ve 1460'ta önce Trabzon imparatorluğunu sonra da Karamanlıları yıktı. Uzun Hasan'ı ise 1472'de Otlukbeli Savaşı'nda yenerek Akkoyunluları tam anlamıyla ezdi. Bundan sonraki süreçte Osmanlı sürekli olarak Venedik ile çatıştı. Nihayet 1479'da iki devlet arasında anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma, Osmanlı diplomasi alışkanlığına ve Avrupa devletlerine çeşitli tarihlerde tanınan ekonomik ve hukuki ayrıcalıklara bir başlangıç oluşturmaktadır. Osmanlı bu anlaşma ile İşkodra kalesi ile Limni ve Eğriboz adalarını aldı. Venedik ayrıca her yıl vergi ve savaş tazminatı verecekti. Bunun karşılığında ise Venedik İstanbul'da sürekli bir elçi (Balyoz) bulundurma hakkı elde etti. Venedik Balyozu uzun bir süre İstanbul'da bulunan tek yabancı elçi olma ayrıcalığını sürdürecektir. Son olarak Venedik Osmanlı denizlerinde serbest ticaret yapma ayrıcalığı da elde etmiştir. Venedikle bu anlaşmanın ardından İtalya kıyılarına yapılacak saldırılarda kullanılmak üzere bazı İyonya adaları ve İtalya'da çizmenin ucundaki Otranto kenti ele geçirildi. Ancak 2. Mehmet'in 1481'de ölümü tüm İtalya'nın ele geçirilmesini engellemiştir. **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ -- 3** 2\. Mehmet'in ölümünden sonra oğulları Bayezit ile Cem arasındaki rekabet, imparatorluk içindeki mevcut düşmanlıkları, kişisel kıskançlıkları ve devletin geleceği hakkında birbirinden farklı görüşlere sahip gruplar arasındaki iktidar mücadelesini ortaya çıkardı. Aslında alttan alta süren bu çatışma 2. Mehmet'in ölümünden sonra tam bir iç savaşa dönüştü ve bu gruplar Bayezit ile Cem çevresinde kümelendiler. Osmanlı 1481 yılına gelindiğinde başlıca iki grup tarafından yönetiliyordu: Gazi devletten gelen Osmanlı yönetici seçkinleri ile Anadolu'daki ulemadan ve beylik döneminin köklü ailelerinden gelen Müslüman seçkinler. Müslüman dünyanın sınırlarını genişletme düşüncesi Osmanlı'nın ilk başlardaki varlık nedeniydi. Ama genişleme çok hızlı gerçekleşmişti ve egemenlik altına alınan topraklarda yaşayanların devletle bütünleştirilmesine vakit kalmamıştı. İşte bu açıdan Gazi savaşçıları izleyen ulema, fethedilen bölgeleri geleneksel ve bütünleştirici İslami anlayışa göre yönetmek istiyordu. Ama daha 15. yüzyılın başlarında 1. Mehmet, Gazi örgütünü bir fetih aracından bir yönetim aracına dönüştürmeye başlamıştı. Ulema ve eski Anadolu ailelerinin yerine yönetici ve danışman olarak, kendi kendilerini yetiştirmiş olan Gazileri koyuyordu. Bunlar arasında kapıkulları, yeniçeriler ve sipahiler vardı. Diğer grup ise ulema adı verilen din bilginleri tarafından yönetilen bir gruptu. Anadolu 11. yüzyılda Selçuklular tarafından fethedilince Suriye, Irak ve İran'dan din bilginleri hükümette görev almak ve prestiji çok yüksek bu yeni devletin ele geçirdiği yerlerde Müslümanlığı yaymak için Anadolu'ya gelmişlerdi. Bunlar zaman içinde Anadolu'nun köklü Müslüman aileleri ile ittifak kurdular. Dolayısıyla daha başlangıcından beri Osmanlı devletinin önemli sorunlarından biri, bu iki büyük ve etkili grubu uyumlu bir biçimde işletmek olmuştu. Topraklar çok geniş olmadığı sürece Gazi önderlere dayanılabilirdi. Ancak 2. Mehmet zamanında geniş imparatorluğu başarılı bir biçimde yönetebilmek için hukuk, din ve maliye konularında eğitilmiş kişilere gerek vardı ve bunlar da ulema içinde bulunuyordu. Bu yüzden de 2. Mehmet saltanatı süresince ulemadan birçok kişiyi yüksek mevkilere getirmişti. Ancak 2. Mehmet'in imparatorluk kurma yolundaki bu adımları gazileri rahatsız etmeye başladı. Öncelikle sürekli düşman saydıkları Hıristiyanlarla olan barış durumunu anlayamıyorlardı. İkinci olarak kendilerini sultana doğrudan bağlı saydıklarından yeni vergi toplayıcısını benimseyemiyorlardı. Ulema ise vergi vermiyordu ve gazilerin aksine miras yoluyla mal-mülk sahibi olabiliyordu. Ayrıca gazilerin temel felsefesi ve yaşamı, sürekli fütuhata dayanıyordu ve onlara göre sultanın yönetim anlayışında ortaya koyduğu değişiklikler toplumun temelini sarsmaya başlamıştı. 2\. Mehmet'in en büyük oğlu olan Bayezit eski bir gazi yöresi olan Amasya'da yetişmişti. Babasının batıyla ilişkilerini onaylamayan, savaş sanatına ve önderlerine ilgi duymayan ve sürekli okuyan bir kişiydi. 2. Mehmet'in diğer oğlu Cem ise babasına çok benziyordu ve Konya'da vali idi. Konya ulemanın merkezi ve Müslüman kültürünün kalesi gibiydi. Cem Bayezit'ten daha liberal, daha enerjik, daha atılgan ve daha sert bir mizaca sahipti ve bu yüzden de babasının taht için uygun gördüğü şehzadesi idi. Bayezit ile Cem arasında tahtı ele geçirme mücadelesi aslında Osmanlı içindeki yönetici seçkinler arasındaki mücadeleyi de yansıtıyordu. Cem, ulema ve Anadolu'nun eski aileleri tarafından desteklenince gaziler, heves ve ülküleri kendilerininki gibi olsa da Cem'i düşman olarak gördüler. Gazilere göre eğer Cem tahtı ele geçirirse üst yönetimi, devletin kuruluşunda çok az paya sahip olan ulema ve yerel seçkinler ele geçirecekti. Cem'in taraftarlarına göre ise gaziler aslında, sultanın tutsaklarından, dönme Hıristiyanlardan ve gerçek mümin olmayanlardan oluşuyordu. Bu yabancılar, yönetim hakkını onu asıl hakedenlerin elinden çalıyorlardı. Burada ilginç bir ikilem vardır: Eğer Cem, destek bulduğu gruplarla Bayezit'i yenip Osmanlı tahtına geçseydi, Osmanlı tam bir Doğu monarşisi biçimini alır ve belki de 16. yüzyıl Avrupa güç dengesi ve diplomasisinde önemli bir rol oynayamazdı. Ama, herhangi bir gruba bağlanmadan Bayezit'ten önce İstanbul'a gelip tahta oturabilseydi, muhtemelen babasının bıraktığı yerden işe başlayıp onun geniş ufuklarını gerçekleştirebilirdi. Bayezit'te ise bunu yapacak yetenek ve heves yoktu. Bayezit İstanbul'a gelip tahta oturduğunda Cem de Bursa'ya varmış ve iktidara meydan okumuştu. Kardeşine karşı askeri harekat düzenlemeye karar veren Beyazit Otranto'da bulunan kuvvetlerin önemli bir kısmını yardıma çağırdı. Sonuçta Cem yenilip Rodos şovalyelerine sığındı ve savunması iyice zayıflayan Otranto İtalyan kent devletlerinin eline geçti. İtalya'nın işgalinde anahtar durumunda olan bu stratejik kent kaybedilmiş ve böylece Fatih'in geniş ufkunun ürünü olan İtalya harekatı da sona ermişti. 2\. Bayezit barışçı kişiliğine rağmen Avrupa diplomasisinin kurnaz manevraları içine, istemeden de olsa çekilmiştir. Özellikle İtalyan kent devletleri, birbirlerine karşı bir koz olarak, Osmanlı tehdidini veya sözde bir Osmanlı ittifakını kullanmaya başlamışlardır. Osmanlı, Avrupa'da hesaba katılması gereken bir güç olmasının ötesinde, çeşitli Avrupa hanedanlarının belirli ülkelerde iktidara geçip geçmeyeceğinde asıl söz sahibi olan devlet durumuna gelecektir. 2\. Bayezit zamanında gelecek Osmanlı tarihini etkileyecek üç önemli gelişme oldu. Bunlardan birincisi, Osmanlı donanmasının gerek sayı, gerekse güç olarak gelişmesidir. Bu gelişme, gazi savaşçıların Ege ve Akdeniz'de başat güçler olan Venedik ve İspanya'yı tehdit edecek kadar yayılmaları sonucunu doğurdu. Güçlü kara ordusuna bir de deniz gücü eklenince Osmanlı Avrupa diplomasi sisteminin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. İkinci gelişme, doğuda bir Safevi devletinin ortaya çıkması ve yükselişidir. Şii Safeviler Anadolu'da varlıklarını sürdüren Türkmen kabileler arasında geniş bir propaganda kampanyası başlatmışlardı. Artık yerleşik bir devlet haline gelen Osmanlı'nın siyasi ve mali yapısına tepki duyan ve genellikle göçebe olan bu kabileler Safevilerin radikal felsefesine bağlandılar. Kızılbaşlar olarak bilinen bu toplulukları denetim altına almak isteyen Osmanlı bunların eski kabile özerkliğini kaldırmış, vergiye bağlamış ve yerleşik köylüleri bunların saldırılarına karşı korumaya başlamıştı. Bu arada Akkoyunlularla kabile bağları bulunan İsmail de 1502 yılında kendini «Şah» ilan etmişti. Bu arada Türkmen Kızılbaşlar da İsmail'in destekçileri olarak Anadolu'da ayaklanmalar çıkarmaya başlamışlardı ve 1511 yılındaki ayaklanma güçlükle ve ancak kısmen bastırılabilmişti. Artık doğuda yeni bir çatışma boyutu beliriyordu: Sünni-Şii çatışması. 2\. Bayezit döneminin üçüncü önemli gelişmesi ise, Vasco de Gama'nın 1498'de Afrika'yı güneyden dolaşıp Uzakdoğu'ya giden deniz yolunu bulmasıdır. Bunun Osmanlı açısından uzun vadeli sonucu, uzun mesafeli dünya ticaretini Okyanus imparatorluklarına bırakarak ticari zenginliğini yitirmesi olacaktır. Bayezit'ten sonra tahta çıkan 1. Selim Avrupa'dan önce Safevi tehdidinden kurtulmaya yöneldi ve 1514 yılındaki Çaldıran savaşını kazandı. Çaldıran zaferi sonrasında Doğu Anadolu'nun yüksek bölgeleri Osmanlı'nın eline geçti. Böylece imparatorluk doğudan gelebilecek bir saldırıya karşı doğal ve kolaylıkla savunulabilecek sınırlara kavuşmuştu. Ayrıca doğuda güç dengesi Osmanlı lehine bozulmuştu. Safeviler bu savaştan sonra askeri olarak tam anlamıyla yıkılmamışsa da 1. Selim İran'a karşı ekonomik tedbir uygulayarak bu ülkenin zenginliğinin temeli olan batıya ipek ticaretini durdurmuştu. Yine İran'ı ekonomik açıdan zayıf bırakmak için Kafkaslardan Mısır'a esir ticaretini de engellemiştir. 1\. Selim'i iyice zayıflayan Memlukların idaresindeki Mısır'a sefer düzenlemeye yönelten, genişleme ve Halifeliği elde etme gibi klasik nedenlerin ötesinde başka birtakım nedenler de vardır. Güney ticaret yolunu bulan ve denetimi altına alan ve giderek Afrika içlerinde kuzeye doğru ilerleyen Portekiz'i zayıf düşmüş Memluklar durduramazdı. Bu durumda İslam dünyasının daha çok denizi içeren güney bölgesi Hıristiyanlığın saldırılarına açık hale gelirdi. Ayrıca doğudaki herhangi bir güç (mesela Safeviler), Osmanlı devletinin güneyinden sarkarak stratejik Suriye ve Mısır bölgelerinde egemenlik kurabilir ve tehdit oluşturabilirdi. 1\. Selim esas olarak bu düşüncelerle Çaldıran'dan sonra Memluklar üzerine yürüdü. Halep, Şam, Beyrut ve Gazze'yi aldıktan sonra 1517'de Mısır'ı aldı. Selim'in bu Mısır harekatı, Portekiz deniz gücünün Hint Okyanusu'na kadar genişlemesine karşı bir tepkiydi. Nitekim Osmanlı'nın 1515-1519 yılları arasında gücünü Kuzey Afrika'ya yaymasının nedeni de budur. Öte yandan Mısır'ın ele geçirilmesiyle Halifelik de Osmanlı hanedanına geçmiş oluyordu. Kutsal emanetlerin İstanbul'a getirilmesiyle de Osmanlı Sultanı, Mekke ve Medine'nin Hicaz yollarının yani tüm İslam dünyasının koruyucusu haline geliyordu. Artık Osmanlı sultanları İslam dünyasının başı olduğunu iddia edebilirdi. 1\. Selim saltanatı boyunca dikkat ve enerjisini Asya'ya çevirmiş ama Avrupa'daki durumu ise olduğu gibi korumayı bilmiştir. Aslında amacı Osmanlı'nın genişleme yönünü Asya'ya çevirmek değildi; o dönemde tehlike Avrupa'dan değil, Asya'dan geliyordu, asıl neden buydu. 1\. Selim'in ölümüyle rakipsiz bir biçimde tahta geçen 1. Süleyman'ın devri Osmanlı'nın yükselişinin doruğunu oluşturmaktadır. Batı'da muhteşem unvanıyla bilinen 1. Süleyman'ın ünü yalnız seferleri ve kazandığı zaferlerle değil, aynı zamanda koydurduğu yasalarla devlet örgütü ve ordusunu zamanın gereklerine göre modern bir biçimde düzenlemesiyle de gelmiştir. İstanbul'un fethinden ve İtalya seferinden sonra Avrupa devletleri açısından Osmanlı artık ciddiye alınması gereken bir güç haline gelmişti. Aslında 16. yüzyılda Avrupa'da iki imparatorluk yükseliyordu: Osmanlı ve Kutsal Roma imparatorlukları. Kutsal Roma İmparatoru olan Habsburg hanedanından Şarlken'e, hem Müslümanlara ve hem de Katolik Fransa'ya karşı Hıristiyanlığın tek birleştirici gücü olarak bakılıyordu. Şarlken'in asıl amacı, tüm Hıristiyan dünyayı Habsburg'ların yönetiminde ve Kutsal Roma İmparatorluğu içinde birleştirmek ve Osmanlı ile karşı karşıya gelebilecek güce ulaşmaktı. Şarlken'in bu amacının gerçekleşmesi önündeki en büyük engel Fransa kralı Fransuva idi. Nitekim Osmanlı da Habsburg'ların Avrupa'da birleşik ve büyük bir güce kavuşmasını engellemek için Fransuva'yı destekleyecektir. Böylece Osmanlı sultanı, asıl düşman olarak gördüğü Kutsal Roma İmparatorluğu'na karşı mücadelesinde, Fransa'nın bir Osmanlı ittifakına ne kadar ihtiyaç duyduğunu çok iyi anlamış ve Osmanlı-Avrupa ilişkilerini Fransa ile dostluk temeline oturtmuştu. Böylece 1. Süleyman, 16. yüzyıl Avrupasında kıta güç dengesini denetleyici bir rol üstlenmiştir. Bu da Osmanlı'nın diplomatik ve askeri prestijini yükseltmiş ve Avrupa'da güç üstünlüğünü ele geçirmesini sağlamıştır. Süleyman'ın Habsburg gücüne karşı ilk harekatı deniz ve karadan olmak üzere iki koldan oldu. İlk aşamada Osmanlı ile Habsburglar arasında tampon konumunda bulunan Macar Krallığı üzerine yüründü ve Belgrad alındı (1521) Daha sonra ise Suriye ve Mısır deniz yolunu tehdit eden ve büyük stratejik öneme sahip olan Rodos alınarak Doğu Akdenizde tam olarak egemen hale gelindi. Süleyman'ın ikinci batı seferinin nedeni Pavia Savaşı'nda Habsburglara yenilerek esir düşen Fransuva'nın Kanuni'ye mektup yollayarak «tüm dünyayı egemenliği altına alacak olan Şarlken'e karşı genel bir sefer düzenlemesi» yolunda istekte bulunmasıdır. Bu istek aslında Osmanlı'nın da çıkarlarına uygundu. Çünkü hem Macaristan büyük bir siyasal çalkantı yaşıyordu, hem de Fransa'nın yansızlığı durumunda Habsburglara karşı topraksal genişleme fırsatı doğmuştu. Bu sefer sonucunda kazanılan Mohaç Zaferi ile de Osmanlı'ya karşı örgütlü Macar direnişi artık sona ermiş ve aradaki tamponun ortadan kalkmasıyla da Osmanlılar Habsburglarla doğrudan karşı karşıya gelmişler ve gelecek iki yüzyıl boyunca da Orta Avrupa'da başat güç haline gelmişlerdi. Süleyman üçüncü batı seferini ise doğrudan Viyana'yı almak için yapmıştı. Bu seferin sonucunu belirleyen temel unsur Orta Avrupa'nın iklimi olmuştur. Yağmurlu mevsimde sefere çıkılmış ama ağır toplar çamurlaşan toprakta taşınamamıştı. Kuşatma sonbahara kadar sürdüyse de Osmanlı ordusu geri çekilme kararı aldı. Hıristiyan Avrupa'nın kalbi olan Viyana Osmanlıdan korunmuştu ama Osmanlı ordusu da bozguna uğrayıp kayıp vermeden İstanbul'a çekilebilmişti. 1532 yılında Süleyman yine bir Tuna seferine çıktı. Bu sırada Şarlken Fransa ile barış halindeydi ve Osmanlı tehlikesinin büyüklüğünü görüp Avrupa'da büyük bir ordu toplamıştı. Bu büyük ittifakı sağlayabilmek için de Protestanlarla geçici olarak anlaşmaya varmak ve bazı ödünler vererek din sorunun çözümünü ertelemek zorunda kalmıştı. Paradoksal bir biçimde Osmanlı, Reformasyon hareketinin bir tür müttefiki ve güçlendiricisi durumuna gelmişti. Süleyman bu seferinde Viyana üzerine yürümedi. Macar topraklarında birçok kale ele geçirildi ama Şarlken'in beklenen güçlü ordusuyla karşılaşılmadı. 1533 yılında yapılan ateşkesle Macaristan ikiye bölündü ve biri doğrudan doğruya Osmanlı'ya bağlı bir Macar soylusu olan Zapolya'ya, diğeri de Osmanlı'ya vergi verecek Macar hanedanından Ferdinand'a bağlandı. Osmanlı'nın Viyana kuşatmasının başarısız olmasının bazı nedenleri vardı. İlk olarak artık Avrupa orduları eski feodal ve çapul askerleri topluluğu değildi; disiplinli, iyi yetiştirilmiş ve akıllıca yönetilen ordulardı. İkinci neden coğrafya idi. Başkent ile kuşatma alanı arasında 1200 kilometrelik mesafe vardı. O dönemin teknik olanaklarıyla bu kadar uzaktaki bir orduyu uzun süre savaş malzemesi ve gıda olarak beslemek oldukça zordu. Ayrıca Tuna'nın taşkınları da ağır topların ve süvarinin hareketini olanaksız kılıyordu. Sonunda Süleyman, Orta Avrupa'da ötesine geçilmesinin yarardan çok zarar getireceği bir nokta olduğunu anladı. Nitekim Viyana bu noktanın oldukça ilerisindeydi. 1\. Süleyman'ın dönemi, bugünkü anlamıyla olmasa bile Osmanlı diplomasisinin başlangıcına işaret eder. Gerçekten de Süleyman'ın dönemi, savaş alanlarında olduğu kadar diplomasi alanında elde edilen başarıların dönemidir. 1. Süleyman'ın saltanatında Osmanlı ülkesine çok sayıda dış misyon gelmiş ve dış temaslar da bir hayli artmıştır. Bunlar ilk başlarda Avrupa geleneğine uygun büyükelçi statüsünde kişiler değildi; sürekli görevleri yoktu. Ancak zamanla Venedik dışında da Fransız, Macar, Hırvat ve en önemlisi Kutsal Roma İmparatorluğu temsilcileri İstanbul'da geçici veya sürekli görevler almaya başladılar. Bu temaslar aynı zamanda Avrupa'nın Osmanlı'yı tanımasını ve barbar olmadığını hatta büyük bir uygarlık kurduğunu anlamasını sağladı. Pargalı İbrahim Paşa'nın etkisiyle 1535 yılında «büyük dost» Fransa ile bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre Fransızlar Osmanlı topraklarında Osmanlı tebaasının verdiği kadar vergi ödeyerek ticaret yapabilecekler, yine aynı hak Fransa'da Osmanlı tebaası için de sağlanacaktı. İkinci olarak Fransa Osmanlı topraklarında konsüler yargı organları kurabilecekti ve Osmanlı makamları önünde bunların verdikleri kararlar geçerli olacaktı. Yani Fransızlar, cezai veya ticari uyuşmazlıklarında kendi konsolosları tarafından yargılanacaklar ve ceza alacaklar; Osmanlı hukukundan muaf olacaklardı. Bu bir tür hukuksal bağışıklıktı. Üçüncü olarak Osmanlı topraklarında tüm Fransızlara dinsel özgürlük tanınıyordu. Böylece Fransa Doğu Akdeniz'deki tüm Katoliklerin koruyucusu haline gelecekti. Ayrıca bu anlaşma ile Fransa İstanbul'da sürekli bir elçi bulundurma hakkı da kazanıyordu. Son olarak ise Akdeniz'de Fransız bayrağı taşıyan gemiler koruma altında olacaktı. Bu Fransız-Osmanlı anlaşması, yabancı ülkelere verilen, «kapitülasyonlar» denen ve ilerleyen süreçte devletin başına tam bir bela olacak ayrıcalıklar sisteminin kuruluşu açısından önem taşımaktadır. Bir ticaret anlaşması görünümündeki bu Fransız-Osmanlı yakınlaşması, Fransa Kralı ile Kutsal Roma İmparatoru arasındaki Avrupa siyasal ve askeri dengesini, Osmanlı devleti yararına çevirmişti. Avrupa'da karasal genişleme sınırının en uç noktasına varan Süleyman Habsburglarla mücadelesini bundan sonra denizde sürdürmüştü. Çünkü coğrafi keşiflerden sonra denizler dünya ticaret ve ulaştırmasında steplerin yerini almış; eski dünyanın ipek ve baharat yolları önemini kaybetmişti. Osmanlı'nın karasal üstünlüğü ona ticaret hakimiyeti sağlıyordu ama coğrafi keşiflerle birlikte ticaret yolları da değişmiş, deniz ulaşımı daha belirleyici hale gelmişti. Bu dönemde Akdeniz'deki koşullar da Osmanlı genişlemesi için çok uygundu. Kuzey Afrika'da merkezi denetimin uzağında küçük kabile şefleri iktidarlarını sürdürüyorlardı. Bunların temel geçim kaynağı ise korsanlıktı. Magripliler İspanya'nın güney kıyılarına korsan saldırıları düzenliyorlardı. Buna karşılık İspanya da Kuzey Afrika'ya seferler düzenliyor ve bazı limanları ele geçiriyordu. İki denizci kardeşin etkin önderliği bu bölgede yaşayan Magriplileri etrafında birleştirdi: Oruç Reis ve Barbaros Hayrettin. Oruç Reis Tunus Beyi'nin desteği ile Cezayir'i İspanya'dan ele geçirmiş; daha sonrasında da Barbaros kısa zamanda Osmanlı sultanının hizmetinde büyük bir deniz komutanı olmuştu. Barbaros'un Akdeniz'de Osmanlı üstünlüğünü ele geçirmesi şu aşamaları izledi: Barbaros önce kıyı şeridindeki üslerini güçlendirdi ve Suriye ve Mısır'ı ele geçiren 1. Selim'le temas kurdu. Ona hediyeler göndererek Afrika Beylerbeyi unvanını aldı. Barbaros'un Kutsal Roma İmparatorluğu'na karşı mücadelesi yeni tahta çıkmış olan Süleyman'ın dikkatini çekmişti. Ayrıca o sırada bir Cenevizli deniz amirali olan Andrea Doria komutasındaki Hıristiyan donanmaları Doğu Akdeniz'e saldırılar düzenliyorlardı. Üstelik Doria daha önceden Fransa kralına bağlı iken şimdi saf değiştirmiş ve «azılı» düşman Habsburglar için savaşmaya başlamıştı. Zayıf Osmanlı donanması da Doria'nın eline geçen kıyı kalelerini geri alamıyordu. Süleyman Barbaros'u İstanbul'a davet ederek kendisine donanma komutanlığını (kapudan paşa) verdi. Bu akıllı işbirliği sonucunda Osmanlı kısa süre içinde tüm Akdeniz'e ve Kuzey Afrika kıyı şeridine hükmetmeye başladı. Barbaros Akdeniz'de bir Osmanlı-Fransız ittifakından yanaydı. 1536 yılında Osmanlı ile Fransa arasında gizli bir karşılıklı savunma anlaşması imzalandı. Bu sırada Barbaros Tunus'u ele geçirmiş ve Doğu ile Batı Akdeniz'i birbirinden ayıran dar geçit üzerinde önemli bir üs kazanmıştı. Akdeniz'in tümünün Osmanlı eline geçme tehlikesini gören Şarlken, Andrea Doria komutasına büyük bir ordu verdi. Bu ordu 1535'te Tunus'u geri aldıysa da 1538 tarihli Preveze yenilgisi, Habsburgların Akdeniz'deki faaliyetlerinin sonu anlamına geliyordu. Preveze'den sonra Venedik batı ittifakından ayrıldı ve Osmanlı ile barış imzaladı. Böylece Akdeniz'de Osmanlı'nın üstünlüğüne meydan okuyacak bir güç kalmamış ve Akdeniz bir Osmanlı gölü haline gelmişti. Osmanlı'nın batıdaki meşguliyetini fırsat bilen Safevi Şahı ise yeniden ilerlemeye başlamış, Erzurum'u ele geçirmiş, Suriye'yi tehdit etmeye başlamıştı. 1. Süleyman 1553'te Safeviler üzerine bir sefer düzenleyerek Erzurum'u geri aldı ve 1555 yılında bir barış imzalandı. Bu anlaşma ile Osmanlı devleti, Bağdat, Aşağı Mezopotamya, Fırat ve Dicle deltaları, Basra Körfezi'ne çıkış da dahil Hint Okyanusu'ndan Atlantik Okyanusu'na kadar uzanan bir imparatorluk haline gelecek ve en geniş sınırlarına ulaşacaktır. 1\. Süleyman'a «Kanuni» denmesinin nedeni, hukuk alanında reformlar yapmış olmasıdır. Sultan aslında Tanrı tarafından konan ve Peygamber tarafından iletilen kutsal yasa olan Şeriatın ilkelerini değiştiremez veya görmezden gelemezdi. Ama şeriat da sultanın hükümran otoritesini sınırlıyordu. Ayrıca hızla değişen bir dünyada halkın iyi bir Müslüman olarak kalabilmesi için yasanın uygulanmasında değişiklikler yapılması gerektiğini de anlamıştı. Yüzyılın başında nüfusun çoğunluğunu Hıristiyanlar oluşturuyordu. Ama şimdi Asya'da yapılan fütuhat sonucu Şam, Bağdat, Kahire ile Mekke ve Medine Osmanlı hakimiyetine girmişti. 20 ayrı ırktan ve değişik yönetim biçimleri altında yaşayan 25 milyonluk nüfusun beşte dördü Asyalı idi. Tüm İslam dünyası sultana dinin koruyucusu ve kutsal savaşçısı gözüyle bakıyordu. Kısacası Süleyman zamanında Osmanlı imparatorluğu daha Müslüman bir nitelik kazanmış ve bu durum da yeni bir yasal düzenlemeyi gerekli kılmıştı. Süleyman'ın düzenlettiği kanunnameler, 19. yüzyıldaki reformlara kadar yürürlükte kalacaktır. **OSMANLI DİPLOMASİ TARİHİ -- 4** 13\. yüzyılın başından 16. yüzyılın sonuna kadar geçen sürede Hıristiyan dünyasının gerileme içinde olduğu, buna karşılık Moğol ve Türklerin genişleme içinde olduğu görülür. Orta Asya'dan gelen göçebelik, ister Moğollarda olduğu gibi göçebe özelliklerini sürdürsün, isterse Osmanlı gibi yerleşik düzene geçsin, bilinen dünyada başat öğe haline gelmişti. Bu dönemde, Macar ovalarında, İran'da, Hindistan'da, Çin'de, Mısır'da, Kuzey Afrika'da, Balkanlar'da, Rusya'da Moğol veya Türk yöneticiler hüküm sürüyordu. Eşi tarihte nadir görülen bu üstünlük, 16. yüzyılın sonundaki İnebahtı yenilgisine kadar sürecek, bu tarihten sonra yavaş bir tempo ile ortadan kalkacaktır. Genel olarak İslam dünyasının, özel olarak ise Osmanlı'nın duraklaması ile ilgili birçok neden ortaya atılmıştır. Bunlarla ilgili yapılabilecek en genel bir açıklama; Müslümanlar ve Osmanlıların, Batı'da 16. yüzyılda hızlı ve devrimci bir akış sürerken ve bunun bir sonucu olarak Avrupa'nın güçlenmesiyle birlikte önemli iç ve dış sorunlarla karşılaşması, bunlara gerekli tepkileri yeterli biçimde ve zamanında gösterememesidir. Müslüman dünyanın bu dönemde duraklamasının en önemli nedenlerinden biri, İber yarımadasındaki devletlerin Akdeniz, Atlantik ve Hint Okyanusu'ndaki yayılmalarıdır. Portekiz 16. yüzyılda önce Batı Afrika'ya hakim olup sonra güneye inmiş ve bölgedeki İslam ticaretini baltalamıştı. İspanya ise 16. yüzyılın başında Granada'yı fethetti ve bu yüzyıl boyunca Kuzey Afrika'da Müslüman halklarla çatıştı. Ama bu genişlemelere rağmen Osmanlı donanması 16. yüzyıl boyunca Akdeniz'deki egemenliğini sürdürdü. Ama Osmanlı aynı başarıyı Hint Okyanusu'nda gösteremedi. Ama zamanla Hint Okyanusu ve Akdeniz'deki deniz üstünlüğü sırasıyla Hollanda, Fransa ve İngiltere'ye geçti. Buradaki ilginç olan nokta, bu devletlerin dünya çapındaki başarılarını bir ölçüde Osmanlı'ya borçlu olmasıdır. Çünkü Osmanlılar tehdit olarak gördükleri Portekiz ve İspanya'ya karşı bir denge unsuru olmak üzere bu üç devlete ekonomik ve askeri nitelikte çeşitli kolaylıklar sağladılar. 1535'te Fransa'ya, 1580'de İngiliz Levant Şirketine çeşitli ticari kolaylıklar sağlandı. Bunlar bölgede gelecekteki Avrupa üstünlüğünün temelini oluşturacaktı. 17. yüzyılın sonunda ise Hollanda, Fransa ve İngiltere, ileride sanayi devriminin çıkışını sağlayacak olan sermaye birikiminin temelini oluşturacak uzun mesafeli ticareti ellerine geçireceklerdi. Bu ticari üstünlüğü Avrupalılara kaptırmanın nedenlerinin başında, Osmanlı'da ticaretle uğraşanların toplumsal statülerinin olumsuz nitelikte olması ve çıkarlarının ne yönde olduğunu bilmeyen veya anlamak istemeyen askeri ve yönetici bürokrat sınıfa bağlı kalmaları gelmektedir. Katı dini ve yönetsel kurallara bağlı kalan müslüman tüccarlar, uzun mesafeli ve büyük çaplı ticarette, özellikle coğrafi keşiflerle birlikte hız ve heves kazanan Avrupalı tüccarlarla rekabet edemez hale gelmişlerdir. Özellikle baharat ticaretinde aracı kârının ortadan kaldırılması ve faizin yasaklanması bu başarısızlığın nedenlerinden biridir. Asıl ticareti gerçekleştirecek olan kentli tüccarların, yöneticilere boyun eğmesi ve bunlara bağlı olması bu bölgenin tarihsel anlamda belirgin bir özelliğidir. Böyle bir ortamda da yenilikçi düşünce ve zenginlik biriktirecek ticaret yeşerecek toprak bulamamış, özgür bir tüccar sınıfı ortaya çıkmamıştır. Nitekim Osmanlı da bölgenin bu tarihsel kalıbına uymuş, kurulan askeri nitelikli devlette esas olarak dört meslek grubu tanınmıştır: yönetici, savaşçı, din adamı ve çiftçi. Sanayi ve ticaret, fethedilmiş gayrimüslim halka bırakılmıştı. Öte yandan 17. yüzyıl başlarında Avrupa'daki ticaret devriminin uzun vadeli sonuçları tahmin etmek de kolay değildi. Batı Avrupa ticareti o dönemde Osmanlı'nın iç bölgelerine kadar sokulamamıştı. Osmanlı'nın bu dönemde eski yönetim model ve anlayışından ayrılmayı ciddi olarak düşünmesini zorlayacak nedenler yoktu. Yani paniğe kapılmak, reform yapmak ve Müslüman dünyanın temel üstünlüğünden kuşku duymak için zaman erkendi. Nitekim Osmanlı'nın toplumsal ve ekonomik hareketsizliği bu düşüncelerin bir sonucudur. İslam dünyasındaki duraklamanın ikinci nedeni kuzeyde Rusya'nın güçlenmesi olmuştur. Rus Çarlığı 16. yüzyılın ortasında Kazan ve Astrahan hanlıklarını ele geçirdi ve tüm Volga bölgesi Rus ticaret ve yerleşimine açıldı. Daha sonra Ruslar doğuya doğru ilerlemeye başladılar bölgenin zengin doğal kaynaklarından da yararlanarak Pasifik Okyanusu'na dayandılar. Rusların kuzeydeki bu başarıları, İslam dünyasının kuzeye yönelik genişlemesini sınırlandırdı. Bu durum ayrıca Osmanlı'nın kuzey ve doğu sınırlarını da belirginleştirdi. Rusya bundan sonraki süreçte güneye ve batıya ilerlemek isteyecek ve kaçınılmaz olarak bundan sonraki süreçte Osmanlı ile çatışacaktır. Bundan sonraki yüzyılların ana temasını oluşturan Osmanlı-Rus çatışmasının asıl nedeni de budur. Duraklamanın üçüncü bir nedeni, İslamiyet'in Sünni ve Şii yorumları arasındaki farkın çatışmalara yol açmasıdır. Kuruluş sırasında Sünnilik Osmanlı'nın resmi diniydi. Ancak, Osmanlı yöneticileri başlangıçta İslamiyete kendilerine göre değişik yorumlar getiren ve otoritelerine tehdit oluşturmayan derviş topluluklarıyla ilişkilerini bozmadılar ve bunlara hoşgörüyle yaklaştılar. Bunun temel nedeni, bu toplulukların coşkun dinsel heveslerinin ve heyecanlarının, Osmanlıların kuruluş ve genişlemesinde oldukça etkili olmasıydı. Ama zamanla, başarısını bu hoşgörü ve birlikte bulan İslam dünyasındaki dinsel ve siyasal denge bozuldu. Bu siyasal ve dinsel dengeyi bozan gelişmeler 1500 yılında İsmail Safevi'nin büyük bir orduyla Tebriz'i ele geçirerek kendini «Şah» ilan etmesiyle başladı. 10 yıl içinde tüm İran, Bağdat ve Irak'ın büyük bölümünü ele geçirdi ve gizlice, yeraltından yürütülen Şii propagandasıyla Anadolu'da ayaklanmalar çıkardı. 1. Selim Çaldıran Savaşı'nda Safevileri yenmişti ama gerek yeniçeriler arasındaki huzursuzluktan, gerekse Safevilerin inatçı direnişlerinden dolayı İsmail doğuya doğru daha fazla takip edilmedi ve Safevi gücü tam olarak ortadan kaldırılmadı. Dolayısıyla 16. yüzyıl boyunca Safevi devleti İslam dünyasında bölücü, zayıflatıcı ve rahatsız edici bir unsur olarak kaldı. Osmanlı ile Safevi devleti arasında kalıcı barış 1639'da imzalanacaktır. Bu sürece kadar da iki cepheli bir devlet olan Osmanlı sık sık doğudan sıkıştırılacak, bir doğuya bir batıya dönmek zorunda kalacaktı. Sonuç olarak bu da Osmanlı duraklamasının nedenlerinden biri olacaktır. Açıklanan bu nedenler, Osmanlı'nın uzun vadede üstünlüğü yitirmesinin temel nedenleridir. Osmanlı 16. yüzyılda karşılaştığı güçlükleri ve tehditleri büyük ölçüde denetimi altına alabilmiş, Hıristiyan dünyaya karşı bölgesel düzeyde de olsa üstünlük kurabilmişti. Yani hem içeriden, hem de dışarıdan gelen tehlikeler savuşturulmuştu. Ama karşılaşılan güçlüklerin sadece ve sadece kısa vadede atlatıldığı ve dünya tarihinin temel özelliklerinin uzun vadede etkili olacağı çok daha sonraları anlaşıldı. İtalyan «yeniden doğuşu»na hakim olan ruh ve dinamizm 2. Mehmet'in sarayında da vardı. Ama 1. Selim ve ardılları Osmanlı içinde «tehlikeli düşüncelerin» dolaşmasına izin vermediler. Devletin hâlâ genişlemeci, dinamik ve güçlü olduğu ve Avrupa tehlikesinin de kısmen ortadan kaldırıldığı bu süreçte Osmanlı'yı ileride zayıflatacak ve yıkacak güçler ve gelişmelerin henüz farkına varılamıyordu. 17. yüzyıldan itibaren Avrupa'da modern bilimi doğuran araştırmacı, yenilikçi akımlar ve anlayış Osmanlı'da yöneticiler tarafından başarıyla ortadan kaldırıldı. Nitekim Lale Devri'nin sonu da böyle olacaktır. 1\. Süleyman'ın yerine geçen oğlu 2. Selim babasının aksine devlet işleriyle pek ilgilenmeyen aynı zamanda pek sefere de çıkmayan bir padişahtı. 2. Selim'le birlikte, savaşkan gazi geleneklerine bağlı, ordunun başında doğu ve batıya sürekli gaza seferleri düzenleyen, devlet işlerine ilgi gösterip tek başına düzenleme yeteneğine sahip olan sultanlar dönemi de kapanmış oluyordu. Bunun göstergelerinden biri de yeniçerilerin ortamı fırsat bilip cülus bahşişleri için ayaklanması olmuştu. Bundan sonraki her taht değişiminde yeniçerilerin bu davranışı sürekli hale gelecekti. 2. Selim'in devlet işlerine ilgisizliği aslında Osmanlı'nın paradoksal biçimde yararına oldu. Bu ilgisizlik Sokullu Mehmet Paşa gibi üstün niteliklere sahip bir sadrazamın devlet yönetimini eline almasını sağladı. 1547'de Çar ünvanı ile başa geçen Korkunç İvan, Büyük Dükalık olan Rusya'yı bir imparatorluğa dönüştürmek için genişleme ve güçlenme siyaseti izlemeye başladı. Ayrıca İvan kendisini Doğu Roma İmparatorluğunun gerçek varisi olarak görüyor ve Bizans'ın çift başlı kartalını hükümdarlık arması olarak kullanıyordu. Rusya güneye doğru ilerlemek için ilk olarak Osmanlı'nın koruyuculuğu altındaki Kırım Hanlığı'na saldırdı. Bunun üzerine Sokullu 1568'de Osmanlı donanma ve ordusunu Azak Denizi'ne gönderdi. Amacı, yalnız Osmanlı'nın bölgede gücünü göstermek ve Astrahan'ı almak değil, Volga ile Don arasında da bir kanal kurarak Karadeniz ve Hazar'ı birbirine bağlamaktı. Böylece hem Rus ilerlemesi durdurulacak, hem de İran kuzeyden çevrilmiş olacaktı. Ama kanal işi tamamlanamadan geri dönülmek zorunda kalındı. Sokullu ayrıca Osmanlı donanmasının Kızıldeniz ve oradan ilerleyerek Hint Okyanusu'nda da varlık gösterip egemenlik kurması için Süveyş'te de bir kanal yapılmasını planlamıştı. Böylece İslam dünyasının koruyucusu olan ve Halifeliği elinde bulunduran Osmanlı hac yolunu da güvence altına alacak ve Müslüman dünyadaki prestijini arttıracaktı. 2\. Selim dönemindeki en önemli genişleme Kıbrıs'ın fethi olmuştur. Ada Venediklilerden alınıp Ortodoks yerel halk üzerindeki feodal ve katolik dini baskılar kaldırıldı. Ancak bu fetih Avrupa devletlerinde büyük üzüntü ve tepkiye yol açtı. Papa'nın çabalarıyla yeni bir Haçlı donanması kuruldu ve başına Şarlken'in oğlu Don Juan getirildi. 1571'de gerçekleşen İnebahtı Deniz Savaşı'nda Osmanlı donanması ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu zafer Hıristiyan dünyada Türklerin yenilmez olmadığını gösteren bir gelişme olarak büyük törenlerle kutlandı. Osmanlı İnebahtı'da yenilgiye uğrasa da, yaklaşık 10 yıl içinde kaybettiği Akdeniz üstünlüğünü yeniden geri almasını bilecek, hatta Kuzey Afrika'daki üstünlüğünü Fas'a kadar uzatacaktı. 1578'de 2. Selim'in ölümü üzerine Sokullu'nun da çabalarıyla 3. Murat tahta geçti. 3. Murat devlet işleriyle ilgilenmiyor ama Sokullu'ya 2. Selim gibi tam bir yetki devrinde de bulunmuyordu. Haremin de etkisiyle gereksiz ve zararlı müdahalelerle hükümet işlerinin ve devlet düzeninin bozulmasına yol açıyordu. 3. Murat devrinde bir yandan annesi Nurbanu Sultan, diğer taraftan da eşi Safiye Sultan devlet işlerine etkide bulunmaya başlamışlardı. Bu ortamda, kendisine tanınan kısıtlı alanda devleti yönetmeye çalışan Sokullu da, büyük ihtimalle muhalifleri tarafından 1579 yılında öldürüldü. Sokullu'nun ölümü, uzun sürecek sonun başlangıcını oluşturdu. Bu dönemde İslam dünyasındaki duraklamanın genel nedenleri yanında, Osmanlı dünyasındaki duraklamanın kendine özgü bazı nedenleri de vardır. Bunların başında ise sultanların otoritesinin zayıflaması gelmektedir. Kanuni'den sonra Osmanlı sultanları devlet yönetimine, birkaç istisna dışında, ciddi bir ilgi göstermemişler, hükümet mekanizması da boşvermişlik, sorumlulukların kötü dağıtılması ve yönetim ilkelerine bağlılığın gevşemesi sonucunda bozulmuştu. Hükümdarın mutlak kişisel otoritesine bağlı olarak yönetilen devlet, hükümdarların otoritelerinin sarsılmasıyla parçalanmaya, karışıklığa ve giderek çöküşe doğru gitmiştir. Duraklamanın bir başka nedeni Avrupa'daki fetihlerin durmasıdır. Avrupa fetihleri üç yönden devletin gücünü arttırıyordu: Hıristiyan Avrupa'ya karşı savaş, Osmanlılara bir amaç duygusu, birlik ve beraberlik sağlıyordu. Devlet enerjisi bu yönde kullanılıp yönetim sıkı tutuluyor, hazinenin dolu olmasına dikkat ediliyordu. Fetihler durunca Osmanlı hazinesi fakirleşti, ganimet ve vergi gelirleri azaldı. Ayrıca yeni fethedilecek toprak olmayınca Osmanlı'nın başarıyla sürdürdüğü nüfus yerleştirme politikası da göçtü. Düşmandan alınacak ganimet ve yerleşecek toprak olmayınca, kişiler birbirini soymaya, kentleri başıboş şekilde doldurmaya ve kırsal bölgelerde karışıklıklar çıkarmaya başladılar. Kanuni zamanında tımar ve zeamet dağıtımının yerel otoritelerden alınarak merkezin tasarrufuna bırakılması da olumsuz sonuçlar doğuran bir duraklama nedeni olmuştur. Bu dağıtımda artık eskiden olduğu gibi nitelik ve yetenek değil, sarayda çevrilen dolaplar ve verilen rüşvetin büyüklüğü etkili olmaya başladı; ayrıca dağıtılan bu topraklar miras olarak alt soylara geçmeye başladı. O tarihe kadar Osmanlı fetihlerini büyük ölçüde kolaylaştıran ve toprak sahiplerine büyük yararlar sağlayan Osmanlı toprak sistemi böylece çöktü ve toprak sahibi köylünün büyük toprak sahipleri tarafından sömürülmesine yol açtı. Duraklamanın ekonomik nedenleri arasında ise ekilen toprak miktarı artmazken nüfusun hızla artışı ve Yeni Dünya'dan gelen çok miktarda altın ve gümüşün Osmanlı coğrafyasına gelmesiyle enflasyonun artışı bulunmaktadır. Bu durum Osmanlı parasının değerini düşürdü ve duraklamanın bir başka nedeni olan Yeniçerilerin disiplinlerinin bozulmasına yol açtı. Tüm bu gelişmeler ışığında hazine büyüyen açığı kapatmak için vergileri arttırarak yeni kaynaklar arama yoluna gitti. Bunun yükü ise esas olarak köylünün üzerine bindi. Yaşanan ağır enflasyonun yükü ise sabit gelirlilerin, yani askeri, sivil ve adli memurların üzerindeydi. Bu durum ise onları rüşvete, kötü yollara ve köylüden hukuk dışı vergi istemeye itti. Osmanlı'nın toprak genişlemesi durunca Hıristiyan kökenli asker bulmak artık olanaksızlaşmıştı. Bu durum ise orduya çok sayıda Müslümanın alınması sonucunu doğurdu. Böylece devletin çeşitli asker ocaklarının bileşimi, disiplini ve dayanışma duygusu bozuldu. Yeterli sayıda sefer yapılamamasından aylak kalan ve ekonomik durumun kötülüğünden maaşlarını düzenli alamayan Yeniçerilere zanaatkârlık yapma izni verilmesi de hem disiplini hem de savaşma hevesini yok etmişti. Ayrıca Yeniçerilere Kanuni döneminde evlenme izni de verildiğinden, yeniçerilik babadan oğula geçmeye başlamıştı. Böylece 16. yüzyılın sonlarına doğru Yeniçeri ocağı, sürekli karışıklık çıkaran ve yıkıcı isteklerde bulunan bir askeri birim haline geldi. Bu duraklama sürecinde bir yandan hanedan içinde kardeş katli devam ediyor ve 1. Mustafa gibi akli dengesi bozuk padişahlar tahta çıkıyor, bir yandan haremin devlet işlerindeki ağırlığı artıyor, bir yandan da yeniçeriler kargaşalık çıkarıp devlet yönetiminde etkili bir güç haline geliyordu. Yeniçerilerin yarattığı tehlikenin farkına varıp onları ortadan kaldırmaya çalışan ilk padişah 2. Osman olmuştu, ama 1622'de çıkan bir ayaklanma sonucunda tahttan indirilip öldürüldü. Osmanlı'nın bu sırada ihtiyaç duyduğu, askeri ocakların gaddarlığını ve sivil yönetimin çürümüşlüğünü ortadan kaldıracak, en az onlar kadar gaddar ve yine onların saygı duymadığı hukuk düzenini yeniden kuracak bir tirandı: 4. Murat zamanla tam da böyle bir hükümdar olacaktı. Tahta geçtiğinde 14 yaşındaydı; bu yüzden de devlet yönetimi, tek başına iktidarı ele alana kadar annesi Kösem Sultan'ın elinde kaldı. Bu sırada imparatorluğun her yerinde karışıklıklar vardı. 4. Murat ilk olarak yönetimi haremin etkisinden ve çeşitli dolaplar çeviren vezirlerden kurtardı. Yeniçeri ve Sipahi ocaklarına bağlılık yemini ettirdi ve estirdiği terör kısa sürede devlet içindeki anarşiyi yok etti. Sonra Anadolu'daki ayaklanmaları bastırıp İran'ın eline geçmiş olan Erivan ve Bağdat üzerine yürüdü ve İran'la yeniden bir barış anlaşması imzaladı. 4\. Murat devletin düzenini sağlam esaslar üzerine kuramadan 31 yaşında öldü. Yerine korku içinde büyüyen, babasının zulmünü devralan ama onun değerlerini almamış olan 1. İbrahim geçti. 4. Murat'ın ölümüyle imparatorluk yeniden büyük bir çöküntü içine girdi. 1. İbrahim dönemi içte sefahat ve çürümüşlük, dışta ise sınırlı başarılar dönemidir. Kırım Kazaklardan geri alınmış, Girit'te önemli limanlar ele geçirilmişti. 1648'de 1. İbrahim tahttan indirilerek yerine 7 yaşındaki 4. Mehmet geçirildi. Bu dönem aynı zamanda büyük devlet adamları olan Köprülüler'in sadrazamlık yaptığı dönemdir. Köprülüler, etkin ve aydın bir yönetimle sultanın mutlak despotizmini sınırlandırıp Osmanlı'ya belli bir iç istikrar sağladılar. Bu sırada Avrupa devletleri 30 yıl savaşlarından çıkmıştı ve Osmanlı'yı batıdan baskı altına alamıyorlardı. Böylece 17. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Osmanlı'nın gerilemesi ertelenmiş, devlet göreli bir güç ve refah kazanmıştı. Kanuni'nin ölümünün üzerinden 100 yıl geçmiş ve artık Osmanlı yeni bir döneme girmişti. Bu dönem içeride karışıklık ve dertler, dışarıda ise fetihlerin durduğu, durgunluk içerisine girildiği ama henüz önemli toprak kayıplarının yaşanmadığı bir dönemdir. Bu süreçte Avrupa'da Reform-karşıtı hareket ortaya çıkmış ve bunun sonucunda 30 Yıl Savaşları yaşanmıştı. Ancak Osmanlı bu fırsatı değerlendirecek ve Avrupalı devletleri birbirlerine karşı kullanabilecek durumda değildi. Artık Osmanlı ile Avrupalı devletler arasında yeni bir ilişki biçimi doğuyordu ve Zitvatorok Barışı da bunun en önemli belirtisiydi. Zitvatorok Barışı 1606 yılında Osmanlı ile Habsburg imparatorlukları arasındaki Macaristan'da tarafsız bir yerde imzalanmıştı. Daha önceki anlaşmalar, karşı tarafın İstanbul'a gönderdiği elçilerle görüşülür, dünya üstünlüğü iddiasında bulunan bir devlet olarak, karşı tarafa bir lütuf biçiminde ve padişahın uygun bulduğu bir süre için yapılırdı. Zitvatorok'ta ise imparatorların eşitliği anlaşmaya açık bir biçimde yazılmıştı. Ayrıca Avusturya'nın her yıl verdiği vergi kaldırılarak da eşitlik tam anlamıyla sağlanmıştı. Daha önceki anlaşmalar ya çok kısa süreler için, ya da Osmanlı'nın üstünlüğünü açıkça gösterir biçimde «karşı taraf ateşkesi ihlal edene» kadar yapılırken, Zitvatorok barışı 20 yıllık bir süre için yapılmıştı. Bu anlaşma, Doğu ile Batı arasında yeni tip diplomatik ilişkilerin başlangıcını oluşturdu. Osmanlılar uluslararası hukukun genel ilkelerini ve nezaket kurallarını ilk kez benimsediler. 16\. Yüzyılın sonlarına doğru, dünya denizlerinde hızla yükselişe geçen ve İspanya'nın denizlerdeki üstünlüğüne meydan okumaya hazırlanan İngiltere Osmanlı'ya yaklaşmaya başlamıştır. 1578'de İngiltere'nin ilk Osmanlı büyükelçisi olan William Harborne İstanbul'a geldi. Harborne iyi bir diplomattı ve Osmanlı'da tekelci ticaret ayrıcalıklarına sahip olan Fransa'nın muhalefetine rağmen İngiliz tüccarlar için ticaret serbestisi sözü aldı ve 1580'de yapılan anlaşma ile İngiltere de Fransa'nın sahip olduğu tüm hakları aldı. Bu anlaşmaya göre hapsedilen bir İngiliz kefaletle serbest kalabilecek, belli vergilerden bağışık tutulacak ve uyuşmazlıklar konsolosluk mahkemelerince görülecekti. Bu arada Harborne 1582'de İngiltere Kraliçesi'nin Osmanlı sultanı nezdindeki ilk büyükelçisi oldu. İstanbul'a bir İngiliz büyükelçisinin gelmesi Fransız ve Venedik elçilerinin tepkisine yol açmıştı, ama Osmanlı sadrazamı onlara, İstanbul'un barış isteyen herkese açık olduğunu söyleyerek yanıt vermişti. Osmanlı artık tutumunu oldukça değiştirmişti. Sultan 4. Mehmet, imparatorluğun çöküşünü durduracak reformcu kişilerin görüşlerine itibar eden bir padişahtı ve bundan dolayı da devletin yönetimini, Köprülü Mehmet Paşa ile oğlu Fazıl Ahmet Paşa'ya bıraktı. Böylece Osmanlı devleti gelecek yirmi yıl boyunca son derece yetenekli bir sadrazam hanedanlığı tarafından dirayetli ellerde yönetildi. Bu süreçte önemli bir değişiklik de meydana gelmiş, Osmanlı'nın merkezi yönetimi yalnızca sultanın sarayı olmaktan çıkmış, aynı zamanda Bab-ı Ali adı verilen sadrazamın sarayına da geçmişti. Köprülüler dönemi, Osmanlı devleti için içte istikrarın sağlanması, dışta ise prestij ve gücün göreli olarak artması dönemi olmuştur. Osmanlı, 1664 yılında St. Gorhard'da Habsburglar karşısında bir yenilgiye uğradı. Bu savaş, Osmanlı ordusunun ve askeri bilgisinin artık dönemin gelişmelerinin arkasında kaldığını açık bir biçimde ortaya koymuştu. Avrupa orduları 30 Yıl Savaşları ile örgütlenme, eğitim, önderlik, taktik ve malzeme açısından büyük deneyimler kazanmıştı; ama Osmanlı yerinde sayıyordu. 1666 yılında Girit'in fethi tamamlandı ve Doğu Akdeniz tam anlamıyla bir Osmanlı gölü haline geldi. Yine Köprülüler döneminde Osmanlı kuzeye bir sefer düzenleyerek Kırım ve Ukrayna bölgesinde yeniden bir düzen kurdu ama bu düzen oldukça kısa sürecekti. 1672 yılında Köprülü Ahmet Paşa ölünce bu sadrazam hanedanının da sonu geldi ve Kara Mustafa Paşa sadrazam oldu. Kara Mustafa Paşa'nın gerçekleştirdiği Viyana kuşatması, artık duraklamanın ötesine geçmeye başlayan imparatorluğun can havliyle gerçekleştirdiği son saldırısı olarak değerlendirilir. Avrupa'nın imparatorluk merkezinin Türklerin eline geçmesi devletin gücünü arttırıp ömrünü uzatabilir miydi? Avusturya'nın bölgede giderek etkisinin arttığı, Rusya'nın sürekli olarak güneye doğru genişlediği bir dönemde, Viyana hamlesi, bölgede üstünlük iddiasını sürdürmek isteyen Osmanlı'nın son şansıydı. Bu kumar oynandı ve kaybedildi. Burada asıl önemli nokta, devletin bu kumarı oynayacak duruma gelmesiydi. Büyük coğrafi keşiflerin Avrupa devletlerinin kasalarını doldurup büyük bir ticaret devrimine yol açtığı, bunun giderek sermaye birikimiyle sanayi devrimine varan gelişmeleri başlattığı, makineleşmenin savaş endüstrisine uygulandığı, Rönesans ile aydınlanma çağının Avrupa insanının kafasını aydınlatıp bilimsel pozitif düşünceyi geliştirdiği bir çağda Osmanlı devleti ancak böyle bir kumarla kazanıp kaybedebilirdi. Viyana kuşatması Osmanlı tarihinin dönüm noktası olmuştur. Kara Mustafa Paşa, emperyalist bir fatih olarak dünyaya ün salma sevdası peşinde olan muhteris bir sadrazamdı. Bağnaz bir Hıristiyan düşmanı idi ve Roma'nın St. Peter meydanında atla dolaşacağını, Viyana'yı aldıktan sonra Ren'e ilerleyip Fransa'nın Güneş Kralı 14. Louis ile savaşacağını söylüyordu. Ama askeri yetenekleri çok sınırlı bir komutandı. 1683'te Edirne'de büyük bir ordu toplandı. Bu, eski Osmanlı geleneklerine uygun olarak din uğruna Hıristiyanlara karşı girişilen son büyük Osmanlı seferi olmuştu. Sultan Belgrad'ta kaldı ve ordu yönetimini Sadrazama bıraktı. Viyana 13 Temmuz 1683'te kuşatıldı. Kent ablukaya alınıp dışarıdan yardım gelmesi engellenmeye çalışıldı. Bu arada Kara Mustafa Paşa da Kanuni gibi ağır toplarını getirememişti, ama surların altından kazılacak tünellerle (lağımlar) kenti ele geçirmeyi planlıyordu. Gerçekten de patlatılan tünellerle bir iki kez kente girmek mümkün oldu ama püskürtüldü. Bu sırada yardıma gelen Polonya birlikleri, sadrazamın tahkim etmeyi ihmal ettiği Kahlenberg tepesine karargah kurdular. Sadrazam bunları görmesine rağmen bir ordu birliği ayırmamıştı. Kaleden top atışı ve tepeden Polonya süvari birliklerinin saldırısı başlayınca Osmanlı ordusu iki ateş arasında kaldı ve çok kısa bir sürede bozguna uğrayarak dağıldı. Kanuni 150 yıl önce ağır topları olmadığı için Viyana'yı alamamıştı ama orduyu bozguna uğratmadan çekilmeyi bilmişti. Şimdi ise Kara Mustafa Paşa meydan savaşı vermiş, yenilmiş ve orduyu darmadağın etmişti. Bundan sonraki süre?