Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract PDF

Document Details

PoisedVigor

Uploaded by PoisedVigor

Tags

islamic teachings compassion leadership religious texts

Summary

This document is an extract from "Irsad Ekseni", a work focusing on Islamic teachings, compassion, and leadership. The extract emphasizes the importance of compassion in communication and persuasion, arguing that a leader's compassion is vital for effective communication and transformation.

Full Transcript

Üçüncü Bölüm d TEBLİĞ İNSANININ RUH PORTRESİ Bu bölümde, ikinci bölümden biraz farklı olarak tebliğ insanının ruh portresi adına bazı hususları belirterek misallendirmek istiyoruz ki, ayrı bir zaviyeden irşad erlerinin yolları bir kere daha aydınlatılmış olsun. Belli başlıklarla vereceğimiz bu b...

Üçüncü Bölüm d TEBLİĞ İNSANININ RUH PORTRESİ Bu bölümde, ikinci bölümden biraz farklı olarak tebliğ insanının ruh portresi adına bazı hususları belirterek misallendirmek istiyoruz ki, ayrı bir zaviyeden irşad erlerinin yolları bir kere daha aydınlatılmış olsun. Belli başlıklarla vereceğimiz bu bölüm, mürşidin ruh portresiyle alâkalı olduğu için biraz da enfüsî sayılabilir. 1. ŞEFKAT Tebliğ insanı, her şeyden evvel bir şefkat kahramanı olmalıdır. O, kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yanlış yola tevessül etmemelidir. Zaten Allah’a imanın kalbte oturaklaşması da böyle bir yolla asla mümkün değildir. İrşadda şefkat, kalb ve gönülleri eritir; muhatabın gönlünü Allah ve Resûlü’nü kabule hazır hâle getirir. Tebliğ adamı, muhatabını ikna ederek inandırır, ilmiyle yoğurur ve faziletleriyle kendine cezbeder. Tebliğ insanını gören ve onunla tanışan herkesin, onu faziletlerle donatılmış bir âbide şahsiyet olarak görüp kabullenişleri, onun söylediklerinin kabulünde tesiri, inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Korkutulan kitleler, meseleleri despot bir hava içinde sergileyenlerin şahsında, onların tebliğ etmek istedikleri hakikatlerden de ürkerler. Tebliğ edilen hakikatler, ne kadar sıcak ve ne kadar can alıcı da olsa, anlatanlardaki soğukluk dinleyenler üzerinde olumsuz tesir icra edecektir. Böyle bir davranış ise fayda değil, sadece zarar getirir. Hiç kimsenin de insanları kendi hatalarından dolayı İslâm’dan soğutmaya ve ürkütmeye hakkı yoktur. Şefkat, her güzel haslette olduğu gibi, yine Allah Resûlü’nde zirveleşmiştir. O, büyük davasını şefkat gibi önemli esaslar üzerine oturtmuş ve tebliğini hep şefkatin ılık atmosferi 208 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni altında yapmıştır. Zaten: ‫כ ِ ْ ُ ا ْ َ ا ِ ِ ِ َ َ ِ ِه‬ ‫“ ِإ א أَ א‬Ben size bir ْ159ُ َ َ َ َّ babanın evlâtlarına olduğu gibiyim.” diyen birinin başka türlü olması da düşünülemez. Evet, nasıl olmaz ki! O, daha doğar doğmaz “Ümmetim!”160 demişti. Bu, son derece şefkatli bir babanın “Evlâdım!” diyerek gönül meyvesini ve ciğerpâresini bağrına basması gibi bir şeydir. Yakub’un bir tek Yusuf’u vardı. Oysaki ümmetinin her ferdi O’nun için bir Yusuf’tu... Evet, O, bir babanın evlâdına olan şefkatiyle bütün ümmetinin her ferdine teker teker bağrını açıyor; ümmetinin her ferdi de O’nu kendi ana-babasından ve hatta kendi öz varlığından daha çok seviyordu. Öyleyse, şefkatten doğan muhabbet ve hürmetle mukabele gören bir davranış, tebliğ adamının ayrılmaz bir vasfı, bir hususiyet ve özelliği olmalıdır. Çünkü şefkatin olmadığı yerde, sevgiden de, hürmetten de söz edilemez. Evet, insanları zor kullanarak belli şeylere itaat ettirmeniz mümkündür. Ancak, onlara tebliğ ettiğiniz hakikatleri zor kullanarak sevdirmeniz mümkün değildir. Hâlbuki şefkatin açamadığı hiçbir kilitli kapı yoktur. Şefkatle erimeyen buz, başka hiçbir şeyle eritilemez. O hâlde, insanları birbirine karşı sıcak bir sevgi ile bağlamak istiyorsanız, evvelâ bu gayenin tahakkuku için sizin onlara şefkatle eğilmeniz gerekmektedir. Evet, insanların hata ve kusurlarını affetmeden ve onlara göstereceğiniz doğruyu şefkatle göstermeden hiçbir ferdî ve içtimaî meseleyi nihaî ölçüde çözemezsiniz. Onun içindir ki Efendimiz, ümmetinin hataları karşısında kendi durumunu bize şu temsil ve benzetme ile anlatmaktadır: ِ ‫اب‬ ُّ ‫אرا َ َ َ َ ا َّ َو‬ ً َ َ َ َْ ‫ِ ُכ َوأَ ْ ُ َ َ َّ ُ َن ِ َ א‬ ْ ْ 159 160 ِ ْ ‫َכ َ َ ِ َر ُ ٍ ا‬ ِ َ ُ ِ ٌ ‫َ א َ َ َא ٰا‬ ِ ُ‫ِإ َّ א َ ِ و َ ُ أ‬ َ َ َ َ َّ ِ َ ‫اش‬ َ ْ َ ُ َ َ ْ ‫َوا‬ Ebû Dâvûd, tahâret 4; Nesâî, tahâret 36; İbn Mâce, tahâret 16. Bkz.: es-Suyûtî, el-Hasâisu’l-kübrâ 1/80, 85, 91. Şefkat ______________________________________________________________________________________________________ 209 “Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen cırcırlarla pervaneler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Hâlbuki siz elimden kaçıyorsunuz.”161 İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle bizim önümüze tebliğ ve irşad adına büyük bir şehrâh açıyor ve bu yoldan gidilirse tebliğin büyük kitlelere mâl olabileceğini; aksi görüşler, düşünceler ve yol vurup gitmelerin ise meseleyi sığlaştıracağı, yozlaştıracağı ve en tehlikelisi de bazı insanları gayyaya götürebileceği hakikatini hatırlatıyor. Evet, eğer sizler, günümüz insanının kalbine şefkatle eğilebilseniz, hemen herkesi, dilgir ve üzüntülü bir kalb gibi dinlemiş olacaksınız. Zira hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Evet, vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmişlerin dışında hiçbir insan, yaşadığı bu çirkef hayatın içinde rızasıyla ve isteyerek duruyor değildir. Ancak, sürçmüş düşmüştür ve çıkmak için de yol bulamamaktadır. Sizin şefkat eliniz, işte ona, aradığı bir çıkış yolunu gösterecektir. Kendisine bu şekilde şefkatle yaklaşılan ve anlatılacak meseleler kendisine yine şefkatle ve ölçülü olarak anlatılan bir insan, sizin söylediklerinizi o anda kabullenmese bile, hem size hem de anlattığınız meselelere hep yumuşak bakacaktır. Hiç beklenmedik bir zamanda, hiç ümit edilmeyen insanların hidayete açılmaları, bu güne kadar yüzlerce, binlerce misali ile görülen bir realitedir. Zaten o insanlar, sizin vesileliğinizle hidayete erdiğinden, bütün bir ömür boyu size şükran hisleriyle dolup taşacak ve tabiî, onun yaptığı bütün salih amellerin bir misli de sizin hasene defterinize kaydolacaktır. Bir misal ile konuyu biraz daha açalım; bir yangın düşünün ki, o yangında hiç sevmediğiniz bir insan bütün çoluk 161 Buhârî, enbiyâ 40, rikak 26; Müslim, fezâil 17-19. 210 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni çocuğuyla beraber yanıyor. Veya bir gemi batmış da sizin hiç tanımadığınız insanlar denizin üzerine yayılmış ve kurtarıcı bir el bekliyorlar.. nasıl ki siz böyle bir manzara karşısında, hiç sevmediğiniz o insanı veya aile fertlerini ya da hiç tanımadığınız denize dökülmüş o insanları hemen kurtarmak için faaliyete geçer, hatta bu uğurda hayatınızı tehlikeye atarsınız. O anda sizi bu işten vazgeçirmek isteyen olsa bile, onun sözlerini de dinlemezsiniz. Zira vicdanınızın sesi, o anda her sesten daha müessirdir. Hâlbuki söz konusu ettiğimiz insanları yangından veya boğulmaktan kurtarmış olmanız, onların sadece elli-altmış senelik hayatlarıyla alâkalı bir husustur. Pekâlâ ya ebedî hayatları itibarıyla kurtulması söz konusu olan insanlar karşısında tavrımız nasıl olmalıdır? İşte, bütün mesele bu espriyi kavrayabilmektir. Evet, o durumdaki insanlara değil kızıp öfkelenmek; onların yaptıklarına karşı sitem bile etmemek, bence vicdan sahibi herkes için bir vecibedir. Evet, bütün insanlık maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî felaketler içinde sürüklenip giderken, günümüzün mürşit ve mübelliğleri meseleye bu zaviyeden bakmalı ve müdahale edecekleri hâdiselere de ona göre müdahale etmelidir. Dövmek, hiddet, şiddet mürşide yakışmaz. Yalan ve politik çıkarlar ondan fersah fersah uzaktır. Mürşit, bir sevgi, şefkat ve muhabbet fedaisi olarak vardır. İrşada muhtaç gönüllerin beklediği de budur. Ve bu konuda, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizim rehberimiz ve rehnümânımızdır. Bakın O’na.. O, insanlara bir kere “Lâ ilâhe illallah” dedirtebilmek için nelere katlandı ve nelere göğüs gerdi! Hâlbuki O’nu taşlayan, vücudunu kan revan içinde bırakan, namaz kılarken boğazını sıkan veya başına işkembe koyan, geçeceği yollara dikenler serpen insanların, O hep hidayetlerini istiyor ve düşmanlarının bile Cennet’e gitmelerini arzu ediyordu. Yoksa kendi adına onlardan beklediği hiçbir menfaati yoktu. Evet, O, Taif’te taşlanmış, yüzü gözü kan içinde bir bağa girip saklanmıştı. Yanında Zeyd (radıyallâhu anh) vardı. Melek imdadına Şefkat ______________________________________________________________________________________________________ 211 koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsi kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat âbidesi insan ellerini kaldırarak: ‫أَ ْر ُ أَ ْن ُ ْ ِ َج ا ّٰ ُ ِ ْ أَ ْ َ ِ ِ َ ْ َ ْ ُ ا ّٰ َ َو ْ َ ُه َ ُ ْ ِ ُك ِ ِ َ ًئא‬ ُ ْ ْ “Allah’ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah’a ibadet edip O’na şirk koşmayan birilerini göndereceğini ümit ediyorum.”162 demiş ve onlara herhangi bir belânın gelmesini istememişti. Yine harp meydanında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak âdeta dua ile ilâhî gadabın önüne geçmeye çalışmıştı. Evet, O: ‫اَ ّٰ ُ ا ْ ِ ِ َ ْ ِ َ ِ َّ ُ َ َ ْ َ ُ َن‬ ْ َّ ْ “Allahım, kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar.”163 niyazıyla kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belâyı önlemişti ki, bu ifadelerin her bir kelimesinde nasıl bir şefkat ırmağı çağladığı açıktır. Burada yeri gelmişken, değişik vesilelerle defaatle naklettiğim bir vak’ayı mevzu ile münasebeti açısından burada bir kere daha şerhetmek istiyorum. Yeni hidayete ermiş bir genç, kendisini nurdan bir hâle içinde bulunca, gece-gündüz o nur soluklu insanların meclisine devam eder. Ancak bir defasında, sohbette şiddet ve anarşiye başvuranların akıl almaz tecavüzleri dile getirildiğinde heyecan dolu bir genç: “Bunların hepsini kesmek lâzım!” der. Bu sözü duyan yeni hidayete ermiş genç birden sararır solar ve çığlık dolu bir tonla bu heyecanlı arkadaşına şöyle der: “Arkadaş, öyle söyleme. Eğer daha birkaç gün önce böyle karar alıp uygulamış olsaydınız, ben bugün sizin aranızda 162 163 Buhârî, bed’ü’l-halk 7; Müslim, cihâd 111. Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihâd 104-105. 212 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bulunamayacak ve ebedî Cehennem’i hak etmiş bir zavallı olacaktım. Ama görüyorsunuz ki bugün ben de sizlerden biriyim. O anarşi ve terör ortamına düşmüş insanlar da benim gördüğüm tatlı muameleye muhtaçtır. Aksi hâlde sadece onların ahiretlerini yıkmış oluruz. Bu da ne bize ne de onlara hiçbir şey kazandırmaz…” Özetleyerek arz etmeye çalıştığım bu sözler, inançsızlık içinde kıvranan bütün bir gençlik adına söylenmiş gibidir. Ve ben de o genç gibi avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum ki, küfür içinde çırpınan zavallı gençlik, sizin şefkatinize muhtaçtır. Kaba hareketlerle bir şey elde etmek mümkün değildir. Biz hislerimizle değil, akıl ve mantığımızla hareket etmek zorundayız. Esas olan, “karşımızda” dediğiniz insanları ikna edip gönül dünyasına yönlendirmektir. Ve bence bir mürşid için, ilzam etmek dahi, zaruret olmadıkça başvurulacak bir metot olmamalıdır. Evet, bir nesil mahvedildi.. mescide giden yolların üzerine hevesat barikatı kuruldu. Cismaniyet onun mihrabı hâline getirildi.. ve ona din, iman ve Kur’ân adına hiçbir şey öğretilmedi. Şimdi bu nesil bir girdap içinde çırpınıp duruyor. Bu, gayet normal ve beklenen bir netice... Kızılacak ve öfkelenilecek olan bu zavallı nesil ve bu zavallı gençlik değildir. Esas, inananların lânetini hak edenler, onları bu maceraya sürükleyenlerdir. Bir kusur varsa bu onlarındır. Gençlik tamamen suçsuzdur demiyorum; ancak onun suçluluğunu hiddetle yüzüne savurmanın, onu kurtarmak adına hiçbir faydası yoktur. Ümidimiz bütün bir neslin bu girdaptan en kısa zamanda kurtarılmasıdır. Zaten bu bizim varlık gayemiz ve idealimizdir. Bunun ötesinde hiçbir düşünce ve mülâhazamız da yoktur. 2. FEDAKÂRLIK Başlı başına ele alınıp tahlil edilmesi gerekli olan böyle bir konuda sırf sizlere bir fikir vermesi mülâhazasıyla bir-iki buuduna dikkatlerinizi istirham edip geçmek istiyorum. Evet, fedakârlık da tebliğ adamının en mühim hususiyetlerinden birisidir. Baştan fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dava insanı olamazlar. Dava insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, hatta evlâd ü iyâl, makam, mansıp, şöhret… vs. gibi çoklarının dilbeste olduğu, gaye-i hayal bildiği şeyleri, bir çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dava, neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir. İşte Allah Resûlü de Mekke’de davasının temellerini atarken başta kendisi ve sonra da yakın çevresinden başlayarak, davasına gönül veren bütün insanlara bu fedakârlık ruhunu aşılamış, anlatmış ve yaşayarak da göstermiştir. Meselâ, Hz. Hatice (radıyallâhu anhâ), Nebiler Serveri’nin ilk eşi, dünya ve ahiretin sultanı Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha isteme sıkıntısını bile yaşatmadan, varını-yoğunu inandığı o kudsî dava uğruna harcamıştır. Mekke müşriklerine İslâm’ı anlatmaya yönelik verilen ziyafetlerin tüm masraflarını o karşılamıştır.. ve İslâm öncesi Mekke’nin en zenginlerinden 214 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni biri olan bu şanlı kadın, vefat ettiğinde her hâlde kefen bezi alacak kadar bile olsa imkânı kalmamıştı. Her dava insanı, mâlik olduğu maddî imkânları sarfetmesinin yanında, doğup büyüdüğü çevreyi yine sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi duyup yaşayabilmesi için icabında terk etmesi de, yani onun hicreti de fedakârlığın ayrı bir buududur. Bakın, başta Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallâhu anhüm) olmak üzere zenginfakir, genç-yaşlı, kadın-erkek.. hemen hepsi hicret etmişlerdir. Ve hicret edip ata yurtlarını, ana yurtlarını terk ederken, bütün mal varlıklarını da, Mekke’nin zalim ve cebbar insanlarına bırakmışlar ve ancak yol azığı olabilecek miktarda çok az bir şeyi beraberlerinde götürebilmişlerdir. Evet, muhacirler inandığı, gönül verdiği davalarını tebliğ ve temsil etme için böylesi fedakârlığa katlanırken, Medine’de onlara kucak açan, onları bağırlarına basan ensar da fedakârlığın ayrı bir derinliğiyle onlara karşılık vermiştir. Evet, ensar aynı dine inandıkları Mekkeli kardeşlerini, fakir olmalarına, çiftçilikle geçinmelerine rağmen bağırlarına basmış ve onlara fevkalâde civanmertçe davranmışlardır.164 Günümüzün irşad ve tebliğ erleri de, hemen her sahada hep bir zirve toplumu sayılan ashab-ı kiram tarafından temsil edilmiş bu fedakârlık anlayışını hayatlarına tatbikle aynı performansı göstermek zorundadırlar. Aksi hâlde başta da ifade ettiğimiz gibi, bu kişilerin tebliğ çalışmalarında başarılı olmaları düşünülemez. 164 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3, nikâh 7, büyû’ 1; Tirmizî, birr 22. 3. DUA Tebliğ insanının dua yanı da diğer vasıflarından geri değildir. O, sözlerinin nâfiz ve tesirli olmasını ancak Cenâb-ı Hak’tan bekler. Mülk sahibi O’dur. Kalbler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”165 ilâhî fermanı, onun ruhunda hep bir kıblenüma gibi onu yakarış mihrabına çevirir. Evet, en beliğ ve büyüleyici ifadelerin dahi tesir etmediği nice insanlar vardır ki; onlar, yürekten ve candan yapılan dualarla hidayete ermişlerdir. Dua mü’minin silahı olduğu gibi, tebliğ adamının da ilk ve son sığınağıdır. O, evvelâ duaya dehalet eder, sonra da söyleyeceklerini söyler. Böyle yapması, hiçbir zaman onun akıl ve mantık zemininden ayrılması anlamına gelmez. Aksine her ikisinin de yerini çok daha iyi anlama ve kavrama mânâsına gelir. İşte duanın ne müthiş bir iksir olduğunu gösteren bir iki misal: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların hidayeti için her meşru yolu denemiştir. Ama duayı da hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Meselâ O, Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) hidayeti için daima dua edip durmuş ve nihayet bir gün, hem de hiç ümit edilmeyen bir zamanda Allah, Hz. 165 Furkan sûresi, 25/77. 216 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Ömer’e hidayet nasip etmiştir. Buna, Allah Resûlü’nün duasının bereketi denebilir.166 Yine bir gün Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne gelerek annesi için dua talep etmiştir. Çünkü o güne kadar kadının gönlüne bir türlü İslâm yol bulup girememiştir. Ebû Hüreyre’nin talebi üzerine Allah Resûlü ellerini açar ve: “Allahım, Ebû Hüreyre’nin annesine hidayet et!” diye dua eder. Ebû Hüreyre sevinerek mescitten çıkar ve koşarak eve gelir.. tam kapıyı açacağı sırada içeriden annesinin sesini duyar ki, kadın Ebû Hüreyre’ye, “Olduğun yerde kal içeriye girme!” der. Ebû Hüreyre kapının önünde beklerken kulağına bir su sesi gelir. O, ihtimal annem yıkanıyor diye düşünür. Biraz sonra da bu yaşlı kadın kapıyı açar ve dışarıya çıkar, kelime-i şehadet getirir. Evet, Ebû Hüreyre yanlış duymuyordu. Annesi kelime-i şehadet getiriyor ve Müslüman olduğunu müjdeliyordu. O güne kadar hidayete ermesi için onca uğraşılan bu kadına da Allah Resûlü’nün duası yetivermiştir.167 166 167 Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/242, 267, 269; el-Bezzâr, el-Müsned 6/57 Müslim, fezâilü’s-sahâbe 158; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/319. 4. MANTIK VE REALİTE Tebliğ adamı, aynı zamanda bir mantık ve realite adamıdır. Hem hâdiseleri değerlendirirken, hem de muhatabına bir şeyler anlatırken o daima karşısındakinin seviyesine göre meseleleri anlatıp onu öyle ikna etmeye çalışmalıdır. Tebliğ insanı mantıkîliği ölçüsünde toplum içinde yadırganmaz ve söyledikleri de o ölçüde kabul görür. Bunları söylerken, onun kuru bir mantık insanı olmasını teşvik ediyoruz sanılmasın; ancak yukarıda anlattığımız hususiyetleriyle beraber tebliğ insanı mutlaka mantıklı olmalıdır. İşte Allah Resûlü’nden çarpıcı bir örnek: Cüleybib (radıyallâhu anh) kadınlara karşı zaafı olan bir gençti. Onun bu durumu diğer sahabileri üzüyor, fakat bir türlü Cüleybib’e söz anlatamıyorlardı. Bir gün bu durumu Allah Resûlü’ne bildirdiler. Efendimiz, onu huzuruna çağırdı. Biraz sonra da ikisi arasında şöyle bir konuşma cereyan etti. Allah Resûlü sordu, Cüleybib de cevap verdi. – Cüleybib! Duydum ki kadınlara sarkıntılık yapıyormuşsun. Şimdi bana söyle aynı şeyin senin annene yapılmasını ister misin? – Hayır, yâ Resûlallah istemem! – Unutma senin sarkıntılık yaptığın da birisinin annesidir! Aynı şeyin senin kız kardeşine yapılmasını ister misin? 218 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni – Hayır, ey Allah’ın Resûlü! – Unutma, senin sarkıntılık yaptığın da birisinin kız kardeşidir!.. Ve Allah Resûlü, Cüleybib’e daha birçok yakınını sayar. Halana, teyzene böyle şeyler yapılmasını ister misin, der. O da hepsine: “Hayır!” cevabını verir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de yine sözünü tekrar eder: – Senin sarkıntılık yaptığın da birinin halasıdır, teyzesidir… Cüleybib, mantıken iyice doymuş ve ikna olmuştur. Sonra da Allah Resûlü ellerini kaldırır ve Cüleybib için dua eder. Sahabi kasem ederek der ki: “Cüleybib o andan itibaren Medine’nin en iffetli gençlerinden biri olmuştu.”168 O, kısa bir müddet sonra iştirak ettiği bir muharebede şehit olur. Harp meydanında herkes bir yakınını ararken, Allah Resûlü’nün de birini aradığı gözlenir. Yanındakilere: “Hiç kaybınız var mı?” diye sorar. “Hayır, yâ Resûlallah!” cevabını alınca da, gözyaşlarını tutamadı ve ağlayarak, “Ama benim kaybım var!” der; der ve eliyle Cüleybib’i gösterir. Cüleybib, yedi kişinin arasında yatıyordu. Allah Resûlü oradakilere hitaben: “Evvelâ o yedi kişiyi öldürdü, sonra da onu öldürdüler.” buyurur. Ve ardından Cüleybib’in kıyamete kadar gelecek bütün nesline yetecek bir müjde verir: “Cüleybib bendendir. Ben de Cüleybib’tenim.”169 Mantık ile dua, Cüleybib’i öyle kanatlandırmıştı ki, o bu iki kanatla artık öbür âlemin bir üveykidir. 168 169 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/256; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/162, 183. Müslim, fezâilü’s-sahâbe 131; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/420, 421, 425. 5. MÜSAMAHA Tebliğ adamı müsamahalıdır. Müsamaha, aslında bir ufuk genişliğidir; ve asla davadan taviz verme anlamına da gelmez. Bir misal ile bunu biraz daha açacak olursak; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke fethinde, kendisini daha önce Mekke’den çıkaran ve bütün Müslümanlara her türlü işkenceyi reva gören insanlara karşı söylediği söz, müsamahanın en göz kamaştırıcı örneklerindendir. Efendimiz, o gün Mekkelilerin kendisinden ne beklediklerini sorar. Onlar da: “Sen Kerimoğlu Kerimsin. Beklediğimiz sadece keremdir.” derler. Ve kerem ile mukabele görürler.170 ‫“ َ َ ْ ِ َ َ َ ُכ ا ْ ْ َم‬Gidin, bugün kınama yoktur!”171 ifadesi َ ُ ْ Kur’ân’da, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) kardeşlerine söylediği söz olarak nakledilmektedir. Hâlbuki Allah Resûlü bu müsamahayı hiç akrabası olmayanlara göstermiştir. Evet, O’nun keremi Yusuf’tan çok artıktır. 170 171 Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118. Yûsuf sûresi, 12/92. 6. HASSASİYET Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah’ın emirlerini çiğneyip O’na baş kaldırması, tebliğ insanını ta can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben: ‫כ ُ ا‬ ُ َ َّ َ‫َ َ َّ َכ َא ِ ٌ َ ْ َ َכ أ‬ ِِ َ ْ ُ “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!”172 derken, Allah Resûlü’nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir. İrtidat, dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesatı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir 172 Şuarâ sûresi, 26/3. Hassasiyet _______________________________________________________________________________________________ 221 ur ve çıbanbaşı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.173 Ne var ki, hiçbir mü’min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm’ın mürüvvet anlayışı buna mânidir. Belki hâdiseyi duyan her mü’min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir. İşte Halid b. Velid’in (radıyallâhu anh) başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü’nün hâlet-i ruhiyesi: Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü’ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak: ٌ ِ ‫اَ ّٰ ُ َّ ِإ ِّ أَ ْ َ أُ ِإ َ ْ َכ ِ َّ א َ َ َ َ א‬ “Allahım, Halid’in yaptığından Sana sığınırım.” diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticada bulunur.174 Allah Resûlü’nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde mâkes bulmuştur. Meselâ Yemame’den dönen birisine, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) ciddî bir şeyin olup olmadığını sorar. Gelen zat, ciddî ve önemli bir şeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer heyecanla yerinden doğrulur ve “Ona ne yaptınız?” diye sorar. Adam, “Öldürdük.” deyince, Hz. Ömer aynen Allah Resûlü gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, “Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?” der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: “Allahım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım.”175 173 174 175 Bkz.: el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’ 7/134; eş-Şâfiî, el-Ümm 1/257. Buhârî, meğâzî 58, ahkâm 3; Nesâî, âdâbü’l-kudât 17. Muvatta, akdiye 58; eş-Şâfiî, el-Müsned 1/321; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 2/266. 7. İÇ DERİNLİĞİ Tebliğ adamı, aynı zamanda iç derinliğine sahip bir gönül eridir. Zira mürşidin sözleri, ancak kendi iç derinliği nispetinde mâkes bulur. O, Allah’a yaklaştıkça, Cenâb-ı Hak da onu kendine yakın kılar ve bir yerde onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve bütün hareketlerinin temel kaynağı olur.176 Yani artık, o mürşidin her hareketi, Allah’ın teyidi altında cereyan etmeye başlar; o, bildiğiyle amel ettikçe, Allah (celle celâluhu) da ona bilmediğini öğretir.. ve onu hep doğruya ulaştırır. Hatta böyle biri en girift ve en mudil meseleleri dahi çok rahatlıkla çözebilir. Devamlı böyle olunca da cemiyet içinde temayüz eder ve sırat-ı müstakîmin bir temsilcisi hâline gelir. Seviyesi böyle olan birisine, sürekli Cenâb-ı Hak’tan, akdes ve mukaddes feyizler akıp gelmeye başlar. O, bu feyizlerle hâsıl olan manyetik alanda bütün cazibe ve çekiciliği ile irşadlarını sürdürdükçe, onun çevresi binlerin, yüz binlerin koştuğu bir ilâhî gölgelik hâlini alır. İşte büyük mürşitlerdeki o müthiş cazibe, onlardaki bu iç derinlikten kaynaklanmaktadır. 176 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

Use Quizgecko on...
Browser
Browser