Eczacılık Tarihi 2024-25 PDF
Document Details
Uploaded by Deleted User
2024
Narîn S.
Tags
Summary
This document discusses the history of pharmacy. It includes information about the use of plants and other substances in ancient medicine. The role of religion and belief systems in relation to treatment and diagnosis is also covered. The document appears to reference lectures or coursework material related to pharmacy history.
Full Transcript
ECZACILIK TARİHİ NARİN SADIKOĞLU GİRİŞ Bir Fransız Filozofu olan Auguste Comte (1798- 1857) “Bir ilim, ancak tarihi bilindiği zaman iyi bir şekilde anlaşılabilir” demiştir. “İyi bir eczacı olmak için evvela iyi b...
ECZACILIK TARİHİ NARİN SADIKOĞLU GİRİŞ Bir Fransız Filozofu olan Auguste Comte (1798- 1857) “Bir ilim, ancak tarihi bilindiği zaman iyi bir şekilde anlaşılabilir” demiştir. “İyi bir eczacı olmak için evvela iyi bir insan olmak lazımdır” fikri yeterli değildir. Eczacılık bilimini tam manasıyla kavrayabilmek için eczacılık tarihini de bilmek şarttır. Eczacılık Tarihi ile ilgili ders, 1945 yılında “Tıp ve Eczacılık Tarihi ve Deontoloji” ilk yıllar Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver (1898-1986) tarafından verilmiştir. Türk eczacılık tarihi konusunda araştırmalar ve yayınlar 1947 yılından itibaren başlamış meslek tarihimizin başlangıcı ve gelişimi kısmen aydınlatılmıştır. «Bir meslek adamı kendi mesleki tarihini bilmelidir. Eğer bilmezse kendi tarihiyle meşgul olmalıdır. Eğer kendi mesleki tarihiyle meşgul olmazsa, o mesleğin Doç. Naşid 1968; Eczacılık Tarihi kitabı adamı değildir.» BAYLAV (1903-1982) daha sonra; 1970; Eczacılık Prof.Dr. Bedii Tarihi Dersleri ŞEHSUVAROĞLU kitabı (1914-1977) Eczacılık tarihi ile ilgili bazı yayınlar Osmanlı dönemi eczacılığı ile ilgili yabancı araştırıcılar tarafından yapılmış incelemelere rastlanmamaktadır. Yerli araştırmacıların da çalışmaları yabancı dilde yayınlanmış ve uluslar arası toplantılarda tanıtılmış olmasına karşılık, yabancı araştırıcılar arasında ilgi görmemiş ve haklarında görüş belirtilmemiştir. Uluslararası bir düzeyde olan bu ilgisizliğin başlıca nedeni, Osmanlı dönemi eczacılığının eczacılık bilimi ve tekniğine herhangi bir katkı getirmemiş ve Avrupa eczacılığının Osmanlı ülkesinde yapılan bir uygulaması düzeyinde kalmış olmasıdır. Eczacılığın Kökenleri Eczacılık tarihinin insanoğlunun yeryüzünde ilk yaradılışı ile başladığı söylenebilir. Çünkü insanoğlu doğumundan ölümüne kadar çeşitli hastalıklara maruz kalmıştır. Bu hastalıkların sebeplerini ve manasını bilmeden çaresini araştırmış dolayısı ile kendi kendinin hekimi, eczacısı olmuştur. Hastalıklar ve hastalık etkenleri insandan önce dünyada bulunuyordu Hastalık sebebi: kötü ruhlar, tabiat olayları, Tanrıların insanları cezalandırması İlk iyileştiriciler: Büyücüler, şamanlar Tedavi: Dualar ve ilaçlar ile İlk ilaçlar: Bitkiler İlkel insan hastalıkların nedenlerinin doğa üstü güçler olduğuna inanmıştır. İlk çağlardaki tedavi yöntemleri de düşünülen hastalık nedenlerine uygun olarak gelişmiştir. Bu nedenle tedavi yöntemlerini de uzun süre ilkel bir durumda sürdürmüşlerdir. Bu yöntemler arasında dinsel tedavi (dualar ile), mistik tedavi (sihir ve muska ile), droglarla tedavi çok yaygındır. İlk ilaçlar bitkiler veya bitkisel kökenli maddeler (çam sakızı, kitre, kudret helvası vs.) idi. Bitkisel drogların kullanılışı, başlangıçta daima büyü ile birlikte olmuştur. Çünkü ilk insanlar hastalığın sebebinin kötü ruhlar, tabiat olayları ve tanrıların insanları cezalandırma isteği gibi insanüstü kuvvetler oluğuna inanmışlardır. Sağlıklı kalabilmek için öncelikle kötü ruhlardan korunma gerektiğine inanılırdı. Vücuda yapılan dövmeler, taşınan muskalar ve evlerde bulundurulan hayvan figürleri bu inanışa dayanmaktadır. Bu şekilde insan kendisini hastalıklar, nazar, kötü ruhlar ve cinlerden koruduğuna inanmaktaydı. 60 bin yıl önce 1950’lerde Kuzey Irak’ta Shanidar Mağarasında yapılan kazılarda Kolombiya Üniversitesinden Ralph Solecki tarafından bir neandertal mezarı bulunmuştur. Bu mezarda bulunan fosilleşmiş polenler Paris İnsan Müzesinden Arlette Leroi- Gourhan tarafından incelenerek tayin edilmiştir: Bugün hala o bölgede yetişen tıbbi bitkilere aittir. Paleolitik çağ insanı madeni tanımamış, tüm aletlerini taştan, ağaçtan ve kemikten yapmıştır. Müzelerde sergilenen, çakmaktaşından yapılmış delici ve kesiciler; ilk insanın beslenmek, ilaç ya da boya malzemeleri yapmak amacıyla bitkileri kesme, doğrama ve ezme işlemi için kullandığı bilinmektedir. Neolitik çağda cerrahi amaçla kullanıldığı belirtilen kemik objeler, özellikle sıvı ilaçların hazırlanmasında veya kullanılmasında, damlalık veya pipet olarak kullanılmış olabilir. Volkanik cam olarak da adlandırılan obsidyenler sert yapısından dolayı kesme, delme işlemlerinde kullanılmış. Bunlar da ilaç hazırlamada kullanılan bitkilerin kesilmesi, ezilmesi gibi amaçlarla kullanılmış olabilir. Spatüllerin yoğunluğu fazla olan sıvılar veya katı maddelerin ezilmesi veya formülasyonlara katımı sırasında kullanıldığı sanılmaktadır. Bu spatüllerin kozmetikte de kullanıldığı düşünülmektedir. Antik tıp literatürlerinde kaşık sonda olarak da adlandırılanlar ve diğer kaşıklar, ölçek olarak veya doz tayininde kullanılmış olabilirler. Neolitik devrin evlerde görülen en belirgin özelliği, Anadolu’da çok eskilerden beri savaş ve fırtına tanrısının kutsal hayvanı olarak bilinen boğanın ve diğer hayvanların figürlerinin evlerde bulundurulması, duvarlarına bağlanması, evlerin kutsal yerler olduğunu, bir tür mabetleri temsil ettiğini göstermektedir. Bu figürlerin hastalıklardan korunmanın bir yolu olarak kullanıldığı düşünülebilir. Kum taşından yapılmış akıtaçlı kaplar küçük dozlu ilaç hazırlanması amacıyla kullanılmış olabilir. Seramikten yapılmış kaşıkların, kutusundan ilaç almada, doz tayininde kullanıldığı sanılmaktadır. Kalkolitik çağa ait uzun ayaklı seramik kapların ilaç yapımında, karıştırma, kaynatma amacıyla kullanıldığı düşünülmektedir. Havan ve havaneller ilaç ve yemek yapımında kullanılmıştır. Eski Tunç çağına ait çok amaçlı kullanılabilen tunçtan yapılmış kaplar dışında eczacılıkta saflaştırma amacıyla kullanılan küçük porselen kaplara (kröze) benzer kaplar da ilaç hazırlanmasında kullanılmış olabilir. Asurlulara ait seramikten yapılmış küçük kadehler, göz banyosu yapmak amacı ile kullanılmış olabilir. Hematitten yapılmış ve değişik gramajlara sahip oval formlarda Hitit dönemi ağırlık ölçü birimlerinin ilaç hazırlanmasında kullanılabileceği düşünülmektedir. Frig dönemine ait insan ve hayvan başları ile süslü bakır kapların Urartu’dan ithal edilmiş ve ilaç hazırlamada kullanılmış olabileceği düşünülmektedir. Birbirine alttan bağlantısı olan, iki ağızlı, ağızların biri seramikle kaplı ancak süzgeç gibi delikleri olan ve biri diğerinden daha alçak seviyedeki kaplarda, bitkileri dekante ederek; süzüp ayırarak etken madde elde ediminin sağlandığı düşünülebilir. Eskiçağda Eczacılık Anadolu’da tedavi amacıyla kullanılan bitkiler üzerindeki halk bilgilerinin kökenini anlayabilmek için yararlı ve tıbbi bitkilerle ilgili bilgiler, uygarlık dönemlerine göre açıklanabilir. Mezopotamya Uygarlığı Dönemi: Sümer, Akad ve Asur uygarlıklarını kapsar. MÖ 3000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Tabletlerin okunması sonucu, bu dönemde tedavinin Rahip Hekimler tarafından sihir ve ilaç yardımıyla yapılmakta olduğunu öğrenmiş 300.000 adet tablet bulunuyoruz. Pensilvanya Üniversitesi, British Museum, İstanbul Arkeoloji Müzesi Tabletlerde yazılı bitkisel drog isimlerinin hangi bitkilere karşılık olduğunu saptamak güç olmakla beraber Mezopotamya uygarlığı döneminde bilinen bitkisel drogların miktarı 250 civarındadır. Bu döneme ait tabletlerdeki reçetelerde Adamotu, Banotu, Çöpleme, Eğir kökü, Haşhaş, Hardal, Kekik, Kitre, Meşe mazısı, Nane, Nar kabuğu, Rezene, Safran, Terementi gibi bugün bile tababette kullanılan droglara sık sık rastlanmaktadır. 180 hayvan ve ürünleri (yılan, kaplumbağa, bal vs.), 120 maden (bakır, kükürt, tuz vs.) ilaç olarak kullanılırdı. Bitkiler gece ay ışığında ve ayın belirli günlerinde toplanırdı, çünkü tıbbi bitkileri ay tanrısı Sin’in yetiştirdiğine inanılırdı. İlaçlar hap, şurup, lapa, fitil, tütsü, merhem gibi çeşitli şekillerde hazırlanırdı. İlaç terkiplerinin hazırlanışı ve kullanılışı sır olarak saklandığından ölçüler verilmezdi. Babil tıbbı konusundaki bilgiler Asur kralı Assurbanipal’in arşivinde bulunan (M.Ö. 688–626) bazı belgelere dayanmaktadır. Süryanice yazılmış olan Asur belgelerinde; Asurlu hekimlerin, Sümer formüllerinden ve reçetelerinden yararlandıkları görülmektedir. Mezopotamya tıbbının özelliği Tıp, dini özellik taşımakta ve tıp öğretimi mabetlerde yapılmaktadır. Çoktanrılı din anlayışının tıbba egemen olması, hastalık nedeninin tanrı -tanrının cezası- olduğu fikrini doğurmuştur. Mezopotamya’da hastalık nedenleri Dini ve mistik nedenlere dayanan hastalık, insanın işlediği günaha karşı verilen bir çeşit cezadır. İnanışa göre; insan, yasak olan tabuyu bozarsa sağlık tanrıları o kişiyi gözlemekten vazgeçer. Mevsimler ile hastalıklar arasında ilişki kuran Mezopotamyalılar, kışın göğüs hastalıklarının, yazın mide-bağırsak rahatsızlıklarının arttığını gözlemişti. yıldızların belirli hareketleri ile hastalıkların ortaya çıkışı ve salgınlar arasında ilişki olduğunu ileri sürdüler. Mezopotamya’da hastalık tanısı Fal bakma, gaipten haber alma, iç organları inceleme, özellikle karaciğer falına bakma önemli teşhis yöntemleridir. Fal bakma yönteminde; en alışagelmişi suya, zeytinyağı dökmektir. Suya karışan yağın aldığı şekle göre yorum yapılmaktaydı. Gaipten haber alma; daha çok rüyada (uykuda) görülenlerin yorumu şeklindedir. Din adamı özelliği taşıyan hekim rüyaya yatarak, hastanın hastalığı hakkında gaipten bilgi alabilmektedir. İç organların incelenmesi; koyun, keçi gibi hayvanların mide, böbrek, kalp, akciğer, en önemlisi karaciğeri çıkartılarak incelenmekte ve hastanın hastalığı hakkında fikir öne sürülmektedir. Kötü ruhların neden olduğuna inanılan hastalığın seyrini, dolayısıyla hastanın kaderini öğrenmek için sabahın erken saatlerinde hasta adına tanrıya kurban edilen bir koyun, ya da keçi yavrusunun karnı yarılır ve rahip çıkarılan karaciğeri gözlerdi. Karaciğerin büyüklüğünü, rengini, loblarını, lekeleri, kabarıklıkları ve çukurları, girintileri ve çıkıntıları inceleyip bozukluklar veya tuhaflıklar arardı. Çünkü, Tanrının niyetinin kurban edilen koyunun en önemli hayati organ kabul edilen karaciğerinde ortaya konduğuna inanılırdı. Bu uygulama tıp tarihinde karaciğer falı (hepatoskopi) olarak bilinir. Karaciğerüzerindeki değişikliklerin ne anlama geldiği kilden yapılan karaciğer örnekleri üzerinde belirlenmişti. Karaciğer falı Kurban edilen koyunun karaciğeri model bir karaciğerle karşılaştırılarak kişinin hastalığı ve seyri teşhis edilirdi. Hepatoskopi sanatı bu modellerin yardımıyla mabetlerde öğretilirdi. Mezopotamya’da tedavi Hastanın işlediği günahı itiraf etmesi, dua ve ayinlerle kurban kesme törenleri, tanrının öfkesini gidermek için kullanılan yöntemlerdi. Muska ve sihir hastalık yapan kötü ruhları çıkartmak için kullanılmıştır. Dini – mistik özellik taşıyan bu tedavilerin dışında, maddi tedavi yöntemleri de kullanılmıştır. Kil tabletlerde söz edilen reçetelerden; bitkisel, hayvansal ve madensel droglar kullandıkları öğrenilmektedir. Bilinen en eski farmakope olan bu reçetelerde; bitkilerin yanısıra süt, su, bira, şarap ve balın tıbbi drog olarak kullanıldıkları görülmektedir. İlk olarak ilaçların ambalajlama ve mühürleme geleneği Mezopotamya’da başlamıştır. Tanrı Marduk’un sembolü olan “ Rx ” işareti reçetelerde kullanılmıştır. Tarihte en eski hekim mührünün de Mezopotamya’da kullanıldığı ileri sürülmektedir. Kazılardan elde edilmiş olan bu mühürde ilaç kabı taşıyan Şifa Tanrısı resmi bulunmaktadır. İlaçla tedavinin yanı sıra jimnastik, masaj gibi fizik tedavi uygulamaları kullanılmıştır. Hijyenik kuralların bulunduğu Mezopotamya’da yapılan kazılarda, kanalizasyon sistemi, tuvaletlere rastlanmaktadır. Bulaşma fikrinin varlığını düşündüren uygulamalar da görülmektedir. Örneğin; lepralılar için karantinaların olduğu, sivrisinekleri uzaklaştırmak için tütsü kullandıkları ve veba ile fareler arasında bir ilişki olduğunu gözlemledikleri ileri sürülmektedir. Hamurabi Kanunları Babil tıbbı için en önemli belge Hammurabi Kanunları’dır. M.Ö.2. bin yılın başlarında hükümdar olduğu kabul edilen Babil kralı Hammurabi; Dünya tarihinde ilk kez meslek yasası (etik kodu) koyan kişidir. Babil kralı Hammurabi'nin (M. Ö. 1728-M. Ö. 1686) çeşitli meselelerde verdiği kararlar, Babil'in koruyucu tanrısı Marduk adına yapılan Esagile Tapınağı'na dikilen bir taş üzerine Akadca yazılmıştı. Arkeolog Jean Vincent Scheil Susa'da bulduğu 2 metrelik bir silindirik taş üzerine yazılmış ve Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir. Kanunlar tam 282 maddedir, ancak bu maddelerin 30'u (madde 66-99) şu anda okunamayacak durumdadır. 13 sayısı uğursuz sayıldığı için 13. madde yazılmamıştır. Hammurabi Kanunları’nın yazılı olduğu yaklaşık iki buçuk m. uzunluğundaki bazalt stel üzerinde Hammurabi güneş tanrısı Şamaş tarafından kutsanmaktadır. Hammurabi Kanunları kısmen Sümer kanunlarına dayanırdı, ancak halktan kimselerce işlenmiş, yaralama gibi bazı suçlar için, Sümer kanunlarından farklı olarak, idam veya kötürüm etme gibi daha sert cezalar öngörülürdü. Tıpkı antik İsrailliler gibi başkalarına zarar verenler için “göze göz, dişe diş” ilkesi uygulanırdı. Kanun, varlıklı ve rütbe sahibi olanlara ayrıcalık sağlıyordu. Bu kişiler halktan birini yaraladığında yalnızca belirli bir miktar ödeyerek aklanabiliyordu. Kanun ayrıca erkekleri de kayırıyordu. Böylesi adaletsizliklere rağmen kanunlar, kadınlara, halktan kimselere ve kölelere de bazı haklar tanıyordu. Kanunları yazılı hale getirmek hâkimleri gelişigüzel hüküm vermekten alıkoyup adaleti sağlamlaştırmaktaydı. Hammurabi Kanunları kişinin kendi intikamını kendi almasına izin vermemekteydi (halkın ipleri ele almasını engellemek için). Bu durum Hammurabi ve diğer antik hükümdarlar için geçerli değildi. Hükümdarları birbirlerine saldırmaktan alıkoyan kurallar yoktu. Ör. Hammurabi rakibinin sarayını, Şamaş tapınağıyla beraber yerle bir etmişti. Mabede saygısızlık edenleri boğazı kesilerek öldürülmek ve neslini yok olmakla lanetleyen yazıtı göz ardı etmişti. Hükümdarlığı yalnızca birkaç nesil devam etti. Mısır Uygarlığı Dönemi Mısır tıbbı ile ilgili kaynaklardan (papirüsler, mumyalar, baroliyefler, taş kabartmalar, Hermetik kitaplar); bu uygarlıktaki hastalıklar, hastalık nedenleri, tedavi yöntemleri ve hekim kimliği hakkında bilgi edinmekteyiz. Cyperus papirus Mısır’da hastalık nedenleri 1. Dini nedenler: Hastalığın tanrının öfkesine- gazabına uğramak sonucu oluştuğuna inanılmaktaydı. Tanrılar için yapılan tapınaklar birer sağlık yurdu, hatta tıp eğitimi yapılan yerlerdi. Mısırda adını bildiğimiz ilk büyük hekim Imhotep tir. M.Ö. 3000 yıllarının sonunda yaşamış olan bu kişi vezir, fizikçi, mimar ve astronomdu. Daha sonra tanrılaştırılmış ve tıbbın tanrısı sayılmıştır. Bundan başka M.Ö. 2600 yıllarında yaşamış olan İris’in mezar yazıtından, firavunun başhekimi, sarayın göz uzmanı, mide ve barsak hastalıkları konusunda uzman olduğunu öğrenmekteyiz. Tanrılardan başka cinlerin de hastalık yaptığına inanılıyordu. Bunlar kötü bir ruhla bedene girerek hastalık meydana getirebilmekteydi. 2. Metafizik – Sihirsel nedenler: Ölülerin öç alması, büyü yapmak hastalık nedenleri arasındaydı. 3. Doğal nedenler: Dış etkenleri oluşturan rüzgâr, toz, ısı, nem ve gıdalar hastalığa neden olmaktaydı. “Pnöma” adı verilen havanın kalbe ve organlara yayıldığı, çürüdüğünde de hastalık meydana getirdiği sanılmaktaydı.“ Mısır’da hastalık tanı yöntemleri Her ölümden sonra ölüm sebebinin araştırıldığı Mısır’da hastalık teşhisi için, elle muayene, kulakla dinleme ve gözle kontrol kullanılmaktaydı. Dışkı ve idrar tetkiki yapılmakta ve nabız kontrol edilmekteydi. Hastalık Kavramı Mısırlılara göre yaşam nefestedir. İnsan vücudunda (Nil nehri gibi) birçok kanal ile kan, idrar, hava, semen, göz yaşı vd. taşınmaktadır. Bu kanalların tıkanıklık durumunda hastalıklar oluşur. Hava ve beslenme değişikliklerinin hastalıkların tabiatını etkilediğini kaydettiler. Bütün tanrılar hastalık ya da sağlık ile ilgiliydi. Hastalık verici etkileri olduğuna inanılan tanrılardan aslan başlı tanrıça Sekhmet veba salgınlarının sebebiydi. Karanlıklar tanrısı Seth kötülüğü yaratmış ve hastalığı yaymıştı. Hikâyeye göre Seth’in gözyaşlarının değdiği bitkiler zehirli olmuş, teri öldürücü yılan ve akrep zehrine dönüşmüştü. Eski Mısır’da her şehrin bir hayvan başı ile temsil edilen bir tanrı ya da tanrıçası vardı ve onlar da hasta olurdu. Örneğin, Ra göz hastalığına, Horus baş ağrısına yakalanırdı. Tanrılar arasındaki aile kavgaları insanın başına gelen birçok talihsizliğin sebebi olarak kabul edilirdi. Tanrıların şifa verici etkileri olduğuna da inanılırdı. Mısır’da tedavi yöntemleri Dini, sihirsel ve ilaçla –bitkisel, hayvansal ve madensel droglarla- tedavinin geçerli olduğu Mısır’da; cerrahi ve koruyucu tıp da gelişmişti. Papirüslerdeki reçeteler kompleks bitkisel tedavileri içermektedir. Muskalar da ilahilerle birlikte tedavide önerilir Trepenasyon, kırık-çıkık yerleştirmesi, sünnet, el- ayak ameliyatları, hadımlaştırma gibi cerrahi müdahaleler çok sık uygulanmaktaydı. “Pierre Memphite-menfis taşı” ile hastayı uyutarak ameliyat etmekteydiler. Menfis taşının üzerine dökülen sirke karbonik asit ortaya çıkartmakta bu da anestezi yaratarak hastanın uyumasını sağlamaktaydı. Kum fırtınası, toz ve sineklerin neden olduğu göz hastalıkları çok görüldüğü için, sihrin yanı sıra bakır sülfat, kurşun sülfat ve kükürt kullanılmaktaydı. Trahom antik Mısır’da görülmektedir. Uterus kanamalarına karşı vaginal tampon uygulaması yapıyorlardı. Gebelik teşhisi, gebelikten korunmak ve bebeğin cinsiyetini tayin etmek için bazı yöntemler kullanmaktaydılar. Örneğin gebelikten korunmak için; akasya ağacının dikenleri kıyıldıktan sonra, hurma ve balla karıştırılıyor, liften elde edilen tampon üzerine bu karışımı sürüldükten sonra da vajina içine yerleştiriliyordu. Gebelik teşhisi için ise, arpa ve buğday üzerine kadının idrarı dökülüyor, eğer yeşerirse kadının hamile olduğuna karar veriliyordu. Bunlardan buğday yeşerdiğinde bebeğin erkek, arpa yeşerdiğinde kız olacağı söyleniyordu. Genel olarak hastalıklar su ve gıdadan bulaşan barsak rahatsızlıklarıdır. Barsak solucanları, böcekler ve akrebin neden olduğu tıbbi sorunlar bilinmektedir. Ayrıca bazı parazitler mumyalarda bulunmuştur. Parazitlere karşı; ayı yoncası, nar ağacı kökü gibi bitkiler kullanıldığı gibi, sihirli formüller de kullanılmaktaydı. Bite karşı ise, peruk taşınmakta ve Nil suyunda yıkanmaktaydılar. Artrit, böbrek-mesane taşları muhtemelen sık görülüyordu. Eski Mısırlılar bağırsaklarda biriktiğine inandıkları hastalık yapıcı zararlı maddeleri bağırsaklardan atmak için lavman yapar, kusturucularla sindirim sistemini boşaltırdı. Zararlı besin artıklarının vücudun sıvıları arasındaki dengeyi bozduğu düşünüldüğünden, dengenin sağlanması için kan alma, hacamat yapma ve şişe (vantuz) çekme gibi yöntemler de uygulanırdı. Sebze ve meyvelerin tedavi edici özelliklerinin olduğunu biliyorlardı. Soğuk sıcak uygulaması ve pansuman da vardı. Sülük uygulaması ile kan alma pratikte yaygındı. Hekimler diğer uygarlıkta olduğu gibi yaptıkları işe göre ayrılmaktaydı: Sihirbaz hekim, Rahip hekim, Halk hekimi, Saray hekimi. Tüm hekimler başhekimin gözetimi altında çalışmaktaydılar ve ünlü hekimlerin önerdiği tedavilerden farklı bir uygulama yapmamalıydılar. Tıbbi uygulamalar devlet kontrolündedir. Hekimler belli hastalık ve organlar hakkında uzmanlaşmıştır. Cerrahi Cerrahlık kemik kırıklarını ve yaralanmaları tedavi etmekle sınırlıydı. Mısır’da sünnet yapılmıştır. Koterizasyonun da yapıldığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Mısır Papirüsleri Kahun doğum ve veteriner papirüsü (M.Ö.1900) Edwin Smith cerrahi papirüsü (M.Ö.1550) Ebers papirüsü(M.Ö.1500) Berlin papirüsü (M.Ö.1350-1100) London papirüsü (M.Ö.1350-1100) İlaçlar ve tedavi ile ilgili papirusların en önemlisi Eber papirusudur. Leipzig Üniversitesi Kitaplığında 110 sayfa 700 bitkisel, hayvansal ve madensel drog 800 den fazla reçete taşımaktadır. Reçetelerde en çok ismi geçen bitkisel droglar: Acımarul, Adasoğanı, Ardıç meyvası, Banotu, Çiğdem, Hardal, Hintyağı, İncir, Centiyane, Keten tohumu, Kişniş, Mürver, Nar kabuğu, Pelinotu, Safran, Sakız, Sarısabır, Soğan, Tarçın, Terementi, Üzüm. Ebers papirüsü Georg Ebers Ebers papirüsünde bulunan ilaç terkiplerinin bir kısmı oldukça ilgi çekicidir; örneğin, yarım baş ağrısında zeytinyağında pişirilmiş yılan başının hasta başına konması; gözde beyaz lekeler olduğunda kaplumbağa safrasının göz kapaklarına sürülmesi; gece körlüğünde kızartılmış sığır karaciğeri yenmesi tavsiye edilir. Bazı Mısır drogları binlerce yıldır kullanılagelmiştir. Örneğin; yanıklarda tannik asit, kesiklerde tuz ve küflü ekmek; mide-bağırsak gazlarında anason; kabızlıkta Hint yağı; deri tahriş olduğunda sarımsak; idrar söktürmek için ardıç kullanılırdı. Mısır papiruslarının taşıdıkları bilgilerin MÖ 3000 yıllarına kadar dayandığı varsayılmaktadır. Değersiz maddelerden değerli madenleri (altın, gümüş gibi) yapmayı amaçlayan simya ile ilgili ilk bilgi ve deneylerin kökeni de Mısırdır. Bu alanda yazılmış papirusların çoğu Romalılar tarafından yok edilmiştir. Buna sebep Roma idaresi altında yaşayan halkın, bu papiruslardan yaralanarak değerli madenleri elde ederek zengin olmaları sonucunda Romalılara başkaldırmaları endişesidir. Tıbbi ecza ve boya yapımı gibi kimyanın sanayiye uygulama işinde çok ileri idiler Dioscorides’in Materia Medica kitabında eski Mısırlılardan alınmış, madenlerle ilgili bazı bilgilerin bulunması, Eski Mısırlıların bu sanat ile MÖ dönemlerde de ilgilendiklerini göstermektedir. Mısır’ın ilâç bilgisi İslâm ve Avrupa dönemi tıbbına taşınmıştır. Bugün de kullandığımız farmakoloji kelimesi Yunan diline pharmacon (eczacılık) olarak Mısır dilindeki pha-r-maki kelimesinden geçmiştir. Ayrıca bugün kullandığımız bir kısım hastalık isimleri (katarakt, migren vs.) eski Mısır dilinden gelmiştir. Eski Mısır uygarlığında Mezopotamya’nın etkileri büyüktür. Özellikle dinlerde ve tanrılardaki benzerlikler çok belirgindir. Ancak Eski Mısır uygarlığına ait kaynaklar daha fazla olduğundan Antik Mısır, Mezopotamya'ya üstünmüş gibi görünür. Bunda 1822 de Fransız Champollion’un hiyeroglifleri çözmesinin büyük bir rolü vardır. Napolyon'un askerleri kale yaparken bir taş (Rosetta Stone) buldular. British Museum'da sergilenen taşın üzerindeki metin hiyeroglif ve Grekçe ile yazılmıştı. Hitit Uygarlığı Dönemi: Hititler MÖ 2000 yıllarında Orta Anadolu’ya yerleşerek bir uygarlık kurmuşlardır. Hitit tıbbı ve ilaçları hakkında bilgilerimiz Hattuşaş’da bulunmuş olan tabletlere dayanmaktadır. Genel kanı Hitit tababetinin Mezopotamya tababeti ile aynı olduğu yönündedir. Hattuşaş Hitit Tabletleri Çivi yazısıyla işlenmiş 30 000 den fazla tablet bulunmaktadır. Metinlerin bir kısmında hiyeroglif yazısı kullanılmıştır. Hitit tıbbına ait bilgiler saray arşivine ait 22 tabletten elde edilmiştir, önemli sayılabilecek bir bilgi yoktur. İstanbul Arkeoloji Müzesi Hititler hastalığı Tanrıların insanları cezalandırması olarak kabul ediyorlardı. Bu nedenle tedavide sihir ve ilaç beraberce kullanılıyordu. Tabletlerde dualar ve reçeteler İlaçların çoğunu bitkisel droglar oluşturmaktadır. Hitit tabletlerinde kayıtlı reçetelerde Adamotu, Alıç, Aksırıkotu, Arpa, Badem, Banotu, Buğday, Defne, Dişotu, Hardal, Haşhaş, Kayısı, Köknar, Mazı, Mersin, Meyankökü, Safran, Sarmaşık, Sedir, Servi, Soğan, Söğüt, Süsen, Sütleğen, Şimşir, Üzerlik, Üzüm, Zeytin gibi Anadolu’da yetişen bitkiler yanında Abanoz ağacı, Myrrha, Mekke pelesengi, Şeytantersi gibi dış ülkelerden getirilen droglara da rastlanmaktadır. Hitit tıbbı, Mezopotamya ve Mısır tıbbından aktarılan bilgilerin, Anadolu toplumlarının folklorik tıbbi bilgilerinin, büyüsel işlemlerin ve - tarım toplumu olmaları dolayısıyla- bitkisel drogların (wassi) toplamıdır. Hititlerin sağlıkla ilgili konularda bilgisiz ve kayıtsız oldukları, kendilerini korumak için aldıkları tedbirlerin hemen hepsinin büyülere veya kocakarı ilaçlarına dayandığı söylenebilir. Tıpta geldikleri en önemli nokta, hastalık bölgesinden uzaklaşarak bulaşmadan korunmaya çalışmak olmuştur. Hititlerin dünya görüşlerinin temelinde dinin ve büyünün önemi büyüktü bu nedenle sağlıkla ve temizlikle ilgili görüşlerinin temelinde de dini kuralların önemli etkisi olmuştur. Bu anlamda, kişi çeşitli nedenlerden ötürü kirlenmişse dini törenlerden önce mutlaka banyo yapması gerekirdi. Bunun için pişmiş topraktan özel banyo kapları yapmışlardır. Pislik kirlilik ya da kirlenme hastalık yapan veya hastalığa neden olan sebeplerden biri olarak görülmektedir. Çünkü pislik, tanrıların kızmasına ve ceza olarak da hastalık vermesine neden olmaktadır. Hititler fiziki bir temizliğin sağlanmasına da önem vermişler ve pis suların dışarı atılması için künk borular kullanmışlardır. Hitit tabletlerindeki ilâç reçetelerinin son kısmında çoğu kere “böylece hasta iyi olacaktır” ifadesi yer alır. Bazen de bir hastalık için birkaç tarif verilir ve yeni reçete “eğer iyi olmazsa” ifadesiyle başlardı. Hitit tabletlerinde cerrahi uygulamaya ait bilgiye rastlanmadığı kaydedilir. İkiz çocuk doğurmak uğursuzluk kabul edilir; İkiz erkek doğuranların kötü bir hastalıktan öleceğine, kocasının zenginse fakirleşeceğine; ikiz kız doğuranların öleceğine ve evinin mahvolacağına inanılırdı. Mezopotamya’da kullanılan karaciğer falı Hititler döneminde Anadolu’da da kullanılmıştır. Hattuşaş’ta, kilden yapılmış, üzeri yazılı karaciğer modelleri bulunmuştur. Bunların öğretim amacıyla kullanıldığı tahmin edilmektedir. Karaciğer falı, dini temizlenme gibi büyüsel işlemler büyücü kadınlar tarafından da yapılmıştır. 2’si Lidar Höyük’te, 2’si Karataş’ta, 1’i Kültepe’de olmak üzere, Tunç çağından kalma 5 adet trepanasyonlu kafatası bulunmuşsa da, bunların büyüsel amaçla yapıldığını düşünülmektedir. Bütün bunların yanısıra, terleme, kese yapma, vücudu lapayla sarma, çamur banyosu gibi tedavi metotları da uygulanmıştır. Hitit tıbbı Babil ve Mısır tıbbından geride olduğu için, saray mensuplarının tedavileri buralardan davet edilen hekimler tarafından yapılmıştır. M.Ö. 1370-40 yıllarına ait, Firavun IV. Amenofis/Akhenaton dönemi Mısır Dışişleri Dairesi arşivindeki Hititçe ve Akatça yazılmış tabletlerde, Hititlerin Mısır’dan hekim talep ettiği görülmektedir. Mesela, III. Hattuşili, çocuğu olmayan ablası Matanazzi’nin doğurabilmesi için Mısır’dan ilaç rica etmiş, II. Ramses bu isteği şu mektupla yerine getirmiştir: “Kardeşimin kız kardeşi Matanazzi’yi tanıyorum. Elli-altmış yaşında bir kadını doğurtacak ilaç yoktur. Ancak Güneş ve Fırtına Tanrıları bu işte etkili olabilir.” Hititlilerin kullandığı bitki kaynaklı drogların (wassi) birçoğu Anadolu bitkilerinden elde edilirdi. Haşhaş, adem otu, banotu, safran, meyan kökü, mazı, zeytin, mersin gibi droglar ağızdan ilaç ya da merhem olarak haricen kullanılmak üzere hazırlanır; “biraz, yarım, fazla” miktarda kullanılacak şeklinde ölçüler verilirdi. İlâçlar, bitkilerde var olduğuna inanılan sihir güçleri göz önünde bulundurularak gece ya da gündüz alınırdı. Hasta olan organın tedavisi için bir hayvanın aynı organının yenmesi (organoterapi); bitkilerle karıştırılmış köpek pisliğinin hastanın bedenine sürülmesi gibi ilgi çekici reçeteler verilirdi. İlaçların bir kısmı büyü olarak yapılsa da bazılarının etkili olabileceği bugün tartışılmaktadır. Hitit tıbbının tedavi prensipleri, dua, büyüsel işlemler ve bitkisel droglara dayanıyordu. Hastalar, tanrıların rüyalarına girip hastalıklara sebep olan günahlarını söylemeleri için dua ederlerdi. Hasta organın köpeğe yalatılması veya hastadan alınıp toprağa gömülmesi; hasta organa karşılık, bir hayvanın aynı organının pişirilip yenmesi; çeşitli bitkilerle karıştırılmış köpek pisliğinin hastanın vücuduna sürülmesi; rahip tarafından hastanın yanından kuş uçurulması; hastalığın boğa, eşek, koyun, keçi, fare, insan ve oklara (günah keçisi) aktarılarak düşman ülkelere kovalanması gibi büyüsel işlemler uygulanırdı. Hititler bitkisel drogları yabani bitkilerden elde ettikleri gibi bazılarını elde etmek için ekim yapar ve bunlardan bazılarını (Safran, Haşhaş, Soğan, Sarımsak vs.) dış ülkelere satarlardı. Tıp bilgilerini yerli halkın geleneklerinin yanı sıra Mezopotamya’dan devralan Hititler de doğaüstü güçlerin hastalık sebebi olduğuna inanırdı. Tanrılara ibadeti ihmal etmenin ve günah işlemenin yanı sıra kara büyü de hastalığa sebep olabilirdi. Hititlilerin dünya görüşünde din ve büyü çok önemli yere sahipti. Hastalıkların tabiatüstü güçlerle meydana geldiğine inanılıyordu. Tanrıların ihmal edilmesi veya onlara karşı işlenen suç ve günahlar, ölülerin rahatsız edilmesi, mağara, düden ve yer çatlaklarında bulunan kötülük yapıcı varlıklar, bedensel kirlilik, kara büyü, yemin ve antlaşma şartlarını çiğneme.. hastalıklara sebep olmaktaydı. Hastalıklardan korunmanın ilk şartı, tanrılara gereken özeni göstermek ve onlara kurbanlar sunmaktı. Dualar ve büyüsel ritüeller aracılığıyla tanrılardan sağlık ve uzun ömür dilenirdi. Hititçe’de, öznesinde daima bir tanrı, cin veya kötü ruh saklı olan iştark kelimesinin karşılığı hasta olmak idi. Hastalıklar -Mezopotamya tıbbındaki gibi- tanrı elinin dokunmasıyla oluyordu. Bir fal metninde geçen “eğer tanrı bir insana kızarsa onu hastalandırır” ifadesi bu inancın yansımasıydı. Tanrılara ek olarak, işi gücü insanlara zarar vermek olan cinler vardı. Bunlardan korunmanın yolu, kurbanlarını zamanında sunmak, tapınaklardaki heykellerine iyi bakmak ve mallarını çalmamaktı. Hasta dua ederek hastalığına sebep olan günahını öğrenebilmek için tanrıların rüyasına girmesini ve kendisini bilgilendirmelerini dilerdi. Hastalık veren tanrılar olduğu gibi, insanları hastalıktan koruyan tanrılar da vardı. Bazı tanrıların ise göz ve kulak gibi uzuvların tanrısı olduğuna inanılır ve dolayısıyla birtakım hastalıklar tanrıların adıyla anılırdı. Hastalıkların tanrılar ve kötü ruhlarla ilişkili olduğuna inanıldığı için de bazı hastalıklar onların isimleriyle anılıyordu. Sağlık tanrıçası Kamruşepa, göz tanrısı Şakuvaşşa, kulak tanrısı İştamanaşşa, doğurganlık bahşeden ve düşmanları cinsel yönden yetersizleştirerek kadın haline getiren aşk ve cinsellik tanrıçası Şauska ile insanları hastalandıran İşhara, Lelwani, Şulinkatte (Hatti kökenli), topluma bulaşıcı hastalıklar salan Yarri (Luwi kökenli) gibi zararlı cinler Hitit tıbbında önemli rol oynuyordu. Hitit tıbbi tabletlerinde, sarılık, sara, kansızlık, öksürük, bel soğukluğu, cüzam, baş dönmesi, katarakt, göz kanaması, ağız kokması, hıçkırık gibi 40’a yakın hastalığın adı geçmekte ve çeşitli bitkisel ilaçlar tavsiye edilmektedir. Hastalıklar semptomlarına göre sınıflandırılmıştır. Mesela göz şikayetleri, göz kanaması, göz bulutu (katarakt), gözde kızarıklık, göz yaşarması şeklinde ifade edilmiştir. Bazı hastalıklara, örneğin iştahsızlığa karşı özel kürler uygulanırdı. Tere tohumu, şeytan tersi otu ve adını bilemediğimiz bitkiler hastaya 7 gün boyunca yedirilir. Hasta iyileşmediği takdirde şarap (?), sarımsak, pırasa ve başka otlar verilirdi. Kanama halinde kan durdurucu bitkiler yara üzerine sürülürdü. Göz hastalıklarında, sürekli yaş akmasında (trahom) suyla yıkanır sarılırdı;. Diğer göz hastalıkları arasında göz kanaması, tik ve katarak (?) bilinen hastalıklardandı. Göz bebeğini büyüterek geçici olarak büyümeyi sağlayan “Atropa belladonna” güzel avrat otu herhalde sıkça kullanılmaktaydı. Bir fal metninin bütünü, III. Hattuşili olması muhtemel görme özürlü bir kralın tedavisiyle ilgili fal sorularıyla doludur. Bunlardan birisi şöyledir: “Aya’nın kızı ve Memiya ve (diğer) hekimlerin bildikleri şifalı otların sayısı çok fazla olduğundan, bu otlardan hangisinin benim için yararlı olacağını fal vasıtasıyla araştıracağım. Keza hangi hekimin benim için (şifalı ot) tespit edeceğini de araştıracağım; işte (ancak) o (hekim) ilgili şifa otu majestelerinin gözlerine sürecektir. Şimdi talih falı iyi olsun!” Teknolojinin getirdikleri dışında, bugün Anadolu’da mevcut olan bütün hastalıklar Hititler devrinde de vardı. Bunların en tehlikelisi salgın hastalıklardı. Hitit devri Anadolu’sunda henkan olarak adlandırılan veba, sıtma, kolera gibi salgın hastalıklar Anadolu nüfusunu kırıp geçirmiş, devleti ve toplumu zayıflatmıştı. Salgınların, doğal sebepler (esirlerin hastalık getirmesi), tanrılara sunulması gereken kurbanların ihmali, devleti idare eden kişilerin tanrıların hoşuna gitmeyecek suçlar işlemesi (suçsuz kişileri öldürme) ve ülkelerarası antlaşmaların çiğnenmesi neticesinde ortaya çıktığına inanılırdı. Salgınlar bireysel hastalıklar olmayıp toplu felaket niteliği taşıdığından, hastalığın tamamını yoketmeye yönelik büyüsel işlemler uygulanırdı. Ayinlerde başvurulan yöntem, “falanca şöyle der: eğer ülkede veya ordugâhta veba çıkar, insanlar ve atlar toplu halde ölmeye başlarsa şu ritüeli yaparım” şeklindeydi. Diğer yöntem ise hastalığı başka bir canlıya, yani günah keçisi’ne yüklemekti. Hitit tıbbında sihir/büyü ile tedavi yaygındı. Hastalığın keçi, koyun gibi bazı hayvanlara büyüyle aktarma geleneğinin izleri günümüzde “günah keçisi” tabirinde yaşıyor. Bazen hastalıklar büyü ile başka insanlara, ya da oklara aktarılarak düşmanlara atılırdı. Din adamı hastanın yanından bir kuş uçurarak da hastalığı uzaklaştırmaya çalışırdı. Hastanın tedavisine birtakım sözler ve hareketlerle (ritüellerle, ayinlerle) başlanırdı. Örneğin, iki kap su yedi kere akar suya dökülür, bu akar sudan ikişer kere yedi çakıl taşı toplanır ve bir su kabına aktarılırdı. Çok dindar olan Hitit toplumunda salgın hastalıklar kızdırılan tanrıların halkı cezalandırmak için yaptıkları bir iş olarak kabul edilirdi. Böyle durumlarda salgını durdurması için özel törenler düzenlenir ve dualar edilirdi. Salgınların en şiddetlisi, II. Murşili’ye [M.Ö. 1339-10] Veba Duası’nı söyletendi. Murşili’nin babası I. Şuppiluliuma’nın [M.Ö. 1370-40] Mısır’ın Kuzey Suriye’deki topraklarını ele geçirdiği sırada alevlenen ve 20 yıl kadar süren bu salgın, başta I. Şuppiluliuma olmak üzere, yerine geçen oğlu III. Arnuvanda’nın, Kargamış kralının ve büyük kitlelerin ölümüne sebep olmuştu. (Metinlerde geçen tanrılara kurban sunacak insan kalmayacağı ifadesi ölümlerin boyutunu göstermektedir.) Tabletlere göre, I. Şuppiluliuma, babasının herkese yemin ettirerek veliahtlığını kabul ettirdiği kardeşi Tudhaliya’yı öldürerek yemini bozup hükümdar olmuş, bu günah sebebiyle tanrılar tarafından cezalandırılmış, onun tarafını tutan prens ve askerlerle birlikte vebaya yakalanarak ölmüştü. Hükümdar II. Murşili’nin (M.Ö. 1375-1335), babasının işlediği günah sebebiyle ortaya çıktığına inandığı ve yıllarca sürerek kitleleri yok eden veba salgınını durdurması için Hatti ülkesinin Fırtına Tanrısına yazdığı veba duası insanoğlunun ilk edebi metinlerinden biridir. “Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, benim efendim, ve ey siz, benim efendim olan bütün tanrılar Doğrudur, İnsan günah işler. Benim babam da günah işledi, Hatti’nin fırtına tanrısının, benim efendimin sözünü dinlemedi. Ama ben, hiç günah işlemedim. Doğrudur, Babanın günahı oğluna da geçer. Bana da babamın günahı geçti. Şu anda Hatti’nin fırtına tanrısına, benim efendime, Ve efendim olan bütün tanrılara iletirim ki, doğrudur, biz bunu yaptık. Ve şimdi ben babamın günahını doğruladığıma göre, Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, ey benim sahibim, ve ey benim sahibim olan bütün tanrılar, Niyetiniz artık değişsin! Artık! Benim için de yeniden dostça şeyler düşünün! Ve artık vebayı Hatti ülkesinden kovun! Sizlere Ülkem için, Ülkemi vebadan kurtarmanız için, kefaret kurbanları sunuyorum. Bu acıları çekip çıkarın yüreğimden benim, Ruhumdan bu korkuları alın benim. Grek-Roma Uygarlığı Dönemi: Mezopotamya ve Eski Mısır ile yakın ilişkileri bulunduğundan bu uygarlıklardan etkilenmiştir. Batı Anadolu’da Grek sağlık tanrısı Eskulap adına yapılmış olan mabetlerde tedavi sırasında ilaç olduğu kadar dini telkin de kullanılırdı. MÖ 5. yy.da hekimlik dinden ayrılmıştır. Mitolojik Yunan Tıbbı: M.Ö. 500 yıla kadar tıbbı etkisi altına alan mitolojik dönem tıbbı, Hipokrat Öncesi Tıp olarak isimlendirilmektedir. Bu dönemle ilgili güvenilir bilgiler tarihçi İzmirli Homeros’un (Iliada, Odysseia) ve Bodrumlu tarihçi Herodot’un yapıtlarından öğrenilebildiği için bu dönem Homeros Devri olarak da anılmaktadır. Tıbbın kurucusu olarak kabul edilen tanrı Chiron, yarı at, yarı insan şeklinde bir tanrıdır ve hastalık- sağlık tanrılarıyla ilişki içindedir. Chiron; güzelliğin sembolü olan tanrı Apollo’nun oğlu Asklepios’a hocalık eder. Chiron Eski Yunan uygarlığının sağlık tanrısı olan Asklepios adıyla anılan sağlık mabetlerinde (Asklepyon) hasta tedavi edilmekteydi. Burada hastalarla ilgilenen kişiler de Asklepiad denilen rahip-hekimlerdi. Rahip hekimler mabetlerde tıp öğrenmekteydi. Asklepion Asklepios Asklepios Kültü Yunan mitolojisine göre Asklepios, en büyük tanrı Zeus’un oğlu Apollon’un ve peri Coronis’in oğludur. Apollon, Coronis’i sadakatsizliği nedeniyle ölümle cezalandırmış ve ardından karnını yararak Asklepios’un doğmasını sağlamıştır. Belki de tarihte tanımlanan ilk sezaryen girişimiyle dünyaya gelen Asklepios, yarı insan-yarı at şekilli sentaur Chiron’dan doğanın ve şifa vermenin sırlarını öğrenir. Asklepios Asklepionlarda pek çok rahip/hekim (Asklepiad) çalışmaktadır. Tıbbi bilgiler ve bu bilgilerin uygulanmasına yönelik deneyimler asklepiadlar arasında sır olarak saklanmış ve hekimlik yüzyıllar boyunca babadan oğula geçen bir aile mesleği olarak sürmüştür. Asklepios tanrılaştırılarak adına Asklepion adı verilen tapınaklar inşa edilmiş ve bu tapınaklar bir tür sağlık kurumu ya da hastane olarak kullanılmıştır. Buralarda uygulanan tedavi yöntemleri dini inançlarla karışmıştır. Yunan tanrıları insanlara benzemektedir. Bu nedenle, Tanrı Asklepios’un da bir ailesi bulunmaktadır. İki kızı vardır; bunlardan Hygeia hijyenden, Panacea ise tıbbi bitkilerden sorumludur. Oğulları Podaleiros ve Machaon ise cerrahi tedavilerden sorumludur. Ciddi sağlık sorunları olduğuna inanılan hastalar Asklepionlar’a getirilmektedir. Hastalar temiz olmalı ve beyaz elbise giymelidir. Tedavi tapınak uykusu ve bu sırada görülen rüyalara bağlıdır. Hastalar Tanrı Asklepios’u rüyalarında görmeyi umarak uykuya yatmakta ve rüyalarında tanrının kendilerine nasıl iyi olacaklarını anlatmasını beklemektedir. Tapınağın özel bir bölümü (abaton), hasta kişilerin tapınak uykusuna yatması amacıyla ayrılmıştır. Tanrı Asklepios’un simgesi yılan olduğundan, tapınaklarda zehirli olmayan yılanlar beslenmekte ve serbestçe dolaşmalarına izin verilmektedir. Eskülap yılanı Asklepios Hygiea Asklepion Asklepionlarda kullanılan tedavi yöntemleri arasında diyet, banyo ve egzersiz yer almaktadır. Rahip/hekimler ayrıca hastaların rüyalarını yorumlamakta ya da rüyalardan yola çıkarak tavsiyelerde bulunmaktadır. Rahip/hekimlerin tedavilerini bu şekilde (telkin yoluyla) uyguladığı düşünülmektedir. Bu telkinle hastaya uyuması ve dinlenmesi öneriliyor, hasta uyandıktan sonra da gördüğü rüyayı anlatması isteniyordu. Rahip hekim bu rüyayı yorumlayarak hastalığı anlamaya ve hastayı iyileştirmeye çalışıyordu. Bazı Asklepionlar günümüze kadar ayakta kalabilmiştir: Yunanistan’da Epidauros, Kos, Anadolu’da Pergamum (Bergama) ve Knidos Asklepionları halen ayaktadır. Zaman içinde Asklepyonlarda telkinden başka tedavi yöntemleri de kullanılmaya başlanmıştır. Su ve güneş tedavileri, fizik tedavileri, gıda rejimi, hijyen kurallarına itaat ve her türlü tıbbi bitki gibi. Epidaurus Asklepionu Bergama Asklepionu Bergama Asklepionu Bergama Müzesi - Berlin Cerrahi tedavi yapılmayan Asklepyonlarda; tıp eğitimi de yapılmaktaydı. Sır gibi, sadece tanrıların çocuklarına ya da üst düzey aile çocuklarına verilmekteyken, Asklepios’un soyu yeterli olmadığı için yabancılara da tıp öğretilmeye başlanmıştır. Bu öğrencilere Asklepios ailesine yakışır bir şekilde yaşayacağına dair yemin ettirilmekteydi. Yunanlı hekim, filozof ve şairle denk tutulmasına karşın, esnaf olarak kabul edilmekte ve esnaf gibi dolaşarak mesleğini icra edebilmekteydi. Hipokrat’tan önceki dönemde Antik Yunan tıbbına ilişkin bilgiler, Homeros’un destansı yapıdaki eserleri olan İlyada ve Odyssey’de yer almaktadır. Bu eserler, savaş yaralanmalarına ilişkin gerçekçi tanımlamalar içermektedir. Bu metinlere göre, savaş kahramanları tıp ve cerrahide de uzmandılar. Daha sonra gelen bilim adamları da destanlarda verilen bilgileri esas alarak kazılar yapmaya başladılar. İlk tespit edilen uygarlık Homeros’un yazdıkları ile ulaşılmış Miken Uygarlığıdır. Çok tanrılı bir din anlayışına sahip olan Yunanlarda bütün tanrılar hastalık verici veya tedavi edici özelliğe sahipti. Apollon ve kız kardeşi Artemis (her ikisi de Zeus’un çocuklarıydı) hastalığa, yaygın musibetlere ve yaşlılığa bağlı bitkinliğe ya da ölüme yol açan oklar fırlatılabiliyorlardı. Eski Yunan anlayışında yaşam gücü olarak kabul edilen ‘Timos’ yaşayan organizmanın her yerindeydi. ‘Timos’ yaralardan veya nefes vermeyle de kaçabilir ve vücudu ‘ölü’ bırakabilirdi. Aristo dönemindeki Eski Yunan’da (M.Ö. 4. yüzyıl), Eski Mısır’da olduğu gibi kalp bilincin bulunduğu yer olarak kabul edilmekteydi. Felsefe ve Tıp: Felsefi açıklamalarla hastalığın nedenleri üzerinde kuramların ortaya atılmasıyla felsefe ve tıp arasında ilişki doğmuştur. Bu konuda kuramlar yaratan Milet ve Kroton Okulu düşünürleri evreni ve buna bağlı olarak insanı tanımlamaya çalışmışlardır. Bunlar bütün gerçeklere doğaüstü değil de doğal açıklamalar getirme girişimi içinde olmuşlardı. Bu tanımlamalarla çeşitli hastalık nedenleriyle ilgili kavramlar ortaya atılmıştır. Örneğin; Pisagor (M.Ö. 5.yy); evrenin esasının sayılar olduğunu, insan vücudunun matematik kurallarına göre düzenlendiğini savunmuştur. Bu bağlamda kişi kendisi ve evreni ile uyumunu yitirdiğinde hasta olmaktaydı. Buda’dan etkilendiği anlaşılan bu görüş taraftarları, et yemezdi ve tekrar dirileceklerine inanırlardı. Doğa Filozofları: Empedokles (M.Ö. 504-443); evren – makrokozmoz’un dört unsurdan (ateş, toprak, su, hava) meydana geldiğini, her unsurun da belirli bir sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluk özelliğine sahip olduğunu ileri sürdü. Bu bağlamda, evrenin bir modeli olan insan - mikrokozmoz’da dört unsurdan (kan, sarı safra, kara safra ve balgam) oluşmuştur. Thales (MÖ.7.yy) : Milet okulundan, çeşitli olayların kaynağında değişmez bir madde olarak suyun bulunduğunu, her şeyin var olan bu ana maddeden türediğini ve sonunda yine ona dönüştüğünü, Anaximenes (MÖ.6.yy): Evrenin ana maddesinin hava olduğunu, havanın yoğunlaşması-genleşmesi sonucu ateş, rüzgar, bulut, su, toprak ve taşlar olduğunu ileri sürmüştür. Herakleitos (MÖ. 6.yy): Efesli, İyonya Okulu filozoflarından evrenin temel unsurunun ateş olduğunu ve tüm maddelerin yanarak bir birine dönüştüğünü savunmuştur. Unsurlar teorisi (Dört Unsur Kuramı): Tüm doğa filozoflarının, özellikle Empledokles’in kuramına dayanan unsurlar kuramı ya da dört unsur kuramına göre; Evren: ateş, toprak, su, hava Faktör: sıcak, soğuk, kuru, nemli İnsan: kan, sarı safra, kara safra ve balgam’dan oluşmaktaydı. Yaklaşık 2000 yıl tıbbı etkisi altına almış olan Humoral Teoriye temel oluşturan unsurlar teorisi; Antik Yunan – İyon uygarlığında doğmuş, gelişmiş, İslam uygarlığını etkilemiş ve daha sonra Avrupa’ya geçerek, 19.yüzyılın ortalarına kadar geçerliliğini korumuştur. Tüm uygarlıklarda evrenin ve insanın ne olduğu ile ilgili düşünceler ve inançlar, sistemleştirilmiş ve unsurlar kuramının doğmasına yol açmıştır. Evrende var olan ve dolayısıyla her şeyin temelini oluşturan maddenin ne olduğu ile ilgili farklı görüşler ortaya atılmıştır. Makrokosmoz ve mikrokosmoz anlayışı içinde; evrende var olan denge ve uyum insanda da olmalıdır. İnsanda olmadığı anda yani denge bozulduğunda hastalık ortaya çıkmaktadır. Beden ve mevsimler arasındaki ilişki organ, humor, evrene ait madde ve mevsim arasında kurgulanmakta ve bunların dengesi gözetilmekteydi. Aralarındaki dengesizlik patolojik bir durumdu; hastalık sebebiydi. Humoral Teoriye göre; Karaciğer: sarı safra (ateş), yaz Dalak: kara safra (toprak), sonbahar Beyin: balgam (su), kış Kalp: kan (hava), ilk baharı temsil etmekteydi. Bilimsel Dönem (Hipokrat Dönemi Tıbbı): M.Ö. 5.yy’da yani Hipokrat (M.Ö.460-377) ile başlayan dönemdir. Hipokrat ile birlikte hasta ve hastalık kavramı değişmeye başlamıştır. Bu görüşe göre; hastalık, normal bir olaydır, hasta ise; kendi bünyesine özgü tepki veren kişidir. Artık hastalar günahları nedeniyle tanrılar tarafından cezalandırılan kişiler konumunda düşünülmemektedir. Dolayısıyla bu anlayışta hastalıklar doğaüstü güçlerle değil, akılcı bir biçimde açıklanmaktadır. Osmanlı dönemi kitaplarında adı “Bokrat” veya “İbokrat” olarak geçer. Hekimliğin babası olarak kabul edilir. Tababetin kurucusu değildir. Fakat tababeti felsefe ve dinden ayırıp ilmi esaslara bağlamış, ilmi ve ahlakı yüksek bir hekimdir. Hipokratik Tıbbı anlatan eserler, Hipokrat Külliyatı (Corpus Hippocraticum) olarak isimlendirilmektedir. Bu eserlerin yalnızca bir kısmı Hipokrat’a aittir; Hipokrat’ın ardından gelen kuşaklardaki hekimlerin eserleri de bu külliyatta yer almaktadır. Kos (İstanköy) adasında doğmuş olan Hipokrat’ın eserlerindeki drogların miktarı 400 kadar olup çoğunu bitkisel kökenli droglar oluşturmaktadır. Hipokrat’ın ilkelerinden biri olan “primum non nocere” (önce zarar verme) bugün halen tıptaki ve tıp etiğindeki temel ilkelerden biridir. Hipokrat’ın kuramsal yaklaşımı ve tıp uygulamaları, zamanın felsefi konseptlerine, özellikle de Empedocles’in öğretilerine dayanmaktadır. Empedocles’e göre, dünya dört temel elementten (hava, su, toprak ve ateş) oluşmakta ve makrokozmos olarak isimlendirilmektedir. İnsan vücudu ise evrenin küçük bir modeli olarak görülmekte ve bu nedenle mikrokozmos olarak tanımlanmaktadır. Hipokrat’ın tıbba kazandırdığı yenilikler 1. Gözlem ve deneye yer verme (ilk kez Hipokrat ekolünde yer almıştır), 2. Hasta başında klinik ders verme -öğrencilerle hasta başında muayene, belirtileri gözleme ve tanı koyma uygulaması- yöntemini getirmiştir (klinik tıbbın kurucusu oldu), 3. Unsurlar teorisine göre Humoral Teoriyi oluşturmuş ve vücutta kan, balgam, sevda ya da kara safra, sarı safra olarak isimlendirilen dört humor-sıvının bulunduğunu, yenilen, içilen gıdaların bu dört sıvıya dönüştüğünü, hastalığın bu dört sıvı arasında dengesizlik sonucu ortaya çıktığını savunmuştur. 4. Hastalık tedavisi Humoral Patoloji teorisine dayandırılmış, tedaviye; drog, diyet, kan almak, lavman yapmak - boşaltım, kusturucu, idrar söktürücü ilaçlar vermek gibi somut yöntemler sokulmuştur. Dünyayı oluşturan dört elementin insan vücudundaki karşılıkları ise kara safra, sarı safra, balgam (mukus) ve kandır. Bedeni dolaşan KAN akıcı ve sıcak HAVA Beyinde saklanan BALGAM soğuk ve akıcı SU Karaciğerden gelen SARI SAFRA kuru ve sıcak ATEŞ Dalakta bulunan KARA SAFRA soğuk ve kuru TOPRAK Bu öğeler arasında bir dengesizlik oluştuğunda hastalık meydana çıkmaktadır. Tedavinin amacı da, bozulan bu dengenin tekrar sağlanmasıdır. Bu felsefe ve beraberindeki uygulamalar, 19. yy ortalarına kadar tıp uygulamalarına yön vermeye devam etmiştir. Hellenistik Dönem Antik Yunan uygarlığının Yunan yarımadası dışındaki diğer bölgelerde etkisinin hissedildiği dönemdir. Büyük İskender’in M.Ö. 334-323 yıllarında egemenliği altına aldığı Doğu dünyası Yunan uygarlığı ile tanıştı. M.Ö 322 yılında İskenderiye kurulduktan sonra ilk yönetici olan Ptolemy Soler dünyanın en ünlü kütüphanesini kurmuştur. Bu atmosferde ünlü düşünürler, şairler ve hekimler yetişmiştir. Bu devir tarihte Helenistik Dönem olarak da isimlendirilmektedir. İskenderiye’de Tıp Khalkedonlu (Kadıköy) Herophilus ve Erasistratus, İskenderiye’nin önemli bilim adamlarıdır. Viviseksiyon (canlılarda diseksiyon yapma) yoluyla çalışmalar gerçekleştirmiş ve bazı anatomik terimleri tanımlamışlardır. Viviseksiyon uygulamalarını kamuya açık şekilde ve suçlular üzerinde gerçekleştirdikleri düşünülmektedir. Erasistratus’un sadece insanlar ve hayvanlar üzerinde viviseksiyon yapmakla kalmayıp, hayvanlar ve belki insanlar üzerinde metabolizmaya ilişkin çalışmalar yaptığı da düşünülmektedir. Kalp kapakçıklarını ilk tanımlayan kişi olarak da kabul edilmektedir. Bu dönemde aklın beyinde yerleştiğine inanılır ve beşinci bir element olan pnömanın damarlardan aktığı ve canlılığı koruduğu düşünülürdü. Bu devir kısa ömürlü olmuş ve öğrencileri hocalarının izinden gitmemiştir. Roma Uygarlığı Roma uygarlığı sırasında Hristiyanlık ortadoğuda ortaya çıkmış ve MS 4. yy’ın sonlarında İmparator Konstantin döneminde resmi din haline gelmiştir. Yunan tıbbı İskenderiye’de doruğa ulaşmış ve ardından Roma uygarlığını da etkilemiştir. Roma tıbbının Etrüsk ve Yunan uygarlıklarından geliştiği düşünülmektedir. Etrüskler ve Tıp İtalyan yarımadasında Romalılardan önce Etrüskler tarafından kullanılan bronzdan yapılmış karaciğer modelleri ile Mezopotamya’da hepatoskopi amacıyla kullanılan kilden yapılmış karaciğer modelleri arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır. Arkeolojik kazılarda bulunan dental protezler, Etrüsklerin yapay diş protezleri yapmakta başarılı olduğunu göstermektedir. Roma Tıbbı Romalılar tıbba karşı ilgisiz olup ilgi alanları; politika, felsefe, askerlik, mimaridir. Roma’da hekimlik daha çok Yunanlı hekimler tarafından icra edilen bir meslektir. Üst sınıfa mensup Romalılar’ın ailelerine bakan kendi özel hekimleri (köle konumunda) bulunmaktaydı. Hastalık sigortası uygulamasına benzer sağlık sistemi kuran Romalılar, hekimi devletin adamı olarak kabul etmekteydiler. Su kanallarına, banyolara sahip olan Romalılar, hijyene çok önem veriyorlardı. Romalıların su tedarikini ve akışını sağlayan sistemleri mükemmeldi. Halka açık hamamlar ve çeşmeler günlük yaşamın bir parçasıydı. Kullanılmış suyun aktığı sistemler ve kanalizasyonlar mevcuttu. Zenginlerin kendi özel su kaynakları bulunuyordu. Cloxa Maxima adı verilen yapı, bu sistemin bir parçasıydı ve binalar ile caddelerin altından suyun akışına olanak sağlıyordu. Umumi tuvaletler de bulunmaktaydı; bunların örneklerinden biri Efes’te bulunmaktadır. Roma ordusunda tıp subayları (sıhhiyeciler) yer almaktaydı. İlk gezgin hastane Romalılar tarafından icat edilmiştir. Valetudinaria olarak bilinmektedir. Bu kurumlar askerlere ve sivillere de hizmet vermiştir. Bu dönemdeki tıbbi bitkiler ile ilgili en önemli şahıslar şunlardır: Eupator Mithridates VI. (MÖ 132-63): Pontos kralı olup Romalılar ile yaptığı savaşlar kadar kendi ismini taşıyan antidot (panzehir) ile de meşhurdur. Küçük yaşta babasının hileli bir şekilde öldürülüşünü görmüş ve annesinin kedisini de öldüreceğinden korkarak Pontos dağlarına kaçmıştır. Bu dağlarda 7 sene yaşayan Mithridates yabani zehirli bitkiler üzerinde pratik bilgiler edinmiştir. Pontos kralı olduktan sonra zehirlenmeye karşı kendini korumak için özel bir antidot hazırlamıştır. Mithridaticum denilen bu panzehirin içeriğinde 48 drog bulunuyordu. Sonradan özellikle Romalı hekimlerin etkisiyle içerikte bazı değişiklikler yapılarak yeni formüller ortaya atılmıştır. Bunlardan biri Theriaca (tiryak) ismiyle çok meşhur olmuştur. Bu karışımın içeriğinde de zamanla değişiklikler olmuştur. MÖ 63 yılında isyan etmiş olan oğluna karşı yaptığı savaşı kaybedince zehir içerek ölmeyi denemiş ise de zehirlere karşı bağışıklık kazanmış olduğundan başarılı olamamış ve yanında bulunan askerlerden birine kendisini hançerle öldürtmüştür. Dioscorides (Dioskorides, Dioskurides, Dioscoride) (20-79?): Adana, Kozan yakınlarındaki Anazarba şehrinde doğmuş bir Grek hekimidir. Pedanius takma adıyla da tanınır. Osmanlı dönemi kitaplarında adı “Skorides” olarak geçer. Roma ordularında hekimlik yapmış, ordularla birlikte doğu ülkelerini ve Anadolu’yu gezmiştir. Özellikle tıbbi bitkiler ile ilgilenmiştir. Anavarza Kalesi Anavarza antik kentinin günümüzdeki görünüşü Grekçe olarak yazdığı “Peri Hyles İatrikes” (İlaçlar bilgisi) ismli eseri Arapçaya “Kitab-al Haşayiş” Latinceye ise “Materia Medica” ismiyle çevrilmiştir. Anadolu bitkileri hakkında ilk kapsamlı bilgilerin yer aldığı bu eser 1500 yıl kadar tedavi alanında ana kaynak olarak kullanılmıştır. Dioscorides’in eseri 5 ciltten ibaret olup droglar şu sıraya göre gruplandırılmıştır. Cilt 1: Kokulu bitkiler, yağlar, merhemler ve ağaçlar. Cilt 2: Canlılar, süt ve süt mamulleri. Cilt 3: Kökler, usareler ve otlar. Cilt 4: Otlar ve kökler. Cilt 5: Şaraplar ve anorganik maddeler. Bu eserde 500 kadar tıbbi bitkinin tarifi verilmekte ve tedavi özellikleri ile yetiştikleri bölgeler anlatılmaktadır. Bunların önemli bir kısmı Anadolu ve Akdeniz bölgesi bitkileri olup halen tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Kendisinden önce gelen yazarların verdikleri bilgileri aktarmak yerine, kişisel deney ve gözlemlerine önem vermiştir. Bitkiler hakkında verilen bilgiler Bitkinin adı, bazen sinonimleri ve bir resim Yetişme yeri Botanik tarifi Drog özellikleri ve tarifi Tıbbi kullanılışı Zararlı yan etkileri Miktarlar ve dozaj Toplama dönemi, hazırlama ve muhafaza Katıştırma yolları ve bunların açıklanma yöntemleri Baytarlıktaki kullanılışı Büyü ve tıbbi olmayan kullanılışlar Özel yetişme alanları Kitabın orijinal yazması elde değildir. Grekçe yazılmış en eski kopya “İstanbul kodeksi” (Constantinopolitan Codex) adıyla bilinenidir. Bu kopya 512 yılında Bizans İmparatorlarından Anicius Olybrius’un kızı Prenses Juliana Anicia adına hazırlanmıştır. Kanuni’nin başhekiminin oğlunda bulunan bu kitap, 100 düka altını karşılığında Avusturya İmparatoru tarafından satın alınmıştır. Bu kopyada Dioscorides ve Galen’in eserlerinden ayrı olarak son kısmında kuşlara ait bir risale bulunmaktadır. 984 parşömen (deri) sayfadan ibaret olup 479 renkli bitki resmi taşımaktadır. Codex Aniciae Julianae Codex Constantinopolitanus Bugün Viyana’da Avusturya Milli Kütüphanesi’nde saklanmaktadır. Kitab-al Haşayiş Süleymaniye Kütüphanesi Galen (Galenus) (130-201): İslam yazarları tarafından “Calinos” ismiyle tanınan Romalı bir hekimdir. Hekimliği kadar yaptığı ve kullandığı ilaç tertipleri ile de tanınmıştır. Müshil tertipleri ve tiryak formülü çok meşhur olmuştur. Galenus, kullandığı ilaç tertiplerini kendi hazırlardı. Bu yüzden hekim olduğu kadar eczacı olarak da kabul edilmektedir. 500 kadar bitkisel, hayvansal ve mineral droğun tarifini yapmış ve etkilerini belirtmiştir. Anadolu’da Pergamum (Bergama)’da doğmuştur. Babası varlıklı bir kişidir. İzmir, Korent ve İskenderiye’ye seyahat etmiş, daha sonra imparator Marcus Aurelius’un saray hekimi olmuştur. Galen Bergama’ya döndüğünde yerel gladyatör oyunlarının şefi, Galen’i gladyatörlere hekim olarak atadı. Gladyatörlerin sağ kalmasının bir parçası olan ağır yaralanmaların tedavisi, onun yaşayan insan anatomisini, özellikle de kemikleri, eklemleri ve kasları gözlemlemesini ve kırıkların yanı sıra zalim göğüs ve karın yaralanmalarını da tedavi etme yeteneğini geliştirmesini sağladı. Kaslar, kemikler ve dolaşım sistemi üzerine yaptığı çalışmaları 17.yüzyıla kadar geçerliliğini korumuştur. Dış etkenler adlı teorisi, humoral teorinin zıddıydı. Buna bağlı olarak tedavi yöntemi de farklıydı. Benzeri benzerle tedavi yolunu seçen Hipokrat’a karşı, Galen, zıddı zıddıyla tedaviyi savunmuştur. Tanı yöntemi olarak, nabız sayma ve idrar muayenesi kullanmış, diyet, fizyoterapi ve zengin ilaçlar kullanmıştır. Polifarmasinin kurucusu olan Galen’in 100’e yakın farmakolojik eseri bulunmakta, soğuk ilaçların-sıcak hastalıklar için, sıcak ilaçların- soğuk hastalıklar için kullanılmasını önermektedir. Kan alma ve boşaltımı bir tedavi yöntemi olarak kullanmaktaydı. Her yaranın iyileşirken irin oluşturduğu fikrini savunmuştur. 500’den fazla esere sahip olan Galen, büyük dolaşımı tanımlamış, kanın arterlerden venalara geçişinden söz etmiştir. Fakat kanın akciğerlerden sol kalbe gelişini anlayamamıştır. Eskiden İskenderiye’nin bilgi kaynağı olan insan vücudunun doğrudan diseksiyonu artık uygulanmadığından, Galen ve diğer anatomistler bilgileri başka yollardan aramak zorunda kaldılar. Bunlar yaralanmaya maruz kalan organları şans eseri gözlemek, tesadüfen terk edilmiş bir ceset bulmak, hayvanları disekte ederek insanlara benzer yanlarını bulmak gibi yöntemlerdi. Hayvan diseksiyonu Galen’i özellikle iç organlar konusunda hataya düşürdü. Ayrıca bazen teorilerine uyması için orada bulunmayan yapıların varolduğunu savundu. “Tanrı yaratığı değil mi? Hayvanda ne varsa insanda da o var” diyen Galen’in anatomi bilgileri tehlikeli, buna karşılık fizyoloji bilgileri çok doğru idi. (“Anatomi bilgisi olmayan hekim, planı olmayan mimara benzer” demiştir.) Galenus döneminden sonra Romada tababet gerilemeye başlamış ve tedaviye sihir ve şarlatanlığın hakim olduğu kabul edilmiştir. Antik Çin Uygarlığı Hindistan’dan Budist felsefenin, kuzeyden Konfiçyusculuğun ve güneyden Taoculuğun etkisi altında kalan Çin uygarlığı tıp felsefesini Taoculuk üzerine kurmuştur. Bu felsefeye göre, evrenin yüce ruhu Tao’nun oluşumu yin ve yang ile gerçekleşir. Tüm evren, canlı ve cansız varlıklar iki zıt hayatî güç olan yin ve yang ilkelerinden meydana gelir. Birbirini tamamlayarak bir bütün oluşturan bu iki güç birlikte hayat enerjisi tchi’yi oluşturur. Evrenin ana ilkesi olduğu düşünülen ve “yol” anlamına gelen Tao, yang ve yin arasındaki uygun oranı belirler. Bu doğal oranı değiştiren her şey kötüdür. Bu görüşe göre, organlardaki yin ve yang oranı dengede olduğunda kişi sağlıklı olur, bozulduğunda ise hastalık ortaya çıkar. Doğru yaşayış, dikkatlice Tao’yu izlemekle olur. Buna göre yin (Türklerde kararığ), ayı, toprağı/yeri, dişiliği/ dişiyi, yumuşaklığı/yumuşağı, sükûneti, karanlığı, soğukluğu, alçaklığı/alçağı, zayıflığı, ağırlığı, olumsuzu temsil eder. Yang (Türklerde yaruk), göğü, güneşi, erkekliği/erkeği, sertliği/katıyı, hareketliliği, aydınlığı, sıcaklığı, yüksekliği/yükseği, hafifliği, olumluyu temsil eder. Çin tıbbında organların yapısı değil, işlevi önemlidir. Tıp bilgisi yin-yang düşüncesi çerçevesinde akıl yürütmeye ve varsayıma dayanır. Çin tıbbına göre, insan bedeninde bazı organlar yin, bazıları yang’dır. Alınan soluğun içinde bulunan yang temel organlara, yin ise yardımcı organlara dağıtılır. Yang, karaciğer, kalp, akciğer, böbrek ve dalakta; yin, mide, safra kesesi, ince ve kalın bağırsaklarda ve mesanede bulunur. Bedenin çeşitli kısımları da yin ve yang özelliğine sahiptir. Örneğin, insanın sağ tarafı yin, sol tarafı yang özelliğini taşır. Vücudun işleyişi, yani fizyolojisi de buna göre sınıflanır. Örneğin, kasılma-gevşeme, soluk alma-verme yin ve yang zıt güçleri ile açıklanır. Yin ve yang’in birbiriyle değişik oranlarda ilişkisi de tabiatın beş ana unsurunu meydana getirir (toprak, ateş, su, maden, odun/ağaç). Bütün varlıklar bu beş unsurdan oluşur. İlk Çağ’dan itibaren gelişen Çin düşüncesine göre, insan bedeni evrenin yansıması, hatta küçük bir benzeri olup beşli sınıflamaya tabidir. Bedende beş temel organ (akciğer, kalp, karaciğer, dalak ve böbrek) ve beş yardımcı organ (mide, safra kesesi, ince bağırsak, kalın bağırsak ve mesane) bulunur. Bedenin beş yapı unsuru vardır (kemikler, adaleler, kan damarları, sinirler, tüyler). Doğadaki bu unsurlar birbiriyle ya uyum içindedir ya da uyumsuzdur. Örneği, su ateşin zıddıdır. Bedeni oluşturan organlar da birbiriyle uyumlu ya da uyumsuzdur. Örneğin, suyun bedende karşılığı olduğu düşünülen böbreklerin kalp ile uyuşmadığı düşünülür. Eski Çin tıbbı binlerce yıl değişmeden günümüze kadar uygulanagelmiştir. Eski Çin’de tıp ve eczacılık öğretimi Tıp ve eczacılık uzak doğuda her ne kadar serbest bir meslekse de çoğu kez gizli bir ilim gibi babadan oğula geçmiştir. Hekim ve eczacının halk gözünde değeri çok yüksektir. Çin kitaplarında tıp eğitimine çok önem verilmiştir. Milattan 3bin sene önce tıbbi bitkiler yetiştirmek üzere özel bahçeler kurmuşlardır. M.Ö. 4000 yıllarında Çinlilerin resim yazısı kullandıklarıyla ilgili bilgilere rastlanmaktadır. Çin tıbbı ile ilgili bilgileri mitolojiden ve eski kitaplardan edinmekteyiz. Tıp ile ilgili en eski yazılı kaynaklar üç Çin imparatoruna atfedilir. Yazdıkları kitaplarda yer alan tıp bilgileri nedeniyle hekim oldukları kabul edilen imparatorlardan Fu-Hsi (M.Ö. 2953-M.Ö. 2900) Pa kua sembolünü bularak yin- yang sembolünü ortaya koymuştur. Çin tıbbının felsefesini oluşturan Yang - Yin prensibini ortaya atmıştır. Doğanın (Tao) erkek unsuru Yang, dişi unsuru ise Yin olarak kabul edilmektedir. Shen-Nung (M.Ö. 2737-M.Ö.2800) yazdığı Pen-tsao adlı eserinde tıbbi bitkileri tanıtmış ve 365 ilâç tarifi vermiştir. Uzun yıllar yeni baskıları yapılarak okunmuştur ve halen Çin’de kullanılmaktadır. Bu yüzyılın başında da yeni bir İngilizce baskısı yapılan ve 5000 yıldır varlığını sürdüren Pen Tsao tıp tarihi açışından önemli bir eserdir. Çin tıbbının ilkelerini belirleyen Huang-Ti (Yu Hsiung) (M. Ö. 2697-M.Ö. 2600) tıbbın kanunu anlamına gelen Nei Ching’in yazarıdır. Bu kitapta akupunktur ile tedavi anlatılır, bütün Çin tıp eserlerinin kaynağı olarak kabul edilir. Fu Hsi Huang Ti (sarı imparator) Shen Nung Pen T’sao Dünyanın en eski Farmakopesi Bitki ve hayvan yetiştiriciliği konusunda yeni metotlar geliştirmesi yanında birçok ilaç ve zehri kendi üstünde deneyerek tıbba da önemli katkılarda bulunmuştur. Eserinde günümüzde halen kullanılan afyon, ravent, akonitum, kroton gibi bitkisel droglar yanında demir, arsenik, kükürt gibi kimyasal maddeler de vardır. Ginseng Radix Eski Çin’de hastalık nedenleri Mevsimler, rüzgârlar, pnöma - hava gibi dış etkenlerin yanı sıra Taoizm ile açıklanan dini nedenler sayılmaktadır. Çinli hekimler, evrenin ruhu olduğuna inanılan Tao ile bu ruh tarafından sarılmış olan insanın yin ve yang dengesi bozulduğunda evrenin bir parçası olan insanın hastalandığını düşünürdü. Nefes ve yiyecekler insanın yin ve yang dengesini etkilerdi. Örneği, havanın durumu (atmosferdeki durumlar) insanın yin ve yang dengesini altüst edebilirdi. “Rüzgâr” (Türklerde “yel”) pek çok hastalığın nedeni sayılırdı. Çin tıbbı “hastalıktan korunma” düşüncesi üzerine kuruludur. Bu sebeple hastalığın bir cezadan çok, tabiat yasalarına karşı gelmekten ortaya çıktığı varsayılırdı. Eski Çin’de hastalık tanısı Hasta muayenesinde, organların enerji seviyesini belirlemeye yarayan nabzın alınması en önemli bir tanı yöntemiydi. 200 kadar nabız türü tanımlanmıştı. Nabzın sert, yumuşak, hızlı, yavaş, düzenli ve düzensiz atımı gibi 27 özelliği değerlendirilerek tanı konurdu. Nabzın yıllardan, mevsimlerden etkilendiğini savunmuşlardır. 19. yüzyılda dil’in kontrolü ile teşhis yapılmaya başlanmıştır. Eski Çin’de tıp felsefesi ile tıp uygulaması birbirinden ayrılmazdı. Çinli hekimler hastayı çevresinin bir yansıması olarak görür her bir hastanın hastalanma sebebinin farklı olduğunu var sayarlardı. Hastasının Tao’yu (yin ve yang dengesini) nasıl bozduğunu öğrenmek amacıyla soru sorar, hastanın sosyal ve iktisadi durumu, iştahı, rüyaları hakkında bilgiler edinirdi Hastanın bozulan yin-yang dengesinin sağlanmasıyla tedavi olunacağı düşüncesiyle hastada yin ve yang özelliklerinden hangisinin hâkim olduğunu belirlemek de gerekirdi. Örneğin, iç hastalıkları yin, harici hastalıklar yang özelliğini taşırdı. Hekim hastanın bedenini gözler, sesini dinler; nabzını, dilini, gerektiğinde hasta bölgelerini yoklayarak muayene ederdi. Eski Çin’de tedavi; Çeşitli tıbbi bitkiler, masaj, jimnastik, moxa ve akupunktur en sık kullanılan tedavi yöntemlerini oluşturmaktaydı. Çiçekleri renklerine ve şekillerine göre sınıflandırmışlar ve buna göre hastalık tedavisinde kullanmışlardır. Örneğin; kalp şeklinde yaprağı ya da çiçeği olan bitkiyi kalp hastalıkları için kullanmışlardı. Eski Çin tıbbında hastanın şikâyetleri, hastalığına sebep olan neyse onun zıddı ile dengelenerek tedavi edilir, yani tchi enerjisi normal dengesine döndürülerek hastalık giderilirdi. Çin tıbbına göre her bir organ, işlevi, hastalığı yin ya da yang özelliği taşıdığından, bu doğrultuda uyarılır ya da yatıştırılırdı. Örneğin aniden ortaya çıkan şiddetli ağrı yang özelliğine sahiptir ve soğukla sakinleşir, sıcakla artar; hafif bir ağrı veya sızı ise yin özelliğine sahip olduğundan, sıcakla ve hareketle hafifler, soğukla artar. Eski Çin’de hidroterapi, beden hareketleri, masaj koruyucu ve tedavi edici olarak uygulanırdı. Bitkilerin tıbbi etkilerini tatlarına göre belirleyen Çinli hekimler tedavide beş tadın etkisini göz önünde bulundururdu. Örneğin, buruk tadın akciğeri, acının kalbi, ekşinin karaciğeri, tuzlunun böbreği, tatlının dalağı etkilediği düşünülürdü. Çin tıbbında yin ile yang arasındaki dengeyi sağlayacak olan bir perhiz uygulanarak da hastalar tedavi edilirdi. Afyon uyuşturucu (anestezik) ve cinsi arzuyu artırıcı (afrodizyak); ginseng güçlendirici (tonik); efedrin nefes açıcı olarak kullanılırdı. Yakılar ve müshillerle de tedavi yapılırdı. Eski Çin’de cerrahinin babası olarak kabul edilen Hua - Tuo (M.Ö.200), ameliyattan önce hintkeneviri (Cannabis indica) kullanarak hastaya anestezi uygulamıştır. Akciğer ameliyatları, laparotomi (karın boşluğunun açılması), mesane taşı çıkartılması, plastik cerrahi girişimleri hatta organ nakilleri yapıldığı bildirilmektedir. Hadım Etme (Harem ağası olmak için): Hastanın acı duymaması için genital bölgeye acı biber tohumu uygulandığı biliniyor. Penis ve skrotum bir ipek kumaşla birbirine bağlanıyor, pubis önünden yarım daire şeklinde bir bıçakla kesiliyor. Kanamayı durdurmak için şap pudrası kullanılıyor. Üretraya tahta bir tıkaç yerleştiriliyor ve hayatta kalırsa 3 ay sonra cariyelerin koruyucusu oluyor. Çin'de günümüzde yasak olan bir gelenek, "lotus ayak", “güzel görünme” uğruna kız çocukluklarına 5 yaşındayken uygulanan bir işlemdi. Kadınların ayaklarını küçültmek için yapılan işlemde, çocukların ayakları sıkı bir biçimde açılmamak üzere bağlanılır. Batılı kadının anatomisini öğrenen Çinli kadın bedenine acı vermenin, ayaklarını deforme ederek oluşan fiziksel acıyı ömür boyu taşımasının soyluluk ve sosyal konumu belirleyen bir gereklilik olamayacağı düşüncesini geliştirmiş ve bu bilinç ile değişimin temel yapısını belirlemiştir. Akupunktur ve Moksa Bedenin enerji kanalları üzerindeki belirli noktaların bastırarak, iğneyle ya da ısıtılarak uyarılmasıyla yapılan tedaviler de bozulan enerji dengesini normale döndürme amacına yöneliktir. Moxa; Bedendeki akupunktur noktaları üzerine misk otu konularak yakılmakta ve ısı etkisiyle o nokta uyarılmakta ya da uyarılması önlenmektedir. Akupunktur ise; bedendeki uyarılma noktaları üzerine çeşitli metal iğneler batırmaktır. Hastalığa neden olan bölge üzerinde akupunktur uygulayarak, hastalığın ortadan kalkmasına yardımcı olunmaktadır. Lâtince acur punctura = iğne batırma Çin tıbbına göre, sağlıklı kişide tchi adı verilen hayat enerjisi bir takım kanallar (meridyenler) boyunca sürekli akmaktadır. Tüm bedeni saran, ancak anatomik yollar olmayan bu kanallar deri ile organlar arasında ilişki kurmaktadır. Organlarla alış veriş içinde olan 12 ana meridyen, 13 yan meridyen ve 8 özel meridyen vardır. Bir kısmı aktif, bir kısmı da pasif olan bu meridyenler üzerinde 700 civarında nokta bulunur. Örneğin, böbrek meridyeni üzerinde 29; akciğer meridyeni üzerinde 11 nokta vardır. Bütün kanalların buluştuğu yer olduğu ifade edilen kulakta tüm organlarla ilgili 138 nokta bulunmaktadır. Hayat enerjisi tchi’nin miktarı azalır ve meridyenlerdeki dolaşımı bozulursa hastalık ortaya çıkar. Düzeni bozulan enerji ağını uyarmak ve akımı yoluna sokarak kanallar ile organlar arasındaki uyumu yeniden sağlamak için meridyenlerin üzerindeki noktalar muayene edilir. Bir meridyendeki rahatsızlık, üzerindeki bir noktada sertliğin ya da hassasiyetin tespit edilmesiyle anlaşılır (günümüz araştırmalarında hastalıkta ilgili noktalarda cildin elektrik direncinin düşük olduğu ortaya konmuştur) ve o noktaya iğneler batırılır, yani akupunktur uygulanır. Asya’da yaygın olarak ve Amerika’da da kullanılan bu tedavi yöntemine Çin dilinde cincou denir. Derinin belirli noktalarına parmak ile bastırarak (akupres) veya bu noktaları pelin otu (Artemisia vulgare) ile yakarak (moksa) da uygulama yapılır. Günümüzde, düşük elektrik verilen iğneler ile ya da lazer ışınlarıyla da belirli noktalar uyarılarak hastalar tedavi edilmektedir. Doğu tıbbının en gelişmiş örneklerine rastlanan Çin tıbbında; sağlık hizmetleriyle ilgilenen altı farklı meslek bulunmaktaydı. Bunlar; 1. Saray hekimleri, 2. Simyagerler; hayat iksirini arayanlar, 3. Çıplak ayaklı hekimler; şifalı bitkilerle hasta tedavisi yapanlar, 4. Kör masörler; masajla hasta tedavi edenler, 5. Akupunkturla tedavi edenler ve 6. Kırık-Çıkıkçılardır. Çömlekçilikle ilgilenen bu esnaf, çömlek çamuru ile kırık-çıkıkları tespit etmektedir. Çin tıbbında, tedavi etme işinin yapıldığı yere ve yönteme göre gözlenen bu farklılık uzmanlık dallarının doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde hekimi cezalandıran yasaların bulunduğu da bildirilmektedir. Çin’de tedavi ile uğraşan çeşitli sınıflar vardı. Saray hekimlerine Shih-shang-shih (Chou sülalesi devri M.Ö. 1122-221) denirdi. Doğu Han sülalesi devrinde (25-220) ülkenin sağlık işlerinden sorumlu olan saray görevlisi (en yüksek hekimler) Yi Tai Ling (M.Ö. 206-220) unvanıyla; ilaçlarla ilgilenen görevli ise Yao Cheng unvanı ile anılırdı. Başhekim drogları toplar ve diğer hekimleri denetler, imtihan eder, atamaları yapardı. Her ay hekime ödeme yaparak bir bakıma kendini sigortalayan sağlıklı kişiler hasta olduklarında tedavi ücreti ödemezdi. Yiyecek ve içeceklerle tedavi edenler (diyetisyenler) ayrı bir sınıftı. Basit hastalıklara bakanlar (soğuk algınlığı, baş ağrısı vb), yara tedavisi yapanlar (cerrahlar) ve hayvan hekimleri (veterinerler) vardı. Simyagerler ise hayat iksirini aradılar. Bugün de, şifalı bitkilerle tedavi yapan çıplak ayaklı hekimler, masajla tedavi eden kör masörler ve akupunktur ile tedavi yapanlar geleneğe dayalı tedavi yöntemlerini sürdürmektedir. Çin’de sık görülen hastalıklar olarak tüberküloz, lepra, çiçek, tifüs, kolera ve veba tanımlanmaktadır. Çocuk hastalıklarını ayırabilen Çinliler, çiçek aşısını ilk uygulayanlardandır (M.Ö. 1000’den beri). Çiçek hastalığı geçirmiş çocukların püstüllerinden kaldırdıkları kabukları kurutup toz haline getirdikten sonra bu tozu sağlıklı çocukların burunlarına üfleyerek aşılarlardı. Erkek çocukların sol, kızların sağ burun deliklerine üflenirdi. Çinliler kolera hastalığını iyi tarif etmişlerdir. Bu hastalığı sıcak çay ve kuvvet verici ilaçlarla tedavi etmeye çalışmışlardır. Ayrıca zatürre, frengi, sar’ayı da tanımlamışlardır. Frengiyi civa ile tedavi etmişlerdir. Afyonun uyuşturucu etkisini bildikleri için bunu tedavide kullanmışlardır. Nar ağacı solucan düşürücüdür. Bazı ilaçların birbirleri ile geçinemedikleri, zehirler, panzehirler hakkında bilgileri geniştir. Eski Çin’de üst tabakadan hasta birinin tedavisini yapan hekim bu hastanın ölmesi halinde ölüm ile cezalandırılabilirdi. Bir erkeğin bir kadını muayenesi kötü kabul edildiğinden, özel olarak yaptırılan seramik, kemik ve tahta bebekler üzerinde hastanın rahatsız olduğu bölgeye işaret edilirdi. Çin’de ilk resmi eczane 1076’da açılmıştır. Eski Çin tıp ve eczacılığında Hint ve Orta Asya halklarının özellikle Uygurların etkileri görülür. Ayrıca İran, Roma, Bizans, İslam uygarlıkları ve Selçuklularla da politik ilişkiler kurmuşlardır. Karşılıklı gönderilen elçilik heyetlerinin en değerli hediyeleri tıbbi droglar ve kokulu maddelerdir. Yüzyıllar boyunca Japonya ve Kore’de Çin tıbbı ve eczacılığı hakim olmuştur. Avrupa tıp ve eczacılığı uzak doğuya özellikle Japonya’ya Portekiz ve Hollandalı misyoner ve tüccarlar aracılığı ile 16. yy.da girebilmiştir Hint Uygarlığı M.Ö. 2300 yıllarında gelişen Eski Hint uygarlığında her türlü gelenekler ve bilgiler nesiller boyu değişmeden devam etmiştir. Eski Hint tıbbi bilgilerini bize ulaştıran en eski yazılı kaynaklar “yaşam bilgisi” anlamına gelen kutsal kitaplar Veda'lardır. Rahipler aynı zamanda hekim olduklarından din adamlarının kullandıkları Sanskritçe ile yazılmış olan bu 4 kutsal kitaptan (Rig-veda, Sama-veda, Ayur-veda ve Atharva-veda) Rig- Veda (M.Ö. 1500) daha fazla sihir ve büyü yani mistik tedaviden; Ayur-Veda ise (M.Ö. 700) hayvansal, bitkisel ve madensel olmak üzere çeşitli droglardan bahseder. Atharva- veda’da urlar, lenf adenit (lenf düğümü iltihabı), cüzzam, ishaller, kalp hastalıkları, felçler, romatizma hastalıkları, cinsi temas ile bulaşan bir takım hastalıklara ait kısa ifadeler ve ilâç terkipleri verilir. Eski Hint efsanesine göre bilgi (veda) en büyük tanrı Brahma’dan alınmıştı. Yedi bilge, insanoğlunun acılarına çare bulmak için Himalayaların doruğunda bulunan tanrılara yakarmış ve Brahma onlara yaşam bilgisinin (Ayur-veda) sırlarını vermişti. Ayur-veda metinleri sağlıklı ve uzun yaşamanın yollarını da gösteriyordu. Bir diğer efsaneye göre, Brahma’nın müsaadesi ile tıp sanatını öğreten, kutsal bilginin sahibi Dhanvantari hayat suyunu semenderden (ejderha, yılan) alıp içerek ölümsüzleşmişti. Eski Hint uygarlığında tedavi ile de uğraşan Brahman din adamları ve bilginleri evrenin gücü ve ruhu olan Brahma’nın temsilcisi sayılırdı. Her sınıfın (kastın) ayrı hekimi vardı. Buda’nın her on köye bir hekim atayarak halka sağlık hizmeti götürdüğü kaydedilir. Bu hizmetin, tarihte sağlık hizmetlerinin ilk sosyalizasyonu olduğu ileri sürülmektedir. Eski Hint uygarlığında Manu ve Zoroastre kanunlarında (M.Ö. 200- M.S. 200) hekimlerle ilgili maddeler de yer alır ve ilk defa hekimin “kusurlu davranışının” cezai sorumluluğu söz konusu edilir. Hekimlerden oluşan bir kurul hastanın gördüğü zarardan hekiminin sorumlu olup olmadığına karar verirdi. Mesleğini kötüye kullandığı ya da dikkatsizliğine hükmedilen hekime ilk seferinde para cezası verilir; fakat kusurlu davranışıyla hastalara zarar vermeye devam ederse parçalanarak öldürülürdü. Ölü bedenler üzerinde bıçak kullanılmasını yasaklayan yasalar mevcut. Brahmanlık vejeteryan bir diyet önermekte, alkolden uzak durmayı emretmekte, sık yıkanma ve diğer atıkların evden uzaklaştırılmasına büyük önem vermektedir. Ayurvedik metinler Eski Hint’te maserasyon, dekoksiyon, emülsiyon, filtrasyon gibi farklı yöntemlerin kullanıldığını göstermektedir. Eski Hint farmakopesinde kozmetikler, eliksirler, afrodizyaklar ve antioksidanlar bulunmaktaydı. Eski Hint tıbbını aktaran bazı Sanskritçe tıbbi yazmalar da vardır. M.S. 1000 yılına kadar hekimlerin kendi adları ile anılan derleme tıp kitapları kullanılmıştır. Ünlü Hint hekimlerinden Sushruta (IV-V. yy.) insan anatomisi ve cerrahi hakkında bilgiler içeren kitabında yedi yüz atmışı bitki kökenli birçok ilaç terkibi verir. Tedavide adamotu, alıç, arpa, banotu, dişotu, haşhaş, esrar, sinameki, köknar, mersin, meyankökü, safran, sarımsak, sedir, susam, üzerlik ve zeytin gibi 760 bitkinin yanında sodyum karbonat, antimon, gümüş, boraks, civa gibi madensel kaynaklı maddelerden oluşan bileşik ilaç reçeteleri kullanılmaktaydı. Buda devrine ait bu eser 6 bölümdür: SUSHRUTA 1. Cerrahi aletler 2. Teşhis yöntemleri 3. Anatomi 4. İç hastalıkları tedavisi 5. Zehir ve panzehirler 6. Kulak ve göz hastalıkları Ünlü hekim Çaraka’nın (1-2. yy) eğitici-öğrenci arasındaki diyalog şeklinde geçen eserinde cüzam, verem, şeker, delilik, sarılık ve kuduza ait bilgiler ve bitki, hayvan ve maden kaynaklı altıyüzün üstünde drogun kullanıldığı pek çok ilaç reçetesi bulunur. Farelerin veba taşıyıcısı olduğuna dair bilgi yer almaktadır. CHARAKA Hint’te hastalık kavramı Ünlü hekim Sushruta hastalığı şöyle tanımlar: “İnsan hastalığın kabıdır ve insan için ıstırap veya ağrı kaynağı olduğu anlaşılan şeye hastalık denir.” Eski Hint tıbbında hastalıklar; yaralar, dahili hastalıklar, akla ait hastalıklar ve tabii hastalıklar olarak dörde ayrılmaktaydı. Eski Hint uygarlığında hastalık daha önceki hayatta işlenmiş bir günahın sonucu olarak değerlendirilirdi. Bu inanca göre insanın iyi ve kötü hareketlerinin tamamı “karma”sını oluşturur. Ölümden sonra ruhun bir başka bedene göçtüğüne (transmigrasyon) inanan Hintlilerin bir başka bedende yeniden dirilme (reenkarnasyon) inancı, insanın her bir hayatındaki davranışlarının toplamı olan karma’larının onları “Nirvana”ya ulaştırana (evrenin ruhu Brahma ile birleşene) kadar tekrar tekrar dünyaya gelindiği düşüncesine dayanıyordu. Hastalıklara kötü ruhlar, şeytanların hâkim olması sebep olmaktadır. Tanrıların gücü ile de açıklanırdı. Örneğin, Shiva hastalık yapardı. Ritüeller, dualar, günah çıkarmalar ile bu kötü illetten kurtulmaya çalışılırdı. Doğanın etkilerini, örneğin nem/rutubet (abharaja) ve rüzgâr (vajata) gibi sebepleri hastalık nedenleri arasında sayardı. Bedende bulunduğu var sayılan beş unsurun dengesinin bozulması hastalık nedeni sayılırdı. Eski Hint felsefesi de evren bilgisi (kozmoloji) ile iç içedir. Evrenin yasalarıyla dünya yaşamı arasında bir uyum olduğu ve evrende tüm canlı ve cansızların beş temel unsurdan (mahabuta) oluştuğu varsayılır. Hava, su, toprak, ateş ve boşluk (akaşa) olarak nitelenen beş temel unsur insan hayatını ve bedenin işleyişini etkiler. Bedendeki kanallarda (shorata) düzensizliğin hastalık yaptığı düşüncesi vardı. İnsanın ilişkide bulunduğu her şey bedende bulunan bu unsurları da etkileyeceğinden kişinin dengesini bozabilecektir. İnsanlar çevrenin, mevsimin, gece ve gündüzün, havanın, yaşadıklarının, yiyip içtiklerinin, uyku durumunun, yaptığı işlerin, dost ve düşmanlarının vs. sürekli etkisi altındadır. Bu sürekli değişime en iyi biçimde uyum sağlayan kişi sağlıklı ve huzurlu olur. Fakat her insanda beş unsurun bileşimi ve dolayısıyla dengesi farklı olduğundan, herkesin bünyesi kendine özgüdür. Bu nedenle her şey herkesi aynı oranda etkilemez. Dış etkilerle enerjilerden birisi azalır ya da artarsa denge bozulduğundan, fazla unsurun atılması için boşaltıcı tedaviler uygulanır; hastaya kusturucu, müshil, idrar söktürücü, terletici ilaçlar verilir. İnsanda bulunduğu düşünülen üç hayat enerjisi (dosha) de evreni meydana getiren beş unsurun özelliklerini taşır. Bu enerjilerin düzensizliğinde hastalık ortaya çıkar. Örneğin, merkezi sinir sisteminde hava ve boşluktan oluşan enerji (vata-dosha) bulunur; düzensizliğinde uykusuzluk, endişe ve yorgunluk ortaya çıkar. Gözde, ateş ve sudan oluşan enerji (pitta-dosha) bulunur; düzensizliği görme bozukluklarına sebep olur. Göğüste bulunan enerji (kapha-dosha) su ve topraktan meydana gelir; düzensizliğinde mukus salgılanması artar, alerjik durumlar ortaya çıkar. İçinde yaşanılan çevre, yaşam biçimi ve beslenme alışkanlıkları düzenlenerek hayat enerjisinin dengesi korunabilir. Bunun için insan yediklerinin enerjisini nasıl etkileyeceğini bilmelidir. Örneğin, acı yiyecekler ateş ve sudan meydana gelen pitha’nın etkisini artırırken, kapha’nın etkisini azaltır. Hint’te tanı yöntemleri Canlılığın simgesi ruh; huysuzluğun simgesi safra ve soğukkanlılığın simgesi balgam arasındaki dengeye bağlanırdı. Hintli hekim neyin bedendeki hayat enerjilerinin dengesini bozup hastalığa sebep olduğunu araştırırdı. Beş duyunun hepsi kullanılmaktaydı. Doktor hastayı muayene eder, elle dokunur, kalbini/ akciğerlerini/ karnını dinler, cildin ve dilin durumuna bakar; idrar, gaita, kusmuk/balgam ve nabız muayenesi yapardı. Ateş kontrolü, bazen de fal bakma kullanılmaktaydı. Diyabet, tüberküloz, çiçek hastalıkları hakkında doğru tanımlamaları vardı. İdrarı tat duyusuyla kontrol ederek idrarın tatlı olmasından diyabet tanısı koymaktaydılar. Hint’te tedavi yöntemleri Çeşitli droglar, telkin, yoga, şok ve çeşitli cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktaydı. Zehri alınmış yılanlarla şok tedavisi; korkutma esasına dayanmakta ve korkuyla hastayı ve onu hasta yapan şeyi korkutarak kaçırmak esas alınmaktaydı. Çok sayıdaki büyü uygulamalarının yanı sıra müshiller, lavmanlar, emetikler, sülükler tedavide kullanılmaktadır. Dağlama yöntemi; yaralarının tedavisinde kullanılmaktaydı. Cerrahi tedavide karınca başlarını dikiş materyali olarak kullanıyorlardı. Hacamat, sonda takmak, ponksiyon (omurilikten sıvı alınması), yabancı cisim çıkartmak, laparotomi (karın boşluğuna cerrahi kesi), taş çıkartma, rinoplasti (burun estetiği) sık kullanılan cerrahi yöntemlerdi. Çiçek aşısını ve protez kullandıkları ileri sürülmektedir.. Apse boşaltma, yabancı cismi çıkarma, yara dikme, kulak yırtığı tedavisi, urların çıkarılması, katarakt ameliyatı, karında toplanan suyun boşaltılması, damarı bağlayarak kanamayı durdurma, bademciklerin alınması, mesane taşının çıkarılması, fıtık ameliyatı, kırıkların bambu kamışları ile sabitleştirilmesi gibi bir çok cerrahi girişim yapılırdı. Ama en ilgi çekicisi, burnu kesilen zina suçlularına yapılan plastik burun ameliyatlarıydı (rinoplasti). Yeni bir burun yapmak için alından ya da yanaktan alınan deri parçası ve iki kamış kullanılırdı. Haricen kullanılan ilaçlar daha çok tercih edilirdi. Hapşırtan ilaçlar baş ağrısını rahatlattığı için önemli sayılırdı. Göze antienflamatuvar bir merhem sürülür, vücut kokulu yağlarla yağlanırdı. Değerli madenler de ilaçlar arasına girmişti. Çiçek hastalığının ciltte bıraktığı izleri gidermek için bir merhem kullanırlardı ama günümüzde içeriği bilinmemektedir. Eski Hint hekimlerinin anatomi bilgisi az olmakla birlikte, cerrahlıkları hayranlık uyandıracak seviyedeydi. Cerrahi asil bir sanat sayılırdı ve cerrahların toplumda saygın bir yeri vardı. Bu bakımdan Hint uygarlığı, cerrahlığı adi bir iş sayan pek çok uygarlıktan üstündür. Çaraka-samhita adlı kitapta üçyüz ameliyatın ve cerrahi girişimlerde kullanılan yüzyirminin üstünde değişik cerrahi aletin tanımlandığı bildirilmektedir. Sushruta-samhita’da da cerrahi aletlerin tarifleri bulunur. Cerrahide, çoğu çelikten yapılı bıçak, makas, testere gibi kesiciler; iğne, trokar gibi deliciler; forseps gibi tutucular; kanca, spekulum gibi doku ayırıcıları; sonda, tüp gibi borular kullanılırdı. Anestezi amacıyla hastayı uyuşturmak için alkolden yararlanılırdı. Hint tıbbında, bedende bulunduğu varsayılan üç enerji arasında dengenin sağlanması, beden ile ruh arasındaki uyumun (tridosha) sağlanması anlamına da gelir. Hint felsefesinin bir bakıma tıbba yansıması olan “Yoga” bugün de yaygın bir uygulamadır. Budizm’in etkisi doğrultusunda ruhun bağımsızlığa kavuşması için beden, akıl ve arzular denetlenmeye çalışılır; Yoga yaparak beden ile ruh arasındaki uyum güçlendirilir. Acıyı hissetmeme, kalbin çalışmasını denetim altına alma, yemeden uzun süre yaşayabilme gibi yetenekler geliştirilir. Eski Hint’te tıp okulları yoktu. Öğretim usta-çırak ilişkisi şeklinde idi. Dini bir törenle ve yemin ederek öğrenime başlayan öğrenci patik ve teorik bilgiler edinirdi. Bunun için de hocasının günlük çalışmalarına hatta seyahatlerine katılırdı. Hint tıbbı Buda devrinde en parlak devrine erişmiştir. 2 tıp okulu açılmıştır. Tıp eğitiminde kullanılan, eczacılıkla ilgili kitaplar yazılmış, başka dillere tercüme edilmiştir. Tıbbi bitkiler yetiştirirler, kendi topraklarında yetişmeyenlerin komşu ülkelerin topraklarında yetiştirilmesi için çalışırlardı. MÖ 3.yy.da ilaç mahzeni ve botanik bahçesi yapmışlardır. M.Ö. V. yüzyıldan itibaren baharat yoluyla Hindistan’dan getirilen droglar, ilaç reçeteleri ve Hint tıbbıyla ilgili bilgilerle beraber Mezopotamya, Yunan ve İslam hekimlerine ulaşmıştır. Dioscorides’in Materia Medica’sındaki terminolojinin bir kısmının Hint dilinden alındığı ispatlanmıştır. Yılan kökü adıyla bilinen ve yerel halk arasında sakinleştirici olarak kullanılan Rauvolfia serpentina bitkisi üzerinde çalışan Hintli eczacılar tansiyon düşürücü etkisini de bulmuşlar ve batıya tanıtmışlardır. İsviçreliler köklerinden rezerpin alkaloidini elde ettiler. Serpasil adı ile piyasaya sürülmüştür. Rauvolfia serpentina Tibetlilerde Tibet, hekimliği Hindistan’dan Budizm ile birlikte almıştır. Mütetabbibler ve sihirbazların elinde kalmıştır. Günümüzde tıp Hint tıbbının ayısı olup bazı bölgelerinde Çin tıbbı da karışıktır. Tibetli rahipler insana 440 çeşit hastalık gelebileceğini iddia ederler ve hepsinin de ilaçları mevcuttur. Dünyanın en eski tıp ve eczacılık eserleri Tibette bulunur. Eski İran’da Eczacılık İran tıp ve eczacılığı hakkında kaynaklar yetersiz olduğundan çok az bilgiye sahibiz. Tek kaynak Avesta’ya göre başlangıçta eski İran tıp ve eczacılığı Mezopotamyanın çok etkisinde kalmıştır. Diğer antik çağ uygarlıkları gibi burada da ruhani-animizm bir tıp vardır. Hekim ve eczacı aynı kişidir. Üç hastayı kurtaran hekimlik ve eczacılık edebilir. Hatta köpekleri ve diğer hayvanları bile tedavi eder. Ancak bu gibi insanların Hürmüz dininden (Hürmüz=Ahura Mazda: iyilik ve sağlık tanrısı) olması şarttır. Hekimlik bu kadar kolay elde edildiği için yabancı ve özellikle Yunan ve Mısır hekim ve eczacıları oldukça itibarlıydılar. Saray hekim ve eczacıları hep onlardandı. Dini inançlardaki farklılık nedeniyle Bizans’tan kovulan Nasturi’ler yani patrik Nastorius ve arkadaşları, önce Urfa civarında ve oradan da kovulmaları üzerine MS. V. yy. da İran’ın güneyinde Hozistan eyaletinde Cond-i Şapur'da önemli bir hastane ve tıp okulu kurmuşlardır. Burası zamanla yakın doğunun ve bütün İslam aleminin en ünlü hekim ve eczacılarını yetiştirmiştir. Böylece İran kadar diğer yakın doğu ülkeleri de artık Mezopotamya’nın etkisinden kurtularak eski Yunan etkisine girmiştir. Çünkü bu eski İran tıp ve eczacılık okulu antik çağın ünlü ekollerinden Atina, İskenderiye ve Antakya ekollerinin bir devamı idi. Müslümanlar bu sayede eski Yunan kültürü, tıp ve eczacılığı ile temasa geçebilmişlerdir. Avesta'ya göre İran’da Bıçak hekimi (cerrah), ot hekimi ve mukaddes söz hekimi (psikiyatr) olmak üzere 3 türlü hekim- eczacı görülmektedir. Bitkisel droglar önemli bir yer tutmaktadır. Birçok ruhi tedavi yöntemleri kadar 2000 çeşit bitkinin şifa gücü de bilinmektedir. Sezaryen operasyonu yapılmakta. Bireysel ve toplumsal hijyen önemlidir. Avesta’da bir meslek kanunu bulunmakta ve eğitimin gereklilikleri, yanlış uygulamalar konusunda yaptırımların neler olacağı yer almakta. MÖ. IX. yy. da Med İmparatorluğunun kurulması ile gelişen İran kültür ve bilimi yüzyıllar boyu Mezopotamya etkisinde kaldıktan sonra MS. V. yy. da Nasturi'lerin gelmesiyle eski Yunan etkisi buralarda yerleşmiş ve VII. yy. da başlayan İslamiyet kısa zamanda inanç, kültür ve bilim olarak bütün çevreye hakim olmuştur. İbranilerde Eczacılık Sera Hz. İbrahim Hacer İshak İsmail Araplar Yakup (İsrail) İsrailoğulları Diğer antik toplumlarda olduğu gibi eski Beni İsrail devletinde de tıp ve eczacılık ruhani-animist bir karakter gösterir ve dini ampirik tababet şeklinde gelişir. Bu konudaki bilgiler hala yaşayan bazı İbrani gelenekleri kadar Tevrat’tan edinilmiştir. Mezopotamyanın etkisinde olduğu görülmektedir. Sağlık işlerini Yakupoğullarından (=İsrailoğullarından) Levi rahipleri (tapınakta kahinlere (kohenlere) yardım eden kişi) görürlerdi. Levi’ler Mısır'da Altın Buzağıya tapmaya dönmeyip Tanrı'ya bağlı kalan tek kabile oldukları için Tapınak'ta özel rahip statüsünde idiler. Halk ve devlet gözünde itibarı çok yüksek olan bu rahiplere Togerah (=hekim ve parfümcü- ıtriyatçı) denirdi. Yani bu rahipler aynı zamanda hekim ve eczacı idiler. Birçok eski uygarlıkta örneğin Mısır’da olduğu gibi İbranilerde de hekim-eczacı hizmeti karşılığında bir ücret alırdı. Eğer alamıyorsa dava açma hakkı vardı. İbranilere (tek tanrılı din olan yahudiliğe göre) göre, hastalıkların sebebi, 1. İnsanların günahlarına karşılık Tanrı’nın gazabıdır. 2. İç etkenler: Salgılardaki özellikle safradaki değişme ve birikme (humoral patoloji) 3. Dış etkenler: Sıcaklığın değişmesi, havanın bozulması gibi. 4. Şeytan: Vücuda şeytan girmesi özellikle ruh hastalıklarına sebep oluyordu. İsrail’de yılan da bir şeytandı. Mezopotamyada başlayan tıp ve yılan ilişkisi İsrail’de de görülmektedir. On Emir’e uyulduğu sürece sağlık hiçbir zaman bozulmaz. Vücuda sağlık ve ruha kurtuluş getiren şey yalnızca İNANÇ’tır. Temiz olmamak en büyük günahtır. Yemekten önce ellerin yıkanması dini bir görevdir. Hastalıkların Tedavisi Bazı droglar kadar hijyen kurallarına ve sihir ve muska gibi metafizik etkilere dayanır. Hahamlar iyileştirmede aracı kişilerdir. Özellikle MÖ 2. yy-MS 2. yy. da İskenderiyedeki Museviler arasında yaygın olan Esseni tarikatında sağlık mucizelerine çok yer verilirdi. Hz. İsa’nın bu tarikate mensup olduğundan mucizelerinin sağlık alanında olduğu söylenir. Bazı taşların da drog gibi kullanıldığı bilinmektedir. Bazı taşların vücuda değmesiyle bazı hastal