🎧 New: AI-Generated Podcasts Turn your study notes into engaging audio conversations. Learn more

Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract[1-105].pdf

Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...

Full Transcript

1. TEBLİĞ VARLIK GAYEMİZDİR “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”, varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Allah (celle celâluhu), kâinat sarayını bu yüce vazife için açmış ve yine insanı o sarayda bu yüce vazife için halife yapmıştır. Peygamberlik manzumesi de, bu sebeple nazmedilmiştir. H...

1. TEBLİĞ VARLIK GAYEMİZDİR “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”, varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Allah (celle celâluhu), kâinat sarayını bu yüce vazife için açmış ve yine insanı o sarayda bu yüce vazife için halife yapmıştır. Peygamberlik manzumesi de, bu sebeple nazmedilmiştir. Hz. Âdem (aleyhisselâm), hem ilk insan hem de ilk nebidir. Evlâtları, daha gözlerini açar açmaz karşılarında babalarını, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir peygamber olarak bulmuşlardır. Beşerî ilk oluşum nübüvvetle başlamıştır. Neticede nübüvvet ağacı, başlangıçta ona çekirdek olan Nebi’yi meyve vermiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri’dir.4 O’nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir. Tebliğin özü de, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”dir. Demek ki varlık, O’nun için var edilmiştir. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bir iş, işlerin en mühimidir. Evet, gözünü dünyaya açan Hz. Âdem’in ilk çocukları, yaşadıkları âlemin semasında, her an nazarını ulvî âleme diken, emirleri oradan alan ve aldığı bu emirlerin altında haşyetinden iki büklüm olan, tir tir titreyen ve dudağında daima öbür âlemlerin endişesini ürperti hâlinde yaşayan bir “Nebi 4 Bkz.: Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.385; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/214. 24 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Baba”yı, Kutup Yıldızı seyreder gibi seyretmişlerdir. Hz. Âdem (aleyhisselâm), hem insan olarak hem de peygamber olarak ilk defa “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapan insandır.. ve bu yol, bir defaya mahsus açılmış, ardından da kapanmış bir yol değildir. Hz. Âdem’i daha nice peygamberler takip etmiştir. Zira insanlığın nebilere ihtiyacı vardır. Çünkü insanda ne kadar fazilet mevcutsa, âdeta, zaman ve hâdiseler onları teker teker tüketme azmindedir. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim, yenilenmeden geçen sürelerin kalb kasvetine sebep olduğuna işaret eder. Bazı zaman ve devirler böyle bir kalb kasvetine sebep olunca, insanların gözleri küsûf tutmaya, bakışları bulanmaya başlar. Ayaklar kayar, istikamet kaybolur. Cenâb-ı Hak muhit ilmiyle bunları en iyi bilen olduğu ve rahmeti gadabına sebkat ettiği için, ard arda peygamberler göndermiş; gönderilen her peygamber de devrin şartlarına göre “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”de bulunmuştur. Hz. Âdem, ömrünü bu uğurda bitirip tüketmiş, evlâtlarının da daima iyi olanı yapmalarını, kötü olandan da kaçınmalarını tavsiye etmiştir. Onun sesinin ihtizaz ve dalgalanmaları, vefatından sonra da belli bir devreye kadar sürmüş, titreşimler kuvvetini kaybetmeye yüz tutunca da Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’in seçkin evlâtlarından bazılarını nebilik vazifesiyle görevlendirivermiştir. Onlar da sırasıyla kendilerine tevdî edilen bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş.. ve her nebinin güneş gibi gurub edip gitmesiyle, diğer nebinin yine bir güneş gibi doğuşu arasında, insanlık semasında her zaman bir karanlık yaşanmıştır. Gerçi vilâyeti temsil edenler, her karanlık geceyi âdeta yıldızlar gibi donatıyorlardı; ancak onların güneşten beklenen aydınlığı getirmeleri elbette ki mümkün değildi. Hz. Nuh’a (aleyhisselâm) kadar devran hep böyle devam etti geldi. Ve bir gün beşer, onun ulü’l-azm bir peygambere yakışır ciddiyette gür soluklarını duydu. O büyük Nebi, Kur’ân’ın ifadesiyle: Tebliğ Varlık Gayemizdir _________________________________________________________________________ 25 ‫أُ َ ِّ ُ ُכ رِ َ א َ ِت َر ِّ َوأَ ْ َ ُ َ ُכ َوأَ ْ َ ِ َ ا ّٰ ِ َ א َ َ ْ َ ُ َن‬ ْ ْ ُ “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size nasihat ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum.”5 diyordu. Yani, beni dinleyen, bana itaat eden ve sefineme binen kurtulacaktır. Bu kurtuluş hem zâhirî hem de bâtınî olacaktır. Sular üstündeki sefine sizin cismaniyetinizi kurtaracaktır. Kalbinizle bana bağlanır, dediklerime kulak verirseniz, dünyevî-uhrevî hayatın korkunç dalgaları arasında boğulmaktan kurtulur, selâmete erersiniz. Aksi hâlde, hem madde, hem de mânânızla tükenir gidersiniz... İşte Hz. Nuh, bin seneye yakın bir müddet hep böyle nasihat edip durmuştur. Onu takiben Hz. Hud (aleyhisselâm) ‫“ وأَ א‬Ben size emin gelir. O da yine aynı şekilde: ٌ ِ َ‫כ َא ِ ٌ أ‬ ُْ َ َ َ 6 bir nasihatçıyım.” der. İnsanları, yaratılış gayelerine uygun hareket etmeye davet eder. İnsan ki, Cenâb-ı Hakk’ı bilip tanımak ve bu bildiklerini vicdanında duymak için yaratılmıştır. İşte ona bu vazifesini hatırlatmak ve aynı zamanda onu bu mârifete ulaştırmak için ard arda peygamberler gelmektedir.. ve Hz. Hud’dan sonra da nice peygamberler gelmiş ve hep aynı yolu takip etmişlerdir. Ama ne zaman bir önceki nebinin ses ve soluklarının tesiri zihinlerden silinmiş ise, muhakkak insanlık bir öncekilere göre alçalışa geçmiş ve onun ruhî hayatında büyük sarsıntılar birbirini takip etmiştir. Mânevî hayat çorak bir araziye dönmüş, lâhut âlemine ait inşirah esintileri tamamen dinmiş ve insanlar derbeder hâle gelmişlerdir. İşte nebiler babası Hz. İbrahim (aleyhisselâm), gönderildiğinde insanlık âlemi böyle bir atmosferi yaşıyordu. O, “emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’lmünker”in diriltici nefesleriyle insanlar arasına girdi; nerede üç-beş kişi gördüyse, oraya gitti ve onlara hakkı, hakikati 5 6 A’râf sûresi, 7/62. A’râf sûresi, 7/68. 26 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni tebliğ etti. Onu dinleyip sözüne kulak verenler, yeniden insanî kemalat adına zirvelere tırmandı ve hep şahikalarda dolaşmaya başladılar. Hz. İbrahim’den sonra insanlık tekrar çıktığı zirveden yavaş yavaş aşağıya inmeye ve yeniden yozlaşmaya yüz tuttu. Her şeyi maddede arayan ve onda bulmaya çalışan bir zihniyet, yeniden gelip baş köşeye kuruldu. Bir ucu yirminci asra kadar uzanan bu felaketin, nasıl korkunç bir şey olduğunu, zannediyorum biz bugün daha iyi anlamaktayız. İşte Hz. Musa (aleyhisselâm), Mısır’da, Nil deltasında böyle bir anaforun yaşandığı dönemde zuhur etti. O da kendisinden önceki peygamberler gibi, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’lmünker” vazifesiyle memurdu ve biraz inatçı bir kavme karşı mücadele vermekle tavzif edilmişti. Bu yüce vazifeyi yüklendi ve onları ellerinden tutup yüceltme gayretine girdi. Bu çalışmalarında bir ölçüde muvaffak da oldu. Muhatapları çok zor yola gelebilecek bir millet olmasına rağmen, Hz. Musa’nın gece-gündüz gösterdiği gayret ve çırpınışları neticesinde ve “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in bir semeresi olarak, hayatta iken kendi de çok şeye şahit oldu. Elbetteki, insanları ellerinden tutup şahikalara çıkarmak ve onları birer kâmil insan hâline getirmek kolay bir hâdise değildir. Onun içindir ki, peygamberlerden dahi nice şehitler verilmiştir. Hz. Zekeriya (aleyhisselâm) baştan aşağıya demir testereyle bu uğurda ikiye biçilmiş, Hz. Yahya (aleyhisselâm) yine bu uğurda şehit edilmiştir. Zaten Hz. İsa (aleyhisselâm) için kurulan çarmıh da, başka bir gaye için değildi. Allah Resûlü’nün maruz kaldığı zorluklar bunların hepsini aşkındı. O’nun bu uğurda çekmediği eza ve cefa kalmamıştı. Hatta bir defasında O, Hz. Âişe’ye (radıyallâhu anhâ) hitaben: “Yâ Âişe, kavminden çok çektim.”7 diyecektir. Mahzun 7 Buhârî, bed’ü’l-halk 7; Müslim, cihad 111. Tebliğ Varlık Gayemizdir _________________________________________________________________________ 27 Peygamberin bu sözünde, bir kalb kırıklığının iniltisi vardır. Siz bu sözü alın, bütün peygamberlere uğrayarak Hz. Âdem’e (aleyhisselâm) kadar ulaştırın. Ve hayalen bu sözü yakın takibe alın, onu hemen her nebinin kalb inkisarı olarak bulacaksınız. Hz. Âdem evlâtlarını toplayacak: “Sizden çok çektim.” diyecek, Hz. Nuh (aleyhisselâm), Hz. Hud (aleyhisselâm) ve diğerleri de aynı sözü tekrar edecek ve aynı inkisarı dile getireceklerdir. Efendimiz’den sonra, bu işi devam ettiren kutlular.. onların ifadeleri de sıkılsa, damla damla aynı inkisarın döküldüğü görülecektir: “Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”8 ifadesi, buruk bir inkisardan başka neyin ifadesidir? İhtimal o bu sözü, kendi gibi bütün kalbi kırık büyükler için söylüyordu. Hâsılı bu hâl, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapanların değişmez bir kaderidir. Bu büyük işe iştirak etmenin şerefi mevzuunda dikkatleri çekmek için, bilhassa Seyyidina Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında, tefekkür mekiğinizi getirip götürmek istedim. Heyecanım, meselenin kudsiyetini aksettirmeden kaynaklanıyordu. Hülyalarımda hakikat erlerinin “hayhuy”unu duyuyor gibiydim. “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yolunda atılan her adım, adım sahibi için nübüvvete veraset sevabı kazandırır. 8 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller). 28 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Çünkü bu vazife, esas itibarıyla peygamberlerin vazifesidir. Bu yola adımını atan her insan, böyle bir vazifenin altına girmiş ya da ilâhî bir lütuf olarak bu vazife ona verilmiş demektir. Öyleyse bu uğurda tek adım atan insan dahi, niyet ve derecesine göre bu vazifenin sevabını kazanacaktır. Ayrıca şu hususa da işaret etmek yerinde olur: Mademki bu kudsî vazife peygamberlerin vazifesidir. Peygamberler ise, bütünüyle istikamet içindedirler. O hâlde, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapanlar da, hiç olmazsa bu amelleri itibarıyla istikamet içinde sayılırlar. Netice itibarıyla; Allah’a inanan her ferdin, Allah katında mü’min kabul edilebilmesinin ve mü’min kalabilmesinin garantisi, üzerindeki tebliğ vazifesini bihakkın ifa etmesiyle yakından alâkalıdır. Allah’a inanan fert ve cemaatler, varlıklarını ancak ve ancak bu vazifeyi yerine getirmekle devam ettirebilirler. Hak ve hakikate tercüman olma, haksızlık karşısında dilsiz şeytan kesilip susmama, her zaman hayatı ve ölümü istihkar edip hiçe sayma, hep sahabe anlayışı içinde olma ve bu kudsî vazifeyi hayatın gayesi bilme; hem var olmanın sırrı, hem de mü’min kalmanın şartıdır. Bunlar yaşanmadan geçen günlere yazıklar olsun!.. Aslında her mü’min de, bu kudsî vazifenin yapılmadığı bir cemiyet içinde yaşamaktan Allah’a sığınmalıdır. Fert, bu vazifeyi yaparken hem inandığı ve uğruna baş koyduğu düşüncelerini hayata geçirme imkânını bulacak, hem de bu sayede sahip olduğu iman havada kalmamış olacaktır. Zira İslâm, yaşanan bir hakikattir; yaşanmadıkça onun anlaşılmasına imkân yoktur. İman ve tebliği her şeyin merkezine yerleştiren bir insan, bütün hayatî faaliyetlerini de bu merkez etrafında örgüler. Bir mü’min için, korunması gereken beş esastan en birincisi dindir. O ırzını, namusunu, malını ve canını koruyacak; ama evvelâ dinini koruyacaktır. Ve bu Tebliğ Varlık Gayemizdir _________________________________________________________________________ 29 da onun, dinine verdiği önemin bir işareti olacaktır. Ferdin, Allah ile olan irtibatının derece ve kuvvetini gösteren en çarpıcı tablo, onun dini koruma adına gösterdiği gayret ve çalışmalarıdır. Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, dinini koruyamayan, diğer dört esası da koruyamaz. Tarihin bize verdiği en ibretli ve isabetli derslerden biri de işte budur. Allah (celle celâluhu) bizi, Kendisini ifade edelim ve anlatalım diye yarattı. Yaratılışımızdaki ilâhî maksat da budur. Bu ilâhî maksada uygun hareket etmek, hem dünyamızı hem de ahiretimizi mamur edecektir. Aksi hâlde dünyevî ve ebedî varlığımızın teminatı olan bu maksadın tokadını yer; hafizanallah hem millet olarak, hem de cemiyet olarak fitne ve fesadın ağına itilmiş oluruz. Bu önemli vazife (tebliğ vazifesi) yapılmadığı zaman, toplumun maruz kalacağı muhtemel musibetleri, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dile getirmişlerdir: Şöyle ki, bir gün etrafında sahabe halka olmuş pür dikkat O’nu dinliyorlardı. Ancak bugün, o nezih dilden ve lâl ü güher dökülen lisandan bir kısım tehdit ve tehlike ifadeleri de sâdır oluyordu. Ebû Ya’lâ ve İbn Ebi’d-Dünya’nın (radıyallâhu anhümâ) rivayetlerine göre Allah Resûlü: “Nasıl olacak hâliniz? O gün kadınların baş kaldırdığı, sereserpe açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı ifadenin terk edildiği gün?” Sahabe bu sözler karşısında dehşete düştü; zira akılları böyle bir şeyi kabul edemiyordu. Onlar, tek bir mü’min dahi kalsa, bir cemiyette bu kabîl kötülüklerin yaygınlaşmayacağına inanıyorlardı. Bu yüzden sözlerin tesiri, üzerlerinde bir şaşkınlık meydana getirmişti. Bundan dolayı da hemen sormuşlardı: “Bunlar olacak mı ki yâ Resûlallah?” Bunu hem şaşkınlık içinde hem de istifsar mahiyetinde soruyorlardı. 30 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Ve Allah Resûlü: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi de olacak!” buyurunca, etrafa bir garip hava çökmüş ve bakışlar bulanmıştı. Nihayet dehşet içinde: “Bundan daha şiddetlisi nedir yâ Resûlallah?” diyebilmişlerdi. Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu: “Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün hâliniz nice olacak bir bilseniz!” buyurdular. Biz hadisin bu bölümünden, günümüzdeki umumî duruma işaret etmesi yönüyle bir kesit alalım: Evet, hadis-i şerif, bir gün her şey tersine dönüp değerlerin altüst olacağına, iyiler kötü, kötüler iyi görüleceğine, zinanın tervic edileceğine, terör-anarşi revaç bulacağına, iman ve Kur’ân’ın aşağılanacağına, Allah’a inananlar hor ve hakir görüleceğine, birçok kötülük bizzat devletler tarafından kanunlarla korunmaya alınacağına, dine ait hakikatler gericilik addedileceğine işaret etmektedir. İşte değerlerin altüst olması budur. Çağın insanı bunu on misliyle yaşadı ve zannediyorum daha bir süre de yaşayacak. Evet, tebliğe ait vazife yapılmayınca izzet, şeref ve haysiyetin yerini zillet ve hakaretin alacağı muhakkaktır. Fıtrat kanunları çiğnenirse, bunların neticelerine de katlanmak gerekir! Bu hep böyle olmuştur, akl-ı selim sahibi kimselerin başka şey beklemeleri de düşünülemez. Bu yüzden, bunları vicdanına sığdıramayan sahabe tekrar hayretle sorar: – Bu da olacak mı yâ Resûlallah? Yani iyilikler menedilip, kötülükler emredilecek mi? – “Daha şiddetlisi bile olacak!” – Bundan daha şiddetlisi de nedir, Ey Allah’ın Resûlü? Tebliğ Varlık Gayemizdir _________________________________________________________________________ 31 – “Münkerât karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay hâlinize!” Yani, çoluk-çocuğunuzu akıntıya saldığınız, onları başıboş bıraktığınız, hatta onlara hâlinizle, dilinizle, davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman.. daha da kötüsü neslinize Allah’ı unutturduğunuz ve Peygamber’i gönüllerden sildiğiniz gün hâliniz içler acısı demektir. Artık sahabede hayret ve şaşkınlık son haddine varmış, dizlerde derman kalmamış, göğüsler daralıp nefesler tıkanmaya başlamıştı ki, dermansız, bitkin ve titrek bir sesle: – Bu da mı olacak yâ Resûlallah? – “Evet. Hatta ondan da şiddetlisi olacaktır!” Ve tam bu esnada Allah Resûlü, Allah’a kasem ederek O’ndan şu sözü nakletti: “Celâlime yemin olsun ki bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim...”9 İşte Allah Resûlü, bu önemli mükellefiyetin idrak edilmediği takdirde, bunun istikbalde ümmete nelere mâl olacağını, mucizâne bir şekilde dile getiriyordu ki, aslında biz de böyle bir mükellefiyet altında bulunmaktayız. Kalbimizin en hassas yerinde, üç asırdır devam edegelen bir vebalin ağrı ve sızısı var. Şüphesiz bu ağrı ve sızılarımızı dindirecek olan tek çare de, nebilere ait bu vazifenin hep birlikte ümmetçe idrak edilmesi ve yapılmasıdır. 9 Ebû Ya’lâ, el-Müsned 11/304; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 9/129 2. TEBLİĞE DUYULAN İHTİYAÇ VE ONUN KAZANDIRDIKLARI Günümüz insanı, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”e her devirden daha çok muhtaçtır. Zaten nübüvvet, Hatemü’lEnbiyâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuş ve o kapı artık ebediyen kapanmıştır. Hâlbuki günümüzde, geçmiş asırların hepsine denk bir küfür ve isyan hâdisesi söz konusudur. Bu itibarla da bugün, bu yüce vazifeyi omuzlayanlar, her devrin insanından daha büyük sıkıntı ve ızdıraba dûçâr olabileceklerdir. Bu zor şartlardır ki, günümüzün mürşit ve mübelliğlerini kendilerinden önce gelenlerin çok önüne geçirecek ve ümit ediyoruz onlara, sahabenin hemen arkasında yer alma pâyesini kazandıracaktır. Nefis cümleden aşağı olsa da, vazife cümlenin üstündedir.10 Cenâb-ı Hakk’ın lütfu, insanlara ihtiyaçları nispetinde gelmektedir. Allah’ın rahmeti, insanlar arasında taksim edilirken onun çokluğu, ekseriya, şahsın iktidarıyla ters orantı arz eder. Kim daha âciz ve zayıf ise, Cenâb-ı Hak ona daha çok merhamet etmekte ve onun elinden tutmaktadır. Değişik atmosferler açısından bakış ve duyuşlarla kalbimize kadar sokulan günahlar, bizleri öyle mefluç bir hâle 10 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.566 (Afyon Hayatı); Mektubat s.363 (Yirmi Altıncı Mektup, İkinci Mebhas). Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları ________________________________ 33 getirmiştir ki, gecelerimiz heyecana, seccadelerimiz de gözyaşına hasrettir. Aşk ve muhabbetten yoksun, kadavraya dönmüş bu hâlimizle, bilmem ki başka hangi felaketleri bekliyoruz? Bunun ötesinde gelecek felaket, –Allah korusun– şeytanın başına gelen felaket olabilir. Evet, bizler, yirminci asrın insanları olarak, günahlarla öylesine içli dışlı olmuşuz ki, şayet gözümüzden perde kalksa ve kendi mânevî mahiyetimizi müşâhede etsek, o hâlimizden en evvel kaçan bizler olacağız. Ve bu kadar mücrim, bu kadar yıkılmış, bu kadar dökülmüş olmamıza rağmen Rabbimiz’in bizlere “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini tevdi etmesi, sadece ve sadece rahmete olan ihtiyacımızdandır. Bizler alabildiğine küçük ve zayıf olmamıza karşılık Cenâb-ı Hak, alabildiğine yüce ve merhamet sahibidir. O’nun bu sonsuz rahmet ve merhametine mukabil vicdanlarımızın ifadesi olarak dilimizle binlerce kez “Elhamdülillah” desek yine azdır. Yirminci asır, mânâ ve ruh adına hakikaten her şeyin sarsılıp yıkıldığı bir asır olmuştur. Öyle ki, gözler küsufa tutulmuş, bakışlar bulanmış ve beller de iki büklüm hâle gelmiştir. Serfürû edilen yerler, hep mihrap girintisine ters çıkıntılardır. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen fısıltı hâlinde de olsa, Efendiler Efendisi’nin sesi ve soluğu hâlâ duyulmakta, O’nun asırlarca evvel söylediklerinin yankısı zaman ve mekânı aşarak bize kadar ulaşmaktadır ki bu da Rabbimiz’in sonsuz rahmetinden başka ne ile izah edilebilir ki? Öyle ise, bize düşen de, bu sonsuz lütfun şükrünü eda etmek olmalıdır. Bu da O’nun diriltici soluklarını ruhumuzun enginliklerine doldurmak ve her nefes alış verişimizi bu soluklara göre ayarlamakla olacaktır. Bu ölçüde şükrünü eda edenler ki, neticede de onlar kurtulacaklardır. Sâdi Şirâzî, Efendimiz’e hitaben: “Ne mutlu o ümmete ki, o ümmetin vapurunun kaptanı Sensin. Ne mutlu o ümmete 34 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni ki, o ümmetin arkacısı ve dayanağı Sensin!” der. Evet, bizler, kurtarıcı bir sefine içinde bulunuyoruz. O sefinenin kaptanı Kâinatın Efendisi’dir. Şimdilerde bir kere daha kaptanımız bize sesleniyor ve tayfalarının toplanmasını istiyor. “Ancak bu vapura binenler kurtulacaktır...” Bilmem ki bu sesi duyup topluca ona icabet edebilecek miyiz? * * * Şimdi de, Müslümanın tebliğ vazifesi ile muvazzaf kılınışını ve bu vazifeyi hakkıyla eda etmesi neticesi kazanacağı dünyevî ve uhrevî mükâfatları Kur’ân âyetlerinden takip etmeye çalışalım. Cenâb-ı Hak, bir âyette şöyle buyuruyor: ِ ُ‫و כ ِ כ أ‬ ‫وف‬ ‫ن ِإ ا ِ و ْ ون ِא‬ ُ ْ َ ْ َ ُ ُ َ َ ْ َ ْ َ َ ُ ْ َ ٌ َّ ْ ُ ْ ْ ُ َ ْ َ ‫َو َ ْ َ ْ َن َ ِ ا ْ ُ ْ َכ ِ َوأُو ٰ ِئ َכ ُ ا ْ ُ ْ ِ ُ َن‬ ُ “Sizden iyiye davet eden, mârufu emredip münkerden kaçındıran bir cemaat olsun. İşte felâha, başarıya ulaşan yalnız onlardır.”11 Evet, sizin içinizde daima, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’lmünker” yapacak, hayra davet edecek ve şerden sakındıracak, insanlara doğruyu gösterecek ve kendisi de dosdoğru olacak, hem öyle doğru olacak ki, kötülüklerden, yılandançıyandan kaçar gibi kaçacak bir cemaat bulunmalı. Bir diğer ifadeyle, onlar, içinde bulundukları cemiyet için birer Kutup Yıldızı olsunlar. İçtimaî hayat okyanusunda seyahat eden cemiyet sefinesi, yollarını onlara bakıp öyle ayarlasın. Rotalar hep onlara göre kontrolden geçirilsin. Ta ki, sapmalar ve yolda dökülüp kalmalar asgariye indirilebilsin. Ne var ki bu rehber topluluk bu işe o denli motive olmalıdır ki, görenler onları âdeta “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”den ibaret mücessem bir âbide gibi görmelidir; görmelidir ki, inandırıcı olabilsin... 11 Âl-i İmrân sûresi, 3/104. Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 35 Eğer bir cemiyet içinde, daima böyle kalabilen ve her zaman böyle olabilen bir cemaat yoksa, o cemiyetin işi bitmiş demektir. Aralarında böyle bir cemaat zuhur edinceye kadar da onların doğru yolu bulması mümkün değildir. Burada önemli gördüğüm bir hususa daha temas etmek istiyorum. Eğer bir yerde, iyiliği emredip kötülükten meneden bir cemaat varsa, Allah (celle celâluhu) o bölge halkını semavî ve arzî bütün felaketlerden koruyacağına dair teminat vermektedir. Böyle bir teminatı başka birilerinin vermesi mümkün değildir. İşte bu konuda Kur’ân’ın beyanı: ‫אن َر ُّ َכ ِ ْ ِ َכ ا ْ ُ ى ِ ُ ْ ٍ َوأَ ْ ُ َ א ُ ْ ِ ُ َن‬ َ ‫َو َ א َכ‬ ُ ٰ “Halkı ıslah edici olduğu hâlde, Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.”12 Ve ben de, Kur’ân’ın ardından sözlerine itimat ettiğim pek çok devâsâ kametin beyanlarına, bütün nebi ve velilerin de bu meyandaki sözlerine itimat ve istinaden diyorum ki “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in yapıldığı bir yere, Cenâb-ı Hak musibet ve belâ vermez. Cemiyet böyle bir cezayı hak etse bile, o cemaatin hatırına o belâ ve musibet kaldırılabilir. Zira o cemaatin kalbleri daima Cenâb-ı Hak’la irtibatlıdır. Ömürlerinin her an ve dakikası, iyiliği emredip kötülükten men etmekle geçmektedir. Dertli ve ızdıraplıdırlar. Dertlerinin ve ızdıraplarının sancısı beyinlerine vurur da onlar her an iki büklüm kıvranır dururlar. “Kime, nerede ve nasıl anlatsam?” düşüncesi onlarda sabit fikir hâline gelmiştir. Yerken, içerken, yatarken, kalkarken bu düşünce her zaman onları çepeçevre kuşatmıştır. Sanki varlıkları bu düşünceden ibaret gibi bir hâl almışlardır. İşte böylesine hakikatin azat kabul etmez köleleri bir toplumun safları arasında dolaşıp durdukça, o cemiyet semavî ve arzî bütün belâ ve musibetlerden emin demektir. Ve eğer 12 Hûd sûresi, 11/117. 36 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni biz, semavî ve arzî belâ ve musibetlerden emin olmak istiyorsak, derhal yaratılış gayemiz olan bu vazifemizin başına dönmeliyiz.. dönmeli ve kat’iyen bilmeliyiz ki, gelen musibetler, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in terkinden dolayı gelmektedir. O belâ ve musibetlerin gitmesi isteniyorsa, o da yine “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in yerine getirilmesiyle gerçekleşecektir. Başka hiçbir ibadet ü taat, böyle bir paratönerliği haiz değildir. Cenâb-ı Hak, bir insanı veya cemiyeti onlar namaz kılar oldukları, Kâbe’yi tavaf ettikleri, ellerinde evrâd ü ezkâr okuyup durdukları anlarda bile yok edip yerin dibine geçirebilir. Ancak bir yerde on insan, arz edildiği şekilde dertli, muzdarip ve vazifelerini de yapıyorlarsa, Cenâb-ı Hak o beldeyi teminatı altına alır ve orayı muhafaza buyurur. Onun içindir ki, bazı İsrailî kaynaklarda şöyle bir husus nakledilmektedir: “Hz. Lut’un (aleyhisselâm) kavmi helâk olduğunda, onlar içinde gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçiren binlerce âbid ve zâhid insan vardı.. ama onlar ‘emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’ vazifesini yapmıyorlardı.” Yine Hz. Şuayb’ın (aleyhisselâm) kavmi Eyke halkı helâk edilirken, kim bilir kaç insan orada namaz kılıp, oruç tutuyordu!.. Fakat, içinde emr-i bi’l-mâruf vazifesi yapıldığı hâlde helâke uğramış tek bir kavim veya millet göstermek mümkün değildir. Zira tarihte böyle bir misal de yoktur. İleride –inşâallah– âyet ve hadislerin aydınlatıcı tayfları altında bu meseleyi daha genişletmeyi düşünüyoruz. Yeryüzünde tebliğ hakikati ve ona duyulan ihtiyacı, bir başka zaviyeden şöyle değerlendirebiliriz: “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”, insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olmasının muktezasıdır. Allah (celle celâluhu), insanı, eşyaya müdahale etme pâyesiyle serfiraz bir halife kılmıştır. Ve ona kendi iradesinden bir irade bahşetmiştir. “Benlik” ve “ego” sadece insanda vardır. O, bu sayede kendinde mevcut Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 37 olan hassalar ile, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatlarını değişik tecellîleriyle anlamaya çalışır ve gerçek kimliğinin idrakine ulaşır. Zira insana verilen benlik, mâlikiyet ve bunlardan kaynaklanan hürriyet duygusu, sadece bir ölçü birimidir. İnsan, bunlar sayesinde kuracağı farazî hatlarla Rabbini, Mâlik’ini ve O’nun her şeye kâdir olduğunu anlayıp idrak edebilir. İşte, insana böyle ayırıcı özelliklerin verilmesi, bir bakıma onun baştan halife kabul edilişi demektir. Zaten Allah meleklerine hitaben, “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim...”13 dedikten sonra, insanlığın babası olan Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) yaratmıştır. Ona eşyaya tasarruf hakkı vermiş ve onu Kendi yerine bir bakıma halife tayin etmiştir. Vekil, kendisine vekâlet veren şahsın tayin ettiği hudutların dışına çıkamaz ve o hudutların dışında tasarruf yapamaz. Zaten, insanın yapması gereken şeyler de, peygamberlerin bildirmiş olduğu ilâhî fermanlarla tespit ve tayin edilmiştir. İşte insan, o beyan ve hükümler doğrultusunda hareket ettiği müddetçe vekâletini tam ve mükemmel yerine getirmiş olacaktır. Hasan Basri Hazretleri’nin mürsel olarak rivayet ettiği bir hadis bu mülâhazaya ışık tutar mahiyettedir. Hadiste şöyle denilmektedir: ِ ّٰ ‫َ ِ َ ُ ا‬ ِ َ َ ُ َ ِ ‫َ ْ أ َ َ ِא ْ َ ْ ُ وف َو َ َ َ ِ ا ْ ُ ْ َכ‬ ِ ِ ‫ِ ا ْ َر ِض و َ ِ َ ُ ِכ א ِ ِ و َ ِ َ ُ ر‬ َ َ َ ْ ُ َ “Kim, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker yaparsa o Allah’ın, Allah Resûlü’nün ve Kitabullah’ın halifesidir.”14 Cenâb-ı Hakk’ı anlama ve anlatma, tanıma ve tanıtma, davranışlarıyla O’na ait olduğunu gösterme herkese düşen bir görevdir. Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kitabullah’ı anlama ve anlatma da yine insana düşen bir vazifedir. 13 14 Bakara sûresi, 2/30. ed-Deylemî, el-Müsned 3/586; el-Makdisî, Zahîratü’l-huffâz 4/2227. 38 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Allah ve Resûlü’nün vaz’ettiği prensipleri pratiğe dökme ve onları yaşanır hâle getirme de yine bu vazife cümlesindendir. Şu kadar var ki, aynı zamanda bu vazifeler insanın yaratılış gayesidir de. Demek oluyor ki insan, emr-i bi’l-mâruf yaptığı ölçüde vazifesini yerine getirmiş olacaktır. Ve bütün bunlar, insanın adım adım Cenâb-ı Hakk’ın rızasına kavuşmasını sağlayacak önemli vesilelerdir. Dürre binti Ebî Leheb (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü hutbe irad ediyordu. Mescide bir adam girdi ve Allah Resûlü’ne, “İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye sordu. Allah Resûlü bu soruya şu şekilde cevap verdi: “İnsanların en hayırlısı emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker yapan, çok okuyan, Allah’tan çok korkan ve sıla-ı rahimde bulunandır.”15 Evet, insanların en hayırlısı, mârufu emredip, iyiyi yaymayı dert hâline getiren, gece-gündüz bunun sancısını ve ızdırabını çeken, kötülükten meneden, münkerin neşv ü nemâsına meydan vermemek için elinden gelen her şeyi yapan, gönlünü hep bu duyguya kilitleyen, Allah’tan çok korkan, yaşadığı hayatı şeriat-ı fıtriye ile Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın birleştirilmesi şeklinde yaşayan, yani; Kur’ân’dan fışkıran hakikatlerin bir kavis çizip yükseldiği yerleri birbirine bağlayıp, eşya ve hâdiselere o zaviyeden bakan, sıla-ı rahimde bulunan, insanlara karşı alâka duyan ve şefkatli olan insandır. Bizce vazifeler içinde en mühim olanı da budur. Eğer insanımıza karşı alâka duyuyor ve ona karşı merhametli olduğumuzu kabul ediyorsak, bunun en güzel ispatı, ona karşı yapmamız gereken vazifeleri yerine getirmemiz olmalıdır. Bu hususta bize düşen en hayatî iş de “emr-i bi’lmâruf nehy-i ani’l-münker”dir. Öyleyse bunu bütün insanlığa karşı yerine getirme emeliyle çalışmalıyız. 15 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/68, 431, 432; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/257. Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 39 Kaldı ki bu vazifeyi kim yaparsa yapsın, Cenâb-ı Hak tarafından takdir ve tebcile mazhar olur. Onun için, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: ِ ِ ‫אب أُ ٌ ِאئ ٌ ُ َن ٰا‬ َ ِ ‫אت ا ِ ا אء ا و‬ َْ َ َّ ِ َ ‫َ ْ ُ ا َ ًاء ْ أ ْ ِ ا ْ כ‬ َ ْ ُ َ ِ ْ َّ َ ٰ ّٰ ِ ‫وف َو َ ْ َ ْ َن‬ ‫ون۝ ُ ْ ِ ُ َن ِא ّٰ ِ َوا ْ ْ ِم ا ْ ِ ِ و ْ ون ِא‬ َ ُ ُ َْ َ ُْ َْ َ ُُ ََ ٰ ِ ِ ِ ِ ِ ۨ ِ َ ‫َ ِ ا ْ ُ ْ َכ ِ َو ُ َ אرِ ُ َن ا ْ َ ْ َ ات َوأُو ٰۤئ َכ َ ا َّ א‬ “Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyup duranlar vardır, bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, iyiliği emreder, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar salihlerdendir.”16 Demek oluyor ki, bu vazifeyi kim yaparsa yapsın, Allah’a, ahiret gününe de inanıyorsa, Kur’ân’ın tebciline mazhardır. Zaten bizi de dolu dolu ümitlere sevkeden, bu ve benzeri âyetler değil midir? Evet, günümüz insanı şiddete, hiddete, baskıya, dövüp öldürmeye değil; şefkate, sevgiye, muhabbete, tatlı söze, mûnis sese muhtaçtır. Herkese şefkatle eğilecek, onun kalb iniltilerini bir mızrap gibi kendi gönlünde duyacak ve onların ızdırabını ızdırabın gibi paylaşacaksın.. evet bugün bizlerden beklenen şey budur. Bu yapılabildiği ölçüde insanlığın beklediği önemli bir iş yerine getirilmiş olacaktır. Bugün doğu ve batıda bizleri hayrete sevk edecek ölçüde ihtidalar, hidayete ermeler ve din olarak İslâm’ı seçmeler görülmekte.. ve yine içte-dışta baş döndürücü keyfiyette dine dönüşler müşâhede edilmektedir. Dün unutulan mescit ve seccadeler, bugün kendileriyle bütünleşen insanlarla, dününün neşvesini paylaşmakta. Ve bu umumî durum olanca hızıyla yeryüzüne yayılmaktadır. Bütün bunlar, bugün birer olgu ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– bu kalblerin şefkatle açılıp kapandığını göstermektedir. Nefret uyandıran 16 Âl-i İmrân sûresi, 3/113, 114. 40 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni davranışların dün hiçbir faydası olmadığı gibi, bugün de olmayacaktır, yarın da olmayacaktır. Ben, bugün hidayete ulaşmış ve İslâm’dan nasibini almış nicelerinden duydum ve dinledim ki, eğer dün öldürülmüş olsalardı, şimdilerde, imanın vaad ettiği bu rûhânî hazlardan istifade edemeyeceklerini defaatle, “Allah’a şükür ki, o anarşi döneminde İslâm’a karşı bir türlü sıcaklık duymayan kişiler olarak öldürülmedik. Aksi hâlde dünya ve ahiretimiz mahvolacaktı.” şeklinde ifade etmişlerdir. Hidayete erip Müslüman olmuş ve Allah Resûlü’nün huzuruna erme pâyesini ihraz etmiş bir sahabinin, cahiliye döneminde Allah Resûlü’nün dostlarından birini öldürmüş olma cürmünü ileri sürüp, kendisini kınayan bir başka sahabiye verdiği cevap oldukça mânidardır! Sahabi diyor ki: “Sen beni öyle bir işimden dolayı kınıyorsun ki, Allah benim elimle onu Cennet’e koymuştur. Çünkü o şehit olmuştur. Ya orada ölen ben olsaydım, durum nice olurdu? Zira o gün ben kâfirdim ve ebedî olarak Cehennem’e girecektim...” Esasen siz de, mazinin belli bir devresine gidip, anarşiden sıyrılmış ve seccadesine kavuşmuş insanları dinleyebilseniz aynı ses, aynı soluğu duyacaksınız. O gün her meseleyi kaba kuvvetle çözmeye çalışanlar, bugün seccadelerinin başında ağlayan o eski mücrimleri gördüklerinde acaba ne derler?. Doğrusu bunu çok merak ediyorum! Bu hususu tenvir için Asr-ı Saadet’ten canlı bir örnek sunmak istiyorum: Amr b. Âs (radıyallâhu anh), olabildiğine bereketli ve uzun ömür yaşamış bir sahabidir. O, ölüm döşeğine düştüğünde oldukça endişeli ve bu endişeden dolayı da âdeta iki büklümdü. Bu eski asker ve siyasî dâhiye oğlu ve aynı zamanda ümmetin âlimlerinden olan Abdullah b. Amr b. Âs: “Babacığım! Sen hayatta ölüm endişesi taşıyan insanları sevmez, aksine Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 41 onlara kızardın. Şimdi aynı endişeyi taşıdığını görüyorum...” der. Ölüm döşeğinde son anlarını yaşayan Amr b. Âs, oğluna şu cevabı verir: “Benim hayatımda üç önemli devre var ki, bunlar beni çeşitli duygulara sevk etmektedir. İlk devrem küfür içinde geçmiştir. Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve inananlara yapmadık kötülük bırakmadım. Her yerde ve her defasında onların karşılarına çıktım; Habeşistan’a hicret ettiler, ben de arkalarından gidip orada dahi onları huzursuz ettim. Birçok muharebede Müslümanların karşılarına dikildim. O devrede benimle beraber olanlardan niceleri küfür içinde ölüp gittiler. Cenâb-ı Hak beni korudu ve hidayete erdirdi. İşte ben o devrede ölmediğim için gece-gündüz Rabbime hamdettim ve şükürde bulundum. İkinci devrede ise, daima Allah Resûlü ile beraber oldum. O’ndan hiç ayrılmadım. Bu dönem itibarıyla dupduru bir hayat yaşadım. Birçok sahabi bu safvet ve duruluk içinde iken öldü. Fakat ben ölmedim. İşte o devrede ölmediğim için de hep hayıflandım, üzüntü çektim. “Keşke ölüm bana da o devrede gelseydi!” düşüncesiyle hayıflandım durdum. Üçüncü devre ki, Efendimiz, Yüceler Yücesi nezdindeki makamına göçüp gitti. Artık O aramızda yoktu. Çıkan problemlere biz kendimiz çare bulmaya çalışıyorduk. Bu devrede vicdanımı rahatsız eden birçok hâdiseye karıştım. Ve ölüm bana böyle bir devrede geldi.. onun için de endişe içindeyim.”17 Bizler de bugün, Amr b. Âs’ın, vefat etmediği için durmadan Cenâb-ı Hakk’a hamdettiği ve o karanlık devrenin dehlizlerinden geçerek ışık ve aydınlık bir zemine çıkıp seccadelerinde dua dua Cenâb-ı Hakk’a şükür edalı yönelişlerde 17 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/199; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1190; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 46/193. 42 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bulunan belli bir dönem insanlarını, her devrinkinden daha çok müşâhede edenlerdeniz. Eğer onlara ikinci ve üçüncü devrelerde de dupduru bir hayat hazırlayabilirsek, son anlarını da aynı hamd ve şükür neşvesi içinde geçirmelerini temin etmiş olacağız. Evet, vazifede sınır yoktur. Bilhassa muhabbet fedaisi olmaya azmetmişler için... Muhabbet fedaisi, kendini, Cenâb-ı Hakk’ı insanlara sevdirmeye adamış kahramandır. Onun bütün derdi, insanların, Rablerini sevmelerini temin etmek ve onlara ebedî varoluşa giden yolları açmaktır. Bilhassa günümüzde, böyle bir kahramana düşen vazife çok daha ciddî buudlara ulaşmıştır. Zira ekseriyet itibarıyla günümüz insanı, her ne kadar çeşitli yerlerde görülen dinî hayata dönüş bize ümit verse de, Cenâb-ı Hak’tan kopuk bir hayat yaşamaktadır. Onları böyle bir girdaptan kurtarma, çok zor; zor olduğu kadar da mübeccel bir vazifedir. Cinnet içinde, öldüren bir bataklıkta çırpınan bir insana, “Olduğun gibi kal!” demek ne ise, bu girdapta yuvarlanan nesle de, kalb safvetini korumasını ve Rabbiyle irtibatını sağlam tutmasını tenbih etmek aynı şeydir, hatta ondan da zordur. Ne var ki bizler bu zoru aşmak mecburiyetindeyiz. Sevgi, muhabbet ve müsamaha da bu zoru aşmanın önemli bir yoludur. Çünkü karşımızdaki kimselerin çoğu ebedî hayatını kazanma ya da kaybetmekle yüz yüzedir. Biz ise, onun ebedî hayatını kazanmasını istemekteyiz. Hâlbuki o, henüz içinde bulunduğu tehlikenin büyüklüğünü sezebilmiş değildir. Onun için, bizim gayret ve tehâlükümüzü yadırgamakta; hatta bazen bize kızmakta ve karşı çıkmaktadır. Ona aynı şekilde mukabele, onun ebedî hayatı kaybetmesine sebep olacaktır. Öyleyse davranışımız, mutlaka onun bize karşı olan davranışından farklı olmalıdır. Zaten o, durumunun nazik bir noktada olduğunu bilse, bizim gayretimizi anlayacak; koşup gelecek ve gönüllerimizi sevince gark edecektir. O hâlde, onun o bütün yadırgama ve karşı Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 43 çıkmalarına rağmen, bizim ısrarla bu uyarıları devam ettirmemiz gerekir. İnsanlık semasının ayları, güneşleri mesabesinde olan başta peygamberler olmak üzere evliyâ, asfiyâ da hep böyle davranmışlardır. Meselâ; Hz. Nuh (aleyhisselâm), boğulmak üzere olduğunun farkında olmayan, onun için de gemiye binmemede ısrar eden oğlunun karşısında, nasıl çırpınmış ve aralarına giren bir dalganın oğlunu alıp götürmesi karşısında nasıl sarsılmış ve sessiz bir feryada gömülmüştü,18 öyle de, günümüzde, aynı türden yüzlerce hâdise karşısında aynı heyecan yaşanmalıdır!.. Putlara tapan bir baba karşısında Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) derdi, ızdırabı ve ona hakikatleri anlatabilmek için her çareye başvuruşu,19 günümüzün muhabbet fedailerine mutlaka bir şeyler anlatmalıdır. Hele, kendisini kırk yıl himaye etmiş amcası Ebû Talib’in öleceği anda başucunda durup: “Amcacığım, bir kere beni tasdik et, ahirette sana şefaat edeyim.”20 diyerek kıvrım kıvrım kıvranan dertli ve mahzun Nebi’nin bu hâli, gözlerimizin önünden hiç gitmemelidir. ... Ve yine O; kavmi O’nu kovmuş ve her türlü hakarete maruz bırakmışken, O hep muhabbet ve sevgiyle mukabele etmiş; etmiş ve kazanan da kendisi olmuştur.21 Çünkü arkasından milyarlarca insanın ebedî hayatı kazanmasına giden yol, bu katlanma köprüsünden geçerek devam etmiştir. Evet, bu kudsî vazife, tam şefkat ve muhabbet fedailerine göre bir vazifedir. Yaşatma arzusuyla yaşama zevkini terk edenlerin vazifesi.. içinde bulunduğu cemiyetin fertlerine Cennet’e giden yolu gösteremediği takdirde, Cennet’te 18 19 20 21 Bkz.: Hûd sûresi, 11/42-43. Bkz.: En’âm sûresi, 6/74. Buhârî, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1, eymân 19; Müslim, îmân 41. Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 49/152; İbn Adiyy, el-Kâmil 6/111. 44 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni dahi huzur bulamayacak kadar yüce himmetler taşıyan şefkat âbidelerinin vazifesi.. “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur. Milletimin imanını selâmette görmezsem, Cennet’i de istemem. Orası da bana zindan olur...”22 diyen fedailerin vazifesi.. ve “Yâ Rab, vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, oraya başka kulun girmesin!” diyen sıddîklerin vazifesi... Evet, pratikte tatbiki çok zor olan bu sözler, bir anlık ruh hâlini ele verse dahi, ummanlara sığmayan bir şefkati anlatması bakımından da çok mühimdir... Allah Resûlü, ümmetinden bir kısmının Cehennem’e gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp “Ümmetim! Ümmetim!” diyeceği rivayet edilir. Bu nasıl bir şefkattir ki, o esnada O’na; Cennet’i, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutturacak ve O gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayıp duracaktır. Evet, O’na “Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!” deninceye kadar O, başını yerden kaldırmayacak ve hep “Ümmetî! Ümmetî!” diye inleyecektir.23 İşte bu o büyük zatın ümmetine karşı eşsiz şefkat ve merhametinin ifadesidir. Yine bu, O’nun, en büyük muhabbet fedaisi olması demektir. Evet, kendi beşerî hazlarını, aile mutluluğunu, dünyevî meşguliyetlerini insanların derdiyle dertlenme yolunda unutmayan ve candan, cânândan geçmeyenin muhabbet fedaisi olması mümkün değildir. Tam bir muhabbet fedaisi olmadan da “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’lmünker” vazifesini hakkıyla yerine getirmek imkânsızdır. 22 23 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller). Buhârî, tefsîru sûre (2) 1, tevhid 36; Müslim, îmân 322, 326, 327. 3. TEBLİĞ EN KIYMETLİ HEDİYEDİR Tebliğ vazifesine, hediyeleşme bağlamında bir teşbihle yaklaşacak olursak, şunlar söylenebilir: Sizler yakınlarınıza, bayramlarda veya düğünlerde hediyeler götürürsünüz. Götürmeden evvel de, götüreceğiniz hediyenin isabetli olması için hassas davranır ve hediye götüreceğiniz şahsa götürülecek hediyenin seçimi mevzuunda bir hayli düşünürsünüz. Bu, gayet normal ve hatta faydalı bir davranıştır. Çünkü hem hediyeleşecek, hem de götürdüğünüz hediye ile bir ihtiyacı karşılamış olacaksınız. İçtimaî hayatı paylaştığınız aynı yolun yolcusu insanlara gidip, onlarla sohbet etmeyi plânlarken de, en az hediye tercihinde gösterdiğiniz hassasiyet kadar hassas davranmalısınız ki, o insanlara en çok ihtiyaç duydukları şeyleri sunabilesiniz. Unutmamalıyız ki, bugünün insanının en çok muhtaç olduğu şey; bir çift güzel söz ve nasihattir. Ve yine bugünün en kıymetli hediyesi, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”dir. Bu sebeple, bu vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirebilmek için öncelikle muhatabımız olan şahsı veya şahısları iyi tanımalı ve onların boşluk noktalarını, muhtaç oldukları 46 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni hususları çok iyi tespit etmeliyiz. Aksi hâlde kametine uymayan ve ona şirin görünmeyen atlas bir cübbe de olsa, ona sevimsiz bir elbise giydirme gibi olacaktır ki, yapılan şey iyilik olmasına rağmen kötülük tesiri icra edecektir. Çeşitli ideolojik ve fikri saplantılara dûçâr olmuş bir insanın, düşüncelerini berraklaştırmadan, onu semalarda dolaştırmanın hiçbir mânâsı olamaz. Kalbi küsuf tutmuş bir insanın gönül aynasında yıldızlar, ışıklarının serbest oyunlarını nasıl oynasınlar ki! Bu itibarla da, herhangi bir insana yaklaşmada o şahsın boşluklarını tespit çok mühimdir. Ta ki, söylenen sözler onu düşündürsün, sarssın ve kendine getirsin. Bazen sizin ızdırap dolu bir iniltiniz, onun kendine gelmesine ve boşluğunu duymasına sebep olabilir. Her hâlde, bir insanı kendine getirici o iniltiden, o ızdırap yüklü feryattan veya bir çift güzel sözden daha kıymetli hediye de olamaz! Öyle bir söz veya inilti ki, onun daha sonraki bütün yanlış gidişlerine “Dur!” diyecek ve onu istikamete sevk edecektir. Kötüden iyiye yönlendirici, insanın önünde iyiden şehrahlar açıcı bu hediye, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in ta kendisidir. Ve bence hediyelerin de en kıymetlisi odur. Buhârî ve Müslim, ittifakla şu hâdiseyi naklederler: “Hayber muhasarası günlerce sürdü. Müspet hiçbir netice alınamıyordu. Hayber yahudileri bütün güçleriyle direniyorlardı. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o, Allah ve Resûlü’nü; Allah ve Resûlü de onu sever.”24 buyurdu. Bu bir sahabi için müjdelerin en büyüğüydü. Herkes bu pâyenin kendisine ait olmasını arzu ediyordu. Evet, onlar mü’min kardeşini her meselede kendi nefislerine tercih edebilirlerdi. Meselâ, son nefeste ve en çok muhtaç olduğu bir anda ağzına götüreceği bir yudum suyu, yanındaki kardeşi “Su!” diye 24 Buhârî, fezâilü ashâb 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 32-35. Tebliğ En Kıymetli Hediyedir___________________________________________________________________ 47 inlediği için, ona götürülmesini isteyebilirdi.25 Malını, mülkünü, her şeyini, mü’min kardeşine seve seve verebilirdi.26 Ama bugün söylenen söz, Allah ve Resûlü tarafından sevilme garantisinin müjdesiydi. Hiç kimse onu kaçırmak istemez ve o mevzuda kardeşini kendine tercih edemezdi. Velhâsıl herkes, bu pâyenin kendisine nasip olmasını istiyordu. Hatta Hz. Ömer (radıyallâhu anh) gibi nadide bir fıtrat, konuyla alâkalı bize şunları söyleyecektir: “Hiçbir imaret teklifini gönlüm arzu etmemişti. Bana da şu vazife verilse, diye gönlümden geçirdiğim hiçbir mesele yoktu. Ama sadece o gece, sancağın bana verilmesini çok arzu ve ümit ettim. Çünkü bu işin arkasında Allah ve Resûlü tarafından sevilme garantisi vardı.”27 Sahabe, sabaha kadar uyuyamamış, herkes heyecanla “Acaba bu pâye kime nasip olacak?” diye düşünmüştü.. ve ertesi gün sabah namazında da herkes ön saflarda bu beklentiyle yer almaya çalışmıştı. Zira sancak, namazdan sonra sahibini bulacaktı. Namazdan sonra Allah Resûlü cemaatine döndüğünde, bütün gözler, İki Cihan Serveri’nin üzerine kilitlenmiş ve O’nun iki dudağı arasından dökülecek sözcükleri beklemekteydi. Evet, biraz sonra dudaklar kımıldayacak ve bu cennet kokulu ağızdan bir tek cümle çıkacaktı. Çıkacak cümle çok önemliydi, zira onda dünyanın en tâli’li insanının adı geçecekti. Heyecanların doruk noktaya ulaştığı bu kertede nihayet beklenen an geldi ve Allah Resûlü, o müşfik ve ürperti hâsıl eden sesiyle “Ali nerede?” dedi. Artık iş anlaşılmıştı. Bu tâli’li insan Hz. Ali (radıyallâhu anh) idi. Fakat bir şans daha vardı, çünkü Hz. Ali, gözlerinde çok ciddî ağrı olduğundan dolayı, hasta idi. Bu ümitle 25 26 27 el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084. Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3, nikâh 7, büyû’ 1; Tirmizî, birr 22. Buhârî, fezâilü ashâb 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 32-35. 48 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni cevap verirler: “İşte şurada hasta yatıyor ey Allah’ın Resûlü!” Efendimiz ise, onu yanına çağırdı ve mübarek parmaklarını ağzına götürdükten sonra onun gözlerine sürdü. O ağrıyan gözler, birden şifa buldu ve Hz. Ali, hayatı boyunca bu ağrıyı bir daha duymadı. Evet, neticede sancak tâli’li sahibini bulmuş.. ve Hz. Ali sancağı eline almış, Hayber’e doğru harekete geçmişti. Sonra aniden durdu ve Allah Resûlü’ne, “Ey Allah’ın Resûlü! Onlarla hangi şey üzerine savaşayım? Onlara nasıl bir teklif götüreyim?” dedi. İki Cihan Serveri de, ona şu cevabı verdi: ‫ا ْ ِ ْ َ ِم‬ ِ ُ ّٰ ‫َ ْ َي ا‬ ِ َّ ‫ا‬ َ ‫اد‬ ِ ِ ‫ـ ِل ِ א‬ ْ ُ ُ ْ َّ ُ ْ َ َ َ ْ َ ِ ّٰ ‫ِّ ا ّٰ ِ ِ ِ َ ا‬ ِ َ ْ ْ ِ َْ َ ‫כ ِ أَن כ ن כ‬ ُ ْ ُ َ َ َ ُ َ ْ ْ َ َ ٌَْ َ ‫ِإ‬ ‫َ َ ْن‬ ِ َّ َ ‫رِ ْ َכ‬ َ ُ ِ َ ‫ِ َא‬ ‫ُ ً َوا ِ ً ا‬ َ َ ْ ُ ْ ُ‫ا‬ ِ َ ‫وأ‬ ُْ ْ ْ َ ‫َِכ َر‬ “Bölgelerine girinceye kadar teennî ile hareket et (hemen savaşma). Sonra onları Müslümanlığa davet et. Eğer kabul ederlerse, senden mallarını ve kanlarını korumuş olurlar. Ahirete ait hak ve hukukları ise, Allah’a kalmış bir iştir. Yâ Ali! Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla birinin hidayete ermesi, (yeryüzü dolusu) kızıl deveyi Allah yolunda infak etmekten daha hayırlıdır.”28 O günden bugüne, nerede ve ne zaman bir İslâm ordusu muharebeye girecek olsa, her nefer, kulağında Allah Resûlü’nün bu mesajını duyar gibi olur ve duyduğu bu emre göre hareket etmeyi kendisi için bir vecibe telakki eder. Bizden önceki devirlerde, bir yandan bu ve benzeri hadisler, diğer yandan da Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) tatbikatları nazara alınarak, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi sistematize edilmişti. Yani irşadı düşünülen beldeye, ordudan evvel irşad ekipleri giriyor, orada hakkı neşredip havayı Müslümanların lehine yumuşatıyorlardı. 28 Buhârî, fezâilü ashâb 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 32-35. Tebliğ En Kıymetli Hediyedir___________________________________________________________________ 49 Eğer bu yolla İslâm’ın neşri ve yayılması netice veriyorsa, o belde kendiliğinden İslâm diyarı sayılıyor; şayet karşı taraf direnip orada İslâm’ın neşrine mâni olmak istiyorsa o zaman da “Fatihan” duruma müdahale ediyor; ediyor ve yukarıda zikrettiğimiz prensipler dahilinde davranıyorlardı. Yani evvelâ onlara İslâm tebliğ ve telkin ediliyor; zira biliyorlardı ki, onların vasıtalarıyla bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infaktan daha hayırlıdır. Evet, netice itibarıyla bir Müslümanın, insanlık adına takdim edeceği en güzel hediye, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini yerine getirmesi olmalıdır. Evet, itidali bozmadan, hangi şart ve zeminde olursa olsun, mülâyemet ve müsamaha ile, asla yılgınlığa, bezginliğe de düşmeden bu vazifeyi yapmak, hediyelerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. 4. TEBLİĞ DEVAMLILIK İSTER “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi, devamlılık ve sebat ister. Bir âyette bu durum şöyle anlatılmaktadır: ِ ّٰ ‫وف و َ َن ِ ا ْ َכ ِ و ُ ِ َن ِא‬ ِ ِ ِ ْ ِ ْ ُ‫ُכ ْ َ أُ ٍ أ‬ ‫אس ْ ون ِא‬ ُ ْ َ ُْ َّ َ َْْ َ َ َّ َ ْ ْ ُ ُْ َْ َ ُُ َ “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.”29 Bu âyette geçen ifadelere biraz dikkat edilecek olsa, yukarıdaki tespitlerin Kur’ânîliği daha iyi anlaşılacaktır. ‫ כ‬ifadesi, “oldunuz” mânâsına gelir. Âyet-i kerimede, ُُْْ “öyle idiniz” değil de; “oldunuz” mânâsına gelen bir kelimenin seçilişi mânidardır. Demek ki, ortada bir “keynûnet” (sonradan olma) söz konusu. Yani ezelde böyle değildiniz, sonradan oldunuz. Zaten ezelde olunan bir keyfiyet, zâil olmaz. Ancak sonradan elde edilen durumlardır ki zâil olur giderler. Öyleyse o durumun devamlılığı, o hâli kazandıran şartların mevcudiyetine bağlıdır. ٍ ُ‫“ ُכ َ أ‬Siz ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.” Bu oluş, َّ َ ْ ْ ُ ْ sonradan kazanılan arizî bir durumdur. Dolayısıyla elden gitmesi de her zaman mümkündür. Çünkü hayırlılık, bizim zatımızdan değildir ve olamaz da. Bizim ile Moskova’da veya 29 Âl-i İmrân sûresi, 3/110. Tebliğ Devamlılık İster ____________________________________________________________________________ 51 dünyanın herhangi bir yerinde doğan insanın zatında hiçbir farklılık yoktur. Hepimiz, bir damla sudan yaratılmış varlıklarız. Ancak, bizim mânevî yapımızı ve mahiyetimizi hayırlı kılan bir faktör ve arızî bir tesir vardır ki, bizleri diğer insanlardan daha farklı kılmaktadır. Burada “biz”den maksat da bütün ümmettir. Bu ümmet, ezelde hayırlı kılınmadı. Hayırlı oluş, onun zatına yerleştirilmiş ve ondan ayrılması mümkün olmayan bir keyfiyet de değildir. Bazı şartlar vardır ki, bu ümmet o şartları yerine getirmiş ve hayırlı olmuştur.. olmuştur ama bir defa hayırlı olması, devamlı öyle kalacağını garanti etmez. Eğer bu ümmet, kendisini hayırlı yapan şartları terkederse mazhar olduğu o hâl ve durumunu da kaybeder. Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri hayırlı kılan birinci şartı, ‫ون‬ َ ُ َُْ ِ ‫ ِא‬ifadesiyle “Siz emr-i bi’l-mâruf nehy-i ِ ‫وف َو َ ْ َ ْ َن َ ِ ا ْ ُ ْ َכ‬ ُْ َْ ani’l-münker yaparsanız hayırlısınız.” demektir. Şimdi, bu birinci şart mahfuz, onun içinde bir de âyete, mefhum-u muhalifini nazara alarak mânâ vermeye çalışalım ki, o da şudur: “Eğer siz emr-i bi’l-mâruf yapmazsanız, insanların en şerlisi olursunuz.” Zaten Efendimiz’den rivayet edilen birçok hadis-i şerif ve sahabeyle alâkalı hâdiseler de bu mânâyı teyit etmektedir. Meselâ; bir zamanlar milletlere, atının üzengisini öpmek şerefini bir bahşiş olarak veren bu millet, emr-i bi’lmâruf yaptığı sürece hep aziz olarak kalmıştır. Ne zaman ki bu vazifeyi terk etmiş, işte o zaman üzengi öper hâle gelmiştir. Zannediyorum değişik içtimaî platformlarda zerre kadar itibarı olmayan İslâm âleminin dûçâr olduğu mezelletin asıl sebebi de bu hayatî vazifedeki kusuru olsa gerek. Evet, bu vazife yapılmadığı için vahyin bereketi kesilir.. düşünceler tutarsız, muhakemeler yetersiz hâle gelir.. söylenen her söz kuru ve yavan olur.. bütün cazibesi, müphemliğine bağlı bir sürü laf edilir; ancak bunların içinde pratiğe dökülebilecek bir hakikat reşhası dahi bulunamaz... İşte bunlar, vahyin 52 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bereketinin kesilmesinin birer alâmetidir. Zaten düşünce ve tefekkürde ilham kalmayınca, her türlü kültür ve teknik planında da bir gerileme, bir baş aşağı gidiş başlar. Aslında bugün her sahada başkalarına muhtaç ve hep başkalarının eline bakan bir asalak olmak, vahyin bereketinden mahrum Müslümanların değişmeyen kaderi olmuştur. Zaten düşüşün başlamasıyla bizim iç deformasyonumuz aynı zamana rastlar. Biz meselenin bu yönünü ileride daha geniş bir şekilde ele alacak ve çeşitli misalleriyle açıklamaya çalışacağız. Şimdi, âyetteki kayıtlara birer birer temas etmek için sadede dönüyoruz: “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan hayırlı bir ümmetsiniz.” âyeti, “emr-i bi’lmâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesinin devamlılık istediğine işaret ettiğini vurgulamıştık. Bu hususu teyit eden bir hadiste de aynen şöyle denilmektedir: ِ ِ‫ِ َِِ א‬ ِِ ِ ْ َ ْ َ ْ َ ‫َ ْ َرأَى ْ ُכ ْ ُ ْ َכ ً ا َ ْ ُ َ ِّ ْ ُه ِ َ ه َ ِْن‬ َ ِ ِ ْ ‫َ ِ َ ِ َ ْ ِ ِ و ٰذ ِ َכ أَ ْ ُ ا‬ ‫אن‬ ْ ْ َ ْ َ ‫َ ِْن‬ َ َ َ “Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. İmanın en zayıfı da budur.”30 Münker; İslâm’ın çirkin gördüğü her şeydir. Onun için bir Müslüman, dinin çirkin gördüğü bir durumla karşılaştığında ilk yapacağı iş, o münkeri değiştirmektir. Değiştirme keyfiyeti, münkerin durumuna göre farklı olabilir. Ne var ki bu konuda esas olan onun değiştirilmesi adına gayret gösterilmesidir. Zira o, devamlılık isteyen bir mevzudur. Bir mü’mine düşen şey de, öncelikle yapabildiği ölçüde o münkeri eliyle değiştirmesi; eliyle değiştirmeye gücü yetmiyorsa, –ister sözlü isterse yazılı– diliyle; buna da imkânı yoksa münkere 30 Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11; Ebû Dâvûd, salât 239. Tebliğ Devamlılık İster ____________________________________________________________________________ 53 kalbiyle buğzetmesidir ki, imanın en zayıfı da bu son davranıştır. Bunun gerisinde imandan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü görülen bir münkere rıza göstermek, imandan tam nasip alamama emaresi sayılmıştır. Kalbiyle buğz etme meselesini şu şekilde anlamamız da mümkündür: İnsa

Use Quizgecko on...
Browser
Browser