İnsan Olmak (2016) Engin Geçtan - Metis Yayınları PDF

Summary

Engin Geçtan'ın "İnsan Olmak" kitabı, psikiyatri alanında uzman bir yazar tarafından kaleme alınmıştır. Kitapta insan davranışları ve normallik kavramı üzerine bilgiler yer almaktadır. Psikolojik süreçleri ve insan ilişkilerini inceleyen bir çalışma.

Full Transcript

Engin Geçtan insan Olmak Uzmanlık alanı psikiyatri olan Engin Geçtan 1975-1990 yıl­ ları arasında meslek dışı okuyucular tarafından da ilgiyle kar­ şılanan dört kitap yazdı. Çok sayıda basım yapmış ve yap­ makta olan, kendi bilimsel disipliniyle ilgili bu dörtlünün ar­ dından, psikiyatri alanının...

Engin Geçtan insan Olmak Uzmanlık alanı psikiyatri olan Engin Geçtan 1975-1990 yıl­ ları arasında meslek dışı okuyucular tarafından da ilgiyle kar­ şılanan dört kitap yazdı. Çok sayıda basım yapmış ve yap­ makta olan, kendi bilimsel disipliniyle ilgili bu dörtlünün ar­ dından, psikiyatri alanının çerçevesinin dışına geçerek kur­ gu tarzında kitaplar da yazdı. Kimbilir ve Hayat adlı kitap­ larında kırk yılı aşan bir deneyimin ardından psikiyatriye, ül­ kemiz insanına ve günümüzde kaosun kenannda yaşanan süreçlere bakışını dile getirdi. 2005'te yayımlanan söyleşiler kitabı Seyyar ise Geçtan'ın kişisel ve profesyonel yaşamın­ dan kesitler sunmanın yanı sıra dünyaya ve hayata dair bil­ gece değerlendirmeler taşıyor. Edebiyat dışı kitaplarının ye­ ni basımlarıyla birlikte Geçtan'ın bütün yapıtlarını Metis'te bir külliyat olarak yayımlıyoruz. Ankara ve lstanbul'daki dört üniversitede öğretim üye­ liği yapmış olan Engin Geçtan şu anda çalışmalarını psiko­ terapist olarak sürdürmektedir. Metis Yayınları ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul e-posta: [email protected] www.metiskitap.com Yayınevi Sertifika No: 10726 insan Olmak Engin Geçtan © Engin Geçtan, 19B3 ©Metis Yayınları, 2002 1.-4. Basımlar: Adam Yayınevi, 1983 5.-25. Basımlar: Remzi Kitabevi, 1988 Metis Yayınları'nda ilk Basım: Ocak 2003 On Üçüncü Basım: Şubat 2016 Yayıma Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen Kapak Resmi: Rene Magritt'in Cam Anahtar {1959) adlı yapıtı üzerine kolaj Kapak Tasarımı: Emine Bora Dizgi ve Baskı ôncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd. Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203 Topkapı, lstanbul, Tel: 212 5678003 Matbaa Sertifika No: 11931 ISBN-13: 978-975-342-398-4 Engin Geçtan insan Olmak ef) metis METİS YAYINLARI ENGİN GEÇTAN BÜTÜN YAPITLARI Edebiyat D ERSAADETTE DANS, 1996 BİR GÜNLÜK Y ERİM KALDI İSTER MİSİNİZ? 1997 KIRMIZI KİTAP, (1993) 1999 KIZARMIŞ PALAMUTUN KOKUSU, 2001 TREN, 2004 KURU SU, 2008 MESELA SAAT ONDA, 2012 Edebiyatdışı PSİKODİNAMİK PSİKİYATRİ VE NORMALDIŞI DAVRANIŞLAR, 1975 İNSAN OLMAK, 1983 PSİKANALİZ VE SONRASI, 1988 VAROLUŞ VE PSİKİYATRİ, 1990 KiMBiLiR? 1998 HAYAT, 2002 ZAMANE, 2010 RASTGELE BEN, 2014 SEY YAR, Söyleşiler, 2005 İçindekiler Yirmi Y ılın Ardından 7 Önsöz 9 Birey ve Toplum 15 Ana-Baba ve Çocuk 31 İnsanlardan Korkmak 50 Öfke ve Düşmanlık 55 D eğersizlik Duygusu 74 Kaygı 84 Sorumluluktan Kaçış 95 Yalnızlık 1116 Ortakyaşam İlişkisi 119 Nevrotik Kısırdöngü 142 Yaşam ve Ölüm 152 Kendini Yaşamak 160 Epilog 172 Kaynakça 181 Yirmi Yılın Ardından 26. Basım İçin Önsöz 1982 YILI BAŞLARI, Ankara'da yaşadığım zamanlarda, bir sabah üniversiteye geldiğimde kapıdaki görevliler İstanbul'dan gelen birinin benimle görüşmek istediğini söylediler. Biraz ilerimde ziyaretçiler için ayrılan camlı bölümde onu gördüm. Mütevazı ve saygılı halinin beni uzaktan etkilediğini hatırlıyorum, yanı­ na gidip beni neden görmek istediğini sordum. İlk iki kitabımı okumuş olduğunu, benden bir dileği olduğunu ve bunu bana iletebilmek için İstanbul'dan kalkıp geldiğini söyledi. Odama davet ettim, içeriye girdiğinde kendisine gösterdiğim koltuğa oturmayıp isteğini ayakta dile getirdi. "Sizden bir ricam var," dedi. "Lütfen bizler için de yazın. " Ve ardından veda etti, ben­ de o an fark edememiş olduğum bir iz bırakıp giderek. Aynı yılın yazında bir güney kasabasında tatilimi geçiriyor­ dum. Bir gün öğleye doğru, kıyıdan hayli uzaklaşmış tek başı­ ma yüzerken bir an bu ziyaretçimi hatırladım, nasıl olup da de­ nizin ortasında onu hatırladığıma biraz da şaşırarak. Aynı gü­ nün akşamı otelin bahçesinde süren bir sohbet sırasında, anlık bir dürtüyle tek başıma yürüyüşe çıkmak istediğimi fark ettim. Oldukça tenha ve yarı aydınlık bir yolda yaptığım yürüyüşten döndüğümde İnsan Olmak kitabının başlıkları oluşmuştu, baş­ langıçta yürüyüşümün böyle bir amacı olmamasına rağmen. Er­ tesi sabah kahvaltıda başlıkları sıralayarak yazıya döktüm. An­ kara'ya döndüğümde kitap, fışkırırcasına bir çırpıda yazıldı. Bu ziyaret olmasaydı kitap yine de yazılır mıydı? Yazılsay­ dı aynı olur muydu? Bu soruların cevapları hayatın pek çok bi­ linmezinden sadece biri ya da ikisi. Yine de böylesi kendiliğin- 8 İNSAN OLMAK den yaşantıların ve oluşumların, birden fazla etkenin rastlantı­ sal buluşmaları sonucu ortaya çıktıklarına inanma eğiliminde­ yim. Hayatın kendi akışında yaşanabildiği, evrenle birlikte dans edilebildiği zamanlarda. Çünkü İstanbul'dan gelen isimsiz ziya­ retçiyle başlayan süreç zamanla beni hiç beklemediğim yerlere taşıdı, daha sonraki kitaplarımı okumuş olanlarınız bu süreci zaten izlemişlerdir. İnsan Olmak'tan önce yazdığım iki kitap akademik dünya­ nın kalıplarına ve beklentilerine uygun tarzda yazılmışlardı. O zamanlar şartlanmalarımdan ötürü ya da henüz hazır olmadı­ ğımdan, kalıpları izlemem gerektiği şeklinde bir çerçevede sı­ kışıp kalmış olduğumu çok sonraları fark edecektim. Sigmund Freud'un psikiyatriye ya da Margaret Mead'in antropolojiye yaptıkları klasikleşmiş katkıların akademik kalıplara uymama­ ları sonucu gerçekleştirilmiş olduğunu bilmeme rağmen. Kalıp­ ları kırmanın ürkütücü de olsa insana hayatiyet katan bir yanı vardır, bilirsiniz. İnsan Olmak ilk yayımlandığında nasıl karşı­ lanacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu, ancak geçen yıllar için­ de bu kitabın okuyucusuyla kurduğu ilişki, zaman zaman beni şaşırtan ve duygulandıran hoşluklarla karşılaşmama neden ol­ du. Bugün de kitabın nasıl olup da okuyanı ile bu denli yoğun bir ilişki kurduğunu anlayabilmiş değilim, kitabın okuyucusu olmadığım için bu ilişkinin dışında kalmış olmamdan ötürü. Dolayısıyla, yirmi altıncı basımı Metis Yayınları'ndan çıkarken kitabın tek sözcüğünü bile değiştirmedim, okuyucusuyla kur­ muş olduğu ilişkiye dokunmaya hakkım olmadığını düşünerek. 1982 yılının isimsiz ziyaretçisine ve İnsan Olmak kitabının geçmişteki okuyucularına teşekkürlerimi dile getirmek istiyo­ rum, zaman içinde farklı mecralara doğru hareket edebilmem­ de beni yüreklendirmiş oldukları için. Engin Geçtan İstanbul, 2003 Önsöz İNSAN, varolduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşa­ dığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuş­ tur. En gelişmiş canlı olan insanın yine insan tarafından ince­ lenmiş olması bunun başlıca nedeni olsa gerek. Üstelik konu in­ san davranışları olduğunda, yansız bir değerlendirme yapabil­ mek daha da güç. Davranışlarımızın gerisindeki dinamik meka­ nizmaları açıklamaya çalışan araştırmacıların yaşamlarını ve yapıtlarını karşılaştırarak incelediğimizde, kendi kişilik özellik­ lerinin geliştirdikleri kuramlara yansımış olduğunu açık bir bi­ çimde görebiliriz. Örneğin Freud'un, insanı saldırgan ve yıkıcı bir varlık olarak tanımlaması ile onun pek de esnek olmayan ve karamsar kişiliği arasındaki paralellik birçok eleştirmenin gö­ zünden kaçmamıştır. Aslında, normaldışı davranışlar tarihin her döneminde insa­ nın ilgi konusu olmuştur, ama ortalama insanın davranışlarına yirminci yüzyıla gelene kadar hemen hemen hiç ilgi duyulma­ mıştır. Y üzyılın başlarında psikanalizin getirdiği yeni bakış açı­ sı, normaldışı davranışların, aslında, olağan davranışların abar­ tılmış biçimleri olduğunun anlaşılabilmesini sağlamıştır. Böy­ lece, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, insanın günlük yaşamındaki davranışları da giderek artan ilgi konusu olmuştur. Ne var ki, bu gelişmelere karşın, insanları normal ya da normal olmayanlar diye iki gruba ayırma eğilimi günümüzde de süregelen bir yanılgıdır. Oysa, davranışbilimciler normalli­ ğin tanımı üzerinde bir görüş birliğine henüz varabilmiş değil- 10 İNSAN OLMAK ler. Geçmiş yüzyıllarda, bir insanda önemli sayılabilecek oran­ da normaldışı davranışların görülmemesi normallik olarak ka­ bul edilirdi. Buna karşılık 1937 yılında Freud, normallik diye bir şey olmadığı görüşünü savunmuş, böyle bir durumu tanım­ lamaya çalışmanın gerçekleşmesi olanaksız ve hayal ürünü bir amaç olduğunu söylemişti. Günümüz araştırmacıları ise Freud' dan farklı düşünmekte ve özellikle son yirmi yıl içinde bu ko­ nuda ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normal­ dışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. Ancak İkinci Dün­ ya Savaşı'ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin fark edilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitir­ miştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı nor­ maldışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak, normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşı­ lık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin or­ tadan silinmesine neden olabilir. Yakın geçmişe kadar en çok yandaş toplayan görüşlerden birine göre, kendisine ve topluma orta derecede uyum sağlaya­ bilen ve çoğunluğu oluşturan grup normal sayılır; iki uçtakiler olağandışı durumlar olarak değerlendirilir. Bir başka deyişle, kimse siyah ya da beyaz olarak nitelendirilemez. Aslında hepi­ miz grinin tonlarıyız. Kimimiz daha koyu, kimimiz daha açık. Beyaza çok yakın bir tonu tutturabilenlerin azınlıkta olduğunu biliyoruz. Ama bu insanların gerçek oranını kestirebilmek ol­ dukça güç. Çünkü onlar yaşama doğrudan katıldıklarından mutlu olup olmadıklarından söz etmezler bile. Buna karşılık bazıları yaşayarak mutluluğa ulaşmaya çalışacakları yerde, ÖN SÖZ il mutlu olabilmek için kendi dışlarında "bir şey olmasını" bekler, ya da nasıl mutlu olunabileceği konusunda sonu gelmez tartış­ malar sürdürürler. Günümüzde giderek artan sayıda yandaş toplayan bir yak­ laşıma göre ise, normallik bir süreçtir ve normal davranış, bir­ biriyle etkileşim durumunda olan sistemlerin ortak bir ürünü­ dür. Bir diğer deyişle normallik, herhangi bir andaki durumu ta­ nımlamak yerine, organizmada gözlemlenen değişiklikleri ya da süreçleri vurgular. İnsanı genel sistemler kuramına göre ele alan bu yaklaşıma göre, bir sistem olarak normallik, canlı bir sistemin, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik değişkenlerin kat­ kısıyla ve zamanın sürekliliği içerisinde işlevlerini sürdürebil­ mesini tanımlar. Bu değişkenlerin sistemle nasıl bütünleştiği ve her bir değişkenin sistemin bütünlüğü içindeki yeri, gelecekte yapılacak araştırmalarla aydınlatılabilecektir. Normallik kavramını bir süreç olarak ele aldığımızda, ko­ nuya ilişkin bir diğer boyutun da tartışılması gerekir. Bu da nor­ malliğin, uyum, yeterlik ve zorlanmalarla baş edebilme gibi kavramlarla olan yakın ilişkisidir. Ne var ki, normallik gibi bu kavramlar da belirli bir kuram üzerine oturtulmamıştır. Bu ne­ denle, bir bireyin ya da bir grubun çoğunluğunun gelecekte na­ sıl davranacağını kestirebilme konusunda başarılı sonuçlar he­ nüz sağlanamamıştır. Bu kitap, ortalama insanın davranışlarının gerisindeki dina­ mik güçleri meslekdışı okuyucuya tanıtmayı amaçlamakta ve yazarın otuz yıldır süregelen klinik yaşantılarının birikiminden yaptığı çıkarsamaların bir bölümünü içermektedir. Konuya ya­ kın olanların kitabı izlerken zaman zaman Adler, Jung, Horney, Fromm, Rank, Boss, Binswanger ve Rado'nun izlerini fark ede­ bileceklerini sanıyoruz. "Neden bu kuramcılar da, diğerleri de­ ğil?" sorusunun gerisinde yalnızca yazarın kendi öznel seçimi bulunmaktadır. Bir psikoterapist ancak, okuyarak öğrendiği ku­ ramlarla kendi deneyimleri arasında bir bağlantı kurabildiğinde onları özümsemiş olur. Ama bu her bir kuramcının tüm görüş- 12 İ N S A N OLMAK lerini kapsamayabilir. Üstelik bunlara psikoterapistin kendi yo­ rumlamaları ve çeşitlemeleri de katıldığında kendine özgü bir yaklaşım ortaya çıkar. Çalışmalarını yalnızca bir kurama bağlı olarak sürdüren psikoterapistler bile, birikimlerini ve yorumla­ rını uygulamalarına katarak, kendi yaklaşımlarını geliştirirler. Dolayısıyla bu kitabın, öncelikle, yazarın insan davranışlarına kendi bakış açısını yansıttığı söylenebilir. Bu kitapta, insanın kendi kendisine tutsak olmasına yol açan kısırdöngülerin oluşum nedenlerine ve yaşanış biçimleri­ ne ağırlık verilmiştir. Çünkü insan, kendisine karşıt düşen dav­ ranışlarını nasıl geliştirdiğini göremedikçe, özgür olabilmek için neyi aşması gerektiğini de bilemez. Ancak böyle bir kitabı okumanın davranışlarda doğrudan bir değişiklik yaratacağı beklentisi de bir yanılgıdır. Çünkü insan, çevresini algılarken seçicidir; yalnızca seçtiklerini görür, diğerleri algı alanının dı­ şında kalır. Örneğin, bu kitabı okuyan okuyucu, kendisiyle doğrudan ilgili bazı bölümleri kavramakta güçlük çekebilir ya da okuduk­ larıyla kendisi arasında hiçbir ilişki kurmayarak, bu özelliklerin çevresindeki bazı insanlarda bulunduğunu düşünebilir. Böylesi bir yadsıma, insanın o davranışını değiştirmeye hazır olmadığı­ nın bir göstergesidir. Gerçi bugün edinilen bilgi farkında ol­ maksızın bizde bir iz bırakabilir ve aradan bir süre geçtikten sonra, edinilen bilgiyle belirli bir davranış alışkanlığımız ara­ sındaki ilişki birden açıklık kazanabilir; ama bu bile kesin bir beklenti olarak değerlendirilmemelidir. Üstelik, bu ilişkiyi fark etmek o davranışın değiştirilebilmesi için yeterli olmaz. Çünkü değişme, "neden" öyle davrandığımızı görebilmekten çok, o davranışı "nasıl" yaptığımızı anında fark edip, aradaki yaşantı­ mızı anlamaya çalışarak gerçekleştirilebilir. Bir insanın bunu tek başına başarabilmesi pek de kolay değildir. Çünkü bu, her şeyden önce bir "niyet" ve "kararlılık" sorunudur. Dolayısıyla bu kitap, öncelikle insanın kendisindeki ve çev­ resindeki bilinmeyenlerinin sayısını azaltmayı amaçlamaktadır. ÖN SÖZ 13 Kendimizi ve çevremizi anlayamamanın getirdiği ürküntü dış dünyanın tehlikeli bir alan olarak algılanmasına neden olur. Böyle bir durum, davranışımızı tehlikelere karşı savunmaya yönelik bir biçimde düzenlememize ve enerjimizin çoğunu bu doğrultuda tüketmemize neden olacağından, gerçeklerimizi al­ gılamamızı ve kendimizi yaşayabilmemizi engeller. Çünkü, in­ sanın kendi içinde ürettiği kargaşa dış dünyadaki gerçek tehli­ kelerden çok daha ürkütücüdür. Birazdan okuyacaklarımızın bu sınırlı amacı kısmen de ol­ sa gerçekleştirebilmesi umuduyla! Haziran 1983 Birey ve Toplum İNSAN, doğanın ürkütücü gücüyle baş edebilmek için diğer in­ sanlarla bir araya gelerek toplumları oluşturmuştur. Ancak, top­ lumlar geliştikçe insan da giderek doğadan kopmuş ve bunun yarattığı yalnızlığı giderebilecek yeni bir beraberlik bulama­ mıştır. İnsanın kısa bir süre için de olsa doğayla yeniden baş ba­ şa olması, onu eski bir dostla birlikteymişçesine mutlu eder. Bu, hem birlikte hem özgür olmanın verdiği, benzeri olmayan bir mutluluktur. Ama insan böylesi doyurucu bir ilişkiyi kendi ge­ liştirdiği toplumlarla kuramamış ve toplumu, doğal güdülerini kısıtlayan bir başka ürkütücü güç olarak algılamıştır. Dolayısıy­ la, doğadan özgürleşme çabası sonucu bu kez de kendini toplu­ ma bağımlı kılmıştır. Çünkü insan, yalnızlıktan da korkmuş ve diğer insanlarla birlikte olursa tehlikelerden korunacağına inan­ mıştır. Gerçekten de insan, başkalarıyla birlikteyken birçok şe­ yi daha iyi yapar. Ama kendi içinde yine de yalnızdır ve içinde yaşadığı dünyaya karşı yürekli bir savaşım vermek zorundadır. İnsanın politik bir varlık olması ise kendi seçimi değildir. Bugüne değin denemiş olduğu toplum modelleri, onun özgür olma isteği ile bağımlılığı yeğlemesinin yarattığı çelişkilere çö­ züm bulma çabalarıdır. Bu çelişkiler insanın hem doğanın bir parçası hem doğadan kopuk, hem insan hem hayvan olmasın­ dan kaynaklanır. Günümüzde bile çoğu insan devletin getirdiği yasalardan ve vergilerden pek hoşlanmaz. Yasaların oluşturul­ masını ve uygulanmasını gerekli bulur, ancak bunların kendi­ sinden çok diğer insanlar için gerekli olduğunu düşünür. 16 İNSAN OLMAK En basit düzeydeki toplumların yöneticileri yoktur. İlkel avcılar ancak bir araya geldiklerinde bazı kurallar uygulamış­ lardır. Afrika'nın Pigmeleri ve Avustralya'nın ilkel yerlileri be­ lirli bir amaçla bir araya gelerek örgütlenir, işbirliğinde bulu­ nur, sonra yine kendi aile gruplarına dönerler. Sumatra adasın­ da yaşayan Kubular'da her aile kendi kendisini yönetir. Fuegi­ alılar'ın toplulukları genellikle on iki kişiyi geçmez. Tungular yaklaşık on çadırdan oluşan gruplar halinde yaşar, sürekli bir politik düzen oluşturmazlar. Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükun içinde yaşamışlardı. Eski­ molar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Topraklarının altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklık­ larının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı. Gerçekten de savaşlar, sahip olma dürtüsüyle birlikte başla­ mıştır. İlk savaşlar, avcı kabilelerin tarımla uğraşan gruplara saldırması biçiminde görülürdü. Avcılar, ormanlarda avlayacak­ ları sürüler azalınca köylerdeki zengin tarlalara imrenirler, sal­ dırmak için önce bir bahane yaratır, sonra oraları işgal ederlerdi. Bazı tarihçilere göre, devletle kavim arasındaki fark, bir ırkın diğerini egemenliği altına almasıyla başlar. Nitekim savaşlar gi­ derek başkanların ve önderlerin ortaya çıkmasına neden olmuş­ tur. Ancak başlangıçta başkanlar yalnızca savaşı yönetme göre­ vini üstlenmişlerdi. Samoa'da başkan savaş sırasında toplumu yönetir, barış zamanında kimse onunla ilgilenmez ve toplumun herhangi bir üyesi olarak yaşamını sürdürürdü. Daha sonraları, gruplar büyüdükçe, barış zamanında da topluluğu yöneten ve otoriteyi temsil eden kişiler belirmeye başladı. Önceleri bunlar genellikle din adamları ve büyücülerdi. Sonunda krallık bir devlet yönetimi biçimi olarak benimsendiğinde, savaş ve barış dönemlerindeki lider kimlikleri kralın kişiliğinde bütünleşti. BİREY VE TOPLUM 17 Gerçi devlet istilanın bir ürünüdür v e kazanan grubun yeni­ lene egemen olmasından kaynaklanır, ama salt silah gücüne da­ yalı bir devlet de uzun ömürlü olamaz. Çünkü insan doğası zora ve baskıya karşı inatla direnme eğilimindedir. Bu nedenle, barış dönemlerinde de toplumları yönetme sanatı gelişmiş, devlet gü­ cünün dolaylı ve hissettirilmeden uygulanabileceği çeşitli üst­ yapı kurumları oluşturulmuştur. Bunlar arasında aile, okul ve dinsel kurumlar sayılabilir. Bu kurumlar, bireyin kendi toplu­ muna bağlılık geliştirmesini ve onunla gurur duyabilmesini sağ­ lamıştır. Bunun yanı sıra, egemen azınlık kendi gücünü giderek yasal bir sisteme dönüştürmüş, böylece hem kendi gücünü pe­ kiştirmiş, hem de kendisine bağlı olan halka düzen ve güvenlik sağlamıştır. Yasalar, sağladığı haklarla, vatandaşların bunları kabul etmesini ve devlete bağlanmasını kolaylaştırmıştır. Samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış bi­ çimidir. Örneğin, eskiden Hotantolar'da rüşvet ve ihanet yoktu. Ancak toplumlararası ilişkiler geliştikçe Hotantolar da bu sana­ tı Avrupalılardan öğrenmeye başladılar. Samimiyetsizlik uygar­ lıkla gelişmiştir. Çünkü uygarlıkla birlikte diplomasi de geliş­ miş, çalınacak şeylerin sayısı da artmıştır. İlkel insanlarda mül­ kiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar. İlkel insan acımasızdı. Kendini koruyabilmek için öyle ol­ mak zorundaydı. Ama diğer insanlara acı vermekten zevk alma eğilimi savaşlarla birlikte gelişmiştir. Başlangıçta bu yalnızca savaşta yaşanan bir duyguydu ve kabile içinde saldırgan davra­ nışlara rastlanmazdı. Ne var ki, savaşta öldürmeyi öğrenen in­ san bunu barışta da uygulamaya başladı. Giderek anlaşmazlık­ lar da taraflardan birinin ortadan kaldırılmasıyla çözümlendi. O zamanlar yasa ve mahkeme yoktu. Buna karşılık köy halkı, üyelerinden birinin davranışı hakkındaki görüşlerini ve yargıla­ rını açıkça dile getirebilirdi. İlkel toplumlarda insan yaşamına günümüzdeki kadar de­ ğer verilmediğinden, adam öldürme olayları da daha hoşgörü ile karşılanırdı. Fuegialılar bir katili, topluluk onun suçunu unu- 18 İNSAN OLMAK tana dek sürgüne göndererek cezalandırırlardı. Bazı kabilelerde ise adam öldüren kişiye kahraman gözüyle bakılmıştı. Dayak­ lar'da en çok kelle getiren kişi kabilesinde istediği kıza sahip olabilirdi. Çünkü bu kızlar da en yürekli ve en güçlü erkeklerin anası olacaklarına inanırlardı. Aslında ilkel insanlar kendi ya­ şamlarına da değer vermezlerdi. Onur kırıcı bir duruma düştük­ lerinde kendi yaşamlarına son verirlerdi. Bazı Kızılderili kabi­ lelerinde kadınlar, kocalan tarafından azarlandıklarında intihar ederlerdi. Başlangıçta anlaşmazlıklar kişisel öç alma yoluyla çözüm­ lenirken, daha sonraları verilen zararın karşılığı başka yollar­ dan ödetilmiştir. Çoğu kez topluluğun başkanı, düzeni koruma amacıyla, zararın kan yerine değerli maden ya da eşyalarla öde­ tilmesi için gücünü kullanırdı. Sonunda, Hamurabi yasalarında olduğu gibi belirli ölçütler geliştirildi. Bir dişe, bir göze ya da bir yaşama karşılık ne ödeneceği saptandı. Hangi suçun kimin tarafından işlendiğine göre cezalar da değişti. Genellikle suçun büyüklüğüne karşı verilen ceza, suçu işleyen kişinin saygınlığı oranında az oldu ve bu tarih boyunca da böyle süregeldi. En son aşamada ise varsayımlar üzerine kurulan yasalar ge­ liştirildi. Önceleri yargı organı olan grup lideri aynı zamanda yasama organı oldu. Törelerden kaynaklanan yasalarla devletin kendi düzenini korumak için getirdiği yasalar bütünleşti. Bu nedenledir ki bir toplumun yasaları onun geçmişini yansıtır. İl­ kel toplumlarda cezalar daha acımasızdır. Çünkü yeterince ya­ pılaşmamışlardır ve bundan ötürü de güvensizdirler. Bir toplum oturdukça cezaları da hafifler. İnsanın toplumsallaşması sonucu, kendisini koruma amacı dışında saldırgan davranışlar göstermeyen, barışçı doğa insanı­ nın türü de tükenmiş ve savaş güdüsü insan karakterinin yapı­ sal bir parçası durumuna gelmiştir. Ancak, insan kendi haline bırakıldığında başkalarının canına kıyıp malına sahip olmayı düşünmez. Savaşçı yanı yalnızca kışkırtıldığı ya da engelleHdi­ ği durumlarda etkinlik kazanır. Unutulmamalıdır ki, toplumla- BİREY VE TOPLUM 19 rın oluşumu insana savaşı öğretmiştir, ama aynı zamanda diğer insanlara karşı duyduğu ilginin de gelişmesine neden olmuştur. Toplumsal ilgi denilen bu eğilim de insan karakterinin bir par­ çasıdır; önce ana-baba ve çocuk ilişkisi içinde etkinlik kazanır ve daha sonra diğer insanları da kapsamına alır. İnsan hem ya­ pan hem bozan, hem seven hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki onun, kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur. Toplumların var olabilmesi için düzen, düzen olabilmesi için de kurallar gereklidir. Töreler ve kurallar, kuşaklar boyun­ ca sınama-yanılma ve eleme yöntemleriyle seçilir. İlkel toplu­ luklarda yazılı yasalar yoktur, ama töreler bireyin davranışları­ nın her boyutunu denetler ve onun ikinci bir kişiliği durumuna gelir. Birey onları bozarsa tedirgin olur ve suçlanır. Bu duygu insanı hayvandan ayıran en önemli özelliktir. Dolayısıyla töre­ ler olmadan uygarlık da olmaz. Doğa toplumlarında bireyler, uygarlaşmış toplumlara oran­ la daha az hakka sahiptir. Böyle toplumlarda bireyin davranış­ ları sayısız tabularla kısıtlanmıştır. Örneğin Bengal'deki bazı il­ kel gruplarda, oturma, kalkma, ayakta durma, yürüme, su içme, yemek yeme gibi günlük eylemler bile kurallarla sınırlanmıştır. Dolayısıyla ilkel toplumlarda birey, toplumdan ayrı bir bütün olarak var olamaz. Önemli olan, aile, kabile ya da köydür. An­ cak sonraları insanlar arazi sahibi olup ekonomik bağımsızlık­ larını kazandıkça hak sahibi olmaya ve bireyleşmeye başlamış­ lardır. Her toplumsal grupta o grubun kültürünü bir kuşağın son­ raki kuşağa sistemli bir biçimde öğretmesi sonucu, grup üyele­ ri ortak özellikler geliştirirler ve böylece o grubun temel kişilik tipleri oluşur. Bir grubun genç üyelerinin eğitimi ne kadar yo­ ğun ve tek yönlü olursa, üyeler de o ölçüde birbirine benzerlik gösterir ve bireysel farklılıklar azalır. Böylece sınırlı ve değiş­ mez görüşleri olan bir toplum oluşur. Doğa toplumları bireyin özgürlüğünü sınırlar, ama karşılığında ona, dünyanın gerçekte 20 İNSAN OLMAK nasıl olduğu, kendisinin nasıl bir insan olduğu, kendisini ve dünyasını ne kadar değiştirebileceği, doğru ve yanlış ya da iyi ve kötünün ne olduğu konularında oldukça kesin tanımlanmış bir varsayımlar sistemi sağlar. Dolayısıyla birey, hangi olay karşısında nasıl davranması gerektiğini önceden bilebilir. Üste­ lik gelenek ve töreler, getirdikleri katı kuralların yanı sıra, bazı gerilim boşaltma yöntemleri de sağlar. İlkel toplumlarda bu, dinsel ayinler sırasındaki dans, vecde gelme gibi durumlarla gerçekleştirilir. Daha gelişmiş geleneksel toplumlardaysa, kız kaçırma örneğinde olduğu gibi, usulüne göre yapılmış olması koşuluyla bazı dürtüsel davranışlar hoşgörüyle karşılanabilir. Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam sağlar, ama onun toplum içinde farklılaşmasını ve kişiliğine yeni boyutlar kalabilmesini de önemli ölçüde kısıtlar. İnsan ekonomik bağımsızlığını kazanıp geleneksel gruplar­ dan çağdaş topluma yaklaşıldıkça törelerin gücü zayıflamış, buna karşılık onu denetleyen yasaların sayısı çoğalmıştır. Ama insan, giderek karmaşıklaşan yasaların getirdiği bunaltıcı bü­ rokrasiye karşılık, yasaların oluşumuna doğrudan katılma ola­ nağını bulmuştur. Çünkü insan zihni geliştikçe düşünceler de çoğalmıştır. Düşüncelerin gelişmesi insanın kendi kendisini ve geleceğini yönlendirmesinde ona yardımcı olmuş, ama içgüdü­ lerin zayıflaması diğer insanlara ve geliştirdiği teknolojiye es­ kisinden daha bağımlı bir duruma gelmesine neden olmuştur. Bir şeylerden bağımsızlaşarak özgürleşmeye çalışmakla özgür olmak birbirinden farklı olgulardır. İnsan doğaya olan ba­ ğımlılığından kurtulabilmek için diğer insanlarla bir araya ge­ lerek teknolojiyi geliştirmiş, ancak bu kez de onun tutsağı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyılın başlarından bugüne kadarki bilimsel, teknolojik ve toplumsal gelişmeler tüm insanlık tarihi boyunca gerçekleştirilmiş olan aşamaları çoktan geçmiş durumdadır. Bu gelişmeler yakın zamanlara dek insanlığa yararlı bir olgu olarak algılanırken, günümüzde öyle- BİREY VE TOPLUM 21 si bir hız kazanmıştır ki, insanlığa sağladığı yararları gölgeleye­ cek ölçüde bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Dünyamızın sınırlı kaynaklarının doğabilim yasalarına bağlı olmasına karşılık, ekonomi kuralları insanlar tarafından saptanır. Bunun sonucu, aynı zamanda insanların iyi yaşaması için yaratılmış olan doğa da teknolojiye kurban edilmiştir. 1970 istatistiklerine göre, Amerika Birleşik Devletleri halkı yılda se­ kiz milyon otomobil, otuz ton kağıt, yirmi altı milyon şişe ve kırk sekiz milyon teneke kutuyu çöplüklere atmaktadır. Uzaya yollanan araçlarla şimdiden stratosferde bir çöplük yaratılmak­ tadır. Hava kirliliğinin dünyanın bazı bölgelerinde iklim deği­ şikliğine yol açtığı bilinmektedir. Hava kirliliğinin insanlarda neden olduğu "çevre hastalıkları" giderek önem kazanmaktadır. Teknolojik gürültünün insan bedeni ve verimliliği üzerinde olumsuz etkileri olduğu saptanmıştır. İnsanları toplu olarak yok etmeyi amaçlayan silahların yapımı ve denenmesi sonucu hava­ da biriken radyoaktivite, cıva, vb. zehirli maddeler besinlerimi­ ze de bulaşmış durumdadır. Bu sorunlara bir an önce çözüm yo­ lu bulmanın zorunluluğu ve bu konuda yitirilecek zaman olma­ dığı görüşlerini tüm bilim adamları paylaşmakta ve insanlar da bu sorunların yarattığı tehlikelerin giderek daha çok bilincine varmaktadırlar. Ne var ki, alınan önlemler henüz yeterli olmak­ tan uzaktır ve daha önemlisi, teknolojik gelişmeler denetimden çıkmışçasına giderek hızlanmaktadır. Vaktiyle doğayla olan mutlu beraberliğinden kopan insan, onun yerine geçecek ve ya­ şamına anlam katacak bir başka beraberliği bulamadığı gibi, ar­ tık doğaya da geri dönememiş ve umudunu uzaydaki başka dünyalara yöneltmiştir. Üstün güçlü ülkelerin siyasal öğretileri arasındaki yarışma­ lar, gelişmekte olan ülkelerde eski ve yeni arasındaki tutarsız­ lıklar ve belirli bir toplum içindeki değerler arasındaki farklılık­ ların tümü "kültürler çatışması" terimiyle tanımlanır. 1960'lar­ da, eski ve yeni arasındaki farklılıkların giderek azalacağına, hatta hızlı kitle ulaşım ve iletişim araçları yoluyla toplumlara- 22 İNSAN OLMAK rası farklılıkların da azalarak ortak bir dünya kültürünün oluşa­ cağına, böylece dünyamızın bir "küresel köy"e dönüşeceğine inanılmıştı. Ancak böylesi bir çağdaşlaşma, özellikle gelişmek­ te olan toplumların ulusal kimliklerinin yitirilmesi tehlikesini yarattığından, karşıt bir tepkiye de yol açmış ve birçok toplu­ mun süregelen değer ve inanç sistemlerine eskisinden de çok sarılarak tarihlerinden kopmamak için direnmelerine neden ol­ muştur. Gelişmiş toplumlarda da teknolojik çağa karşı tepkiler ol­ muştur. Kendilerine amaç edinmiş oldukları "refah toplumu" düzeyine eriştiklerinde bireyler, sahip oldukları maddi bolluğa karşılık, boşluk, anlamsızlık ve yabancılaşma gibi daha önce hiç tanımamış oldukları duyguları yaşamaya başlamışlardır. Buna karşı ilk tepki, refah toplumu kavramını kıyasıya eleştiren "karşıt kültür" akımları biçiminde olmuştur. Çoğu, düşünü ve süre yönünden gelip geçici olan karşıt kültür akımları, içinde yaşadıkları kültüre karşı çıkma ya da ondan soyutlanma eğilim­ leriyle belirlenirler. Bu gruplar bir kabukla örülmüşçesine ya­ şarlar ve gerçeklik sınamaları bozulmuştur. Kendi dışındaki in­ sanları reddederler ve üyelerinde giderek o gruba özgü kişilik özellikleri gelişir. Ağır kişilik bozukluğu gösteren kişiler bu gruplarla kolayca kaynaşırlarsa da, genelde uyumlu olarak nite­ lendirilebilecek bazı insanların da gençlik dönemlerinde bir sü­ re için bu gruplara katıldıkları gözlemlenmektedir. Başlangıçta karşıt kültür akımlarının bir bölümü şiddet yanlısıydı ve kısa bir sürede düşünü akımı olmaktan çıkıp bi­ reysel terör örgütlerine dönüştüler. Daha sonra uluslararası po­ litik şiddet eylemlerinin bir parçası durumuna gelerek özgün­ lüklerini yitirdiler. Barışçıl karşıt kültür akımlarının ilk örneği ise "hipilik"ti. Geleceğe doğru denetimden çıkmış bir hızla iler­ leyen teknolojik toplumlara karşı çıkan hipiler, insanın yeniden doğaya dönmesi gereğini savundular. Ünlü tarihçi Edward Toynbee'nin, "Batı toplumlarına karşı kırmızı uyarı ışığı" ola­ rak nitelediği hipilik, ilk günlerinde birçok düşünür ve din ada- BİREY VE TOPLUM 23 mı tarafından da desteklendi. Ne var ki, bu akım çok kısa bir sü­ re içinde uyumsuz kişilerin egemenliği altına girdi, yozlaştı ve yok oldu. Çünkü hipilerin göremediği, insanın doğayla olan be­ raberliğine yeniden kavuşabilmesi için artık çok geç olduğu gerçeğiydi. Hipiler ortadan kayboldu, ama sanata ve düşünceye yaptık­ ları etkilerin izleri günümüze dek süregeldi. İnsanlar doğal çev­ renin korunması için daha etkin bir çaba göstermeye başladılar. Sürekli olarak geleceğe yönelik tasarımlar yapma yerine içinde bulunulan anı yaşamaya ve değerlendirmeye, düşüncenin yanı sıra duygulara, törensel ilişki biçimleri yerine içten geldiğince davranmaya, başarı kazanmak için sürekli didinmek yerine ya­ kın insan ilişkilerine, ölçülülük yerine olabildiğince yoğun ya­ şantılara önem verildi. İnsanların başarı hırsıyla kişisel anıtları­ nı dikmeye uğraşacakları yerde, herkes için daha iyi bir yaşam yaratmaya katkıda bulunmaları gerektiği ve teknolojik gelişme­ nin insanı insanlıktan çıkarmaya başladığı görüşleri ortaya çık­ tı. Ama bu görüşlerin çoğu uygulamaya dönüşemedi. Öte yandan, gelişmiş toplumlarda küçümsenemeyecek sa­ yıda bir diğer grup insan da hızlı değişmeye karşı direnerek vaktiyle terk edilmiş bazı değerleri ve inançları yeniden canlan­ dırma çabasına girmiş durumda. Mistisizm, büyücülük, batıl inançlar, ortaçağdakileri andıran tarikatlar ve yıldız falları, özellikle hızlı değişimler karşısında şaşkın ve kendisini yönet­ mekte güçlük çeken insanlar tarafından benimsenmekte. Bu in­ sanların bazıları o denli yönetilme ihtiyacındadır ki, yakın bir geçmişte bir tarikatın üyeleri, liderlerinin buyruğu üzerine top­ lu halde intihar etmeyi bile kabul edebilmişlerdi. Ama New York kentinin Grand Central tren istasyonunda para atılarak yıl­ dız falı bakılan bir bilgisayar, teknoloji çağının getirdiği çeliş­ kilere en çarpıcı örneklerden biri olsa gerek. İleri teknolojik düzeye ulaşmış toplumların yaşamakta ol­ duğu kendine özgü sorunlarına karşılık, gelişmekte olan top­ lumlar da kendi yapılarının özelliklerine göre, dünyanın bu hız- 24 İNSAN OLMAK lı gidişinden çeşitli biçimlerde etkilenmektedirler. Özellikle, çok kısa bir dönem içinde geleneksel toplum yapısından çağdaş bir topluma dönüşme zorunluluğunun bireyler üzerinde oluştur­ duğu zorlamalar çeşitli uyum sorunlarına yol açabilmektedir. Ülkemizde gözlemlenen hızlı kentleşme ve yabancı ülkelere göç gibi olgular da Türk toplumu bireylerinin daha önce hiç ta­ nımamış oldukları sorunlarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Bu arada Anadolu'nun da yüzyıllar boyu süregelmiş geleneksel örüntüsü, özellikle son yirmi beş yılda gözlemlenen toplumsal değişmenin hızlı temposu karşısında çözülmeye başlamış ve önceden kestirilemeyecek bir süre için bireyleri, gerekli varsa­ yımlar sisteminden ve geleneklerin sağladığı ortak psikolojik savunma mekanizmalarından kısmen de olsa yoksun bırakmış­ tır. Ayrıca, çağdaş dünyaya uymayan bazı töreler terk edilirken, toplumun yaşam felsefesini oluşturan bazı temel değer sistem­ lerinin gereksiz yere mi yitirilmekte olduğu sorusunun da orta­ ya çıkmasına neden olmuştur. Gerçi kırsal alanlardan kente ya da yabancı ülkelere göç eden gruplar Türk toplumunun en canlı ve yeniye açık kesimi­ ni oluşturmaktadır, ama yine de bu insanlarda toprağa duyduk­ ları özlem ve doğadan kopmakta olmanın acısı açıkça gözlem­ lenebilmektedir. Geçiş toplumu denilen grubu oluşturan bu in­ sanlar, önce kentin çevresinde küçük köy evlerinin benzerlerini kurmakta ve kentin toplumsal yapısı onları yutana dek orada geleneksel yaşantılarını sürdürmede direnmektedirler. Bir yan­ dan geleneksel yapıyı sürdürmeye çalışırken, diğer yandan ken­ tin içine nüfuz etmeye çalışarak dışlanmışlık duygusundan kur­ tulmayı istemek, geçiş toplumunun yaşadığı çelişkilerin teme­ lini oluşturmaktadır. Aslında, dışlanmışlık duygusundan kurtulma çabaları sıra­ sında yaşanan engellenme ve bunun yarattığı bazı bunalımlar sağlıklı ve güdüleyici bazı öğeleri de içerir. Bu bunalımlar, ba­ zı gelişmiş Batı ülkelerindeki gettolarda gözlemlenen küskün- 1 ükten farklı olarak, bir umudu da içerir. İmparatorluğun son BİREY VE TOPLUM 25 dönemlerinde, İstanbul ile Anadolu kültürlerinin birbirlerine gi­ derek yabancılaşmalarından kaynaklanan büyük kent ile köy yaşam biçimlerinin farklılığı, bazı geçiş toplumu bireyleri tara­ fından abartılmış bir biçimde algılandığından, bu insanlar ken­ tin merkezine geçişi toplumsal sınıf atlama ile karıştırmaktadır­ lar. Bu olgu bazı insanların kısa sürede güç ve para kazanma hırsı içinde yoğun engellenme duyguları yaşamalarına ve ken­ dilerinin de kent yaşam biçimini ne denli etkileri altına aldıkla­ rını görememelerine neden olmaktadır. Geçiş toplumunun An­ kara ve İstanbul nüfusunun ve toplam Türkiye nüfusunun yarı­ dan fazlasını oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, öte­ den beri kentte yaşamakta olan insanların da kentlerine yaban­ cılaşmaları kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Dolayısıyla, yaban­ cılaşmayı iki taraf da yaşamaktadır ve gerçekte, bir senteze ula­ şana dek sürecek olan bir alt-kültürler çatışması söz konusudur. Geleneksel toplumlarda davranışların çoğu diğer insanların beklentilerini karşılamak için yapılır. Dostlar, düşmanlar ve in­ sanın önem verdiği diğer kişiler, onun benliğini biçimlendirir­ ler. Çağdaş toplumlar ise insanın varoluşundan haberdar olabil­ mesine ve kendi iç yaşantısı doğrultusunda davranmasına önce­ lik tanır. Bir başka deyişle, bir insanın gerçek kimliği, yaşadığı olayların ne olduğuna değil, o olayların kişi tarafından nasıl ya­ şandığına göre belirlenir. Kendisini geleneksel değerlerle yö­ netmeye alışagelmiş insanlar birden bundan yoksun bırakılıp kendi varoluş sorumluluğu ile yüzleşmek zorunda kalırsa "kim­ lik bunalımı" denilen olgunun yaşanması da kaçınılmaz olur. Hızlı toplumsal değişimin oynak koşulları insanı çabuk karar alma zorunda bırakır. Oysa özgürce seçim yapma konusunda çağdaş dünyanın koşullarına hazırlıklı olmayan kişiler ancak, alışılagelmiş, onaylanacağı önceden belirlenmiş, kurallara uy­ gunluğu saptanmış kararları verebilirler. Bu, bir üst otoritenin (baba, kurum, töre, Tanrı) kararlarını yinelemekten öteye git­ meyen, esneklikten ve yaratıcılıktan yoksun bir olgudur. Dola- 26 İNSAN OLMAK yısıyla, alışılagelmişin dışında bir durumla karşılaştıklarında paniğe kapılmaları da doğaldır. Geleneksel toplumdan çağdaş topluma geçiş, otorite kimli­ ğinin de sarsıntı geçirmesine neden olur. Kimi, her şeyi bilir gö­ rünen, eleştiriye kapalı ve dayanaktan yoksun yargılarda bulu­ nan bir otorite kimliğini benimserken, kimi otoritesinin gerek­ tirdiği sınırları yeterince çizemez. Benzer bocalamalar toplu­ mun otorite ile olan ilişkisinde de gözlemlenir. Kimi, otoriteye, inançlarına ve geleneklerine eskisinden daha çok bağlanarak toplumsal değişimin getirdiği kaygı ve yabancılaşmaya karşı kendisini korumaya çalışır. Kimiyse tepkici davranışlar göste­ rir. Engelleyici bir kurum olarak algıladığı otoriteye karşı açık ve sürekli bir öfke yaşar. Ne var ki, otoriteye kayıtsız şartsız bo­ yun eğme kadar, ona yönelik ve ona göre ayarlanmış karşıt tep­ kiler de insanın gelişimini ve içsel özgürlüğünü kısıtladığından, bu kişilerin tepkileri zaman zaman saldırgan ve yıkıcı ölçülere ulaşabilir. Dolayısıyla bu tür insanların kendilerine tanınan hakları sağduyu ölçüleri içinde kullanamadıkları, var olan ku­ rumlara yalnızca karşı çıkarak, yapıcı, yaratıcı ve gerçekliğe uygun öneriler getiremedikleri de sık gözlemlenen durumlardır. Türk toplumunun geçirmekte olduğu hızlı değişim sonucu ortaya çıkan kimlik bunalımına karşı yakın geçmişte en sık baş­ vurulan çözüm yolu "kimlik geçişmesi" olmuştur. Bu olgu, spe­ sifik olarak, politize olma biçiminde ortaya çıkmış ve kişisel varsayımlar sistemlerini geliştirmekte güçlük çeken kişiler po­ litik öğretilerde kimlik bulmaya çalışmışlardır. Bu, kimliği ge­ lişmiş bir insanın politik bir inancı benimsemesi ve savunma­ sından farklı bir olgudur. Geçici bir süre için benliğin dağılma­ sına karşı bireyleri koruyabilen kimlik geçişmesi, giderek yu­ karıda sözü edilen tutucu ve tepkici örüntülere politik nitelik kazandırmış ve toplumun kazandığı dinamik gücün bir bölümü de kendine karşı yıkıcı bir yöne doğrulmuştur. Ne var ki, birey­ ler gibi toplumların da kendini bulma yolunda karşıt kutuplar arasında bocalamalarını, daha yapıcı ve daha yaratıcı bir güce BİREY VE TOPLUM 27 ulaşma yolunda çekilen doğal sancılar olarak kabul etmek ge­ rek. Psikolojik tedavide de başlangıçta edilgin ve boynu bükük olan kişi, bir süre sonra dinamizm kazanmaya başladığında, ön­ celeri bu gücüyle ne yapacağını bilemediğinden çevresindeki­ leri şaşırtıcı oranda bazı aşırı davranışlar gösterir, ama daha sonra kendi kişiliğine uygun ve yapıcı davranışları kendi seçi­ miyle benimseyerek etkin bir insan durumuna gelir. İnsan organizmasının günümüz toplumlarının çığrından çıkmış hızına dayanıklı olup olmadığı bilim adamları tarafın­ dan araştırılmış ve çoğu, insanın yenilikleri benimseme yetene­ ğinin sınırlı olduğu sonucuna varmıştır. Hızlı değişikliklere uyum gösterebilse de, bu değişiklikleri gerçekten özümseyebil­ mesi için, insanın yeni olaylarla geçmiş arasında bir ilişki kura­ bilmesi, yaşamının denetimini elinde tutabilmesi ve nereden gelip nereye gittiğinin durum değerlendirmesini yapabilmesi gerekmektedir. Oysa çağımız insanının bunu gerçekleştirebil­ mesi giderek güçleşmektedir. Böyle hızlı bir değişim içinde, bazı toplumlarda bir kuşakta benimsenen değerler bir sonraki kuşakta tümden reddedilmektedir. Margaret Mead, Yeni Gi­ ne'de ana babası yamyam olan bazı gençlerin bugün tıp öğreni­ mi yapmakta olduğunu gözlemlemiştir. Değişme hızı, insanları doğruyu yanlıştan ayırmalarına ola­ nak bırakmadan karar vermeye zorlamaktadır. Dolayısıyla dav­ ranışlar çoğu kez, geleceğe yönelik bir tasarının parçası olmak­ tan çok, o anda beklenmedik bir biçimde karşılaşılan durumla­ ra gösterilen yalın tepkilerden ileri gidememektedir. Buzdolabı, televizyon ve çamaşır makinesi aynı anda çalı­ şırken bir de elektrik sobasının düğmesini çevirirsek evimizin elektrik sistemi aşırı yüklenir ve sigorta atar, hatta elektrikler tümden kesilebilir. Bu duruma "aşırı yükleme" denir. İnsan beyni de karmaşık bir elektrik şebekesidir, aşırı bilgi ve uya­ rımla yüklendiğinde kısa devre yapar. Böyle durumlarda genel­ likle bağlantılar yeniden kurulur ve beyin işlevlerini sürdürebi- 28 İNSAN OLMAK lir. Ama bazı durumlarda ağır ve kalıcı bir hasar da söz konusu olabilir. Günlük yaşamımızdaki aşırı yüklemelerin bazılarını hepi­ miz biliyoruz. Radyo, televizyon ve gazeteler her gün istesek de istemesek de bize bunları iletiyor. Ancak bizi asıl yoran, günlük yaşamımızda farkına varmadan maruz kaldığımız bilgi ve uyarım bombardımanları. Yasaların ve vergilerin içinde bu­ lunulan dönemin koşullarına göre sık sık yeniden düzenlenme­ si, oynak petrol fiyatlarının ve yüksek enflasyon düzeyinin sü­ rekli bütçe ayarlamalarına neden olması ve bireyin sistemle olan ilişkisindeki bürokratik süreçlerin giderek karmaşıklaşma­ sı gibi değişikliklerin ilk şaşırtıcı etkisi geçtikten sonra yeni du­ ruma uyum sağlayabilsek de kısa bir süre sonra yeniden uyum sağlamamız gereken bilgilerle karşılaşıyoruz. Trafiğe çıktığı­ mızda yalnızca çok sayıdaki kural ve işarete dikkatimizi ver­ mekle yetinmeyip her an ortaya çıkabilecek beklenmedik du­ rumlara karşı tetikte olmamız da gerekiyor. Çağdaş teknoloji tıp alanındaki gelişmelere katkısıyla insanın ortalama yaşam süresini uzatmıştır. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için insan­ ların da orta yaşla birlikte bir dizi beslenme kuralını vb. önlem­ leri öğrenmeleri ve uygulamaları, daha önce varlığından hiç ha­ berdar olmadıkları biyokimyasal maddelerin kanlarındaki ora­ nını izlemeleri gerekmektedir. 1974 yılının Eylülü'nde yaptığı bir konuşmada o zamanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim, dünyamı­ zın bir "çaresizlik" bunalımı geçirdiğinden söz etmiş, dünyayı egemenliği altına alan ve kaderciliğin eşlik ettiği yaygın ürkün­ tüden duyduğu kaygıyı dile getirmişti. Kadercilik ve uyuşuk­ luk, çevreyle baş edememenin doğal sonuçlarıdır. Deneysel olarak aşırı yüklemeye maruz bırakılan bir kobay da sonunda sessizce bir köşeye çekilir ve ayaklarını ağzına götürerek amaç­ sızca çiğner. Geçmiş kuşakların ustası gönlünü vererek yarattığı üründen ötürü gurur duyar, sanatını yakın ilişki içinde bulunduğu çırağı- BİREY VE TOPLUM 29 na en az birkaç yıllık bir sürede öğretir, bireyleşmiş olmaktan ötürü kendine saygı duyardı. Günümüz çalışanıysa, sistemi oluşturan mozayiğin yalnızca çok küçük bir parçası. Üstelik ço­ ğu kez sistemin bütününden ya da sistem içerisindeki yerinden de haberdar değil. Bireyin sistem içerisindeki yerini hiçe indir­ geyen böylesi bir dünyanın insanda yarattığı kopukluk bazen davranış bozukluklarına neden olmaktadır. Aslında çağdaş top­ lumların en önemli ruh sağlığı sorunu da budur! İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir gün­ de karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısına­ bilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine ba­ tar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbir­ lerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar. Çağdaş toplumlarda incinmek ve diğerlerini incitmek eski­ den olduğundan daha kolay. İnsanlar birbirleriyle eskisine oran­ la daha çeşitli biçimlerde ilişki kuruyorlar. Bunun sonucu ken­ dimizi koruyacak savunma sistemleri geliştiriyoruz, incinme­ mek için diğer insanlara tereddütle yaklaşıyoruz. Diğer insanla­ ra zarar vermemek için onlarla ilgilenmemek, her insanın ken­ di başının çaresine bakmasını gerektiriyor. Bunun getirdiği yal­ nızlığa dayanamayan birçok kişi alkol, uyuşturucu madde, vb. araçlarla çevresine yabancılaşmasının verdiği acıdan kurtulma­ ya çalışıyor. Hiçbir şeye bağlanamamak insanın boşluk ve an­ lamsızlık duyguları yaşamasına neden oluyor. Dünyayı politik liderlerin ve sistemlerin yönettiği bir ger­ çek mi? Yoksa, insanın kendisinin yarattığı ve teknoloji denilen bu dev başına buyruk hızla ilerliyor ve politik sistemlerle lider­ ler de dahil olmak üzere hepimizi birlikte sürüklüyor mu? Öz­ gür insanın uygarlığın ürünü ve göstergesi olduğunu söyleyen­ ler özgürlükle neyi kastediyorlar? İnsanlık kendi geleceğinin 30 İNSAN OLMAK denetimini elinde tutamadığında özgürlükten söz edilebilir mi? Bunların yanıtını sizlere bırakıyoruz! Toplumun birey üzerindeki etkisi ne denli yoğun olursa ol­ sun yine de kendi küçük dünyasında olup bitenler onun için ön­ celik taşır ve içinde yaşadığı toplum ne tür dönüşümlerden ge­ çerse geçsin davranışlarını insan doğasının gereği doğrultusun­ da sürdürür. Amacımız insanı kendi yakın çevresiyle olan iliş­ kileri içinde değerlendirmekle sınırlandığından, bundan sonra­ ki bölümlerde önce, insanın engellenmeler sonucu geliştirdiği ve kendisine ve çevresine dönük yıkıcı davranışlarının gerisin­ deki dinamik güçlerin tanıtılmasına çalışılacak, daha sonra ken­ disinde doğal olarak var olan yapıcı ve yaratıcı eğilimlere nasıl etkinlik kazandırabileceği tartışılacaktır. Bir insanın ilişkileri ana-babasıyla başlar. Bu öylesi bir be­ raberliktir ki, bıraktığı izlerin bazıları yaşam boyu varlığını sür­ dürebilir ve yetişkin insanın dünyasını algılama biçimini etkile­ yebilir. Bir insanın gerçeklerini anlayabilmek onun geçirdiği evrimin değerlendirilmesini de içerdiğinden, asıl konumuza geçmeden önce ana-baba ve çocuk ilişkilerini genel çizgileriy­ le gözden geçirmekte yarar görüyoruz. An a-Baba ve Çocuk DÜNYADA hiçbir canlının yavrusu, yeni doğan bir bebek kadar bakıma ve korunmaya muhtaç değildir. Bebeğin insan çevresi­ nin ve özellikle annesinin olumlu ve olumsuz davranışları, onun üzerinde yaşam boyu kalıcı izler bırakabilir. İnsan davranışları­ nın oluşumunda kalıtım ve çevrenin paylarının ne oranda oldu­ ğu henüz kesinlikle belirlenmemiştir. Yirminci yüzyılın ilk yarı­ sında, psikanaliz ve ondan kaynaklanan kuramların etkisiyle, davranışların birey-çevre ilişkilerinin bir ürünü olduğu ve kalı­ tımın yalnızca bedensel özellikleri belirlediği görüşü egemendi. Daha sonraları ise yeni doğmuş bebeklerin çeşitli uyaranlara farklı tepki gösterdikleri gözlemlenmiştir. Belirli bir duruma bazı bebek dayanıklılık gösterirken, diğeri aynı uyaranı tepkiy­ le karşılar. Kimi en ufak bir ses ya da ışık uyaranı ile tedirgin olur ve ağlar. Bir diğeri ise aynı uyaranlara ilgisiz kalabilir. Bir grup insanın bebeklikten yetişkinliğe ulaşana dek aralıklı ince­ lenmesi sonucu, bu eğilimlerin yaşam boyu değişmediği ve çevresel etkenlerden bağımsız özellikler olduğu anlaşılmıştır. Son yıllarda genetik alanındaki hızlı gelişmeler, yukarıda tanımladığımız tepkilerden çok daha karmaşık davranış özellik­ lerinin de kalıtsal olabileceği yolunda bazı ipuçlarını içermek­ tedir. Ancak, kalıtımla getirdiklerimizin yalnızca bazı eğilimler olduğu sanılmaktadır. Bu eğilimlerin sonradan hangi kişilik özelliklerine dönüşeceği yine birey-çevre ilişkisi tarafından be­ lirlenir. Yeni doğmuş bebeğin tüm ilişkisi annesiyledir. İlk bakışta bebeğin temel ihtiyaçları açlık, soğuk, altını kirletme gibi be- 32 İNSAN OLMAK densel rahatsızlıklarının giderilmesidir. Ancak, yaşamın birinci yılında insanın çevresine karşı geliştirdiği güven ya da güven­ sizlik duygularının temeli de atılır. Çevreye güven duyma ile kendine güven birbirinden farklı olgular değildir. İnsan kendi­ sine güvenirse, diğer kişilerden de korkmaz; diğer insanlardan korkan biri ise çaresizlik duyguları yaşar. Bir insanın kendine güvenmesi çocukluk yıllarında çevresine duyduğu güvenle baş­ lar. Bu duyguyu sonradan, kendinden elde edebilmesi oldukça güçtür. Bebek, görünürde sevecen de olsa annesinin kendisine kar­ şı tutumunun içten ya da zorlama olduğunu kolayca algılar. Sezgi yoluyla olan bu algılama yetişkinlerdeki gibi bilinçli bir olgu değildir. Aslında, çocuklar sezgileri aracılığıyla çevrele­ rinde olagelen her şeyi fark ederler, ama özellikle kendilerine acı veren durumları derhal bilinçaltına iterler. Sezgi yoluyla al­ gılama yetişkinlerde de vardır, ama çoğu insanda bu, düşünce ve duygular tarafından örtülür. Çoğu kez bir insana ya da duru­ ma ilişkin ilk izlenimimiz, birkaç saniye de sürse, yerinde ve doğrudur. Sonradan o kişiye ya da duruma karşı geliştirdiğimiz yargı, düşünce ve duygularda yanılgı payımız daha çoktur. Bebekte temel güven duygusunun oluşumunu engelleyen en önemli etmenlerden biri de, kaygılı annedir. Kaygılı anne, aslında, yetişkin yaşamının sorumluluklarını üstlenebilecek gü­ ce yeterince sahip olmayan biridir. Anneliğe de gereğince hazır değildir. Çoğu kez kendi annesi de kaygılı biridir. Çünkü kaygı bulaşıcı bir duygudur. Aramızdan biri paniğe kapıldığında, kısa bir süre için de olsa benzer bir duyguyu biz de yaşarız. Bebek de tek güven kaynağı olan annenin kaygısını kolayca kendi va­ roluşunun bir parçası durumuna getirir. İleride sürekli tedirgin ve kolayca telaşa kapılan bir yetişkin olmak üzere! Temel güven duygusunun oluşumunda annenin tutarlılığı büyük önem taşır. Bu, yalnızca bebeğin bedensel ihtiyaçlarının karşılanmasını değil, bunun belirli bir düzene sokulmasını da ANA-BABA VE ÇOCUK 33 içerir. Beslenme, uyku, vb. ihtiyaçların bir döngüyü izlemesi ve bunun aksatılmaması gerekir. Belirli aralarla annenin kendisiy­ le ilgileneceğini bilmek çocuğa güven sağlar. Yaşamının ilk yıl­ larında bundan yoksun kalan kişi, yetişkin döneminde belirsiz­ liklere karşı aşın duyarlıdır. Kolayca paniğe kapılabilir. Freud, yaşamın ilk yılında bebeğin ruhsal ve bedensel do­ yumunu daha çok ağız yoluyla ve emme eylemiyle sağladığını vurgulamıştı. Bu, günümüzde de genellikle kabul edilen bir varsayımdır. Ne var ki, bebeğin ruhsal gereksinimlerinin salt ağız bölgesi etkinlikleriyle sınırlandırılmaması gereğini savu­ nanlar da çoktur. l 960 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan deneysel bir araştırmada, bir hastanede yeni doğan be­ beklere, yetişkin bir insanın kalp sesleri dinletildiğinde bu be­ beklerin çoğunun ağlamayı kestikleri ve bir bölümünün uyku­ ya daldıkları gözlemlenmişti. Bunu izleyen bir diğer gözlemde, annelerin bebeklerini genellikle göğüslerinin sol yanında, kal­ bin bulunduğu bölge üzerinde tuttukları fark edilmişti. Gerçi bu, sağ elin egemen olmasının doğal bir sonucu da olabilirdi, ama bazı solak annelerin de bebeklerini sol yanlarında tuttukla­ rı ayrıca gözlemlenmişti. Bu gözlemlerden hareket ederek ge­ liştirilen bir varsayıma göre bebek, dölyatağındayken titreşim­ lerini algıladığı annenin kalp atışlarını doğduktan sonra da bir süre algılama ihtiyacındadır. Bu, hiçbir çaba göstermeden var olabildiği, rahat ve sıcak dölyatağının sağladığı güven ortamın­ dan birden yoksun bırakılmış olmanın yarattığı tedirginliği kıs­ men olsun azaltır. Maymunlarla yapılan bir diğer araştırma da oldukça ilgi çe­ kici. Süt çağındaki yavru maymunlar annelerinden ayırılarak cansız maymun modellerinin bulunduğu bir ortama konuyorlar. Model annelerin bir kısmı bezden yapılmış ve göğüslerinden süt geliyor. Diğer modeller ise gerçek maymun derisinden ya­ pılmış ve maymunların doğal beden ısısı verilmiş. Bu koşullar­ da yavru maymunların acıktıklarında bezden yapılmış may- 34 İNSAN OLMAK munlardan süt emdikleri, ama geri kalan zamanı maymun deri­ sinden yapılmış modellerin kucağında geçirdikleri gözlemlen­ miş. Beslenme yolu ile doyum sağlama kadar, anneyle temasın önemini göstermesi bakımından da oldukça düşündürücü bir deney. l 960'larda ABD'de, insanların birbirine dokunmalarının önemini vurgulayan bir akım ortaya çıkmış, hatta kişilerin bir­ birlerini dokunarak hissetmelerine ortam sağlayan grup uygula­ maları yapılmıştı. l 940'larda aynı ülkede, anne memesinden vazgeçerek bebekleri biberonla besleme uygulamaları oldukça yaygındı. Gerçi sonradan bu uygulamadan vazgeçilmişti, ama 1 940'ların bebekleri l 960'ların yetişkinleri olduğuna göre bu iki olgu arasında bir ilinti olup olmadığı sorusu da akla gelmek­ te. Aslında anne ve bebek ilişkisi, herhalde, meme emme, kalp sesleri, beden ısısı ve kokusu gibi etmenlerden çok daha karma­ şık ve henüz bilemediğimiz bazı diğer öğeleri de içermekte. İnsanlar vardır, bilirsiniz, başkalarından sürekli bir şeyler bekler ya da isterler. Aslında bu, bir insanın ihtiyaçlarını kendi­ sinin karşılamasından çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Üs­ telik onur kırıcıdır da. Ama onlar için önemli olan, diğer bir in­ sanın ya da insanların kendileri için bir şeyler yapmasıdır. Bu­ nun için her şeye katlanırlar. Genellikle bu tutumlarının bilin­ cinde değildirler. Amaçları diğer insanları sömürmek değil, bir şeylerin hazırca kendilerine verilmesidir. Aşın bağımlıdırlar ve kendi sorumluluklarını başkalarının üstlenmesini beklerler. On­ ların çevremizdeki varlığından sıkılabilir ya da bize yük olduk­ larını düşünebiliriz. Ama çoğu kez kendi bağımlılığımızdan ötürü onları çevremizde tutarız. Kendilerine bir şeyler verildiği sürece bizden kopmazlar. Bir diğer deyişle, böyle kişiler krono­ lojik olarak yetişkin, hatta entelektüel yönden iyi gelişmiş olsa­ lar bile, bebeklik yıllarının asalak varoluş biçimini sürdürürler. Bebeklikten yetişkinliğe giden yol, kişiliğin duygusal ve zi­ hinsel yönlerinin sürekli gelişmesi ve olgunlaşmasıyla aşılır. Ancak, insanda kişiliğin bazı yönleri belirli bir aşamada takılır ve gelişimini sürdüremez. Bunun sonucu, o insanda bazı olgun- ANA-BABA VE ÇOCU K 35 laşmamış kişilik özellikleri yaşam boyu varlıklannı sürdürür ve karakter yapısının bir bölümünü oluştururlar. Böyle bir kişilik, uyumlu bir bütünleşmeden yoksun kalır. Biyolojik olgunlaşma ile duygusal tepkiler, duygusal tepkiler ile entelektüel gelişme arasında bir uyuşmazlık görülür. Orta yaş dönemine ulaştığı halde delikanlı davranışları gösteren, mesleğinde üstün haşan sağladığı halde kişisel ilişkilerinde ilkel tepkiler veren insanla­ ra sıklıkla rastlarız. Bir görüşe göre, bu gibi durumlar belirli bir gelişim döneminde aşırı doyum sağlanması ve çocuğun bu dö­ nemi bırakmak istemeyişi sonucu ortaya çıkar. Bir diğer görü­ şe göre ise aynı durum, belirli bir dönemde ihtiyaçların karşı­ lanmaması ve doyum bulamama sonucu görülür. Aslında, ihti­ yaçların aşırı karşılanması kadar, gereğince karşılanmaması da çocuğa verilen hasar yönünden benzer sonuçlar doğurur. Kendilerine ve çevrelerine uyum sağlamış ana-babaların çocukları, kendilerine sağlanan destek ve önderlik sayesinde giderek benliklerini geliştirir, bütünleştirir ve özerk varlıklar olarak yetişkin yaşama ulaşırlar. Kendi yetersizlikleri nedeniy­ le reddedici ya da aşırı koruyucu tutumlar gösteren ana-babala­ rın çocukları ise kendilerine ayrı bir varlık olarak değer veril­ mediğinden kişiliklerini bütünleştiremezler. Yetişkinliğe ulaş­ tıklarında da çocukken doyurulmamış ihtiyaçlarını diğer insan­ lardan karşılayabilmek için umutsuzca çabalarlar. "Pamuk Prenses" ve "Külkedisi" gibi dünyaca bilinen bazı çocuk öykülerinde, çocuklara haksızlık yapanların cezalandırıl­ dığı ve yazgının her zaman çocuktan yana olduğu işlenir. Batı kültüründen kaynaklanan öykülerde annelere pek ilişilmez ve genellikle üvey anne, kötü ana simgesi yerine kullanılır. Diğer bazı kültürlerde ise bu konu dolaylı olarak işlenir. Ama aslında gerçek, öykülere benzemez. Çağlar boyunca ve çeşitli uygarlık­ larda dünyaya gelişleri hoş karşılanmamış çocukların sayısı ol­ dukça kabarıktır. Eski Isparta uygarlıklarında cılız ve sakat ço­ cukların yaşamasına izin verilmezdi. Çinliler iki cins arasında- 36 İNSAN OLMAK ki dengeyi korumak için bazen yeni doğmuş kız çocuklarını açıkta bırakarak ölüme terk ederlerdi. Dünyanın çeşitli bölgele­ rinde, doğan ikizlerden birini öldürme geleneği uzun süre ko­ runmuştur. Günümüzde, bir çocuğun doğduktan sonra öldürülmesi ol­ dukça seyrek görülür. Bu çocuklar genellikle yasak bir ilişkinin ürünüdür. Buna karşılık doğum öncesinde çocuğun yaşamına son verilmesi oldukça yaygındır, ama yine de istenmeden dün­ yaya gelen çocukların sayısı oldukça fazladır. Bu çocukların ki­ mi, anne ve babalarına atmış oldukları yanlış adımı sürekli ha­ tırlattıkları ya da istenmeyen bir evliliği zorunlu duruma getir­ dikleri için reddedilirler. Bir diğer bölümü ise önceden tasarlan­ madan, bir "kaza" sonucu dünyaya gelenlerdir. Süregelen eko­ nomik sıkıntıların, bir boğazın daha eklenmesiyle artması ya da çok çocuklu bir annenin son gelen çocuğunu gücünü aşan bir sorumluluk olarak algılaması, durumu pekiştiren etmenlerdir. Hamileliğin fark edildiği anda, anne ve babanın bu olaya ilişkin yaşadığı ilk duygular oldukça önemlidir. Salt kabul ya da redden öte, oldukça karmaşık ve çok yönlü olan bu duygu­ ların bir bölümü kalıcıdır. Bu duygular bazen anne ve babanın o dönemde yaşamakta olduğu durumlardan kaynaklanır. Para­ sal bunalımlar, mutluluk ya da anlaşmazlıklar, yalnızlık duygu­ ları, başarılar ya da başarısızlıklar, doğacak çocuğa yönelik duygulara damgasını vurabilir. Bu duygular bazı ana-babanın kendi geçmişinde gerçekleş­ tiremediği umut ya da beklentileri de içerebilir. Anne ya da ba­ ba, kendi yaşamında yapmak isteyip de yapamadıklarının umu­ dunu çocuklarıyla sürdürmek isteyebilir. Kimi ise vaktiyle an­ nesi ya da babası ile yaşayamamış olduğu yakınlığı çocuğu ile gerçekleştirebileceği sanısına kapılır ve bu beklentilerini çocu­ ğun yerine getirmesini bekler. Bazı ana-babalar, çocuklarına kendi anne ya da babalarının adını vererek bu durumu somut­ laştırırlar. Kimi anne ve baba için ise özdeşleşme olumsuz yön- ANA-BABA VE ÇOCU K 37 de olur; kendi anne ya da babalarına duydukları kızgınlığı ço­ cuklarına yansıtarak sürdürürler. Bazen anne ya da baba kendi­ sine ilişkin bilinçdışı değersizlik duygularını çocuğuna yansıta­ bilir ve çocuğun kişiliğinde hoşlanmadığı kendisini görür. Böy­ le du umlarda genellikle çocuk ile anne ya da babanın cinsiye­ ti aynıdır, babanın duyguları oğlunda, annenin duyguları ise kı­ zında yaşanır. Anne ve babanın aynı çocuğa karşı hissettikleri farklı, hat­ ta birbirinin tam karşıtı olabilir. Üstelik bazı ailelerde çocuklar anne ve baba arasında parsellenir. Genellikle kızlardan biri ba­ banın, erkeklerden biri de annenin favorisi olur. Böylece aile içinde adeta birbirine karşı iki takım kurulur. Çocuklar karşı ta­ kımdaki anne ya da babaya yabancılaşır, olayları yandaşı ol­ dukları anne ya da babanın gözüyle değerlendirme eğilimi gös­ terirler. Bu gibi durumlar, evlilikleri içinde kendilerini yalnız ve anlaşılamamış hisseden eşlerde daha sık görülür. Çoğu ana-baba, hamileliğin fark edildiği anda filizlenerek varlığını sürdüren bu karmaşık duyguların bilincinde değildir. Kendilerine sorulduğunda, çocukları arasında ayrım yapmadık­ ları görüşünde direnirler ve gerçekten de öyle olduğuna inanır­ lar. Ancak burada belirtmek gerekir ki, doğumu tasarlanmamış ya da bebekliğin ilk günlerinde istenmemiş bir çocuğun, ileride de annesi ya da babası tarafından kabul edilmeyeceği kesin bir beklenti değildir. Dengeli ve uyumlu ana-babalar ilk şok geç­ tikten sonra durumu kabul edebilirler. Aslında, görünürdeki nedenler farklı da olsa, anne ya da ba­ banın çocuğu kabul edememesinin temelinde, ana-babalığı be­ nimseyebilecekleri bir duygusal olgunluk düzeyine ulaşamamış oldukları gerçeği yatar. Bu ana-babalar, çocuklarında gözlemle­ dikleri sorunlardan yine çocuklarını sorumlu tutarlar. Oysa, ana-baba ve çocuk arasındaki sorunların başlangıç noktası her zaman ana-babadır. Yeterli olgunluğa ulaşamamış anne ya da babalar, çocukla baş edememe kaygısını yaşarlar. Bu kaygı, ço­ cukta olumsuz davranışlar ortaya çıkmadan da, ana-babanın ço- 38 İNSAN OLMAK cuğa karşı korku ve hatta kızgınlık yaşamasına neden olur. Bu duygular denetlenemediğinde çocuğa karşı ilkel davranışlar gös­ terilir ve sonunda çocuktan da benzer tepkiler gelir. Böylece ana­ baba, farkına varmadan olumsuz beklentilerini kendi davranışla­ rıyla gerçekleştirmiş olur. Çoğu ana-baba bunu göremez ve çocu­ ğa karşı olumsuz duygularından ötürü kendilerini haklı bulma eğilimi gösterirler. Kimi ise sonradan bir suçluluk yaşar ve gü­ vensizliği daha da artar. Her iki durumda da, ana-baba ve çocuk ilişkilerinde bir kısırdöngü oluşur ve çocukta uyumsuz davranış­ lar giderek yerleşir. Başlangıçta çocuğun sorumluluğu yalnızca anneye aittir. Ba­ ba daha sonra bu etkileşime katılır ve çocuğun yaşamındaki öne­ mi giderek artar. Annelik, bir kadının kadınlığına yeni bir boyut katar. Ne var ki, bir diğer insanın sorumluluğunu üstlenmeyi ge­ rektiren bu olay, kendi bağımlılık sorunlarını çözememiş olan ka­ dınlarda bazı çatışmalara ve olumsuz duygulara neden olabilir. Bir kadının anne olduğu zaman göstereceği davranışlar, yaşamı­ nın ilk yıllarında kendi annesiyle olan ilişkileri tarafından etkile­ nir. Gerçek anne sevgisinden yoksun kalmış kişiler, yetişkin ya­ şamda genellikle katı ve hırçın olurlar. Dolayısıyla böyle bir in­ sanın dünyasına sıcak annelik duygularını yerleştirebilmek ol­ dukça güçtür. Yeni anne olan ve özellikle ilk çocuğunu dünyaya getiren ka­ dınlar, kendilerine de annelik gösterilmesini isterler. Toplumu­ muzda bu beklenti büyükanneler tarafından karşılanır. Ancak bu durum, kendi çocukluğu mutsuz geçmiş bir kadında bastırılmış bazı anıları da canlandırabilir ve yeni annenin duygusal dünyası daha da karmaşıklaşabilir. Böyle bir zamanda babanın tutumu önem kazanır. Eşine yakınlık göstermeyen ya da çocuğun dünya­ ya gelişini isteksiz karşılayan bir erkeğin varlığı, annenin diğer sorunlarına eklendiğinde ciddi ruhsal bunalımlara neden olabilir. Geleneksel evlilikler kadın ve erkeğin birbirini tamamlaması üzerine kurulur. Kadın ve erkeğin evlilik yapısı içerisindeki so­ rumluluk alanları oldukça iyi belirlenmiştir. Üstelik kadın, ilişki- ANA-BABA VE ÇOCUK 39 )erini kadınlar dünyasında, erkek ise erkekler dünyasında sür­ dürür. Bu durum kadınla erkeğin birbiriyle paylaştıkları şeyleri sınırlarsa da roller birbirine karışmaz. Aynı durum anne ve ba­ balık rolleri için de söz konusudur_ Geleneksel ailelerde, kız ya da erkek çocukların temel sorumluluğunu anne üstlenir. Çocuk­ ların uyumlu ya da uyumsuz olması annelerin başarısı ya da ba­ şarısızlığı olarak değerlendirilir. Toplumumuz kadını için annelik özellikle önemli bir olay­ dır. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde kadın gide­ rek toplumun ikinci sınıf bir üyesi durumuna gelmiş, bazı kır­ sal bölgelerde bir kız çocuğun dünyaya gelişi utanç verici bir olay olarak bile karşılanmıştır. Gerçi Cumhuriyet döneminde kadın yasalar karşısında erkekle eşit olarak değerlendirilmiştir, ama köklü toplumsal dönüşümlerin birkaç kuşakta tamamlana­ bilmesinin olanaksızlığı nedeniyle, kırsal kesimde kadının ge­ leneksel yeri gereğince değişememiştir. Fizikteki bileşik kaplar yasası psikolojide de geçerlidir. Bir yönden yapılan baskı bir başka yönde boşalıma neden olur. Ön­ ce ikinci sınıf evlat, daha sonra gelin kimlikleri içinde ezilen kadın, anne olduktan sonra aile içinde giderek güç kazanmaya ve çocukları üzerinde egemenlik kurmaya başlar. O denli ki, birçok ailede görünürde baba tarafından alınan kararların asıl sahibi annedir, ama durum babanın erkeklik rolüne gölge dü­ şürmeyecek biçimde yönetilir. Kararı anne verir, baba ilan eder. Kararların sonucundan ise baba sorumlu tutulur. Bu yönden de­ ğerlendirildiğinde, toplumumuzda aile yapısının biçimsel ola­ rak babaerkil, ama gerçekte üstü kapalı bir anaerkil yapıya sa­ hip olduğu bile söylenebilir. Geleneksel aile yapısı içinde babanın durumu aslında ol­ dukça güçtür. Genellikle biçimsel de olsa otoriteyi baba temsil eder. Kendisine duyulan saygı, korku ile eşanlam taşır. Anne, çocuklara daha yakındır ve onlara ilişkin konularda gerçek ka­ rar organıdır. Engelleyici ve cezalandırıcı nitelikte olan kararla- 40 İNSAN OLMAK rın uygulanması ise babaya bırakılır. Bu durum babayı aile için­ de oldukça sevimsiz bir yere koyabilir. Geleneklerin kendisine verdiği bu rolü sürdürme durumunda kalan baba, çoğu kez ço­ cuklarıyla yakın ve sıcak ilişkiler kurmaktan alıkonmuş olur. Kadının anne olduktan sonra aile içerisinde önem kazan­ ması, eziklik duygularından kurtulabilmesi için her zaman ye­ terli olmaz. Kimi kadın, erkeğin biçimsel otoritesine baştan bo­ yun eğer ve edilginliği kabul eder. Böylece bağımlılık eğilimle­ rine doyum sağlamasının karşılığını, tutsaklık ve bundan kay­ naklanan kızgınlık duyguları ile öder. Ancak, bileşik kaplar ya­ sası çoğu kez burada da işler. Anne, ezikliğini bir "mağdur kah­ raman" rolüne dönüştürebilir ve çocuklarını tümden kendi ya­ nına çekebilir. Böyle bir anne, ezikliğini kızlarına aşılayabilir ve onlara erkekleri kötü tanıtmaya çalışabilir, erkeklere duydu­ ğu kızgınlığı ise oğulları üzerinde egemenlik kurarak ödünleye­ bilir. Kimi kadın ise aile içerisinde egemenlik kurmada fazla ileri gidebilir. Bu durum özellikle edilgin eğilimleri olan bir ba­ banın varlığı ile pekiştirilir ve kadın, çocuklarının yanı sıra ko­ casının da annesi rolünü üstlenir. Böyle durumlarda kız çocuk­ lar babayı ailenin mağdur kahramanı olarak görme eğiliminde­ dirler. Erkek çocuklar ise aradıkları güçlü erkek modelinden yoksun kalmanın boşluğunu yaşarlar. Anne ise herkesi kendine bağımlı kılmasının karşılığını, kendi bağımlılık ihtiyacından yoksun kalarak öder. Çağdaş evlilikler geleneksel evliliklerden farklıdır. Bu evli­ liklerde arkadaşlık öğesi güçlüdür. Dolayısıyla paylaşılan şey­ lerin sayısı da fazladır. Kadın ve erkeğin dünyaları birbirinden çok ayrı değildir. Ne var ki, bu gibi evlilikler bazen aşırı bağım­ lılığa ve rol kargaşasına da yol açabilir. Özellikle rol kargaşası çocuklar yönünden önemli bazı sorunlara neden olur. Gelenek­ sel evliliklerde annenin ve babanın sorumlulukları belirgindir. Çağdaş evliliklerde ise çocuğa ilişkin herhangi bir konuda an­ ne de, baba da kendi görüşlerini ortaya koyabilirler. Bu görüş- ANA-BABA VE ÇOCUK 41 ler arasında önemli farklılıklar varsa ve uzlaşma yoluyla ortak bir tutum geliştirilemezse, çocuğun ana-babasına olan güveni sarsılır. Birçok ana-baba, çocuklarını ne denli sevdiklerini sık sık dile getirirler. Ancak, çocuğun sevgi ihtiyacı sözcüklerle karşı­ lanmaz. Bir insanı sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalış­ mayı da içerir. Çocuk kendini tek başına yönetebilme yeteneği­ ne sahip değildir. Neyi yapabileceği ya da yapamayacağı konu­ sunda eğitilmesi gerekir. Bu eğitim çocuğa, içinde bulunduğu gelişim dönemine uygun bazı haklar tanımak ve çocuk kendisi­ ne konulan sınırı aştığında onu geçici olarak bu haklardan yok­ sun bırakmak yoluyla gerçekleştirilir. Haklardan yoksun bıra­ kılma çocuk için ana-babanın sevgisini yitirme anlamına gelir. Çocuğun sınırlı dünyasının tek dayanağı ve anlamı, ana-baba­ sının sevgisidir. Bu sevgiyi yitirmemek için gösterdiği çaba sa­ yesinde giderek kendi kendisini yönetmeyi öğrenir. Ama çocu­ ğa verilen bir şey yoksa, yitirecek şeyi de yoktur. Kimi çocuk, verilmeyen sevgiyi günün birinde alabileceği umudunu yine de sürdürür, tüm gücüyle kendisini ana-babasına kabul ettirebil­ mek için çabalar ve kişiliğini geliştiremez. Kiminin ise hiç umudu yoktur. Ana-babanın beklentilerine ve değerlerine karşıt düşen davranışlara başvurarak onları protesto eder ve hiç ol­ mazsa bu yoldan onların ilgisini çekmeye çalışır. Suçu ceza, cezayı da af izler. Çocuk için af, ana-babanın sevgisini yeniden kazanmaktır. Çocuğa verilen ceza sona erdi­ ğinde ana-babanın çocuğu yine eskisi gibi sevdiklerini göster­ meleri gerekir. Bunu yapamayan ya da çocuğa sürekli olarak eski hatalarını hatırlatan ana-babalar, kendi sevgisizliklerini haklı gösterecek gerekçeler arayan kişilerdir. Çocuğun kendine olan güveni, ana-babasına olan güvenin­ den kaynaklanır ve gelişir. Çocuk, anne ve babasını güçlü olup olmadıkları konusunda sürekli dener. Onları zayıf bulduğu alan­ larda çileden çıkaracak davranışlarda bulunur. Örneğin, bazı an­ neler yemek ya da temizlik konusunda ısrarlı bir biçimde çocu- 42 İNSAN OLMAK ğun üzerine giderler. Çocuk b u konuda annesini çaresiz bıraka­ bileceğini fark ettiğinde onun daha çok paniğe uğramasına ne­ den olacak davranışlara yönelir ve genellikle yenik düşen anne olur. Çoğu anne bu konuda çocuğuyla baş edememekten yakı­ nırken, otorite ve çocuk rollerinin yer değiştirdiğini ve bunun da kendi yetersizliğinden kaynaklandığını göremez. Gerçekte ço­ cuk da kazandığı bu zaferden ötürü mutlu değildir. Anne ya da babasının güçsüzlüğüne tanık olmak, çocuğun onlara, dolayı­ sıyla kendine olan güven duygusunun sarsılmasına neden olur. Çocuğun neyi yapabileceği ya da yapamayacağı, her bir yaş dönemine göre değişir. Bu konuda ana-babanın sezgileri ve sağduyusu onlara yardımcı olur. Ne var ki, bazen bu sınırlar ka­ tı ve dar tutulur, çocuğun gelişimi kısıtlanır. Çocukluklarında engellenmiş kişiler, ana-baba olduklarında çocuklarının, vak­ tiyle kendilerine tanınmamış hak ve özgürlüklere sahip olmala­ rına karşı bilinçdışı bir kıskançlık duygusu geliştirebilirler. Ço­ cuklarının özerklik istekleri, kendilerinin yaşam boyu bilinçdı­ şında tutmaya çalıştıkları doyurulmamış isteklerini de kışkırta­ bilir. Bu isteklerin bilinç düzeyine ulaşma olasılığı ise kişide suçluluk duygusu yaratacağından, çoğu kez kendi ana-babala­ rından gördükleri yöntemlerle çocuklarını engelleyerek ya da suçlayarak, kendi uğradıkları paniği denetim altında tutmaya çalışırlar. Aslında tutuculuğun psikolojik yorumu da budur. Tu­ tucu kişi, yapmak istediği ama yaparsa suçlanacağı davranışla­ rı başkalarında gördüğünde onları eleştirerek ya da engelleye­ rek kendi isteklerini ketlemeye çalışır. Geleneksel ailede çocuk, büyüklerinin isteklerini ve düşün­ celerini soru sormadan kabul etmek zorundadır. Böyle bir or­ tamda büyüyen çocuk, ilerki yaşamında kendi toplum grubun­ dan kopup çağdaş dünyanın beklentileriyle baş etme durumun­ da kaldığında ciddi sorunlarla karşılaşabilir. Girişimde bulun­ mak istediğinde suçluluk duyguları yaşayabilir; seçim yapma güçlüğü, kararsızlık, kendini ortaya koymaktan utanma ve dü- ANA-BABA VE ÇOCU K 43 şüncelerini dile getirmede güçlük çekme gibi çağdaş toplum gereklerine göre davranış kusuru sayılabilecek durumlar ortaya çıkar. Oysa aynı davranış özellikleri, geleneksel yapı içerisinde uyumsuzluğa neden olmaz; toplumun geleneksel niteliğini sür­ dürebildiği ve bireyin bir değişiklik ya da atılım yapmasını ge­ rektirmeyen koşullarda bir sorun yaratmaz. Katı kuralların ya­ rattığı gerilim, yine törelerle belirlenen yollardan boşaltılabile­ ceği ve çevrede farklı örnekler olmadığı için kişi kendisini en­ gellenmiş hissetmez. Bazı aileler ise çocuğun ihtiyacı olan sınırları gereğinden fazla gevşek bırakırlar. Bu ana-babaların bir bölümü otorite ol­ mayı öğrenememişlerdir. Bu durum, örneğin büyükanne ve bü­ yükbaba tarafından büyütülmüş kişilerde olduğu gibi, gerçek otorite modelinden yoksun bir çocukluk geçirmiş olan ana-ba­ balarda daha sık görülür. Çocuklarına gerekli sınırı koyamayan ana-babaların bir diğer bölümü ise katı bir baskı altında yetiş­ miş kişilerdir. Kendi yaşamadıklarını çocuklarına yaşatmak ve böylece dolaylı olarak kendilerine doyum sağlamaya çalışırlar. Ne var ki, sınırların katı ve dar olması kadar iyi çizilememesi de çocuğun gerekli rehberlikten yoksun kalmasına neden olur. Bu gibi çocuklarda baş kaldırıcı ve toplumdışı davranışlar daha sık gözlemlenir. Çocuğa konulan sınırların sürdürülebilmesi için ana-baba­ nın davranışlarında tutarlı olması gerekir. Çocuk konulan kural­ ların dışına çıktığında bu görmezden gelinirse, ya da kendisine tanınmış haklar çerçevesinde yaptığı bir davranıştan ötürü ce­ zalandırılırsa şaşkınlık yaşar, ana-babasına güveni sarsılır ve uyumsuz davranışlar gösterebilir. Anne ve babanın, çocuğun davranışlarına karşı birbirlerinden farklı tepkiler göstermeleri de benzer sonuçlar doğurur. Çocuk, ana-babasını bir bütün ola­ rak görme· ihtiyacındadır. Bu nedenle, çocuğa ilişkin kararlar­ daki görüş ayrılıklarını onun önünde sergilememek gerekir. Çocuğa tanınması gereken en önemli haklardan biri de oyundur. Bazı ana-babalar kaygılı insanlar oldukları ve dış dün- 44 İNSAN OLMAK yayı tehlikeli bir yer olarak algıladıklan için, aşırı bağımlılık eğilimleri olan bazıları ise çocuğun kendilerinden koparak ayn bir dünya oluşturmasına dayanamadıklan için çocuğu oyundan engeller. Bazen de çocuk, daha çok kırsal kesimde gözlemlen­ diği gibi, ekonomik nedenlerle çok erken yaşta işe koşulur. Ne­ deni ne olursa olsun, çocuğun oyundan engellenmesi, onun ya­ şama katılmasını ve grup içinde ilişki kurmayı öğrenebilmesini engeller. Oyun, çocuğu yetişkin yaşamın etkinliklerine hazırlar, top­ lumsallaşma süreci için gerekli ortamı sağlar. Oyunlar çocuğun yaşadığı kültürü yansıtırlar. Çoğunda gözlemlenen yanşma ve mücadele öğesi de içinde yaşadığımız Batı etkisindeki dünya kültürünün yansımalarıdır. Evcilik oyunu ise çocuğun ileride yuva kurmasına bir hazırlıktır. Bazı çocuklar yetişkinlerin cin­ sel davranışlarını taklit eden oyunlar da oynarlar. Aslında bu tür etkinlikler de evcilik oyunu gibi bir hazırlık niteliğindedir. Bir oyun olmaktan öte anlam taşımazlar. İki kişi ya da bazen grup halinde oynanan cinsel oyunlardan ötürü çocuğu kınamamak ya da cezalandırmamak gerekir. Bu oyun, yetişkinlerin cinsel et­ kinliklerinde olduğu gibi gizlilik içinde oynanır ve çocuk bun­ dan ötürü zaten belirsiz bir suçluluk yaşar. Çocuğun cinsel oyunlarını fark eden ana-babanın onu suçüstü yakalamışçasına davranması yaşam boyu sürecek bir suçluluğun yaşanmasına neden olabilir. Çocukluk dönemindeki oyunlar, yetişkin insanın günlük et­ kinliklerinden zevk alabilmesine, bunları benliğine mal ederek ve gönlünü vererek yapabilmesine zemin hazırlar; yaşam sevin­ cinin geliştirilmesine katkıda bulunur. Bundan yoksun kalan ki­ şi, yaşam etkinliklerini kendisine verilmiş bir görev gibi yerine getirir, davranışları yaratıcılıktan yoksundur. Grup içi ilişkile­ rinde de yarışma ve dostluğu birlikte sürdüremez. İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da ya­ şamına saygılıdır. Anne ya da baba olduğunda çocuğunu kendine ANA-BABA VE ÇOCUK 45 özgü bir dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalga­ lanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ilerki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişçesine algıla­ maz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gör­ düğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir. Geleneksel aile, bireyleşmeye olanak tanımayan bir yapıya sahiptir. Bireyin sistem içindeki rolü bellidir ve töreler varlıkla­ rını koruyabildiği sürece bir sorun çıkmaz. Çünkü, bileşik kap­ lar yasası burada da işler ve belirli psikolojik mekanizmalar bir kuşaktan diğerine aktarılarak kendi içerisinde bir ödünleme mekanizması oluşturur. Örneğin, geleneksel ailelerde çocuğun kendine özgü bir duygusal dünyası olabileceği pek kabul edil­ mez. Böyle bir ortamda yetişen çocuk da özerkliğini gereğince kazanamaz, girişim yeteneğini ancak törelerin hoşgördüğü oranda geliştirebilir. Yetişkin dönemine ulaştığında çağdaş bek­ lentilere uygun bir otorite olamaz. Bu nedenle, ana-babasından görmüş olduğu, her şeyi bilir görünen, eleştiriye kapalı ve kısıt­ layıcı otorite tutumlarını benimsemek zorunda kalır. Böylece, kuşaktan kuşağa aktarılan ilginç bir süreç yaşanmaya başlar. Çocukluk haklarını gereğince yaşayamamış olan kişi, o dönem­ de karşılanmamış isteklerini, yetişkinliğe ulaşıp ana-baba oldu­ ğunda çocuklarına yöneltmeye başlayabilir. Bu durumda ise ana-baba ve çocuk rolleri yer değiştirir. Çocuk, ana-babasının çocuksu isteklerine katlanmak, bazen de bu istekleri karşılamak durumunda kalır. Otorite görünümü ardında anne ya da babanın çocuğa naz­ landıkları, ilgiyi üzerlerine toplamaya çalıştıkları, onlara dert anlattıkları ve hatta bazı uç durumlarda, şaşkınlığa düşen çocu­ ğu yetersizlikle suçladıkları sık görülen örneklerdendir. Bu ko­ şullarda yetişen bir çocuk ileride anne ya da baba olduğunda benzer davranışları kendi çocuğuna yöneltir. Geleneksel yapı varlığını koruduğu sürece bu örüntü kendi içinde tutarlı bir bi- 46 İNSAN OLMAK çimde kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Ancak, toplumsal değişi­ min başladığı gruplarda bu süreç durdurulmuş ve yalnızca ana­ baba ve çocuk ilişkilerinde değil, çoğu toplumsal kurumlarda, otorite ile otoriteye bağımlı olanlar arasında her iki tarafın da birbirinden beklentilerinin aynı olmasının yarattığı bir çatışma olgusuna neden olmuştur. Çocuğun benlik kavramı, kendisi için önem taşıyan büyük­ lerin ona gösterdiği tutumların bir yansıması olduğundan, ana­ babanın itici tutumları çocuğun kendisini değersiz bulmasına neden olur. Böyle bir ortamda yetişen çocuk, kendisine ilişkin olumlu görüşler geliştiremez. Beklenilen davranışları gösterdi­ ği halde yine de kabul edilmeyen çocuk, onaylanan ve onaylan­ mayan davranışlarının ayrımını yapmada güçlük çeker. Sonun­ da umudunu tümden yitirir ve ana-babasının onayını sağlama çabalarından vazgeçer. Ana-baba da çocuğun gelişimine rehber olabilmek için gerekli olan denetimi elden kaçırır. Çocuğun reddedilmesi açık ya da üstü kapalı bir biçimde yaşanabilir. Açık iticiliğin başlıca belirtileri, çocuğa hırçın dav­ ranma, azar, dayak ya da gereksiz yere ceza verme, ilgisizlik, çocuğu terk etme ya da başka bir yere gönderme tehditleri ve çocuğu kötü sıfatlarla çağırma biçimlerinde görülür. Disiplin amacıyla çocuk gaddarca dövülebilir, saatlerce bir yere kapatı­ labilir ya da aç bırakılabilir. Bazı anneler, çocuklarıyla beden­ sel yakınlık da kurmaz, kucaklarına almaz ve okşamazlar. Ço­ cukla bir başkasının ilgilenmesini sağlayarak ilk fırsatta kendi yaşantılarına dönerler. Toplumsal etkinliklere kendini fazla ver­ miş bazı annelerin çocuklarını randevu ile kabul ettikleri bile gözlemlenmiştir. Bu gibi koşullarda yetişen çocuklar normal çocukların canlılığından yoksundur, sevgisizlikten kaynakla­ nan duygusal bir açlık içindedirler. Çocuğun üstü kapalı bir biçimde reddedilişi ise ondan ku­ sursuz davranışlar bekleme biçiminde görülebilir. Bazı ana-ba­ balar, okulda ve diğer etkinliklerde başarılı olmaları konusunda ANA-BABA VE ÇOC U K 47 çocuklarına aşın yüklenirler. Çoğu çocuk, ana-babalarının bu aşırı beklentilerini karşılama gücüne sahip değildir. Gösterdiği çabaya rağmen ana-babasının onayını kazanamayan ve onların istediği kusursuzluk düzeyine ulaşamayan çocuk giderek kendi gözünde de değersizleşir. İçinde yaşadığımız kültürde bu beklentilerin olağan ve nor­ mal bir yönü de vardır. Ama bu beklentiler gerçekçi olmalı, ço­ cuğun yeteneklerini aşmamalı ve duygusal dünyasında bir zor­ lanma yaratmamalıdır. Çoğu kez ortaya konan ölçütler ana-ba­ banın kendi değer yargılarını ya da vaktiyle engellenmiş olan umutlarını yansıtır. Sonunda, ana-babanın gerçekdışı istekleri çocuğa karşı aşırı bağımlılık geliştirilmesiyle sonuçlanabilir ve çocuk, ana-babasının bazı duygusal ihtiyaçlarını üstlenmek zo­ runda kalır. Bu gibi tutumların temelinde, çocuğu ayrı bir varlık olarak kabul edememenin yarattığı bilinçdışı suçluluk duygula­ rı bulunur. Çocuğa kusur bularak olumsuz duygularına gerekçe arayan anne ya da baba, çocuğu kusursuz bir varlık durumuna getirerek onu benimsemeyi umar ve bu yolda çaba gösterir. Maskelenmiş red, bazen koruyucu davranışlar biçiminde or­ taya çıkabilir. İticiliğin yarattığı bilinçdışı suçluluk duyguları, çocuğun hastalanacağı, öleceği ya da kötü alışkanlıklar edinece­ ği korkularına dönüşebilir. Böyle ana-babalar, çocuklarıyla ne denli ilgilendiklerini kendilerine ve çevrelerine kanıtlamak is­ tercesine bir çaba içindedirler. Öte yandan, aşırı koruma her za­ man çocuğun istenmeyişinin bir belirtisi olmayabilir. Özellikle anne ve çocuk ilişkisinde ortaya çıkan bazı koruyucu davranış­ ların gerisinde annenin duygusal yalnızlığı bulunur. Bu gibi an­ neler, evliliklerinde bulamadıkları doyumu çocuklarında arar­ lar. Bazı ana-babalar ise karşı cinsten olan çocuklarına bir sevgi­ liye gösterilen davranışları andıran tutumlar gösterebilirler. Çocuk eğitimi konusundaki yayınların içeriğindeki bazı farklılıklar, birçok ana-babanın çocuklarına karşı nasıl bir tu­ tum takınmaları gerektiği konusunda kararsızlığa kapılmalarına neden olmuştur. Bazı yayınlar, çocuğa hiç ceza verilmemesi ya 48 İ NSAN OLMAK da engellenmemesi biçiminde yanlış yorumlara yol açmıştır. Aşırı hoşgörü ve disiplin noksanlığı çocukta bencil ve topluma karşıt davranışlarla sonuçlanır. Katı bir disiplin ise ana-babaya karşı korku ve öfke yaşanması, girişim noksanlığı ve insanlara dostça yaklaşamama gibi zararlı sonuçlar doğurabilir. Aşırı kı­ sıtlayıcı tutumlar da baş kaldırıcı davranışlarla sonuçlanır ve çocukta ana-babanın görüşleriyle uyuşmayan dış etkilere doğru bir yönelme görülebilir. Önemli olan, çocuğu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edebilmektir. İyi yaşama konusunda kendi sorumluluğunu gereğince üstlenememiş ana­ babaların bunu gerçekleştirebilmesi oldukça güçtür. Kendisine değer vermeyen insan başkalarının duygusal ihtiyaçlarını da al­ gılayamaz. Ana-baba ve çocuk ilişkileri konusunda yazılanların bir başka sonucu da, bazı yetişkinlerin kendi sorunlarından ana-ba­ balarını sorumlu tutarak onlara karşı düşmanca tutumlar geliş­ tirmeleri biçiminde olmuştur. İnsan yetişkin yaşamında ana-ba­ basının kusurlarının izlerini taşısa bile bundan ötürü onları suç­ lamak kendisini de suçlu hissetmesine neden olur. Bu, yetişkin bir varlık olarak insanın kendi varoluş sorumluluğunu üstlene­ memiş olmasının suçluluğudur. Ana-babalarımızdan alacaklı olduğumuz bir gerçek de olsa, geçmiş yeniden yaşanamaz. Ba­ zı insanların daha elverişli koşullarda yetişmiş olmasının yarat­ tığı eşitsizliğe isyan etmek de bizi kendi sorumluluklarımızı görmekten alıkoyabilir. Üstelik ana-babalarına öfkelerini sür­ düren insanlar onlara karşı duydukları korkuyu da sürdürürler. Ana-babadan korkmak ise olgunlaşmamış olmanın bir göster­ gesidir. Unutmamak gerekir ki, onların da ana-babaları vardı ve kuşaktan kuşağa aktarılan sorunlardan kimin sorumlu tutulabi­ leceği sorusunun da yanıtı yoktur. Dolayısıyla, ana-babaların kusurlarını kendi sorumluluğumuzdan kaçınmak için gerekçe olarak kullanmak, vaktiyle bize karşı işlenen kusurları bizden sonraki kuşaklara da yansıtmamıza neden olabilir. Ana-babalar bizleri ayrı birer varlık olarak görememiş olabilir, ama biz de ANA-BABA VE ÇOCU K 49 onları kendimizinkinden ayrı dünyaları olan varlıklar olarak göremediğimiz sürece gerçek anlamda yetişkinliğe ulaşmış sa­ yılamayız. Aynı doğrultuda, bazı genç ana-babalar da neyi değiştirme­ leri gerektiği konusunda bilgi edinmiş oldukları halde, bunu ge­ reğince değiştirememiş olmanın suçluluğuna kapılarak, çocuk­ larıyla olan ilişkilerinin daha da olumsuz bir yöne sürüklenme­ sine neden olabiliyorlar. Yukarıda verilen bilgileri izlerken ba­ zen ana-babamızın kusurlu tutumlarıyla, bazen de anne ya da baba olarak kendi yanlışlarımızla karşılaşmış olabiliriz. Ama bundan ötürü kendimizi suçlamak ya da yargılamak hiçbir ya­ rar sağlamayacağı gibi, bazı yanlış tutumlarımızı değiştirme so­ rumluluğunu üstlenmemizi de engelleyebilir. Bir insanın çocukluk dönemindeki olumsuz yaşantılarının yetişkin dönemine yansımaları arasında, insanlarla birlikteyken yaşanan genel bir korku, önyargılardan kaynaklanan sürekli bir kızgınlığın birikimi sonucu oluşan düşmanca eğilimler, bu eği­ limlere eşlik eden suçluluk ve değersizlik duyguları ve günlük yaşamın olağan sorunlarına ilişkin yaşanan sonu gelmez kaygı­ lar sayılabilir. Aslında tüm bu duygular neden-sonuç yönünden iç içe geçmiş olgulardır. Bundan sonraki bölümlerde ayrı baş­ lıklar altında incelenmiş olmaları, okuyucunun daha kolay izle­ mesini sağlamaktan öte bir amaç taşımamaktadır. Bu duygula­ rın geçmişe dönük nedenlerinin, yalnızca insanın kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmesini engelleyen etmenlere ışık tutması açısından konu edildiğini bir kez daha vurgulamakta yarar gö­ rüyoruz. Çünkü bir duyguyu "nasıl" yaşamakta olduğumuzu fark edebilmek, onun geçmişe dönük "nedenleri"ni açıklayabil­ miş olmaktan çok daha büyük önem taşır. İ nsanlard a n Korkmak BAZI insanlar vardır, diğer insanlarla birlikteyken sürekli tedir­ gindirler. Bu duygu öylesine benliklerinin bir parçası durumu­ na gelmiştir ki, onu "korku" olarak tanımlayamazlar. Çoğu kez bu tedirginliklerini maskelemeyi başarabildikleri için diğer in­ sanlar onların ne yaşamakta olduğunu fark etmeyebilir. Çünkü insanlar sözlü olmayan davranışlara genellikle pek dikkat et­ mezler. Arada bir kendilerine yöneltilen bir beğeni ya da onay­ layıcı birkaç söz onları geçici olarak rahatlatırsa da, kısa bir sü­ re sonra tedirginliği yeniden yaşamaya başlarlar. Savunmasız kalmaktan korktukları için, bazen ölüm-kalım savaşı veriyor­ muşçasına yaşanabilen bu duygudan genellikle en yakınlarına bile söz etmezler. Bu savunma bazen o denli katıdır ki, tedirgin­ liklerini kendilerinden bile saklarlar. Kendilerine daha az yabancıysalar bunun, reddedilme, kü­ çük görülme ya da hata yaparak diğer insanların onayını yitir­ me kaygılarıyla ilişkili olduğunu seçebilirler. Birinin kendileri­ ni incelemekte olduğunu fark ettiklerinde tedirginlikleri daha da artar. Adeta kendilerinden utanırlar. Bu nedenle, çok istedik­ leri halde ilgi merkezi olmaktan kaçınırlar. Bakışlar onları, bi­ lemedikleri bir suçları fark edilecekmişçesine ürkütür. Söyle­ dikleri bir söz ya da yaptıkları bir davranışın ardından kendile­ rini suçlu hisseder, karşı tarafı kırmış olabileceklerini ya da yaptıkları bir hata yüzünden onaylanmadıklarını düşünürler. Kendilerine değer verildiğinde bundan hoşlanır, ama için için buna layık olmadıklarını düşünürler. Başarılı işler yaptıkları za- İNSANLARDAN KORKMAK 51 man bile değersizlik duygulan varlığını sürdürür. Buna karşılık garip bir çelişki de yaşanır; kendilerine gerçekten değer veril­ mediğini hissettiklerinde aslında değerli olduklarını, ama bu­ nun diğer insanlar tarafından fark edilemediğini düşünürler. Bu duyguları yaşayan insanların çocukluk dönemleri ince­ lendiğinde, kısıtlayıcı, aşırı koruyucu, reddedici, cezalandırıcı, tutarsız, vb. ana-baba tutumlarının varlığı fark edilir. Açık ya da üstü kapalı olsun, bu tutumların ortak yönü, saygı ve sevgiden yoksun olmalarıdır. Çocuk, ana-babanın kendisine hakça dav­ ranmadığını ya da onu kendilerinin bir uzantısı gibi algıladıkla­ rını fark ettikçe kendini yalnız ve çaresiz hisseder. Aynı zaman­ da bireyleşmesinin engellenmekte olmasından ötürü için için kızgınlık da duymaya başlar. Ancak kızgınlığını açıkça yaşaya­ maz. Çünkü çaresizdir, ana-babasının onay ve desteğini yitirme korkusu kızgınlıklarını bastırmasına neden olur. Ne var ki, kız­ gınlığı bastırmak bu duyguyu ortadan kaldırmaz. Eğer ana-ba­ banın tutumlarındaki aksaklıklar sürekli ise bastırılan kızgınlık­ lar birikir ve bu kez ana-babaya yönelik düşmanca duygulara dönüşür. Bu duygular öyle ürkütücüdür ki, çoğu bilinçaltına mal edilir ve çocuk artık bu duyguların varlığından haberdar bi­ le olmaksızın ana-babasına karşı olumlu duygularını sürdürebi­ lir; çünkü sürdürmek zorundadır. Ancak bu kez, nedenini bile­ mediği bir tedirginlik

Use Quizgecko on...
Browser
Browser