Summary

This document provides a summary of Western civilization from its origins through the Renaissance. It discusses themes surrounding the evolution of European societies, including the rise of nation-states and the influential role of geographic discoveries, and the Renaissance period.

Full Transcript

# 1. BÖLÜM ## BATI UYGARLIĞININ YÜKSELİŞİ Arzu M. Nurdoğan ### 1.1. GİRİŞ Başlangıçta Avrupa yoktu. Öyle görünüyor ki Hıristiyan âleminin kurulmasından;¹ isyanların, işgallerin, evrimlerin ve bölünmelerin etkisiyle ulus devletlerin ortaya çıkmasına kadar pek çok olaydan sonra bu kavram literatür...

# 1. BÖLÜM ## BATI UYGARLIĞININ YÜKSELİŞİ Arzu M. Nurdoğan ### 1.1. GİRİŞ Başlangıçta Avrupa yoktu. Öyle görünüyor ki Hıristiyan âleminin kurulmasından;¹ isyanların, işgallerin, evrimlerin ve bölünmelerin etkisiyle ulus devletlerin ortaya çıkmasına kadar pek çok olaydan sonra bu kavram literatüre girmiştir. Esasen Avrupalılık kültürü, Yunan ve Roma ilkçağından beslenerek, kendi Rönesanslarını geçirmiş olan Bizans ve İslam gibi komşu kültürlerle bir arada var olmuş ve onlarla etkileşime girmiş kültürlerden yalnızca biridir.² Batı'yı teknolojik değişimin yavaş, feodal toplumun kapalı niteliğinden ve insan yaşamına ilişkin sabit ve teokratik kavrayışından kurtarıp, ona güçlü bir Avrupalılık kimliği kazandıran ilk belirleyici etken, yeryüzünün iskâna müsait tüm bölgelerini Avrupalılara aç an coğrafi keşiflerdi. Nitekim, 15. yüzyılda Avrupalıların okyanus ötesi keşifleri için, çağının en ileri kuramsal bilgilerini kullanmaya başlaması, bazı alanlarda değişim ve dönüşümün hızını artırmış; böylece ortaçağ geleneğinden belirgin bir kopuşun göstergesi olmuştu. Uzak coğrafyalarla bir kez temas kurulmasından sonra Avrupalılar, giderek artan sayıdaki girişimlerle denizaşırı ülkelere yelken açmışlardır. Ticari amaçlar, ganimet hırsı, işgal arzusu veya dini ideallerle yolculuklar yapmışlardı. Bu tür keşif seferleri sonucunda dünyanın yuvarlak, Pasifik ve Atlantik'in ayrı okyanuslar olduğu ve Amerika'nın bu ikisinin arasında yer aldığı konusunda 16. yüzyılda artık hiç kuşku duyulmuyordu. Yeni kıtaların ticari fırsatlarından ve zenginliklerinden ilk yararlananlar Portekizliler ve İspanyollardı. Öte yandan Hollandalılar ve İngilizler sömürgecilik hareketine daha geç katılmış olmakla birlikte, tüm dünyaya yayılmış koloniler ağı ile bunlar arasındaki en önemli bağlantı olan deniz yolları üzerinde söz sahibi olduklarını kanıtlamakta gecikmediler. Batı Avrupa'nın 16. yüzyıl başlarından itibaren denizlerde kurduğu üstünlük ve dolayısıyla uluslararası deniz ticaretinde kazandığı ayrıcalıklı konum, Doğu dünyasında önemli değişikliklere yol açmazken, Batı'da bilimsel, siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda büyük değişimlere neden olmuştu. ³ 16. yüzyıl genel olarak ortaçağ ile modern çağ arasında bir geçiş dönemi olarak değerlendirilirse, Avrupa'nın modern tarihinin başlangıcı olarak da 1815 Viyana Kongresi kabul edilebilir. Sözgelimi, ancak bu Kongre'yle birlikte şiddetli itirazlara rağmen "devlet" aleyhinde gelişen bir "ulus" kavramından bahsetmek mümkün olmuştur. Öyle ki 19. yüzyıla dek "devlet"in yegâne simgesi "mutlak otorite❞ydi: Devlet her şeydi, ulus ise hiçbir şey. Kıta Avrupa'sında ulusal sınırlar ve ırk ayrımları hiçbir zaman önemli olmamıştı. Bu dönemde Katolik Hollanda ve Belçika'nın Avusturya Krallığı tarafından idare edilmesi, Avusturya Prensi'nin Toskana'yı ya da İspanya İmparatoru'nun Napoli'yi yönetmesi hiç de anlaşılmaz değildi. Ancak Fransız İhtilali ve sonrasındaki savaşlar milliyetçilik düşüncesini, halk egemenliği ideali gibi görünür hale getirmişti.⁵ Avrupa'nın modern tarihini şekillendiren gelişmelerden bir diğeri "bireysel özgürlük" fikrinin doğmasıydı. Halkın egemenliği fikri, bireylerin siyasal faaliyette bulunma özgürlüğüne de işaret etmişti. Nitekim birey özgürlüğünün kabul edilmesi durumunda bir sonraki adım siyasi hürriyet alanına yönelik olmuş ve bu da halk egemenliği fikrini uygulamaya geçirmişti. Halkın mülkiyet hakkı da dahil bütün sosyal, siyasi ve ekonomik özgürlüklerini sınırlandıran feodalitenin son kalıntıları, Viyana Kongresi'yle başlayan yeni süreçle ortadan kaldırılmış; bu dönemde bireysel alanın gelişimi, kamusal alanda milliyetçilik ve halk egemenliği ideallerinin canlanmasında etkili olmuştu. Gerçekte ne halk egemenliği, ne milliyetçilik ne de bireysel özgürlük 19. yüzyıla ait ya da Fransa kaynaklı fikirlerdi. Bunlar medeniyet tarihi kadar eski ideallerdi. Ancak ortaçağda feodalite karanlığının arkasında kalan bu kavramlar, Reform'dan sonra aydınlanmış despotizmin önderliğinde gerçekleştirilen idari, adli, iktisadi düzenlemeler sırasında yeniden anlam kazanmaya başlamıştı. Bu süreçte özellikle İngiltere ve Hollanda diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha önemli gelişmeler kaydetmişti. Coğrafi konumları ve idari yapılarındaki farklılıklar nedeniyle bu iki devlet, gerek feodalitenin gerekse mutlak monarşinin zincirlerinden daha erken kurtulabilmişlerdi. Özellikle İngiltere'de feodalitenin izleri daha 17. yüzyılda silinmiş; çiftçi ve köylüler Kıta Avrupa'sındaki hemcinslerinden çok daha ileri bir refah düzeyine yükselebilmişlerdi.⁸ ### 1.2. AVRUPÂ'NIN AVRUPALAŞMA SÜRECİ: RÖNESANS VE REFORM #### 1.2.1. Rönesans Avrupa'nın Avrupalaşma süreci esasen, Rönesans'ın ortaya çıkışından çok daha önce başlamıştı. Bu süreç henüz 12. ve 13. yüzyıllarda dahi tespit edilebilir durumdaydı. Örneğin, ortaçağ kültürünün en belirgin özelliklerinden Gotik sanat; Portekiz'den Polonya'ya kadar ayırt edilebilir üsluplarda inşa edilmeye başlanmıştı. Sanatta yerel unsurların rengini büyük ölçüde Hıristiyanlıktan alan ortaçağ Avrupa sanat anlayışına nüfuz etmeye başlamasıyla ortaya çıkan bu yönelim, ulus devletlerin kültür temellerinin bu yüzyıllara kadar indiğini gösteriyordu. Öte yandan Rönesans'ın mucitleri de birçok bakımdan ortaçağlı kalmışlardı. Bu nedenle ortaçağ denilen dönemle Rönesans denilen dönem arasında keskin bir çizgi çizmek çok da anlamlı değildir. Rönesans sürecinde değişen şey, ortaçağ kültürünün en önemli üç unsuru olan Gotik üslup, şövalyelik ve skolastik felsefenin antik dünyadan devşirilen alternatif üslup ve değerlerle etkileşime girmeye başlamasıydı. ¹⁰ Peki, söz konusu yeni üslup ve değerler neden Gotik sanatın, şövalyelik ruhunun ve skolastisizmin merkezi olan Fransa yerine İtalyada ortaya çıkmıştı? Bunun durum, ortaçağ kültür unsurlarının İtalya'ya, Avrupa'nın başka bölgelerine göre çok daha az nüfuz edebilmesinden kaynaklanmıştı. Nitekim 11. yüzyıldan itibaren özerk olan İtalyan şehirleri; dinselden çok laik, askeriden çok sivil olan bir alternatif kültür üretmişti.¹¹ Rönesans hareketi, bünyesinde "yenilemeyi (renovation) barındırmış olmasına rağmen, orijinal yapıtlar yaratmak yerine, Yunan ve Romadaki klasik geleneğin yeniden canlandırılması yönündeki çabalarla tarihe geçmiştir. Çağdaşları, Rönesans için her zaman çok hevesli bir tavır içerisinde olmamışlardı. Nitekim kimileri İtalyan üslubuna, İtalyan olan her şeye nefret duyarken, diğerleri antik Yunan ve Roma'yı pagan olduğu gerekçesiyle benimseyememiş, hatta İtalyan ve klasik hayranlığı hat safhada olanlar dahi zaman zaman hoşnutsuzluklarını dile getirmişlerdi. 12 Halbuki 15. yüzyıl sanatçı ve yazarları, klasik eserleri birleştirip, uyarlayıp, değiştirerek ya da yeni anlamlar yükleyerek aynı zamanda hem karma hem de orijinal bir şeyler üretmişlerdi. ¹³ Hümanist hareketin 15. yüzyılda İtalya dışında yayılmaya devam etmesindeki başarının en önemli nedenleri arasında matbaa sayılmalıdır. Gerçi mektuplaşmalar yoluyla da haberleşme sağlanabiliyordu ancak düşüncelerin daha geniş kitlelere süratle ulaşması istenilen bu dönemde matbaanın icadı bunu mümkün kılabilmişti. Böylece Leonardo, Montaigne, Cervantes ve Shakespeare gibi küçük bir grup bilgin ve sanatçı arasında başlamış olan bir hareket (Rönesans), zamanla başka kesimlerden insanların da, birtakım temel tutum ve değerlerini değiştiren bir tarza dönüşmüştü. ¹⁴ Montaigne'in ifadesiyle "Her şeyin süreğen bir hareket, değişim ve çeşitlenme süreci içerisinde"ı5 olduğu bu dönem; İtalyan sanatında Leonardo, Raphael ve Michelangelo'nun; edebiyatta Ariosto'nun ve Kuzey Avrupada Erasmus ve Dürer'in çağıydı. ¹⁶ Özellikle Galileo ve Descartes, başta Aristo'nun doğa felsefesi olmak üzere, ortaçağ geleneğinden net bir kopuşun örneklerini sergilemişlerdi. Galileo, gökcisimlerinin mükemmel olduğu düşüncesini reddederken, Descartes felsefede tümüyle yeni bir başlangıç yapmaya çalışmıştı. Esasen Rönesans'ta "yenilik" olgusunun giderek artan bir saygınlık kazandığı; Kepler'in New Astronomy, Bacon'ın New Organon ve Galileo'nun Discourses on Two New Sciences adlı eserlerinden de anlaşılmaktadır. Avrupa'nın dünya imgesi; dünyanın evrenin merkezi olmadığı yolundaki Kopernikçi hipotez ve kozmosun canlı bir varlık değil, işleyişi fizik kanunlarına uyan mekanik bir nesne olduğu şeklindeki görüşü ile ciddi değişimlere uğramıştı.¹⁷ Ayrıca özgürlüğe ve güncel yaşama büyük önem verilen bu dönemde, tüm Avrupa devletlerinde edebiyat ve diğer sanatlar kamu himayesi altına alınmıştı. Bu himayenin niteliği İtalya ile diğer ülkeler arasında farklı gerçekleşmişti. Vatandaşlık bilincinin ve yurttaşlık değerlerinin gelişmesiyle Venedik ile Floransa'da burjuva himayesi sanat üzerinde ciddi izler bırakmışken, kuzeye çıkıldıkça kralların ya da yüksek soyluların saraylarıyla daha yakından ilişkilenmiş ve "aristokrat Rönesans" doğmuştu. ¹⁸ Hümanist hareketin gelişme imkânı bulduğu mekânlar arasında üniversite ön sıralarda gelmekteydi. 16. yüzyıldan itibaren aralarında Wittenberg ve Alcalà'nın bulunduğu bir grup üniversite, hümanist öğreti için oldukça uygun ortamlar sağlamıştı. Üniversiteler Aristoculuğun yerine; Galileo, Hobbes ve Descartes'ın düşünceleri, hümanizmin kavramları, yöntemleri ve değerleri ile yeniden şekillenmişti. Bu dönemde bilhassa şiir, Yunanca ve İbranice alanında yapılan çalışmalar üniversitelerde kurumsallaşmaya başlamıştı. ¹⁹ #### 1.2.2. Reform 16. yüzyıl, Avrupa'nın entelektüel hayatında olduğu gibi ruhani yapısında da değişimin bariz işaretlerini vermekteydi. Özgürlük ve isyan damgası altında başlayan Reformasyon; harekete önderlik edenlerin, kutsal metinlerin serbestçe incelenmesi ve akılcı bir tarihsel eleştirisini yapma yönündeki çabalarıyla dikkat çekmişti. Batı Hıristiyanlığı, Avrupa düşüncesinin, hatta ona karşı ama aynı zamanda ondan hareketle ortaya çıkmış akılcı düşüncenin bile esas etkeni olmuştu, olmayı da sürdürmekteydi. Öyle ki, kapitalizmin ve bilimsel düşüncenin gelişmesi, yani modern dünyanın gelişimi Protestanlığın/Reformasyonun erdemlerine atfedilmişti. Sonuç olarak Protestanlığın bir farklılık yarattığı ve Avrupa kültürüne özel ve özgün bir katkıda bulunduğu kesindi.²⁰ 10. ve 13. yüzyıllar arasında Hıristiyanlık güçlü bir yükselme göstermişti. Kilise bu dönemde faal, canlı, hızlı bir gelişme gösteren Avrupa'nın ekonomik ilerlemesi ve toplumsal yükselişini de taşıyan güçlü bir hareket tarafından ileri götürülmüşken;²¹ sonra Kara Veba ile birlikte felaket düzeyindeki bir gerileme sürecine girmişti.²² Yüzyıl Savaşları (1337-1453) adı verilen,²³ sarsıntıları Fransa ve İngiltere gibi esas savaşan taraflardan çok ileriye, Batı dünyasının neredeyse tümüne yayılan uzun karışıklık ve mücadele devrinde her şey, hatta Hıristiyanlığın kazanımları da gerilemişti.²⁴ 15. yüzyılın ikinci yarısında barışa geri dönen Avrupa'nın tamamını etkileyen yeni bir Hıristiyan ilerlemesi -kimilerine göre Ön Reform-²⁵ görünür hale gelmişti.²⁶ Reformasyon kendini, Martin Luther'in 95 tezini, 31 Ekim 1517'de Wittenberg'teki Schlosskirche'nin kapısına asmasıyla kanıtlamıştı. Reform hareketinin Avrupa'ya bıraktığı en önemli miras olan Protestanlık, bugün Batı dünyasının büyük bir bölümüne, özellikle de Anglosakson ve Germanik ülkelere renklerinden birini vermektedir.²⁷ Kilisenin suiistimallerini, karmaşık yapısını ve saçmalıklarını ihbar eden, her şeyi insanın imanı aracılığıyla kurtuluşuna bağlayan Luther'in (1483-1546) yarattığı ilk reform dalgasını, John Calvin'in (1509-1564) öncülük ettiği yeni bir reform hareketi takip etmişti.²⁸ Böylece Reform hareketi Avrupa'ya, tek bir Protestan Kilisesi'ni değil, birden çok Protestan kilisesini ve bunların çoğulluğuna tekabül eden farklı insan tiplerini armağan etmişti. ### 1.3. AYDINLANMA ÇAĞI Barok üsluba, ortodoksluğa ve Karşı Reform'a" başkaldıran bir hareket olan Aydınlanma, öteden beri süregelen ve kemikleşen adetlere alışılmamış bir dinamizm getirmişti. Gerçekten de 18. yüzyıl, daha iyi bir dünyanın hayalini kuruyordu. Ancak bunu sadece hayal etmekle kalmıyor, aynı zamanda gerçekleştirmek de istiyordu. Bundan dolayı bu dönemde daha fazla sürdürülemeyecek herhangi bir durumun reformuyla ilgilenen çok sayıda yazar, dergi, akademi ve cemiyetle karşılaşmak mümkündü. Hedef, Jeremy Bentham'ın ifadesiyle "En çok sayıda kişiye en yüksek mutluluk"²⁹ formülüyle özetlenmişti. Aydınlanma Çağı'nın düşüncesinde geriye değil, ileriye bakmak esastı.³⁰ * İlk önce Diderot tarafından kullanılan bu terim, 18. yüzyılda Avrupa'nın belli bölgelerinde (Prusya, Avusturya, Rusya vs.) uygulanan mutlakiyet rejimleri ile Alman ve Fransız Aydınlanma filozoflarının fikirleri arasındaki bağlantıya işaret etmektedir (Matthew S. Anderson, Europe in the Eighteenth Century, 1713-1783, London 1961, s. 238-256). * Kara Ölüm ya da Kara Veba, 1347-1351 yılları arasında Avrupada büyük yıkıma yol açan veba salgınıdır. * Karşı Reform, 16. yüzyılda Katolik Kilisesi'ne yöneltilen ağır eleştirilere ve Protestanlar, Calvinciler ve Anabaptislere karşı Katolik öğretinin yeniden güç kazanmasını hedefleyen harekete verilen ad. Ayrıntılı bilgi için bkz. Anthony D. Wright, The Counter-reformation: Catholic Europe and Non-christian World, 1st ed., London 1982, s. 3 vd. ### 1.4. FRANSIZ İHTİLALİ Fransız İhtilali Avrupa'nın Avrupalaşma sürecinde katedilmiş önemli kilometre taşlarından biridir. İhtilal yalnızca Fransa'da Ancien Régime'in çökmesine değil, aynı zamanda Avrupada, hükümetlerin halka karşı sorumlu olduğu demokratik anlayışın zaferine de işaret etmektedir. ³⁹ Gerçekte Fransız İhtilali'nden önce siyasi alanda reform amacıyla İngiltere'de yapılan iki devrim de (1641 ve 1688) en az 1789 hareketi kadar ilgiyi hak etmektedir. Ancak Batı dünyasının İngiltere'den sonra en güçlü devletini altüst eden Fransız İhtilali; 1789-1815 arasında Avrupa'nın tamamına (Cenevre, İrlanda, Hollanda, Polonya, Avusturya Hollandası, Macaristan, Kuzey Amerika sömürgeleri) yayılması ölçüsünde, bütünüyle başka bir yankı uyandırmış ve anısı dünyanın tümü açısından bugüne kadar devam eden devasa bir simge değeri kazanmıştır.⁴⁰ Tarihe "Büyük İhtilal" (İhtilal-i Kebir) ismiyle geçmiş bulunan hareketin en önemli unsuru olan Fransız toplumunun, bu dönemde belirgin niteliği ayrıcalıklardı. İmtiyazların esasını vergi bağışıklığı teşkil etmekteydi. Buna göre halk, vergiye tabi olanlar ve olmayanlar şeklinde iki sınıfa ayrılmıştı. Krallık rejiminin ikinci sınıfı" sayılan asiller, vergi vermedikleri halde arazi gelirlerinden ve feodal gelirlerden en fazla payı alan kesimdi. Arazi gelirleri, devrin temel gelirlerinden biri durumunda olduğundan köylüler (serfler) aşırı derecede çalıştırılmış, emekleri sömürülmüştü. 18. yüzyılda tüccar, banker, serbest meslek sahipleri, esnaf, hukukçu, hatta orta gelirli kraliyet subaylarından oluşan burjuvazi ise mevcut rejim karşısında, toprak ve itibar sahibi olmanın getirdiği güvenle, daha çok hak talep eder hale gelmişti. Burjuvazinin 1740'lardan itibaren, yalnızca servet açısından değil, siyasi ve entelektüel yönlerden de hızlı yükselişi; akademilerde, mason localarında ve edebi çevrelerde her zaman üstünlük kurmuş olan asillerin tepkilerine yol açmıştı.⁴¹ Gerçekte toplumun üç kesimi de mutlak monarşiden kurtulmayı arzulamış, ancak getirmek istedikleri alternatif rejimde bir fikir birliğine varamamıştı. Nitekim asiller, kraliyet idaresinin gücünün sınırlandırılması konusunda ısrarcılardı; ama idari reformlardan hiç bahsetmemişlerdi. Burjuva kesimi, kendi sosyal ve siyasi ihtiyaçlarına uygun olarak (mülkiyet hakkının tanınması, eşit oy hakkı, halk temsilcilerinin sayısının artırılması vb.) kurumlara bir çekidüzen vermek istemiş, idari ve hukuki açıdan asillerle eşit olmayı hedeflemişti. Ayrıca din adamlarına (clergé) karşı en az asillere yönelttikleri kadar ağır suçlamalarda bulunmuşlardı. Diğer taraftan köylüler ise avlanma ve güvercin yetiştirme hakkından, ortak mal kullanımının ve efendilik hakkının kaldırılmasına dek uzanan bir dizi istekte bulunmuşlardı. 42 Böylece Ekim 1788'den itibaren Rennes ve Paris gibi büyük şehirlerde asilzade gençlerle burjuva kesiminin gençleri arasında ilk kavgalar patlak vermişti. Asillerin tepkisi karşısında öfkelenen burjuvazi, hem bu sınıfa hem de hükümete karşı isyan etmişti. Burjuvazinin, kent halkının desteğini kazanması güçlenmesini kolaylaştırmış ve böylece États Généraux, Millet Meclisi haline dönüşmüştü.43 Fransızların bu dönemde içinde bulunduğu depresif durumu abartmak pekâlâ mümkündür. Nitekim, ülkeyi ziyaret eden İngiliz Arthur Young gibi gezginler ya da Rousseau ve D'Argenson gibi yazarlar Fransız halkının yaşam koşullarını öylesine acıklı bir üslupta tasvir etmişlerdi ki, ihtilal onlar için adeta kaçınılmaz bir çözümdü.⁴⁴ Oysa 18. yüzyıl Avrupa'sında yaşam koşulları her yerde en az Fransa'daki kadar, belki daha da kötü durumdaydı. Temel sorunlardan biri, kıta nüfusunun 1700-1800 yılları arasında hızlı bir biçimde 100 milyondan 200 milyon kişiye çıkmış olmasıydı. Diğeri, uzun bir iktisadi büyüme sürecinin akabinde 18. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan ağır bunalımdı. Çoğu hükümetlerin böylesine büyük bir iktisadi bunalımla baş edebilmede yetersiz kaldığı göz önüne alındığında,⁴⁵ huzursuzluğun çok yaygın olması hiç de şaşırtıcı değildi. Üstelik Fransa'da 18. yüzyılın sonlarında köylü sınıfı içerisinde az da olsa varlıklı denebilecek kimseler görülebildiği gibi, ülke gelirlerinde istikrarlı bir artış kaydedilmişti. Fransa kralı, teoride mutlak anlamda egemendi ama uygulamada kamu yönetimi alanında geçmiş yıllara oranla hayli reform yapılmıştı. Ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmış, çok sayıda sınırlamalara maruz kalmış, hiçbir neden gösterilmeksizin hapse atılabilmiş, özellikle Protestanlığı seçenler çok daha ağır baskılara boyun eğmek zorunda bırakılmış ise de Fransız köylüler bu dönemde Avrupa'nın herhangi bir bölgesine göre daha mutlu ve güvenli bir hayat yaşamışlardı.⁴⁶ Peki, Avrupa genelindeki bu yaygın huzursuzluğa rağmen neden en şiddetli al-tüst oluşlar ve akabinde en ileri/yoğun toplumsal ve iktisadi dönüşümleri yaşayan ülke Fransa olmuştu? Hiç kuşkusuz nedenlerden biri, Fransızların kıtanın geri kalanı gibi yaşanan sıkıntılar karşısında çile çekmeye razı olmaktan ziyade, patlama-ya tümüyle hazır devrimci unsurları içeren bir koalisyona dönüşmesiydi. Diğeri, devrimci hissiyatın gelişmesinde önemleri tartışılmayan Montesquieu, Voltaire, Diderot ve Rousseau gibi büyük düşünürlerin Fransadan çıkmış olmasıydı.⁴⁷ Fransız İhtilali, çok geniş bir tarihsel yorum çeşitliliğine imkân verebilecek derecede yoğun bir etkiler ve fikirler sentezini temsil etmekteydi. Bunların en önemlisi muhtemelen, "terör" (1793-1794) boyutu ne olursa olsun İhtilal'in, tüm devlet yapısını yerinden oynatan toplumsal ve kurumsal dönüşüm süreci olarak değerlendirilmesi gerektiğidir. 48 Toplumsal yapı üzerindeki etkileri yalnızca Fransada değil, tüm dünyada ezilen halkların daha iyi yaşam koşullarına dair beklentilerini artırmıştı.49 İhtilalin getirdiği ulusçuluk, adalet, özgürlük, laiklik gibi düşünce akımları yalnızca Paris devrim merkezinde değil, kıtanın en uzak yerlerinde dahi derin ve geniş kapsamlı değişikliklere yol açmıştı. Söz konusu değişim, monarşik düzendeki geleneksel baskılardan, soyluluktan, kurumsallaş-mış dinden sıyrılıp, modern bir ulusal kimliğin kurulmasını vaat etmekteydi. Bu itibarla Fransız İhtilali 18. yüzyıl Avrupa tarihinin en önemli olayı olduğu gibi, dünya medeniyet tarihine de katkısı yadırganamaz devrimlerden biridir. ### 1.5. SANAYİ DEVRİMİ 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl, buhar gücüne dayalı sanayinin önce İngilte-re daha sonra Amerika ve kıtanın diğer bölgelerine kısa zamanda yayıldığı bir dönem olmuştu. Bu yeni makinelerde insanları en çok etkileyen şeyler "hızlı, düzenli, dakik ve yorulmaz" oluşlarıydı.⁵⁰ Makineler, günler hatta gerekirse hafta-lar boyunca insanların, hayvanların fiziksel enerjileri tükendiği zaman yaptıkları gibi asla yorgunluk alameti göstermeden çalışabiliyordu. İşte Sanayi Devrimi'nin gerçek anlam ve önemi, buhar gücüne dayalı bu ma-kineleri ve onları çalıştıran insanları bir fabrika sistemi içerisine yerleştirmiş olmasıydı.⁵¹ Gerçekten de icat olunan her yeni araç, şaşmaz bir biçimde yeni sanayilerin kurulmasını zorunlu kılmış ya da bu yolda bir olanak yaratmıştı. Sanayi alanlarının bu şekilde çoğalması, geleneksel imalat yöntemlerinde köklü değişikliklere neden olmuştu. O zamana dek, üretim biçimlerinin birçoğu, belirli merkezlerde toplanmayıp evlerde yapılan faaliyetleri kapsıyor ve üreticiler -ister şehirlerde mum imal eden, ister köylerde el tezgâhlarında dokuma yapan kişiler olsun- genellikle parça başı ücretle çalışan insanlardan oluşuyordu. Bir savaş gemisi ya da bir saray inşa etmek gibi oldukça büyük projeler bile, belirli bir düzenden yoksun, çeşitli şekillerde kesintilere uğrayabilen girişimlerdi.⁵² Buna karşılık fabrika sisteminde, işçiler bir araya getirilmekte ve makinelerin belirle-diği bir ritme uygun olarak standart bir tarzda çalışmaları istenmekteydi. İşçiler on, on iki saatlik, bazen daha da uzun süreli sabit vardiyalar halinde çalışıyor; kendilerine saat başına ücret ödeniyordu. Makinelerin çalışma şartları her şeyin üstünde olduğu için, işçiler fabrikanın yanı başında, işveren tarafından sağlanan sıraevlerde yaşamak zorundaydılar.⁵³ Fabrika sistemi böylece bir yandan şehir proleteryası doğururken, diğer taraftan "kent”i sanayileşmenin en göze çarpan dış simgesi haline getirmişti. Sanayi öncesi dönemin eski ünlü şehirleri, yeni üretim tarzlarına fazla çekici gelmiyordu; o yüzden tipik yeni sanayi bölgelerinin ortaya çıkışı, genel olarak ayrı ayrı köylerin küçük kasabalara, küçük kasabaların da daha büyük kasabalara dönüşmesine yol açmıştı. Bununla birlikte yeni sanayileşmekte olan bölgelerdeki işçilerin, tarımdan tamamen koptuklarını söylemek de mümkün değildir.⁵⁴ 20. yüzyıl başlarına dek örneğin Belçikalı madenciler işten artakalan zamanlarını pa-tates tarlalarında geçiriyorlardı.⁵⁵ Sanayinin gittikçe daha büyük boyutlara ulaşması, ulaştırmanın ve iletişimin görülmemiş ölçüde yoğunlaşmasını gerektirmişti. Uzak yerlerden hammaddele-rin temini ve işlenmiş ürünlerin uzak pazarlarda satılması, makinelerle yapılan kitlesel üretimin başarıya ulaşması bakımından hayati önem taşımaktaydı.⁵⁶ Ni-tekim Avrupa ve Amerika'nın birçok bölgesinde demiryolu yapımı 1860'larda patlama noktasına varmıştı.⁵⁷ Öte yandan İngiltere'nin önderliğinde ulusal posta sistemleri uluslararası düzeye taşınmış, telgraf sistemleri olanca hızıyla Batı dün-yasını sarmıştı.⁵⁸ Sanayi Devrimi, özellikle Fransız İhtilali veya Napolyon Savaşları (1792-1815) sırasında, koalisyon kuvvetlerinin Fransa'ya karşı sürdürdükleri mücadelede, ih-racatın patlama göstererek bu kuvvetlere destek sağladığı bir dönemde, İngilte-re'de başlamıştı.⁵⁹ Dolayısıyla İngiliz sistemini taklit etmeyi becerebilen bir ülke, hem verimliliğin hem de milli gücün göreli olarak artmasından yararlanabilecek, sanayileşemeyen ülkeler ise zararlı çıkacaktı.⁶⁰ Sanayileşme böylece, Avrupa devletleri arasındaki tarihi rekabete yeni bir ivme ve boyut kazandırmış oldu. İngiliz sanayi devrimi Fransız devriminin etkilerini kısa zamanda unutturmuş-tu. Sanayi Devrimi'yle yeni bir teknolojik çağa, yeni güç kaynaklarının, yeni endüst-rilerin çağına girilmişti. Ayrıca şimdiye kadar İngiltere'nin birkaç istisna dışında dünya üretiminde de facto tekel oluşturduğu bir dönem yerine; bundan sonra İngi-liz, Alman, Amerikan şirketlerinin pazar ve sermayenin kontrolü için birbirleriyle kıyasıya rekabet edeceği bir dönem başlamıştı.⁶¹ Yine aynı süreçte, yalnızca kitlele-rin gelirlerinde değil, kentlerin nüfus artış hızında da önemli gelişmeler kaydedil-mişti.⁶² Bu gelişmeler sonucunda dünya artık emperyalizm dönemine girmişti. İngiltere'nin sanayi devi olarak uluslararası rekabette en ön sıraya oturması-nın yanı sıra, endişeye yol açan ikinci ve daha önemli bir husus, sanayileşmenin toplumlar üzerinde yapacağı etkilerden kaynaklanan kaygılardı. Her tarafından sesler yükselen, buharlar püskürten yeni makinelerin seyrine doyum olmuyor-du⁶⁴ belki ama bir fabrika ortamının da cehennemden farkı yoktu. Daha da kö-tüsü, fabrika sistemi nedeniyle işlerini kaybeden zanaatkârların işsiz kalması karşısında mücadeleye girişen meslek birliklerinin öfkesini yatıştırmak mümkün müydü?⁶⁵ Şu halde Sanayi Devrimi, insanların yaşama, çalışma ve geçimlerini sağlama tarzlarını hemen tamamen değiştirmesi anlamına geldiğinden, Avrupa tarihinde hatırda tutulması gereken bir önem arz etmektedir. ### 1.6. AVRUPA'DA DEMOKRATİK DEVRİMLER SÜRECİ Napoléon Bonaparte'ın hemen tüm Avrupa devletlerinin oluşturdukları ko-alisyon karşısında yenilgiye uğratılması, kıtaya devrimci taleplerin yayılmasını önleyememişti. Tam tersine liberal ve devrimci ayaklanmalar, özellikle orta sı-nıftan gelen okumuş kişiler arasında etkisini korumuştu. Önce 1830 sonra da *Uygulamada.* 1848-1849 yıllarında çıkan ayaklanmalar kıtanın pek çok ülkesinde kurulu düze-ni oldukça yıpratmıştı. Sanayi Devrimi'yle birlikte yeni sanayi kentlerinde kalabalık toplulukların oluşması ve eski şehirlerin hızla gelişmesi kuşkusuz geleneksel kurumların başa çıkamadıları toplumsal sorunlara yol açmıştı. Bu durum proleter kitleleri, 19. yüzyılın ortalarında sorunun ancak bir devrimle çözülebileceği noktasına getir-mişti. 1848-49 devrimiyle birlikte idari ve sosyal alanda temel zihniyet büyük ölçüde değişmişti. Siyasi devrim geri çekilmiş, endüstri devrimi öne çıkmıştı.⁶⁶ 19. yüzyılın ilk yarısındaki halk ayaklanmalarının başarıya ulaşamaması, bir-çok kimsenin, halkın önderliğinde yapısal bir değişikliğin gerçekleşebileceği yö-nündeki ümitlerini yitirmesine yol açmıştı. Bununla birlikte Fransa ve İngiltere, Avrupa'nın geri kalan ülkelerine liberal ve parlamenter hükümetleri benimset-menin iyi bir şey olduğuna ve bu yoldaki girişimlerin desteklenmesi gerektiğine inanmışlardı. Örneğin Habsburg İmparatorluğu'nda serfliğin kaldırılması,⁶⁷ Ma-caristan'a geniş bir siyasal özerklik tanınması⁶⁸ bu desteğin sonuçları olarak or-taya çıkmıştı. Gerçekte önemli olmakla birlikte bu kazanım dışında, Avrupa'nın modern tarihinde 1848 hareketi, başarı ile başarısızlığı en hızlı olarak bir araya getiren bir devrim olarak boy göstermektedir.⁶⁹ Bu devrimler (1848-1849) yaşanmasaydı ve yeniden tekrarlanabileceklerin-den korkulmasaydı, Avrupa tarihinin sonraki yirmi beş yılda izleyeceği seyir son derece farklı olurdu. Her ne kadar devrimcilerin amaçladığı türden olmasa da, 1848-49 hareketlerinin yol açtığı değişiklikler yine de çok derindi. Geleneksel siyasi anlayışa en azından Batı Avrupa'da son vermişti. Hiyerarşik olarak sınıflan-dırılmış toplumlara nezaret eden, Tanrı'nın "işaret ettiği" ve dinin onayladığı ha-nedanların yönetimini halklarının kabul ettiğine, hatta bundan hoşnut olduğuna inanan monarşilere, toplumsal ve ekonomik bakımdan üstün olanların ataerkil hakları ve ödevleri olduğu inancına son vermişti. Toplumsal düzenin savunu-cuları artık halkın siyasete ve karar alma süreçlerine katılma taleplerini dikkate almaz zorundaydı. Devrimin önderleri, yönetim biçimlerinin aslında insan yapı-sı olduğunu, dolayısıyla değiştirilebileceğini ve yönlendirilebileceğini ispatlamış-lardı. 1848-49 devrimlerinin doğurduğu en büyük yenilik buydu. Bu devrimler orta sınıfların, liberalizmin, siyasi demokrasinin, milliyetçiliğin, hatta çalışan sınıfın bundan böyle siyasal peyzajın kalıcı öğeleri olacağını açık bir biçimde or-taya koymuştu. Yarattıkları güç itibarıyla Sanayi Devrimi'nin gerçek ikizi olarak sayılması gereken bu demokratik devrimler,⁷² Batı yaşam tarzının kuvvetini ve zenginliğini, öteki uygarlıkların Batı'nın yayılmasına karşı direnme olanaklarını yok edecek kadar artırmıştı. ### 1.7. ULUS DEVLETLERİN İNŞASI 19. yüzyıl Avrupa tarihinde kayda değer gelişmelerden bir diğeri, "milliyetçi-lik" ve "etnik kimlik" ilkelerinden hareketle raison d'êtree dayanan yeni ulusla-rın ortaya çıkmış olmasıydı.⁷³ Ulusların oluşumu ile ulus devletlerin yaratılması anlamındaki milliyetçilik arasında net

Use Quizgecko on...
Browser
Browser