Siyaset Bilimi Kavramlar, Ideolojiler ve Disiplinler Arası Ilışkiler PDF

Summary

This Turkish textbook, 'Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler,' discusses key political science concepts, ideologies, and interdisciplinary relationships. Written by Gökhan Atılgan and E. Attila Aytekin, the book explores various aspects of political thought, from general concepts such as 'siyaset' (politics) and 'iktidar' (power), to ideologies, and the connections of political science with other disciplines.

Full Transcript

SİYASET BİLİMİ KAVRAMLAR, İDEOLOJİLER, DİSİPLİNLER ARASI İLİŞKİLER HAZIRLAYANLAR: GÖKHAN ATILGAN, E. ATTİLA AYTEKİN GENİŞLETİLMİŞ 3. BASIM’dan Tıpkıbasım Yordam Kitap: 160 Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan - E. Attila Aytekin ISBN...

SİYASET BİLİMİ KAVRAMLAR, İDEOLOJİLER, DİSİPLİNLER ARASI İLİŞKİLER HAZIRLAYANLAR: GÖKHAN ATILGAN, E. ATTİLA AYTEKİN GENİŞLETİLMİŞ 3. BASIM’dan Tıpkıbasım Yordam Kitap: 160 Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan - E. Attila Aytekin ISBN 978-605-5541-64-4 Düzeltme: Filiz Çomuk Kitap Tasarımı: Savaş Çekiç Birinci Basım: Ağustos 2012 İkinci Basım: Ekim 2012 Genişletilmiş Üçüncü Basım: Eylül 2013 Dördüncü Basım: Ağustos 2014 Beşinci Basım: Ekim 2015 Altıncı Basım: Şubat 2017 Yedinci Basım: Aralık 2018 © Yordam Kitap, 2012 Yordam Kitap Basın ve Yayın Tic. Ltd. Şti. (Sertifika No: 10829) Çatalçeşme Sokağı Gendaş Han No: 19 Kat: 3 34110 Cağaloğlu - İstanbul Tel: 0212 528 19 10 W: www.yordamkitap.com E: [email protected] www.facebook.com/YordamKitap www.twitter.com/YordamKitap instagram.com/yordamkitap Baskı: İnkılap Kitabevi Baskı Tesisleri (Sertifika No: 10614) Çobançeşme Mah. Altay Sok. No: 8 Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul Tel: (0212) 496 11 11 SİYASET BİLİMİ Yazarlar* Emre Arslan, Dr., Bielefeld Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Almanya Gökhan Atılgan, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi E. Attila Aytekin, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Mustafa Kemal Bayırbağ, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Pınar Bedirhanoğlu, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ömür Birler, Dr. Öğretim Üyesi, ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Korkut Boratav, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (E) Barış Çakmur, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Aykut Çoban, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (686 Sayılı KHK ile ihraç) Metin Çulhaoğlu, Yazar Cem Eroğul, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (E) Zeynep Gambetti, Doç. Dr., Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Asuman Göksel, Dr. Öğretim Üyesi, ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Burak Gürel, Dr. Öğretim Üyesi, Koç Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Selime Güzelsarı, Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (701 Sayılı KHK ile ihraç) Raşit Kaya, Prof. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (E) Mustafa Bayram Mısır, Dr., Siyaset Bilimci ve Hukukçu Ebru Deniz Ozan, Dr. Öğretim Üyesi, Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Mehmet Okyayuz, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Eylem Özdemir, Dr. Öğretim Üyesi, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yasemin Özgün, Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi (686 Sayılı KHK ile ihraç) Alev Özkazanç, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (E) Cenk Saraçoğlu, Doç. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Murat Sevinç, Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (686 Sayılı KHK ile ihraç) Cem Somel, Prof. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (E) Mustafa Şener, Yrd. Doç. Dr., Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (689 Sayılı KHK ile ihraç) H. Tarık Şengül, Prof. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Taner Timur Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (E) Aylin Topal, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ateş Uslu, Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Füsun Üstel, Prof. Dr., Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Galip Yalman, Doç. Dr., ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (E) Mehmet Yetiş, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Filiz Zabcı, Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Gün Zileli, Yazar * Soyadına göre alfabetik İçind ek i l er 11 l Önsöz Gökhan Atılgan ve E. Attila Aytekin Temel Kav r am lar 17 l Siyaset Cem Eroğul 29 l Toplumsal Sınıflar Korkut Boratav 41 l İktidar H. Tarık Şengül 55 l Egemenlik Mustafa Bayram Mısır 69 l Devlet Galip L. Yalman 87 l Hegemonya Mehmet Yetiş 99 l Sivil Toplum Ebru Deniz Ozan 109 l Kamusal Alan Filiz Zabcı 123 l Vatandaşlık Füsun Üstel 137 l Demokrasi Ateş Uslu 153 l Kamu Yönetimi Mustafa Kemal Bayırbağ ve Asuman Göksel 171 l Laiklik Taner Timur 187 l Kültür Gökhan Atılgan 201 l Kimlik Eylem Özdemir 215 l Anayasa Murat Sevinç 227 l Siyasal Katılma Cem Eroğul 239 l Siyasal Partiler Eylem Özdemir ve Gökhan Atılgan 253 l Baskı Grupları Mustafa Şener 267 l Küreselleşme Selime Güzelsarı Si y a s a l İd e ol oj i l er 285 l İdeoloji Gökhan Atılgan 299 l Liberalizm Ömür Birler 315 l Muhafazakârlık Ömür Birler 329 l Marksizm Metin Çulhaoğlu 347 l Anarşizm Gün Zileli 363 l Sosyal Demokrasi Cenk Saraçoğlu 379 l Feminizm Yasemin Özgün 395 l Milliyetçilik Emre Arslan 409 l Faşizm Mehmet Okyayuz 423 l Yeni Sağ Aylin Topal 437 l İslamcılık Burak Gürel 455 l Çevrecilik Aykut Çoban Disiplin l er Ar ası İlişk i l er 477 l Siyaset Bilimi ve Tarih E. Attila Aytekin 487 l Siyaset Bilimi ve İktisat Cem Somel 501 l Siyaset Bilimi ve Hukuk Mustafa Bayram Mısır 513 l Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Pınar Bedirhanoğlu 525 l Siyaset Bilimi ve Felsefe Zeynep Gambetti 539 l Siyaset Bilimi ve Sosyoloji Cenk Saraçoğlu 555 l Siyaset Bilimi ve Psikoloji Alev Özkazanç 567 l Siyaset Bilimi ve Medya Çalışmaları Raşit Kaya ve Barış Çakmur 579 l Siyaset Bilimi ve Kent Çalışmaları Mustafa Kemal Bayırbağ Gökhan Atılgan ve E. Attila Aytekin Önsöz Bu kitapta yer alan bölümlerin yazarlarının bazıları bizim akranımız. Bazıları bizlerin hocasıydı. Kimileriyse hocalarımızın hocası. Öyleyse, bu derleme üç kuşak sosyal bilimcinin eseridir, diyebiliriz. Böyle bir kitap hazırlama fikri tam da bu büyük potansiyelden doğdu. Türkiye’de siyaset biliminin farklı yönlerine önemli katkılar yapmış ve yapabilecek olan, birbirine yakın bir bakış açısını paylaşan çok sayıda sosyal bilimci olmasına rağmen, bu potansiyeli yeterince değerlendiren bir siyaset bilimi kitabı yoktu. Böyle bir kitap olabilirdi ve olduğunda da farklı mecralardan edinilmiş birikimlerin bir araya getirilmesiyle ortaya muazzam bir sinerji çıkabilirdi. 2009 yılında davetli olduğumuz bir konferans için Kıbrıs’a giderken yaptığımız bir konuşma sırasında bunun farkına vardık. Zamanla kitabın kısımlarını ve bölümlerini şekillendirdik. Hocalarımız ve meslektaşlarımız projemize sadece yazılarıyla değil, teşvik edici, yüreklendirici tutumlarıyla da katıldılar. Böylelikle önceleri sadece hayal edebildiğimiz, olsa ne iyi olur dediğimiz fikir, bir gerçeklik hâline geldi. Türkiye’nin herhangi bir üniversitesinde siyaset bilimine giriş dersi alan bir büyük sınıf hayal ettik. Bu sınıftaki öğrenciler siyaset biliminin her bir temel kavramını, her bir siyasal ideolojiyi ve siyaset biliminin diğer disiplinlerle ilişkilerini her hafta konusunda uzman farklı bir hocanın kaleminden okuyacak ve dersi veren hocanın katkılarıyla da okuduklarını zenginleştireceklerdi. Bu bakımdan 32 yazarın katkıda bulunduğu bu kitapta bir dil birliği aramak yersiz. Bunun gibi aynı konuya nüanslı yaklaşımlara rastlamak da şaşırtıcı olmamalı. Ancak kimi bölümlerde daha belirgin görülebileceği gibi özellikle yöntembilimsel ortaklıkların olmadığı da söylenemez. Kitap, genel okuyucuyu da gözetmekle birlikte esas olarak bir 12 | Siyas et Bilimi ders kitabı olarak tasarlandığı ve kolayca okunmayı hedeflediği için referans gösterme işinde aşırılığı değil makullüğü esas alıyor. Bununla beraber her bölümün sonunda ayrıca verilen yararlanılan kaynakların listesine bakıldığında kolayca görüleceği gibi muazzam bir birikimi de arkasına alıyor. Kitap, üç kısım ve 37 bölümden oluşuyor. Birinci kısım, “Siyaset Biliminde Temel Kavramlar” başlığını taşıyor. Siyaset, iktidar gibi daha genel nitelikli kavramlardan hegemonya ve kimlik gibi daha özel kavramlara uzanan bu bölümde kitap, siyaset bilimi disiplininin temel kavramsal gereçlerini okuyucuya tanıtıyor. İkinci kısımda başlıca “Siyasi İdeolojiler” irdeleniyor. Liberalizmden İslamcılık’a kadar 10 farklı ideolojiyi inceleyen yazarlar, aynı zamanda ideolojinin ve modern siyasal ideolojilerin 18. yüzyıldan bugüne uzanan serüveninin bir bilançosunu çıkarmış oluyorlar. “Disiplinler Arası İlişkiler” başlıklı üçüncü kısımda siyaset biliminin sosyal bilimlerin diğer disiplinleriyle ilişkileri tartışılıyor ve siyaset biliminin hem bir sosyal bilim olarak diğer disiplinlerle ortak yönlerine hem de özgül yanlarına vurgu yapılıyor. Siyaset bilimine giriş niteliğindeki kitaplarda genellikle rastlanmayan bu bölümde felsefeden kent çalışmalarına kadar, siyaset biliminin bir biçimde yolunun kesiştiği ve ortak çalışma yaptığı disiplinler, siyaset bilimiyle ilişkileri çerçevesinde ele alınıyor. Kitabın amacına ulaşmasını, yani hem sosyal bilimler öğrencileri için faydalı bir ders kitabı olarak kullanılmasını ve hem de genel okuyucu ve sosyal bilimci akademisyenler için bir referans kaynağı hâline gelmesini umuyoruz. Kitaba katkıda bulunan tüm yazarlara, kitabın derlenmesi sürecinde bize destek veren dostlarımıza, kitap fikrinin gerçekleşmesinde önemli rolü olan Hayri Erdoğan’a, tasarımcımız Savaş Çekiç’e, yayınevi ve matbaa emekçilerine çok teşekkür ediyoruz. Temel Kavramlar Cem Eroğul Siyaset Günlük yaşamda öyle sözcükler vardır ki, kullanımlarındaki sıklık, anlamlarının herkes için açıklık taşıdığının kanıtı sayılır. Siyaset işte böyle bir sözcüktür. Neredeyse, doğal çevremizin bir parçası olmuştur. Beslenme, giyinme, çalışma, sevme, savaşma gibi, bütün kullananlar için anlamı apaçık bir sözcük izlenimini yaratmaktadır. Ne ki, bilim, yüzeysel görünümün kuşkuyla karşılanıp kurcalanmasıyla başlar. Biraz daha dikkatlice bir gözlem, günlük dilde bile, ‘siyaset’, ‘siyasi’, ‘siyasal’, ‘siyasetçilik’ sözcüklerinin birden çok anlamda kullanıldığını göstermeye yeter. ‘Siyasiler’, ‘siyasal partiler’ ya da ‘siyasal kararlar’ dendiğinde, devlet yönetimi ile ilgili kişiler, örgütler ya da işlemler anlaşılır. Ama, ‘bu işe siyaset karıştırma’ denince, sözü edilen şey parti mücadelesidir. Yani sözcük burada bir toplumsal işlev anlamını yitirir, renklenir, kavga kokmaya başlar. Buna karşılık, ‘sorunu siyasal yoldan çözmek gerek’ ya da ‘siyasetin bittiği yerde savaş başlar’ tümcelerinde, siyaset, uzlaştırma, birleştirme, barıştırma anlamına gelir. Hepsi bu kadar da değil. ‘Siyasi bir tavır’, ‘siyasi bir gülüş’ ya da ‘ah o ne siyasetçidir!’ dendiği zaman siyaset, iki yüzlülük, durumu idare etmecilik anlamını yüklenir. Osmanlıca-Türkçe sözlükler, bu anlamlar dizisini tümüyle yansıtmaktadırlar. Mustafa Nihat Özön, siyaset sözcüğüne dört anlam vermiş: 1) Ülke yönetimi; 2) Ceza, ceza olarak öldürme; 3) Politika; 4) Diplomatlık. Ferit Devellioğlu buna, bir de “seyislik, at işleriyle uğraşma” anlamını ekliyor. Kök eşliği dolayısıyla, bu son anlamın sözcüğün kökeninde bulunduğu ortada. Ancak bugün, siyasetle seyislik tamamen ayrılmış durumda. Aynı şekilde, siyasetin ‘ceza’ anlamı da silinmeye yüz tutmuş. İngilizce ve Fransızca sözlüklere bakıldığında, ‘politika’nın hiçbir zaman böyle acı bir anlam taşımadığı, buna karşılık, bizde bulunmayan ek bir anlam kazandığı görülüyor. O da, 18 | Siyas et Bilimi ‘beceriklilik’, işbilirlik. Bu anlam ayrımlarının kaynağı, hiç kuşkusuz, ülkelerin ayrı siyasal geçmişlerinde yatıyor. Siyaset sözcüğünün yüklenmiş olduğu bu anlam zenginliği, onun, örneğin bir nesnenin belirtilmesine yarayan türden, basit bir ad olmadığının, aksine, toplumsal bir olguya işaret eden bir kavram olduğunun açık göstergesidir. Üstelik bu zenginliğin ulaştığı düzey, bu kavramın altında bulunan toplumsal olgunun da karmaşık, dahası, çelişik bir nitelikte bulunduğunu göstermektedir. Bu gözlemin bir başka kanıtı da, bilim insanlarının siyaset kavramı için birbirini tutmaz tanımlar vermeleridir. Gerçekten de, siyasalbilimcilerin bile, kendi bilimlerinin temel konusu olan siyaset hakkında ortak bir görüşe vardıkları söylenemez. Hepsi bunun bir uğraş, bir etkinlik olduğu görüşündedir. Ama bu uğraşın, bu etkinliğin nitelenmesine gelince, görüşler arasında uçurumlar açılmaktadır. Kimine göre siyasetin konusu, devlettir, kimine göre her türlü yönetim ilişkisi. Kimine göre siyasetin belirleyici özelliği meşru kaba kuvvettir, kimine göre belli değerlerin başkalarına dayatılmasıdır. Buna karşılık, iktidar kavramını siyasetin merkezine oturtan kimi siyasalbilimciler, aynı zamanda, siyasetin amacının çatışan iktidar taleplerini uzlaştırma olduğunu söylemektedirler. Üstelik, bilim insanlarının verdikleri tanımlar arasındaki tutarsızlık, burada verilen birkaç örnekle de sınırlı değildir. Kanımca, günlük yaşamda olsun, bilim dünyasında olsun, siyaset kavramının böyle ayrık tanımlara konu olmasının başlıca iki nedeni vardır. Bir kez, toplumsal bir uğraş olan siyasetin içeriği ve biçimi, toplumun biçim değiştirmesiyle birlikte dönüşmektedir. Ancak, düşüngü (ideoloji) düzeyinde değişmelerin maddi düzeydekilerden çok daha yavaş olması, türlü anlamların aynı kavram çatısı altında birikmesine yol açmaktadır. İkincisi, siyaset gibi tüm toplumu kapsayan bir etkinliğin türlü çıkarlarla iç içe geçmesi kaçınılmazdır. Siyasetin şu ya da bu yönde olması, şu ya da bu çıkar kümesi için çok farklı sonuçlar yaratır. Bu bakımdan, her çıkar kümesinin, kendi çıkarına uygun bir uygulama biçimine “işte siyaset budur” demesi doğaldır. Kaçınılmaz olarak bu Platon (Eflatun), ilk siyaset bilimi kitabı Devlet’in (İ.Ö. 370) yazarıdır. çıkar kümelerinin birine yakın olan C e m E ro ğ u l Siy a s e t | 19 bilim insanlarının da, bilinçsiz biçimde de olsa, bu savları bilimin gereği olarak görmeleri, toplumsal işbölümündeki konumlarının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu engelleri aşıp siyaset kavramının gerçekten bilimsel bir tanımına ulaşmanın yolu, hem çeşitli tarih dönemlerinin farklılıklarını hesaba katan, hem de her dönemde ortaya çıkabilecek farklı çıkarların o dönemin siyasetine yansıyacağını göz önünde bulunduran bir yaklaşım benimsemektir. Şimdi sunacağım siyaset tanımı, işte bu iki temel gereği gözeterek oluşturulmuştur. Tanım şöyledir: Siyaset, üretim dışında kalan, ancak üretimin sürdürülebilmesi ve geliştirilebilmesi için toplumsal çapta yürütülmesi zorunlu olan işlerin toplamıdır. Her tarih döneminde egemen olan üretim biçimi farklı olduğundan, bu tanım, her tarih döneminde yürütülen değişik siyasal etkinliklerin hepsinin kapsanmasına olanak verir. İkincisi, her üretim biçiminde farklı toplumsal çıkarlar adına yürütülen siyasal etkinlikler öne çıktığından, bu tanım, bütün bu farklı etkinliklerin içerilmesine olanak sağlar. Sonuçta, dönemine ve savunulan çıkara göre çok değişik olabilen etkinliklerin hepsi, siyaset tanımının kapsamına alınmış olur. Hiçbir toplum, kendisini ayakta tutan maddi kaynakları yenilemeden varlığını sürdüremez; bunları genişletmeden de gelişemez. Üretim daima, çalışan insanın, emekgücünün, üretim araçlarıyla bir araya gelmesini gerektirir. Bu bir araya gelişin nasıl olacağını da üretim ilişkileri belirler. Siyaset, belli bir tarih diliminde egemen durumda bulunan üretim biçiminin korunması ve geliştirilmesi uğraşı olarak tanımlandığına göre, hem üretim güçlerinin, hem de üretim ilişkilerinin korunmasına ve geliştirilmesine yönelik etkinlikleri kapsar. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında çelişki yoksa, siyaset uyuşumcu, varsa kavgacı olur. İnsanlığın evrimini belirleyen ilk ve en uzun üretim biçiminin vahşilik olduğunu biliyoruz. Ortaya çıkışı, insanlığın başlangıcı ile çakışıyor. Ortaya yeni taşıllar (fosiller) çıktıkça başlangıca ilişkin kestirimler boyuna değiştiğinden, insanlığın başlangıcı için kesin bir tarih vermek olanaksız. Evrim çizgisi içinde, insansılar (hominidler), yaklaşık beş altı milyon yıl önce ayrı bir dal oluşturmaya başladılar. Bunların belirleyici özelliği iki ayak üzerinde yürümeleri. Zamanımızdan yaklaşık iki buçuk milyon yıl önce, çakıl taşlarının birbirine vurularak biçimlendirilmesi ve bu sırada çeşitli yongalar elde edilmesiyle, kabuk ezmede, kök sökmede, avlanmada kullanılabilecek ilk araçlar üretilmeye başlandı. Elin, ‘alet yapabilecek ilk alet’ haline gelmesi, beynin de, ‘alet yapımını tasarımlayabilecek bir oylum ve karmaşıklığa’ ulaşması, uzun bir süreç içinde gerçekleşti. Yaklaşık iki milyon yıl önce, bu insansılar içinde ilk Homo (insan) cinsi belirdi. Evrim 20 | Siyas et Bilimi sürecinde, bu cins içinde birçok insan türü gelişip yok oldu. Bugünkü insanı oluşturan ve öteki bütün türleri alt edip Homo cinsinin tek örneği olarak kalan tür, Homo sapiens. Bugünkü biçimini tam ne zaman aldığı bilinmiyor. Ancak, insanın bugünkü biçimini almasının yüz yirmi ila elli bin yıl öncesi bir zaman diliminde tamamlandığı kestirilebiliyor. Kısacası, bugünkü insan türü, genellikle Yontma Taş Çağı (paleolitik) olarak adlandırılan yüz binlerce yıl süren uzun bir zaman diliminde, dirimsel (biyolojik) evrimin sürdüğü, besin kaynakları bulabilmek için insanların, küçük kümeler halinde, su kaynaklarından fazla uzaklaşmadan sürekli hareket halinde yaşadıkları, neredeyse bir milyon yıl önce ateş yakılmasının öğrenilmesiyle gelişme olanakları çok artan, ayrıksız bütün insan türlerinin yaşamını sürdürmesi sıkı bir toplumsal alışveriş gerektirdiğinden konuşma dili yeteneği bulunan, geçimin esas olarak toplayıcılık ve avcılıkla sağlandığı, bir üretim biçimi içinde oluştu. Bu uzun zaman diliminin sonuna doğru gelişim gitgide hızlanıyor. Yaklaşık yüz bin yıl önce, soyut ve simgesel düşünce başlıyor. İlk kez, ölüleri gömme uygulaması ortaya çıkıyor. Bu uygulama, bir öte dünya anlayışının belirdiğini gösteriyor. Aletler hızla çeşitleniyor. Çağın sonuna gelindiğinde, delme, yontma, vurma, kesme gibi türlü işlere yarayan 92 çeşit taş alet; kemikten, boynuzdan, ağaçtan, deriden yapılmış birçok araç geliştirilmiş bulunuyor. Yaklaşık otuz bin yıl önce, Kore’den Japonya’ya, Sibirya’dan Alaska’ya geçiliyor. Böylece tüm dünya, çağcıl insanın yurdu oluyor. Aynı bin yıllarda, insanlar mağaralar yerine, kendi isteklerine göre yaptıkları kulübelerde yaşamaya başlıyorlar. Yine aynı yıllarda, resim, müzik, süsleme gibi alanlarda sanat başlıyor. Yirmi ila on yedi bin yıl önce, ok ve yayın bulunması avcılığın; zıpkınların çeşitlenmesi balıkçılığın gelişmesini sağlıyor. Yaklaşık on yedi bin yıl önce kemikten ya da fildişinden dikiş iğnesi yapılması, artık her türlü giysinin dikilmesinin yolunu açıyor. Yaklaşık on beş bin yıl önce, Sibirya’da, evcilleştirilen bir kurt türünden, insanın ilk büyük hayvan yardımcısı olan köpek yetiştirilmeye başlanıyor. Bu çağ, zamanımızdan yaklaşık on bin yıl önce tarım devriminin gerçekleşmesiyle kapanıyor. Vahşilik üretim biçiminin üretim güçleri, toplayıcı, avcı, taş yontucusu, ateş yakıcı vb. biçimlerde ortaya konan emekgücü ile bunların araçlarıyla nesneleri. Araçlar, en çok taştan, buna ek olarak da kemikten, boynuzdan, fildişinden, deriden, ağaçtan vb. yapılan türlü aletler. Nesneler ise, türlü aletlerin yapımında kullanılan gereçler ile kökler, meyveler, türlü bitkiler, leşler, av hayvanları, balıklar, odun, postlar vb. Bunların sürekliliğinin sağlanması için siyasetin yerine getirmesi gereken başlıca işlev, kaynaklara kesintisiz ulaşımı sağlayan göç etkinliği. Ancak, siyaset henüz işbölümüne konu olmadığı için, bu etkinlik, ayrı bir karar konusu olmadan topluca yürütülüyor. Üretim ilişkilerinin özelliği ise, özel mülkiyetin bulunmaması. Üretim araçları ile nesneleri herkese ait. Böyle olunca da, üretim güçleri ile C e m E ro ğ u l Siy a s e t | 21 üretim ilişkileri arasında bir çelişki yok. Siyaset, küme içinde, barışçı bir uğraş. Ancak, başka bir kümenin saldırısı ortaya çıkarsa, siyaset, bu saldırıya karşı savunma işlevini yükleniyor. Zamanımızdan yaklaşık on bin yıl önce, insanlığın gelişiminde çok önemli bir eşik aşılıyor. Belli bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirilmesiyle tarım devrimi başlıyor. İnsanlar ilk kez, doğada hazır bulduklarını tüketmenin yanı sıra tüketim için bilinçli üretim aşamasına geçiyorlar. Bu atılım, vahşi toplulukların tümünde değil, bol alüvyonlu ırmak kenarlarında yaşamak gibi, ancak çok özel koşullardan yararlanabilen topluluklarda gerçekleşiyor. Bu yeni aşama, Cilalı Taş Çağını (neolitik) başlatıyor. Yeni üretim biçimi barbarlık (aşiret düzeni). Bunun ancak sınırlı birtakım bölgelerde ortaya çıkması, insanlığın dünya çapındaki gelişme farklılığının ilk kaynağı. Örneğin barbarlık aşamasına ancak binlerce yıl sonra ulaşabilmiş birçok topluluk var. Tarım devrimiyle birlikte, doğrudan doğruya ürünlerinden yararlanmak üzere birçok bitki türü (örneğin tahıllar) ile birçok hayvan türü (örneğin sığır, koyun, keçi, kümes hayvanları) evcilleştiriliyor. Bu yoldan, başlıca besin kaynağı haline gelen tahıl ürünlerinin yanı sıra, sürekli bir et, süt, yumurta, post, yün, yağ vb. kaynağı sağlanmış oluyor. Tarım devrimiyle birlikte çömlekçiliğin de ortaya çıkması, sıvıların taşınmasını olanaklı kılıyor. Toprağın biçimlendirilip sertleştirilmesi yolu böylece öğrenilince tuğla yapımı da başlıyor. Böylece daha dayanıklı barınakların yapılması olanaklı hale geliyor. Ev dışındaki üretim araçlarını erkekler kullandığından, sürüler de erkeklerin eline geçiyor. Çiftçilikle uğraşan topluluklarla hayvancılıkla geçinenler arasında işbölümü oluşuyor. Barbarlık üretim biçimiyle birlikte üretim güçlerinde büyük bir gelişme sağlanıyor. Nüfus ve servet çok artıyor. Bunların korunması ve geliştirilmesi için siyaset, somut olarak, yeni birtakım etkinlikler biçimini alıyor. Ancak, eskileri de hemen ortadan kalkmıyor. Örneğin göçün düzenlenmesi gereksinimi sürüyor. Tarım, yeterli ürün sağlayacak bir gelişmişlikte değil. Toplayıcılık ve avcılık ile desteklenmesi zorunlu. Öte yandan, hayvancılık, otlakların düzenli olarak yenilenmesini gerekli kılıyor. Tüm bu etmenler göçebeliği mevsimlere bağlıyor, ama temel gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Siyasal bir etkinlik olarak göç sürüyor. Erkekler gitgide daha fazla söz sahibi oluyorlarsa da, siyaset henüz tam bir işbölümüne konu olmuyor, yani ayrı bir organca yürütülmüyor. Barbarlık üretim biçiminde, ilk kez ciddi bir toplumsal artığın oluşmaya başlaması, bir topluluğun servetini bir başkası için çekici hale getiriyor. Böylece saldırı ve savunma, barbarlık üretim biçiminin siyasete yüklediği çok önemli iki yeni uğraş oluyor. Bunun dışında, çiftçilikle geçinen topluluklarla hayvancılık yapanlar arasında işbölümünün ortaya çıkması, bunları birbirlerinin ürünlerini gereksinir duruma getiriyor. Sonuçta, saldırı ve yağmanın 22 | Siyas et Bilimi yanı sıra topluluklar arasında ürün takası da önemli bir siyasal etkinlik olarak beliriyor. Barbarlık üretim biçiminde zenginliğin çok artması, toplumsal sınıfların oluşmasına yol açıyor. Artı-ürünün sürekli olarak yenilenebilmesi ve artırılması, artık kimi insanların çalışma zorunluğu olmadan geçinebilmesine olanak yaratıyor. Bunu yapabilmeleri, üretim araçlarını ellerine geçirmelerine, dolayısıyla da çalışanların elde ettikleri ürünün bir bölümüne karşılıksız olarak el koyabilmelerine bağlı. Böylece sömürü olgusu çıkıyor karşımıza. Üretim ilişkileri, artık, üretim araçlarını ellerine geçirebilmiş küçük bir azınlık ile onların çalışmadan geçinmelerini sağlamaya zorlanan çoğunluk arasında karşıtlığa sahne oluyor. Siyaset, çelişkili bir iş haline geliyor. Siyaset, bir yandan üretim güçlerinin korunması ve geliştirilmesi için gereken etkinlikleri yürütürken, bunları, üretim araçları sahipliği ile güçlü hale gelmiş azınlığın çıkarına uygun bir biçimde gerçekleştirmek zorunda kalıyor. Siyaset, bütün topluluğun üretim- dışı gereklerini yerine getirmenin yanı sıra, yeni beliren güçlülerin, egemen sınıfların çıkarlarına hizmet anlamına geliyor. Siyaset, varsıl azınlıkla yoksul çoğunluğun karşı karşıya geldiği bir etkinliğe dönüşüyor. Siyasetin nasıl değişik somut içerikler edindiğini gözler önüne serebilmek için, vahşilik ve barbarlık üretim biçimlerine değinildi. Aşağıda başkalarına da değinilecek. Ancak bu noktada, doğabilecek bir yanlış anlamayı önlemek için, çok önemli bir uyarıda bulunmak gerekiyor. Vahşilik, insan türünün evriminde zorunlu olarak geçilen ortak bir aşamadır. Ancak ondan sonra, bu ortak çizgi kesilir. Dünyanın çeşitli yerlerinde insan toplulukları değişik hızlarda, değişik üretim biçimlerinden geçerler. Gelişmenin farklılaşması barbarlıkla başlar. Aşağıda, siyasetin somut içeriğindeki gelişmeleri gösterebilmek için, kölecilik, feodalizm, kapitalizm üretim biçimlerine değinilecek. Ancak, bu sıralamanın Avrupa tarihine özgü olduğu gözden kaçırılmamalı. Dünyanın başka yerlerinde insan topluluklarının, sözü edilen bu üretim biçimlerinden geçeceklerine, bunları bu sırayla yaşayacaklarına ilişkin bir kural yok. Onun için, verilen örnekleri bütün dünya için geçerli bir sıralama olarak algılamak çok yanlış olur. Dünyaya yayılmış çeşitli insan topluluklarının gelişme hızları ve yönleri, hepsi için geçerli ortak bir çizgi izlemez. Gerçi kapitalizm, ilk evrensel üretim biçimi olarak bütün dünyayı egemenliğine almıştır. Özellikle kapitalizmin bugünkü küreselleşme aşaması için doğrudur bu. Ancak bu evrenselliği de, her toplum kendine özgü koşullar içinde yaşar. Sosyalist üretim biçimi ise, önce Avrupa’da ortaya çıkmış, ancak tutunabilmesi Avrupa dışında gerçekleşmiştir. Sonra da geniş ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu önemli uyarıdan sonra, genellikle Akdeniz çevresinde barbarlığı izlemiş olan köleci üretim biçimi ele alınacak. Kölecilik, barbarlıktan çok daha ileri bir üretim biçimidir. Barbarlık döneminin sonlarına doğru, yaklaşık C e m E ro ğ u l Siy a s e t | 23 olarak İ.Ö. üç bin beş yüz yıllarında, siyasetin kendisi de işbölümüne konu olmaya başlamış, ilk devletler ortaya çıkmıştır. Yazının keşfi de aynı döneme rastlar. Sınıf ayrımının keskinleşmesi, siyasetin toplum çapında uyumlu olarak yürütülmesini olanaksızlaştırmıştır. Toplumun yönetilebilmesi için, artık baskı kaçınılmaz olmuştur. Devlet, üstünlüklerini pekiştirmekte olan egemen sınıfların yönetim aygıtıdır. Devlet sayesinde, egemen sınıflar bu üstünlüklerini alabildiğine destekleyecek en güçlü örgüte kavuşmuşlardır. Kölecilikte, tarım ile hayvancılık dizgeli (sistemli) bir biçimde geliştirilmiştir. Daha önce, ileri aşiret düzenlerinde keşfedilmiş olan madencilik, köleci toplumda alet ve silah yapmak için geniş ölçüde kullanılmaktadır. Yaklaşık olarak İ.Ö. iki bin yıllarında başlayan saban kullanımı ve çiftçilikte hayvan gücünden yararlanma, tarım yöntemlerinde o zamana dek görülmeyen bir ilerleme sağlamıştır. Demir sayesinde, tüm üretim dalları, istedikleri gibi biçimlendirilmiş, sağlam aletlere kavuşmuştur. Üretkenlik artışı, sürekli bir ticareti besleyebilecek nicelikte bir artı-ürün kaynağı olmuştur. Böylece, servet birikimi daha da büyümüştür. Ulaşım, taşıma ve iletişim araçları dizgeli bir biçimde geliştirilmiştir. Düşünce alışverişi, deneyim genişliği, boş zamanların artması, maddi ve düşünsel araçların hassaslaşması gibi etmenler, insanlığın gelişiminde genellikle uygarlık diye adlandırılan yeni bir aşamaya geçilmesinde etkili olmuştur. Üretim güçlerinin kölecilikteki bu gelişimi, toplumsal işbölümünün yaygınlaşmasını gerektirmiştir. Tarımla hayvancılık dışında, zanaatkârlık ile ticaret, özgül kümelerce yerine getirilen ayrı uğraşlar durumuna gelmiştir. Köy ile kent ayrımı, toplumsal örgütlenmenin yerleşik bir özelliği haline gelmiştir. Uzmanlaşma, üretimde yeni bir dönemeç yaratarak, artı- ürünün daha da fazlalaşmasına yol açmıştır. Servet birikimi, gelişmiş aşiret toplumunda gözlenmeye başlanan sınıf ayrımını daha da keskinleştirmiştir. Vahşilik döneminde, aç kalan insanlar başkalarının etiyle beslenebilirdi, ama üretkenlik çok düşük olduğundan, başkalarını köleleştiremezlerdi. Rastlantısal olarak ortaya çıkan savaşlar sonunda kazananlar, yaşamlarını sürdürebilmek için, yine kaybedenler kadar çalışmak zorunda kalırlardı. Barbarlık döneminin getirdiği göreli bolluk, başkalarının emekgücünü sömürme olanağını açtı. Önce savaş tutsakları, sonra da aşiretin yoksullaşmış üyeleri özgürlüklerini yitirdiler. Bu yoldan, toplumun bir bölümü öteki bölümü için çalışır oldu. Uygarlığa geçişle, toplum köleler ve köle sahipleri arasında kesinlikle bölündü. Uygar toplum yerleşik olduğundan, bu dönemde göç artık bir siyasal uğraş olmaktan çıkmıştır. Takas, topluluklar arasında yürütüldüğü ölçüde, siyasal bir etkinlik olarak sürmüştür. Buna karşılık, toplum içinde işbölümünün gelişmesi, takası, siyasal uğraşın konusu olmaktan çıkarmış, 24 | Siyas et Bilimi geçimsel (iktisadi) bir alışverişe indirgemiştir. Takas, kısa bir zamanda, belli bir nesnenin para işlevini üstlenmesine yol açar. Tarih boyunca, deniz kabuklarından küçükbaş hayvanlara dek, çok çeşitli nesneler para işlevi görmüştür. Ne var ki, yaklaşık olarak, İ.Ö. sekiz yüz yıllarında, artık üç bin yıla yakın bir geçmişi olan devletin parayı resmileştirmesiyle, siyaset yepyeni bir işlev edinmiştir. Belirli bir miktar madene ölçünlü (standart) bir değerin resmen tanınması, büyümekte olan pazar güçlerine olağanüstü bir ivme kazandırmıştır. Köleci üretim biçiminde, artık savaş, ister saldırı ister savunma biçiminde olsun, en önemli siyasal etkinlik durumuna gelmiştir. Öte yandan, toplumun kölelerle köle sahipleri arasında bölünmüş bulunması, iç düzenin korunmasını da siyasetin önde gelen işlevlerinden biri kılmıştır. Kölecilikte, devlet, köleleri baskı altında tutmak için gerekli gücü sağlar; çıkabilecek köle isyanlarını bastırır (örneğin, İ.Ö. yetmişli yıllarda patlayan Spartaküs ayaklanması). Köle alışverişini düzenler; köle pazarları kurar. Köle sahiplerinin hizmetinde gemilerde, madenlerde vb. yaygın bir biçimde köle emeği kullanır. Köle sahiplerinin çıkarlarını güvence altına alan yasal kurallar koyar vb. Artık siyasetin baş organı olan devlet, bütün bu işleri başarabilmek için kendini, egemen sınıflar dahil, toplumun üstünde konumlandırmak için elinden geleni yapmıştır. Adalet dağıtımını üstlenmenin yanı sıra kaba kuvvet kullanımını da kendi tekeline almıştır. Devletin bu üstünlüğü, düşüngüsel (ideolojik) araçlarla (söylenceler, dinler, gelenekler, halk inançları vb.) alabildiğine desteklenmiştir. Nihayet devlet, (mal biçiminde olsun, para biçiminde olsun, zorunlu hizmet biçiminde olsun) vergiyi kurumlaştırarak kendisine sürekli bir gelir kaynağı yaratmasını da bilmiştir. Böylece siyaset, üretim güçlerinin korunması ve geliştirilmesi için toplumun tümüne zorunlu olarak sunulması gereken hizmetlerin, üretim ilişkilerinin korunması ve geliştirilmesi için egemen sınıflara sunulan hizmetlerin yanı sıra, devlete hükmeden yöneticilerin çıkarlarını kollayan etkinlikleri de kapsar olmuştur. Avrupa’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra yavaş yavaş oluşan feodal üretim biçimi, sürekli bir tehdit oluşturan dış tehlikelere karşı beyler tarafından korunan toprakkullarının (serflerin) yürüttüğü bir tarım üretimi temeline dayanan ve kendi kendine yeten bir dizi küçük birimden oluşan bir düzendir. Feodalizmde, insan ve hayvan gücünden başka, su ve rüzgâr gücü de kullanılır. Bunun sayesinde, değirmenler gibi, güçlerini doğal kaynaklardan alan makineler geliştirilebilmiştir. Bu düzenin özelliği, zincirleme bir kulluktur. En üstün bey, hükümdardır. Onun kulları olan büyük beylerin de kendi kulları vardır. Bu kişisel kulluk zincirinin son basamağında toprakkulları bulunur. C e m E ro ğ u l Siy a s e t | 25 Feodal üretim biçiminde birçok siyasal etkinlik yeniden karşımıza çıktığı gibi, buna yenileri eklenir. Feodal toplumsal çevrenin tehdit dolu olması nedeniyle, bu düzende savunma, üretimin sürdürülebilmesi için temel önem taşıyan bir siyasal etkinliktir. Tarlaları koruyan bey kuvvetleri olmadan çiftçilik yapılamaz. Asayişin sağlanması, adalet dağıtımı da önemlerini koruyan siyasal hizmetlerdir. Buna karşılık, ticaretin gerilemesinin bir sonucu olarak, köleci düzende siyasetin pazar ilişkileri bağlamında üstlendiği etkinlikler görece zayıflar. Feodal siyasetin en göze çarpan özelliği, hem işgücünü seferber etmek için, hem de düzenin korunması için düşüngüsel (ideolojik) araçların yoğun olarak kullanılmasıdır. Gerçekte, siyasetin düşüngüsel hizmeti, siyasetin kendisi kadar eskidir. Ne ki, geçim düzeninin (ekonominin) hizmetinde düşüngünün kazandığı yeni ağırlık, feodalizme özgüdür. Bu düzende, işgücünü daha çok çalışmaya itebilmek için, din, kaba kuvvetten daha etkili bir araç olarak kullanılabiliyor. Bilinçli ve istekli bir uğraşın ürünü olan Batı dünyası katedralleri, feodal siyasette düşüngünün oynadığı eşsiz rolün göstergelerinden biridir. Düşüngü, özellikle de din, düzeni sürdürmenin de en önemli araçlarından biri olarak öne çıkmıştır. Kilise, feodal sömürünün en güçlü destekçilerinden biri olmuştur. Soyluluk ve saygı gelenekleri de, düzeni sürdürmede çok etkili olan siyasal araçlardır. Feodalizmde, devlet, toprakkullarını (serfleri) denetim altında tutar; bunların sürekli olarak beylerin topraklarına bağlı kalmalarını sağlar; bağımsız üreticileri toprakkulluğuna iter. Ayrıca, devlet, soyluları zenginleştirme ereğiyle fetih savaşları düzenler vb. On altıncı yüzyılın ikinci yarısından başlayarak pazar geçim düzeninin (ekonomisinin) yeniden canlanması ve bu süreç içinde işgücünün de, (kölelerin ve toprakkullarının aksine) işçiler tarafından serbestçe satılan bir mala dönüşmesi, kapitalist üretim biçiminin doğumuna yol açmıştır. Kapitalizmin belirmesinin önkoşulu, çalışanların üretim araçlarından tamamen koparılması, buna karşılık üretim araçlarının ve paranın, işveren konumuna geçebilecek bir azınlığın elinde toplanmasıdır. Kapitalizmin önkoşulu olan bu sürece, ilkel birikim adı verilir. İlk kez Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizm, üretim güçlerinin geliştirilmesi ve sömürünün yaygınlaştırılması açılarından, tarihin en etkili üretim biçimi olmuştur. Başlangıçta ulusal pazarlar içinde kökleşen kapitalizm, zamanla tüm dünyaya yayılmış, önce emperyalizm, sonra da küreselleşme aşamalarına ulaşarak, tarihin yalnızca en etkili değil, aynı zamanda en yaygın üretim biçimi olmuştur. Kapitalizm, siyasetin üretim güçlerine ilişkin geleneksel biçimlerini korumakla kalmaz, bunlara yenilerini ekler. Kapitalist siyaset, savunma, saldırı, asayişin korunması, resmi para sağlanması, ulaşımın örgütlenmesi, yasal düzenlemelerin kotarılması gibi geleneksel hizmetleri devralıp geliştirir. 26 | Siyas et Bilimi Ayrıca, bunlara, önce ulusal sonra da küresel çapta bir pazarın yaratılması, bu amaçla sömürgecilik, emperyalizm, küreselleştirme gibi siyasetlerin yürütülmesi, her alanda ölçünlerin (standartların) belirlenmesi, işgücünün dizgeli bir biçimde eğitilmesi, toplumsal güvenlik, bilimsel araştırma vb. gibi sayısız yeni hizmet ekler. Öte yandan, kapitalist siyaset, tıpkı öteki üretim biçimlerinde olduğu gibi, üretim ilişkilerinin korunması için gereken her şeyi yapar. Kapitalizmde, devlet, küçük üreticilerin aleyhine kapitalist toprak mülkiyetini geliştirir; fabrikalarda çalışmaktan başka çaresi kalmayan proleter yığınlar yaratır; yasa yoluyla çalışma sürelerini işverenlerin çıkarına göre düzenler; işçi isyanlarını bastırır (örneğin, 1871 Paris Komünü); kapitalistler için tehlike yaratan solcu siyaset biçimlerini yasaklar; yabancı ülkeleri sömürgeleştirir; kapitalistlerin çıkarı için emperyalist siyasetler izler; artı-ürünün bir bölümünü doğrudan doğruya kapitalist sınıfa aktarır; eski sahiplerine büyük paralar ödeyerek, batmış işletmeleri devletleştirir; kârlı devlet işletmelerini özel mülkiyete devreder; grev hakkını yasaklar, sınırlar, işverenlerin istedikleri yönde düzenler; devletin elindeki iletişim araçlarında sürekli olarak komünizmi kötüler; eğitim yoluyla yığınlara tutucu bir düşüngü (ideoloji) aşılar; halk hareketlerini ezmek için askeri güçlerini kullanır; özel mülkiyete dayanan ve tüm varlığıyla özel kâra yönelen bir düzeni her yönden korumak için dizilerle yasal düzenleme yapar; kapitalist düzeni tehlikeye sokan herkesi izlemek, etkisizleştirmek, cezalandırmak için polis gücünü, jandarmasını, mahkemelerini, hapishanelerini kullanır; vb. Barbarlık üretim biçiminin sonuna doğru, zamanımızdan yaklaşık beş bin beş yüz yıl önce ilk devletlerin ortaya çıkmasıyla, siyasetin kendisi de işbölümüne konu olmuş, bundan böyle devlet, siyasal etkinliklerin baş yürütücüsü konumuna yerleşmiştir. Siyasetin, belli bir üretim biçiminin korunması ve geliştirilmesi için toplumsal çapta gerçekleştirilen etkinliklerin bütünü olduğu yukarıda belirtildi. Üretim biçimi, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinden oluşur. Üretim güçleri genellikle şöyle sıralanabilir: 1) İş gücü (üreticilerin bedensel, zihinsel, manevi güçleri), 2) Üretim uğraşında kullanılan beceriler; 3) Yordamsal (teknik) bilgi (toplumdaki bilgi yığınının, üretimin hizmetine koşulabilecek bölümü); 4) Üretimin yordamsal örgütlenme biçimleri (üretim sırasında gerçekleştirilen yordamsal işbirliği ve işbölümü); 5) Doğal kaynaklar (yer üstünde hazır bulunanlarla yeraltında erişilebilecek durumda olanlar); 6) Üretilmiş üretim araçları (sonraki üretimde kullanmak üzere işgücünün ürettiği tüm aletler, makineler, binalar, işlikler, deneylikler, fabrikalar vb); 7) Ulaşım, taşıma ve iletişim araçları (maddi ya da zihinsel üretim güçlerinin akışkanlığını sağlayan tüm araçlar). Üretim ilişkileri ise şöyle sıralanabilir: 1) Mülkiyet C e m E ro ğ u l Siy a s e t | 27 (üretim ve tüketim araçları mülkiyeti; bu mülkiyetin türlü biçimleri: özel, ortaklaşa, yerel yönetim, devlet mülkiyeti vb.); 2) İş ilişkileri (yönetim, yürütüm, gözetmenlik; yöneticilerin, yordamcıların (teknisyenlerin) ve çalışanların karşılıklı durumları; mal sahibi, yönetici, yordamcı, ustabaşı, donanımlı ve donanımsız çalışanlar arasındaki ilişkiler; vb.); 3) Bölüşüm (üretim sürecindeki konumlarına göre sınıflara düşen paylar; gelir çeşitleri; kamu eliyle gerçekleştirilen gelir aktarımları; vb.). Siyasetin baş oyuncusu olarak devlet, hem üretim güçlerine hem de üretim ilişkilerine hizmet edebilmek için, kaçınılmaz olarak toplumun üstünde yer almak zorundadır. Çünkü sınıflı toplumlarda siyaset çelişkilidir, dolayısıyla da, toplumda son sözü söyleme yetkisi, yani egemenlik devletin elinde bulunmadıkça yürütülemez. Devlet, bütün üretim biçimlerinde, bu üstünlüğünü korumak için, şu yollara başvurur: 1) Yönetenlerin birliğini korur, yönetilenlerin birlik olmasını engeller; 2) Kendi düşüngüsel (ideolojik) üstünlüğünü destekler; 3) Yargı işlerinde ve kaba kuvvet kullanımında tartışmasız üstünlüğünü korur; 4) Vergi salarak, yönetilenlerden kendisine doğru sürekli bir gelir ve gerektiğinde hizmet akışı sağlar. Devletlerin bu yaptıkları, sınıflı toplumlarda hem üretim güçlerini hem de üretim ilişkilerini kollamasının kaçınılmaz sonucudur. Öyleyse, devlet varsa, ki sınıflı toplum devletsiz yaşayamaz, siyasal etkinlikler içinde, egemen üretim biçimini korumak ve geliştirmek için yapılanlara ek olarak, devletin üstünlüğünü korumak ve geliştirmek için yapılanlar da yer alacaktır. Konuya sınıfsal açıdan bakıldığında da, devletin siyasal etkinliklerinin niye kaçınılmaz olarak çelişkili olacağı açıkça görülür. Üretim güçleri üretim biçiminin bir parçası olduğuna göre, siyasal işlev, üretim güçlerinin kollanmasını ve gelişmesini gerektirir. Bilindiği gibi, en önemli üretim gücü, emekgücüdür. Başka bir deyişle, çalışanlardır. Dolayısıyla, üretim güçlerinin korunması, çalışanların kollanmasını da gerektirir. Görüldüğü gibi, siyaset, ezilen sınıflara da hizmet etmek zorundadır. Üretim ilişkileri, üretim biçiminde belirleyici olan sınıfların üstünlüğünü güvenceye alır. Siyaset, bunlara da hizmet edecektir. Üstelik, somut toplumlarda, biri üstün olsa da, birden çok üretim biçimi birlikte yaşar. Bu, birden çok sınıfın üstün konumda olacağı anlamına gelir. Öyleyse siyaset, yalnızca ezilen ve ezenlere birlikte hizmet etmek zorunda bulunduğundan değil, farklı egemen sınıflara birlikte hizmet etmek zorunda bulunduğundan da ister istemez çelişkili olacaktır. Kaldı ki, bir tek üretim biçimi tam egemen olduğunda bile, egemen üretim biçiminde söz sahibi olan çeşitli katmanlar arasında çelişkiler bulunması kaçınılmazdır. Örneğin, herkesin bildiği gibi, gün gelir, hepsi kapitalist çerçevede üstün durumda olan sanayicilerle bankacılar arasında, ya da dışsatımcılarla dışalımcılar (ihracatçılarla ithalatçılar) 28 | Siyas et Bilimi arasında çıkar çatışmaları çıkar. Devletin bu kesimlerden birine daha yakın durması, karşı kesimle çelişkiye düşmesi anlamına gelir. Özetle, yalnızca sömürülen/sömüren sınıflar arasındaki çıkar karşıtlığı değil, egemen sınıflar arasında ve içinde var olan çıkar farklılıkları da, sınıf açısından bakıldığında siyasetin niye daima çelişkili bir uğraş olacağını göstermeye yeter. Devletin kendisi de, egemen sınıflarla ne denli çıkar birliği içinde olursa olsun, bir noktadan sonra, yöneticilerin özel çıkarlarının egemen sınıfın çıkarlarına ters düşmesi çok olasıdır. Kısacası, devletin kaçınılmaz olarak hizmet etmesi gerekli çeşitli sınıf ve katmanlar arasında çıkar çatışması bulunduğu gibi, devletin kendisinin de yönettiği toplumla çıkar uyuşmazlıkları bulunur. Bu da, sınıflı toplumlarda siyasetin çelişkili bir uğraş olmasını kaçınılmaz kılar. Siyaset kavramını çözümlerken, son olarak değinilecek konu şudur: Devlet siyaset sahnesinin baş oyuncusudur; ama tek oyuncusu değildir. Öyleyse, siyaseti her yönüyle kavrayabilmek için, devletin toplum içindeki konumuna da bakmak gerekir. Devlet toplumun üstünde yer alsa da, hiçbir devlet boşlukta durmaz. Devletin biçimi, niteliği, görevlileri, araçları, düşüngüsü (ideolojisi) hep toplumdan kaynaklanır. Devletin toplumla kurduğu bu sıkı ilişkiler ağına siyasal dizge (sistem) adı verilir. Bu dizgenin içine, devletten başka, siyasal partiler, baskı kümeleri, seçmenler, kısacası siyasal bir iş gören bütün kişi ve kuruluşlar girer. Üstelik, devletin topluma bağımlılığı siyasal dizge ile de sınırlı değildir. Açıktır ki, doğrudan bir siyasal nitelik taşımasa bile, toplumun sınıfsal yapısı, gelişmişlik düzeyi, yordambilgisi (teknolojisi), gelenekleri, inançları, özetle, siyaset dışı görünen tüm öğeleri, dolaylı da olsa, devleti belirler. Örneğin, ağalık-kulluk ilişkisinin başat olduğu bir toplumun devletiyle, eşitlikçi bir toplumun devleti özdeş olamaz. Aynı şekilde, ok-yay-mızrak- kalkan kullanan bir devletle, uzay uydularından ve bilgisayarlardan yararlanan bir devlet aynı olamaz. Kısacası, devleti anlayabilmek için, toplumun bütün siyasal ilişkilerini kapsayan siyasal dizgeyi incelemek de yetmez. Gerçekte bu dizgenin de, dizgenin parçası olan devletin de belirleyicisi olan toplumun tümünü, siyasete etkisi açısından ele almak gerekir. İşte siyasal düzen, devleti ve parçası olduğu siyasal dizgeyi, toplumun siyaseti ilgilendiren bütün yönleriyle birlikte kavrayan en kapsamlı siyaset kavramıdır. Okuma önerileri Cem Eroğul, Devlet Nedir? 3. baskı (Ankara: İmge, 2002). Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu (İstanbul; Yordam Kitap, 2009). Metin Özbek, İnsanın Tarihöncesi Evrimi (İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2010). Korkut Boratav Toplumsal Sınıflar Toplumsal sınıflar, sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinin (iktisadın, tarihin, sosyolojinin ve siyaset biliminin) önemli konularından biridir. Bu yazıda, sınıf kavramı ve analizi esas olarak iktisat biliminin perspektifinden hareket edilerek ele alınacaktır. Ancak, oluşturulan çerçeve ve yapılan değerlendirmeler, diğer sosyal bilim disiplinleri için de büyük ölçüde geçerlidir. İktisadın toplumsal sınıflara bakışı, büyük ölçüde bölüşüm sorunları ile bağlantılıdır. Bölüşümü, inceleme alanının merkezine oturtan klasik politik iktisat geleneğinin ana yapı taşlarından biri, bu nedenle toplumsal sınıflardır. Günümüzün ana-akım (‘burjuva’) iktisadı, odak noktasını bölüşüm sorunsalının dışına kaydırmış olmakla birlikte, millî hasılanın veya katma değerin paylaşımı konularının gündeme geldiği her durumda ‘pay alan öğelerin’ tanımlanması, belirlenmesi gereklidir. Bu belirlenme, çözümlemeyi, hızla toplumsal sınıf kavramına yaklaştıracak veya bu kavramla hesaplaşmayı gerektirecektir. David Ricardo (1772-1823), Politik İktisadın ve Vergilemenin İlkeleri’nin (1817) önsözünde şöyle yazıyordu: “Emek, makine ve sermayenin birlikte uygulanması sonunda toprağın yüzeyinden elde edilen tüm hasıla, topluluğun üç sınıfı arasında paylaşılır. Bu sınıflar toprak sahibi, toprağın işlenmesi için gerekli sermaye stokunun sahibi ve toprağı emekleriyle işleyen işçilerdir. Ne var ki, farklı toplum aşamalarında, topraktan elde edilen tüm hasıladan bu sınıflardan her birine rant, kâr ve ücret adları altında tahsis edilecek paylar farklı olacaktır. Bu bölüşümü düzenleyen yasaları belirlemek, politik iktisadın temel sorunudur.”1 1 David Ricardo, On the Principles of Political Economy and Taxation (Londra: John Murray, 1821), 1. Library of Economics and Liberty. Erişim tarihi 26 Mayıs 2012 http://www.econlib.org/library/ Ricardo/ricP.html. 30 | Siyas et Bilimi Bu bakış açısına göre, sınıflar ile bölüşüm arasında organik bir bağlantı vardır. Bölüşüm, sınıflar arası bir paylaşım süreci olarak anlaşılır. Böyle olunca da toplumsal sınıflar, ancak dâhil oldukları bölüşüm sürecine göre belirlenebilirler ve tanımlanabilirler. ‘Bölüşüm’ olarak adlandırılan olgu, bir paylaşım sorunsalı olduğu için paylardaki değişmeleri içerir. Bu, gelir, servet gibi incelenen ana kategoriden pay alan grupların, öznelerin göreli durumlarının belirlenmesi ve bunlardaki değişmelerin incelenmesi anlamına gelir. Bu nedenle bölüşüm, tanım gereği karşıtlıklara dayanır. Ricardo’nun yaklaşımını izlersek, ‘pay alan gruplar, özneler’ sınıflar olarak anlaşılmalıdır. Bölüşüm de sınıflar arası karşıtlıklar olarak yorumlanmalıdır. Ricardo’nun temsil ettiği ve Karl Marx’ın (1818-1883) geliştirdiği politik iktisat geleneği içinde temel sınıflar ilişkiseldir; daha açıkçası, karşıtlık konumunu yansıtan ikiliklere dayanır. Marx bu yaklaşımı iktisadın ötesine taşımış ve bugünün sınıflaması içinde sosyoloji ve tarih alanlarını kapsayan maddeci tarih görüşü içinde olgunlaştırmıştır. Üretim ilişkileri ve temel sınıflar Üretim süreci içinde insan ile üretim araçları arasında belirli mülkiyet ve egemenlik bağlantıları meydana gelir ve bunlar tarih boyunca değişir. Bu bağlantıların özüne ulaşmak için, artık yaratan bir ekonomiyi, salt üretim araçlarının ve üreticilerin yenilendiği (sadece zorunlu tüketimin yeniden üretilebildiği) bir doğal ekonomiden ayırmak gerekir. Artık yaratan bir ekonomide de dolaysız üreticiler (üretken emek) ile üretimden pay alan diğer gruplar arasındaki ayrımı belirlemek zorunlu olur. Bu ikinci ayrım bizi, üretici geliri ve sömürü kavramları ile ifade edilen en genel bölüşüm karşıtlığına getirmiş olur. Üretim ilişkileri artık yaratan ve artığa dolaysız üreticilerin dışındaki grupların el koyabildiği ve bu anlamda sınıfların oluştuğu toplum ların açıklanmasında işe yarayan bir kavramdır. Ve üretim süreci içinde veya bu süreç dolayısıyla insanlar arasında oluşan ilişkilerin tümü değil, artığa el koymanın özel biçimlerini ve mekanizmalarını oluşturan bağıntılar üretim ilişkileri olarak anlaşılır. Marx’ın sözleriyle: “Dolaysız üreticilerin ödenmemiş artı emeğine el koymanın özel ekonomik biçimi, üretimin içinden doğarak yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiyi belirler ve karşılığında üretimi de belirleyici bir unsur olarak etkiler. Doğrudan doğruya üretim ilişkilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm kuruluşu da bunun üzerine bina edilmiş olur.” Kısacası, “dolaysız üreticilerin artı emeğine (artı ürüne, ya da ar tığa) el koymanın özel ekonomik biçimlerini” üretim ilişkileri olarak anlıyoruz. Kavramın tanımlanması, sorunların çözümünün sadece ilk adı mıdır. İkinci ve oldukça çetin bir adım artığa el koymanın farklı biçimlerini Korkut B orat av Toplums a l Sınıf lar | 31 sınıflayabilmek, bunları belirleyen çeşitli etkenleri, dolayısıyla çeşitli üretim ilişkilerini birbirinden ayıran temel ölçütleri saptayabilmektir. Bu yapıldığı zaman toplumsal sınıfların tanımlanmasının belirleyici adımı atılmış olacaktır. Üretim araçları üzerindeki egemenliğin (mül kiyet, zilyetlik gibi hukuki kalıplarla beliren) çeşitli ve tarih içinde değişen biçimleri, ‘artığa el koyma’ biçimlerinde, yani üretim ilişkilerinde gözlenen fark lılıkların önemli bir bölümünü açıklar; ancak bazı boşluklar bırakarak… Önemli bir boşluk, dolaysız üreticinin, üretim araçları nın tümü veya bir kısmı üzerinde malik veya zilyet olarak hukuki egemenliğinin var olduğu durumlarda ortaya çıkar. Salt mülkiyet ölçütüyle yetinen dar bir yorum, bizi kendi liğinden, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum modeline götürür. Bunun doğru olmadığı, küçük mülkiyetin, küçük üreticiliğin birden fazla üretim ilişkisi içinde var olduğu durumlarda ortaya çıkmaktadır. Başka boşluklar, farklılaşmalar da söz konusudur. Bu yüzden, üretim ilişkilerinin sınıflanmasında ‘üretim araçları üzerindeki mülkiyet’ ölçütünün dışına çıkmak zorunlu görü lüyor. Burada, iki farklı ölçüt önermenin, toplumsal sınıfların belirlenmesine ne gibi ek imkânlar getireceğini göstermeye ça lışalım: a) Hukuki egemenlik ölçütü: Artık yaratılan bir ekonomide dolaysız üreticinin üretim araçları üzerinde hukuki egemenliği (mülkiyeti, zilyetliği) var mıdır? b) Piyasa ölçütü: Artı ürüne bir piyasa süreci içinde ve bu süreç dolayısıyla mı el konmaktadır? Birinci ölçüt, artığa el koyan- ların üretim araçları üzerindeki egemenlik biçimleriyle ilgili değildir; dolaysız üretici açısından ifade edilmiştir. Soru, sömüren sınıflar açısından ifade edilirse, üretim ilişkilerinin çeşitlenmesi daha da zenginleşecektir. İkinci ölçütü açıklayan soru ise, ekonomide piyasa ilişkilerinin Marksizmin en merkezî kavramlarından biri olan (meta üretiminin) varlığı veya toplumsal sınıflar, Karl Marx’ın tüm kuramının yaygınlık derecesiyle ilgili hareket noktasıdır. 32 | Siyas et Bilimi değildir. Soru, artı ürüne el koyma olgusunun üreticilerin özgür iradeleriyle girdikleri iş gücü veya ürün piyasaları içinde mi, veya piyasa dışı siyasi, hukuki, askerî bir güce dayanılarak, ‘cebren’ mi meydana geldiğini saptamaya yöneliktir. ‘Hukuki egemenlik’ ve ‘piyasa’ ölçütlerini ifade eden yukarıdaki iki soruya verilecek olumlu (+) veya olumsuz (-) yanıtlar, bu iki ölçütten, dört mümkün bileşim türetecektir. Bu dört bileşim dört asli üretim ilişkisine tekabül eder ve her üretim ilişkisinden (bölüşüm karşıtlığından) türeyen toplumsal sınıflar böylece tanımlanmış olur. Tarihsel olarak da iyi bilinen üretim ilişkilerini bu çerçeve içinde gözden geçirelim: Köleci üretim ilişkisi söz konusu olduğunda, dolaysız üreticinin (kölenin), üretim araçları üzerinde herhangi bir hukuki egemenliği yoktur; tam aksine köle bir üretim aracıdır ve sahibinin malıdır. Üreticinin kendi (ve ailesinin) tüketimi için harcadığı emek zamanı dışındaki tüm zamana (artı emeğe) köle sahibi hukuken (piyasa ilişkileri dışında) el koyar. Temel sınıflar bu bölüşüm karşıtlığından türemiştir: Köle ve köle sahibi… Klasik biçimi Avrupa’ya özgü olan feodal üretim ilişkisi içinde dolaysız üretici olan köylü (‘serf ’) üretim araçları üzerinde kısmi bir hâkimiyet sağlamıştır. Ailesinin tüketimi için işlediği, ekip biçtiği toprak üzerinde zilyetlik; iş aletleri üzerinde mülkiyet hakları vardır. Köy topluluğunun köy arazisi üzerindeki (‘barbarlık’ kalıntısı sayabileceğimiz) ortak tasarruf hakkı, serf ’e zilyetlik hakkı olarak taşınmış; sonraki kuşaklara intikal edebilme özelliği kazanmıştır. Buna karşılık, köylü işletmesi dâhil tüm toprak üzerindeki mülkiyet hakkı feodal senyöre (veya krala) aittir. Bu ‘üst hak’, serfin toprağa bağlılığı sonucunu da vermiştir. Feodal senyör, ayrıca, malikâne arazisinin (‘demesne’nin) hem zilyedi, hem malikidir. Senyör, serfin emeği ve toprağı üzerinde piyasa dışı siyasi, hukuki ve cebir olanakları taşıyan haklara sahiptir. Bu haklar sayesinde temel sömürü kategorisi, köylü işletmesi üzerinde artı- ürün (bazen para-rant olarak) ve artı-emek (serfin malikâne arazisinde ‘angarya’ yükümlülüğü) biçimini alır. Bu bölüşüm karşıtlığından türeyen temel sınıflaşma serf/senyör ikiliğidir. Feodalizmin merkeziyetçi bir türü veya Asya tipi bir üretim ilişkisi olarak görülen bir farklılaşmaya da değinebiliriz. Burada da temel üretici sınıfı oluşturan köylü, köy arazisindeki toprağın zilyedi, iş aletlerininse malikidir. Buna karşılık, egemen (sömürücü) sınıf merkezîleşmiş, malikâne arazisi ortadan kalkmıştır. Dolaysız üreticinin üretim araçları üzerindeki egemenliğini ifade eden ölçüt bakımından klasik feodalizm ile merkeziyetçi feodalizm (veya ‘Asya tipi’ toplum) arasında fark yoktur. Köylünün artı emeğine, artı-ürün (ürün rant) olarak örf-âdet, hukuk, siyasetle desteklenen Korkut B orat av Toplums a l Sınıf lar | 33 cebrî bir el koyma olgusu, hem klasik feodal, hem Asya tipi ilişkilerde ortaktır. Buna karşılık, artığa el koyan unsurların mülkiyet/zilyetlik konumları farklılık göstermektedir. Serf ’le doğrudan karşıtlık ilişkileri içinde olan feodal senyörün yerini, devlet sınıfı, bürokratik aristokrasi, merkezî feodalite diye adlandırılabilecek bir sınıf almıştır. Emek-rant, merkezî devlete karşı yükümlülüklere dönüşmüştür. Klasik ve merkeziyetçi feodalizm ayrımı veya Asya-tipi toplum çözümlemeleri, artı-ürüne el koyan sınıflar arasındaki ikincil farklılıkların da önem taşıyabileceğini göstermektedir. Benzer bir gözlemi, üretim araçları üzerinde tam mülkiyet hakkının olduğu ve üretimin aile emeğiyle gerçekleştirildiği küçük üreticilik için de yapabiliriz. Ekonominin artık yaratmadığı, ancak üretim kolları (örneğin tarım ile sanayi) arasında basit iş bölümünün geçerli olduğu doğal ekonomi koşullarında, dolaysız üreticiler doğrudan doğruya, aracısız olarak karşı karşıya gelirler. Tarımın küçük çiftçilikten, sanayinin kent- kasaba zanaatlarından oluştuğu bir ortamda kasaba pazarları küçük üreticiler arası ve tüccarsız bir değişimin mekânlarını oluşturur. Köylü, ürününü zanaatkârlara satar ve satış hasılatı ile onlardan tarım-dışı tüketim mallarını ve girdilerini alır. Değişimi düzenleyen ana kural, ürünlerin doğrudan ve dolaylı emek-zamanı içerikleridir. Adam Smith (1723-1790) uzmanlaşmış avcıların, kunduz ve geyik arasındaki değişim oranlarının nasıl belirlendiğini (emek-değer kuramı çerçevesinde) açıklarken sömürünün, artı-ürünün, sınıfların olmadığı bir küçük üreticiler dünyası betimlemektedir. Ne var ki, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin dolaysız üreticilere aidiyeti devam ederken, toplumsal iş bölümü belli bir karmaşıklaşma düzeyini aşar; para ekonomisi oluşur, gelişir ve ileriye dönük piyasa bağlantıları içinde üretici ile tüketici arasına tüccar unsuru girer. Böylece, küçük üreticiler ekonomisine tüccar kârı diye adlandırılan bir artık öğesi girmiş olur. Bu bölüşüm kategorisi, tek bir mal için tüccarın üreticiye ve tüketicinin tüccara ödediği iki ayrı fiyatın varlığından; farklı bir ifadeyle eş değer olmayan bir değişimden doğar. Marx’ın sözleriyle, eş değerler mübadele edildiği sürece tüccar sermayesinin varlığı imkânsız görünür; bu yüzden tüccar sermayesinin kaynağı, satan ve satın alan üreticiler arasına kendisini asalakça sokan tüccarın elde ettiği iki yönlü avantajdadır.2 Benzer saptamaları tefeci ve nakdî sermaye için de yapabiliriz. Piyasa için üretim yapan küçük üreticiler dünyasında, üretim girdilerinin ve ailenin tüketiminin bir bölümünün finansmanı, ürün pazarlanmadan önce gündeme gelecektir. Bu durumda tefeci (veya nakdî sermaye) de piyasaya açılmanın 2 Karl Marx, Kapital, Cilt III, çev. Alaattin Bilgi (Ankara: Sol, 2011), 20. bölüm. 34 | Siyas et Bilimi zorunlu refakatçisi olarak artığa doğrudan el koyacaktır. Bu gereksinim, giderek kronikleşir ve tefeciye veya nakdî sermayeye ödenen faiz, sözü geçen üretim ilişkisinin kalıcı bir öğesi hâline gelir. Üreticinin (girdi ve tarım-dışı tüketim araçları gereksinimi nedeniyle) geriye dönük piyasa bağlantıları içinde de benzer karşıtlıklar oluşur. Zanaatkârlarla doğrudan mübadeleye dayanan doğal ekonomi koşulları tarihe karıştıktan sonra, köylünün zorunlu üretim ve tüketim girdileri modern sanayi tarafından karşılanacaktır. Dolayısıyla bölüşüm ilişkilerinin tüccar değil, (yerli/yabancı) sanayi sermayesiyle karşıtlık içerdiği düşünülebilir. Ancak bu karşıtlık, sözü geçen ürünlerin pazarlanması içinde (yani, üretim sürecinde değil, piyasa bağlantıları içerisinde) gerçekleşir. Bu, sanayi sermayesinin ticari işlevi nedeniyle oluşan veya sanayi ürünlerini pazarlayan ticari sermayenin taraf olduğu bir bölüşüm ilişkisidir. Burada da iki sınıf (köylü ve ticari sermaye) piyasaya asimetrik konumlarda girdiği için tarımsal ve sınai ürün fiyatlarında içerilen eşitsiz değişim, bölüşümün (sömürünün) ilk belirleyicisidir. Zaman içinde bu temel eşitsizliğin hangi doğrultuda değiştiği çiftçinin (tarımsal ürünün pazarlanması sırasında) eline geçen fiyatlarla, (tarımsal girdi veya tüketim malları alımı sırasında) ödediği fiyatlar arasındaki makasın hareketleriyle izlenir. Tarımın ticaret hadleri olarak da bilinen bu makasın açılıp açılmadığı, köylünün geriye dönük piyasa ilişkileri içinde sömürülme derecesinin artıp artmadığını, farklı bir ifadeyle bu çerçeve içindeki bölüşüm ilişkilerinin köylünün aleyhine mi, lehine mi seyrettiğini gösterir. Bu çerçeve, dolaysız üretici ile bir yandan tüccar/ticaret sermayesi, diğer yandan tefeci/para sermayesi arasında doğrudan bölüşüm karşıtlığını temsil eden bir üretim ilişkisini ortaya koyuyor. Marx’ı izleyerek bu üretim ilişkisi küçük meta üretimi diye adlandırılır. Dolaysız üreticilerin küçük üretici kimlikleriyle köylü (veya) zanaatkâr ile tüccar (ticaret sermayesi) ve tefeci (para sermayesi) bu ilişkinin temel sınıflarını oluşturur. Tefeci/tüccar, daha önce de vurgulandığı üzere, kapitalizm öncesine uzanan tarihsel kategorilerdir. Günümüzün az gelişmiş kapitalizminde de bu ‘eski, pre-kapitalist’ özellikleriyle varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak, köylü tarımının zaman içinde büyük (ve zaman zaman uluslararası şirketler ve sanayi ile bağlantılı) ticaret sermayesi ve modern finans kapital (bankalar sistemi) ile ilişkileri artmıştır. Devlet politikalarının tarımsal artığın oluşumu ve bölüşüm üzerindeki etkileri ve rolü de zaman içinde önemli değişikliklere uğramıştır. Doğrudan doğruya kapitalist üretim ilişkisi söz konusu olduğunda, dolaysız üreticiler üretim araçları mülkiyetinden yoksunlaşmışlardır. Geçimlerini sürdürmek için sahip oldukları tek metayı (iş gücünü) kapitaliste serbestçe Korkut B orat av Toplums a l Sınıf lar | 35 emek piyasasında satarlar; yani işçileşmişlerdir. Temel bölüşüm kategorisi olan artı değer (kâr) ile iş gücünün değeri (ücret), bu piyasa ilişkileri içinde oluşur; dolaysız üreticinin yarattığı artığa bu ilişkiler içinde el konmuş olur. Bu çerçeve kapitalizmin iki temel sınıfının tanımlanmasına da imkân verir: Kapitalist ve işçi. Üretim ilişkilerinin eklemlenmesi, toplumsal tabakalar, alt-gruplar Burada çizilen çerçeve, herhangi bir toplum biçiminde var olan üretim ilişkilerinden türetilen temel sınıfları tanımlıyor. Bu tanımlamayı iki doğrultuda geliştirmek gerekiyor. Birinci olarak, tek bir üretim ilişkisinden, tek bir üretim biçiminden oluşan bir sisteme tarihsel olarak nadiren rastlanır. Hemen hemen daima çeşitli üretim biçimleri yan yana ve hatta iç içe varlıklarını korurlar, sürdürürler. Kapitalizmin erken aşamalarında veya az gelişmiş türlerinde, kapitalist üretim ilişkisi feodal ve (toprak ağalığı ile yarıcı/ortakçı ilişkileri içeren) yarı-feodal üretim ilişkileri ile yan yana var olur. Piyasa için üretim yapan köylülük ile ticari ve finans sermayesini (tüccar/tefeciyi) karşı karşıya getiren küçük meta üretimi de kapitalist sistemin bütünü içinde varlığını sürdürür. Bu durum günümüz Türkiye’sinde ve Fransa, Japonya, Güney Kore gibi gelişmiş kapitalist toplumlarda geçerlidir. 19. yüzyılda ABD’de küçük meta üretiminin köleci ve kapitalist ilişkilerle birlikte var olması bir başka örnek olarak gösterilebilir. Üretim ilişkilerinin eklemlenmesi, bunlardan birinin egemen üretim biçimi olarak toplumsal yapıya damgasını vurmasıyla birlikte gerçekleşir. Bu belirlenme, egemen sınıfın teşhisinin ön koşuludur. Sistemin asli unsurlarından olan üst yapı kurumlarının pek çoğu toplumun tü mü için geçerli olmak zorundadır. Hukuk ve siyasetle ilgili kurumlarda bu öncelikle doğrudur. Farklı bir ifadeyle bu kurumlar, bünyelerinde çelişkili unsurlar taşısalar bile, bir bütün olarak çeşitli üretim biçimlerinden esas olarak biri ile yani egemen üretim biçimiyle uzlaşma hâlinde olmalıdırlar. İdeoloji ve kültürdeyse, eşit güçlerde olmasa bile daha geniş bir çeşitlilik söz konusudur. İkinci olarak, temel sınıflardan türeyen veya onlarla bağlantılı alt grupların veya tabakaların da belirlenmesi gerekir. Yukarıda açıklandığı gibi, her üretim ilişkisi kendi bünyesinde artığı yaratan-artığa el koyan sınıfları il- gilendiren bir temel bölüşüm ilişkisine dayanır. Bu temel ilişkiye göre belirlenen her sınıf, çeşitli ölçütlere göre alt-gruplara ayrılır. İşçi sınıfının tarım, sanayi, hizmet sektörlerine; beyaz/mavi yakalılara; devlet veya özel sektör tarafından istihdam edilmesine göre ayrışması çeşitli çözümlemelerde önem taşır. Büyük kapitalist şirketlerin yönetici kadrolarının gelirlerinin 36 | Siyas et Bilimi bir bölümü, ‘ücret’ başlığı altında ödense dahi, aslında kârın paylaşımı söz konusudur ve bunların kapitalist sınıf içinde kabul edilmesi uygundur. Temel sosyal sınıfların ötesine giden tabakalaşma, alt-gruplara ayrışma olgularının bir bölümü de artığın paylaşılmasından veya çeşitli emekçi grupları arasında doğabilecek aktarımlardan kaynaklanabilir. Tali (ikincil) bölüşüm ilişkileri diyebileceğimiz bu süreçler, ekonomik sistemin tümünü kapsayan mekanizmalar içinde gerçek leşir. Kapitalist bir sistemde ikincil bölüşüm ilişkileri içinde faiz, ticari marjlar, rantlar oluşur ve gayri safi kâr paylaşılmış olur. Bu, en genel biçimiyle SERMAYE’nin sanayi, ticari, finans öğelerine ve toprak sahiplerine ayrışmasıyla sonuçlanır. Sanayi sermayesi, finans kapital, rantiye ve tüccar sermayesi öğeleri işlevsel olarak tanımlanabilir, millî hasıladan aldıkları paylar tahmin edilebilir; ancak sermayenin akışkanlığı bu grupların iç içe girmesi sonucunu doğurmuştur. Özellikle büyük sermayenin, üretken, ticari ve finansal alanların hepsinde birden faaliyet gösterebilmesi olağandır. Küçük, orta boy sermaye grupları ile örneğin tarımda yoğunlaşmış tüccar/tefeci sermayesinin özel konumlarında bu esneklik söz konusu değildir. Bunun dışında doğrudan doğruya devlet aracılığıyla (vergileme, harcamalar, müdahaleler yoluyla) gerçekleşen kaynak aktarımları hem gelir dağılımını etkiler, hem de bazı sosyal grupların varlığını ve büyüklüklerini belirler. Kapitalist bir sistemde devletin işveren konumda yer alması, yukarıda çizilen temel sınıflaşma tablosunda bazı revizyonları gerektirir. Devlet aygıtının esas olarak egemen sınıfın (burjuvazinin) denetiminde olduğu kabul edilirse, kamu yönetiminin, özellikle kamu hizmetlerinin ve devlet işletmelerinin kapitalizmin gereksinimleri doğrultusunda düzenlenmeleri ve işlemeleri beklenir. Ne var ki, bu olağan durum her toplumda, tarih boyunca sınıf mücadeleleri sonunda dönüşmüş, karmaşıklaşmıştır. Devlet aygıtı sınıf mücadelelerinin siyasete taşınmasının izlerini taşır; devlet bunların sonunda biçimlenmiştir. Pierre Bourdieu’nün (1930-2002) ifadesiyle ‘devletin sol eli kullanılarak’ biçimlenmiş olan kimi kamu hizmetleri, kaba sınıf hegemonyasını ülkeden ülkeye farklılık taşıyan boyutlarda yumuşatmış, revizyonlardan geçirmiştir. Piyasa için kâr amaçlı üretim yapan kamu işletmelerinde devlet kapitalizmi diye adlandırılabilecek bir ilişki söz konusudur. İşletme yöneticileriyse özel şirket yöneticilerine benzer bir konumdadır. Kamu hizmeti yürüten kurumların faaliyeti, genel olarak hizmet sektörü çerçevesi içinde yer alan özel şirketlerin faaliyetlerini andırır. Ancak, kamu yönetimi tüm neo-liberal zorlamalara rağmen kâr amaçlı olarak örgütlenemez ve bu faaliyetler, işçi/işveren değil, memur/âmir ikilemine göre düzenlenir. Devlet kapitalizminin özel sorunları, politik iktisada ek olarak devlet kuramının inceleme alanı içine girer. Korkut B orat av Toplums a l Sınıf lar | 37 Bu alanların ücretli ve maaşlı gruplarında üretken konumda olan (hekimler ve öğretmenler gibi) ve olmayan (güvenlik personeli gibi) emekçiler ayrımı yapılabilir. Birinci grup doğrudan veya dolaylı olarak değer yaratır, toplumsal hasılanın artışına katkı yapar. İkinci grubun ücret/maaş gelirleriyse, üretken kesimlerden devlet veya piyasa mekanizması aracılığıyla yapılan kaynak ve değer aktarımlarına bağlıdır. Bu noktada tabloyu karmaşıklaştıran bir toplumsal katman önem taşıyor: Hekim, avukat, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir gibi genellikle eğitim yoluyla edinilmiş becerilerini ‘satarak’ geçimlerini sağlayan bağımsız profesyonel gruplar. Küçük eşiklerin üzerinde işçi istihdam etmiyorlarsa, şirketleşmeleri söz konusu değilse, bunlar biçimsel olarak küçük üretici konumunda kabul edilebilir. Bazı yorumlarda üretken olan veya olmayan sektörler ayrımı bir kenara bırakılır; üretim araçlarının (toprağın, atölyenin, alet/edevatın ve mesleğin gereğince belirlenen iş araçlarının) sahibi olan ve geçimini esas olarak kendi (ve ailesinin) emeğiyle kazanan tüm gruplar (köylü, zanaatkâr ve bağımsız/profesyonel katmanlar) küçük burjuvazi kavramı içinde bir araya getirilir. Küçük burjuvazi şemsiyesinin haklı dayanakları olabilir: Bu üç sosyal grup, kapitalizmin belirleyici karşıtlığını oluşturan iki ana sınıfın (işçi sınıfının ve kapitalistlerin) dışında yer alır. Bu nedenle sınıf mücadeleleri tablosundaki konumları da belirsiz, kaygan olabilmektedir. İdeolojik ve politik tavırlarda bu kayganlığı yansıtan ortaklıklar vardır. Bunlara rağmen, bağımsız profesyonel gruplar ile küçük üreticiler sınıfı arasında niteliksel farklılıklar daha ağır basmaktadır. Profesyonel grupların toplumsal iş bölümündeki dolaysız konumları kapitalist ilişkilerin veya basit meta üretiminin içinde değildir. Geçimleri hizmet satışlarına dayanır. Satılan hizmet, hekimler, mühendisler, eğitmenler gibi meslekler söz konusu olduğunda ‘üretken’dir; ama bu durumda küçük meta üretimi için belirleyici olan (dolaysız üretici ile ticari/mali sermaye arasındaki) bölüşüm karşıtlığı geçerli veya önemli değildir. Avukatları, mali müşavirleri, danışmanları kapsayan ve üretken olmayan hizmet sunumları ise, ekonominin diğer (üretken) kesimlerinden kaynak aktarımına gereksinim duyarlar. Her iki durumda da gelirlerin kaynağında diplomayla, uygulamayla edinilen gerçek bir melekeden, beceriden oluşan veya (faaliyete izin veren lisansa, belgeye bağlı olarak) yapay olarak yaratılan bir kıtlık rantı yer alır. Bu özellikler nedeniyle, ayrıca üstyapı düzlemlerinde (siyaset, ideoloji, kültür, hukuk alanlarında) önemli ağırlıkları, etkileri olan bağımsız profesyoneller katmanının, sömürülen dolaysız üreticiler blokunda yer alan küçük üreticiler sınıfının dışında yer alması uygundur. Geleneksel Marksist sınıflaşma çerçevesi içinde yer alabilecek tek orta sınıflar kategorisi, bağımsız profesyonellerdir. 38 | Siyas et Bilimi Karşıtlıklara dayalı (ilişkisel) sınıf anlayışından uzaklaşmalar Klasik politik iktisat geleneğinin Marx’ın maddeci tarih anlayışıyla sentezi sonunda olgunlaşan toplumsal sınıflar anlayışı, 20. yüzyılda Batı Marksizmi tarafından geliştirildi. Ne var ki, bu yaklaşımın hareket noktasını oluşturan iktisat disiplini sonraki gelişimi içinde sınıflar çözümlemesini bölüşüm karşıtlığı perspektifinden uzaklaştıran, saptıran ana eğilimleri de bünyesinde oluşturdu. İlk adım, klasik politik-iktisat geleneğinin (kapitalistler, işçiler ve toprak sahiplerinden oluşan) temel sınıflara dayanan bölüşüm analizinin (emek, sermaye, teşebbüs ve toprak öğelerinden oluşan) üretim faktörlerine dönüştürülmesiyle atıldı. ‘Faktörler’, terminolojik benzerliklere rağmen artık toplumsal sınıflar değildir. Her ‘sınıf ’ bünyesinde farklı ‘faktörler’ içerdiği için anlamlı bir çözümleme birimi olmaktan çıkar. Örneğin, işçi, bünyesinde eğitimden kaynaklanan ‘insan sermayesi’ içerdiği ölçüde, emeğin katkısına ek olarak, sermayenin payını da içeren bir getiri elde edecektir. Küçük üretici (köylü) ise, emek, toprak ve sermayeden oluşan karma bir ‘faktör’dür ve bölüşüm analizi içine alınacaksa, her ‘faktör’ün payının ayrıştırılması gerekir. Bu, köylü sınıfının bir çözümleme birimi olmaktan çıkması anlamındadır. Bu yaklaşım içinde bölüşümün ana öğeleri olan ücret, faiz, kâr ve rant, faktör fiyatları olarak tanımlandı. Ve her ‘faktör’ün fiyatı, o faktör piyasasının arz/talep koşullarına bağımlı kılındı. Böylece, bölüşüm temel sınıflar arasındaki (üretim araçları üzerindeki mülkiyet, hakimiyet, denetim ve piyasa ilişkilerindeki konumlarla bağlantılı) karşıtlıklar tarafından belirlenen bir süreç olmaktan çıktı; bir fiyat teorisinin sınırları içine sıkıştırılmış oldu. Bu, aslında, bölüşümün iktisadın gündemi dışına taşınması anlamına gelir. Faktör piyasaları, faktör fiyatları da, neoklasik iktisadın ana sorunsalı olan kaynak tahsisi incelemelerinin öğeleri arasında yer aldı. Ne var ki, sınıfların belirleyici rol oynadığı bölüşüm mücadelesi, kapitalizmin de tarihidir. Bu nedenle burjuva iktisadı, gelir dağılımı sorunsalıyla en azından nicel incelemelerde yüzleşmek zorunda kalmıştır. Böylece, sömürü kavramını ve karşıtlıklar perspektifini dışlayan bir gelir dağılımı kavramı, eşitsizlikler üzerine odaklanılarak inşa edilmiştir. Bu yeni kavramsallaştırma içinde, gelir düzeylerine dayalı yeni bir sınıflaşma çerçevesi oluşur. Sınıflar- arası gelir dağılımı analizinden kişisel gelir dağılımı analizine, incelenen nüfusun (hane halklarının) en düşükten en yükseğe doğru sıralanmasından oluşan bir çokluk dağılımı aracılığıyla geçilir. Bu çokluk dağılımının içerdiği eşitsizlik derecesi (bazen Gini katsayısı gibi tek bir istatistiki göstergeyle) ölçülür ve zaman içinde gelir dağılımının hangi yönde değiştiği, bozulup bozulmadığı belirlenir. Burada, bölüşüm analizi sınıflar ve sosyal gruplar Korkut B orat av Toplums a l Sınıf lar | 39 arasında doğrudan karşıtlık içeren bir çerçeveden, azdan çoğa doğru düzenlenen bir istatistiki sıralama işlemine dönüştürülmüştür. Kişisel gelir dağılımı temel ve tali bölüşüm ilişkilerinin ayrıştırılıp çözümlenmesine imkân vermeyen istatistiki bir yan üründür, o kadar. Bu çokluk dağılımının (gelir dağılımı tablosunun) ana ‘sınıfları’, eşit sayıda bireyden (haneden) oluşan gelir dilimleridir. Bu dilimlerde toplanan insanlar, ait oldukları toplumsal konuma, sosyoekonomik gruba göre değil, farklı süreçler sonunda oluşan (ve çoğunlukla bir anket çalışması sırasında araştırıcıya beyan edilmiş olan) gelir düzeyine göre tanımlanırlar. Yaygın bir uygulama, ‘en düşük’ten, ‘en yüksek’ olana göre sıralanan birimleri, yüzde yirmilik gelir gruplarına ayrıştırmaktır. Bu gruplama, incelenen topluluğun alt/orta/üst ‘sınıfları’nın belirlenmesine yol açar. Araya giren alt-orta ve üst-orta ‘sınıflar’ da eklendiğinde, beş gelir (servet) grubundan oluşan bir tabakalaşma ortaya çıkmış olacaktır. Amerikan sosyal bilimciler tarafından çok sık kullanılan orta sınıflar kavramı ile bu sıralamanın en ortasında yer alan kalabalık bir grup (diyelim nüfusun yüzde 60’ını oluşturan gelir dilimlerin tümü) kastedilmektedir. Bu gevşeklik içinde Amerikan işçi sınıfı genellikle ‘orta sınıf ’ içinde kabul edilir ve ‘alt sınıflar’ı tanımlayabilecek toplumsal özellikler (dolayısıyla ‘gerçek sınıf kimlikleri’) belirsiz kalır. Kişisel gelir dağılımının bütününün eşitsizlik derecesini ölçen istatistiki göstergenin (örneğin Gini katsayısının) ‘düştüğü’, yani eşitsizliklerin azalmış göründüğü bazı durumlarda, sınıflar ve toplumsal gruplar- arası karşıtlıkların artması mümkündür. Örneğin, kent ekonomisini, sanayi ve hizmetleri daha fazla etkileyen bir kriz, işsizliği artırdığı, sendikalaşmayı çökerterek ücret payını aşağıya çektiği, emekli gelirlerinin enflasyon karşısında aşınmasına yol açtığı (böylece en genel anlamıyla işçi sınıfının göreli durumunu bozduğu) hâlde, gelirler arası eşitsizlik azalmış görünebilecektir; zira kişisel gelir dağılımının alt-uçlarında yığılmış olan tarımsal gelirler bu olumsuz koşullardan aynı derecede etkilenmemiş olabilirler. Kısacası, farklı sınıf karşıtlıklarının her birinin bünyesinde bölüşüm ilişkileri dolaysız üreticiler aleyhine seyrederken (yani ‘bozulurken’), kişisel gelir dağılımının ‘düzelmesi’ mümkündür. Bu çerçeve, iktisadi ve sosyal politika alanlarında da yaygın kabul görmüştür. Bir kere, ‘eşitsizliklerin hafifletilmesi’ hedefi, esas olarak gelir grupları arasında aktarımlar ile hayata geçirilir. Bu ancak temel bölüşüm karşıtlıklarına ilişmeyen bir yeniden paylaşım gündemidir. İkinci olarak, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde çok moda olan yoksullukla mücadele programları gelir dağılımı tablosunun alt dilimleri üzerinde odaklanır ve çok farklı bölüşüm karşıtlıkları içinde ‘yoksullaşmış olan’ karmaşık, heterojen bir topluluğu, bir kez daha temel nedenlerden 40 | Siyas et Bilimi bağımsız olarak ‘ihya etmeye’ çalışır: Büyüme hızının artması ve yoksulların kümelendiği gelir dilimleri lehine yapılabilecek aktarımlar bu politikaların ana çerçevesini oluşturur. Bir kez daha, politika önerileri, bölüşüm karşıtlıklarından türeyen sömürü ilişkilerinin çözümlenmesine gerek duyulmadan oluşturulur. Bölüşüm karşıtlıklarını ilke ve kuramsal olarak reddeden bir yaklaşımdan toplumsal sınıflar türetilemez. Üretim faktörlerinin belli koşullarda toplumsal hasılaya katkıları kadar pay aldığını ileri süren neoklasik kuram bu nedenle sınıf kavramını ortadan kaldırmıştır. Gelir (veya servet) grupları arasındaki eşitsizliklere odaklanan yaklaşım ise, (‘orta sınıflar’ söyleminde olduğu gibi), sınıf sözcüğünü tamamen terk etmemiştir. Ancak, bu terminoloji, basit bir nicel sıralamadaki ‘merdivenleri’ ifade eder, o kadar... Gruplar ilişkisel olmadıkları, karşıtlıklardan türetilmedikleri için, politik iktisat geleneğinin toplumsal sınıflarını değil, olsa olsa kaba bir tabakalaşma şemasını ifade etmektedirler. Kaynakça David Ricardo, On the Principles of Political Economy and Taxation (Londra: John Murray, 1821). Library of Economics and Liberty. http://www.econlib.org/library/Ricardo/ricP.html. Erişim tarihi 26 Mayıs 2012. Karl Marx, Kapital, Cilt III, çev. Alaattin Bilgi (Ankara: Sol, 2011). Okuma önerileri Erik Olin Wright, Classes (Londra: Verso, 1985). Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev. Kenan Somer (Ankara: Sol, 2002). Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (“Önsöz”), çev. Sevim Belli (Ankara: Sol, 2011). — Fransa’da İç Savaş, çev. Kenan Somer (Ankara: Sol, 2005). — Kapital, Cilt I, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (İstanbul: Yordam Kitap, 2011) — Kapital, Cilt III, çev. Alaattin Bilgi (Ankara: Sol, 2011). — Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, çev. Erkin Özalp (İstanbul: Yordam Kitap, 2016). Korkut Boratav, 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm (Ankara: İmge, 2005). — Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye (İstanbul: Yordam Kitap, 2011). — İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri (Ankara: İmge, 2004). — Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm (Ankara: İmge, 2004 ). H. Tarık Şengül İktidar Giriş ABD’nin başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın farklı bölgelerine yaptığı askerî ve siyasi müdahalelerden New York ve Londra borsalarının işgaline, hidroelektrik santrallerin inşa sürecinde ortaya çıkan çatışmalardan kürtaj hakkına yönelik kısıtlama çabalarına kadar ulus-ötesi ve ulusal nitelikte birçok konu iktidar kavramına başvurmadan anlaşılamaz. Benzer bir durum günlük yaşamımızda şahit olduğumuz sıradan görünen olaylar için de geçerlidir. Kalabalıkta taciz edilen bir kadının durumu, mahallesine girerken makyajını silmek durumunda kalan genç kızın içinde bulunduğu koşullar, sendika istedikleri için kapıya konulan işçilerin ayakkabı fabrikasının önündeki bekleyişi, üst geçidin bulunmadığı bir otobanda karşıya geçmeye çalışan yayanın içine itildiği tehlike, iktidar ilişkilerinin dışında tahlil edilebilecek konular değildir. Tam da bu durumu anlatmak için Bertrand Russell (1872-1970) “enerji fizik açısından ne anlama geliyorsa, iktidar da sosyal bilimler için o anlama gelir” der.1 İktidarın toplumsal yaşamı oluşturan tüm ilişkilere ve en küçük gözeneklere kadar sızması, bir yandan iktidardan ne anlamamız gerektiği sorusunu önemli hâle getirirken paradoksal bir biçimde verilecek yanıtı da zorlu bir uğraşa dönüştürür. Bu nedenle birçok önemli kavrama ilişkin ihtilafl ı durum iktidar kavramına yönelik olarak da ortaya çıkar. Dahası bu ihtilafın kendisi, ironik biçimde, bir iktidar sorunuyla yakından ilişkilidir. İktidarın tanım ve içeriğine yönelik zorluğu anlamak için bazı temel sorulara verilen yanıtlara bakmak yeterlidir. Örneğin bazı yaklaşımlar iktidar sorununu aktörlerin yapabilirlikleri etrafında tartışırken, bazıları yapısal koşullar ve belirlenimleri öne çıkarmaktadır. Benzer biçimde, 1 Bertrand Russell, İktidar, çev. Mete Ergin (İstanbul: Cem, 1999). 42 | Siyas et Bilimi iktidarı ele geçirilip gerek duyulduğunda kullanılan bir edinim olarak görenler karşısında, iktidarın girilen ilişkilerden ürediğini söyleyenler de mevcuttur. İktidar ilişkilerini zorun ürünü olarak görenler kadar, rızayla ilişkilendirenler de vardır. İktidar, bazıları için baskı ve sınırlayıcılığı temsil ettiği ölçüde belli bir kesimin diğerleri üzerindeki tahakkümü anlamına gelirken, iktidarı aktörlerin birlikte ortak bir hedefi gerçekleştirmek için bir araya gelmeleriyle ilişkilendiren ve tam da bu anlamda üretken bulan yaklaşımalar da mevcuttur. Kısaca ifade etmek gerekirse, iktidar kavramı, üzerinde derin ayrılıkların ve ihtilafların olduğu bir tartışmaya işaret etmektedir. Bu ve benzer soruları ve bunlara farklı yanıtlar veren çok sayıda iktidar tanımlamasını tümüyle kapsayan bir tartışmayı bu kısa yazı çerçevesinde yapmak mümkün olmadığından seçici bir değerlendirme yapacağız. Girişi izleyen ikinci bölümde iktidar sorununa modern yaklaşımları değerlendireceğiz. Bu çerçevede davranışçı iktidarın üç yüzü yaklaşımını, Weberci ve Marksist iktidar kavramsallaştırmalarını modern yaklaşımın örnekleri olarak tartışıp sağladıkları açılımlar yanında yetersizliklerine de işaret edeceğiz. Öte yandan modern yaklaşımlara yöneltilmiş önemli eleştiriler vardır. Bu eleştirilerin dikkate değer bir bölümü yapısalcılık sonrası çevrelerden gelirken, bu çevreler içinde Michel Foucault’nun (1926-1984) yaklaşımı, sağladığı eleştiri kadar sunduğu alternatif iktidar kavramsallaştırmasıyla da öne çıkmaktadır. Foucault, modern yaklaşıma getirdiği önemli eleştirilerle iktidar sorununa farklı bir gözden bakma olağı sağlamış olmakla birlikte, sunduğu iktidar yaklaşımının önemli sorunları da vardır. Foucault’nun iktidar kavramsallaştırmasını üçüncü bölümde özetleyip, eleştirel bir gözle tartışacağız. Gerek modern gerekse de yapısalcılık sonrası yaklaşımların iktidar sorununu anlama konusundaki sınırlılıkları alternatif bir yaklaşımın gerekliliğine işaret etmektedir. Dördüncü bölümde önceki yaklaşımların yetersizliklerini aşan bir iktidar kavramsallaştırmasının Antonio Gramsci’yi (1891-1937) temel alan hegemonya yaklaşımı olduğunu öne süreceğiz. Hegemonya kavramı kitabın bir başka bölümünde tartışıldığından, bu bölümde hegemonya yaklaşımının iktidar sorununa yönelik açılım noktaları vurgulanarak iktidar sorununa yönelik tartışmanın tamamlanması hedeflenmektedir. Modern yaklaşımlar Steven Lukes’in ‘iktidarın üç yüzü’ yaklaşımı, iktidar tartışmalarında en yoğun başvurulan kavramsallaştırma olması nedeniyle ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak etmektedir.2 Lukes’e göre, iktidar ilişkilerinin üç yüzü vardır. İktidarın birinci yüzüne vurgu yapan Robert Dahl gibi düşünürler, 2 Steven Lukes, Power: A Radical View (Londra: Macmillan, 1974). H. Tar ı k Ş engü l İ kt i d ar | 43 eğer A aktörü ile B aktörü arasındaki ilişkide B normal koşullarda yapmayacağı bir hareket ya da davranışı A istediği için yapıyorsa, bu durumda A’nın B üzerinde bir iktidarı vardır sonucuna varmaktadır. 3 2003’te Türkiye’nin de Irak işgaline katkı sağlamasını isteyen ABD hükûmeti ile asker göndermeye olanak sağlayan tezkereyi Meclis gündemine getiren hükûmet arasında tam da bu türden bir iktidar ilişkisinin var olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ABD hükûmetinin bu tür bir talebi nedeniyle, normal koşullarda Irak’a askerî güç gündermeyi düşünmeyen Türk hükûmeti bu yönde bir tezkere hazırlayıp Meclis gündemine getirmiştir. Yaşamın her alanında sıkça karşılaştığımız bu tür bir ilişkiye yoğunlaşan ve pozitivist-davranışsalcı temeller üzerine inşa edilen bu yaklaşım, iktidar ilişkilerinin görünür nitelikteki birinci yüzüne işaret etmetkedir. Oysa, Bachrach ve Bartz’ın da belirttiği gibi, birçok durumda, iktidar süreçleri bu tür bir görünürlük kazanmadan işlemektedir. Örneğin hava filtresi kullanmayan bir fabrikanın çevresindeki yerleşmelerde yarattığı kirliliğin çok uzun süre gündeme gelmemesi söz konusu yerleşmede insanların yaşamını tehdit edecek nitelikte bir kirliliğin bulunmadığı anlamına gelmez. Büyük olasılıkla, kirliliğe yol açan güçlü şirket kendisine yüksek maliyetleri olacak filtreleri yapmamak için yerel devlet ve medya kurumları gibi gündem oluşturan kurumlar üzerindeki etkisini kullanıp konunun bir sorun olarak kentin gündemine girmesini engellemiştir. Sonuçta kirlilikten olumsuz etkilenen geniş bir kesim bu olumsuzluğu sorun olarak tanımlayıp gündeme taşımakta başarısız olmuştur. Bu durumda hava kirliliğinden etkilenenlerin harekete geç(e)memesi, bu kesimler üzerinde tesis edilmiş iktidarın göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Gündem belirlemeye işaret eden bu durum iktidarın ikinci yüzüne işaret etmektedir. 4 Lukes’e göre iktidarın ikinci yüzü birinci yüzüne göre daha kapsamlı bir çerçeve sunmakla birlikte, iktidar ilişkilerini tüm boyutlarıyla kavramakta yetersiz kalmaktadır. Lukes, bu yetersizliği aşmak için iktidarın üçüncü yüzüne dikkat çeker. İktidarın üçüncü yüzü, belki diğer iki boyuttan çok daha güçlü bir biçimde, aktörlerin hoşnutsuzluk ve tepkilerini daha bu davranışlar ortaya çıkmadan, söz konusu kesimlerin algılarını ve tercihlerini etkileyip engelleyerek kendini gösterir. Süreçlerin algılanış ve değerlendirilişi üzerindeki bu etki aktörlerin kendi çıkarlarını nasıl tanımladıklarını belirledikleri ölçüde, aktörlerin kendi çıkarlarına olmayan durumları öyleymişcesine algılamalarıyla sonuçlanabilir. Bu durumda Lukes’in iktidar tanımı Dahl’ınkinden farklılaşır. Lukes’e göre eğer A’nın empoze ettiği bir davranış ya da eylemi B kendi çıkarına olmamasına rağmen yapıyorsa, 3 Robert Dahl, Who Governs? Democracy and Power in an American City (New Haven: Yale University Press, 1961). 4 Peter Bachrach ve Morton S. Baratz, “Two Faces of Power in an American City”, American Political Science Review 56 (1962), 947-952. 44 | Siyas et Bilimi bu durumda A’nın B üzerinde bir iktidarı var demektir. 5 Dahl’ınkinden farklı olarak Lukes iktidar tanımlamasını ‘nesnel çıkar’ ile ilişkilendirerek yapmaktadır. Yoksulluk ve işsizlik sarmalına dolanmış geniş toplum kesimlerinin kendilerini bu koşullara iten politikalara imza atan siyasal partilere verdikleri destek ya da şiddete maruz kalan bir kadının bu şiddeti ve onu besleyen ataerkil düzeni mazur görmesi iktidarın üçüncü yüzünün işleyişinin örnekleri olarak verilebilir. Davranışsalcı yaklaşım, iktidar sorununu büyük ölçüde farklı çıkarlara sahip aktörler arasındaki ilişkiye indirgemektedir. Bu, Dahl gibi çoğulcu yaklaşımı benimseyenlerin iktidar sorununu birey ve birey temelli grupların çıkarları çerçevesinde çözümledikleri düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir. İktidarı bireylerin kapasite ve eylemlerine yönelik ele alan bu yaklaşım, söz konusu kapasitelerin daha geniş yapılar içindeki konumlarından bağımsız ele alınmayacağını göz ardı etmektedir. 6 Lukes’in iktidar sorununu birey ötesine taşımak yönündeki çabasıysa ancak sınırlı ölçüde başarılı olabilmiştir. Özellikle gündem oluşturma, manipülasyon ve yönlendirme biçimindeki etkilere yapılan vurgu, iktidar sorununu iki öznenin doğrudan etkileşiminden daha geniş bir çerçeveye yerleştirir. Bununla birlikte, bu tür bir yaklaşım yanlış bilinç türü kolaycı açıklama biçimlerine de kapı aralayabilir ve iktidarın işleyişindeki karmaşık süreçleri görmezden gelebilir. Marksist iktidar kavramsallaştırması birey merkezli bakışa karşı topluma ve toplumsal yapılara yönelik vurgusuyla öne çıkmaktadır. Kapitalist toplumda iktidar ilişkilerinin merkezinde mülkiyet kurumu ve üzerinde yükselen sınıf ilişkileri vardır. Sınıf iktidarı üretim ve birikim süreçlerinde girilen ilişkiden doğduğu ölçüde sınıfsal nitelik taşır. Erken dönem çalışmalarında iktidarın yapısal belirlenimine vurgu yapan Nicos Poulantzas (1936-1979) burjuvazinin ekonomik ve siyasal gücünün bu sınıfın kapitalist sistemdeki yapısal konumundan kaynaklandığının altını çizer.7 Marksist yaklaşım, sınıf ilişkilerini bir iktidar ilişkisi olarak toplumsal yaşamın merkezine yerleştirirken iktidarın yoğunlaşma alanı olarak devleti görmektedir. Bu durum bir çelişki oluşturmaz; çünkü devlet sınıf ilişkilerinden bağımsız bir iktidar odağı değildir. Devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin merkezinde yer aldığı ölçüde, modern kapitalist toplumları tanımlayan iktidar ağlarının odağına da yerleşmiştir. Tam da bu sınıfsal konumu nedeniyle devlet karşımıza kapitalist devlet olarak çıkar. Bir iktidar odağı olarak devletin kapitalist niteliğinin hangi mekanizmalarla 5 Lukes, Power. 6 Jeff rey Isaac, “Beyond the Th ree Faces of Power: A Realist Critique”, Rethinking Power, der. Thomas E. Wartenberg (Albany: SUNY Press, 1992). 7 Nicos Poulantzas, Toplumsal Sınıflar ve Siyasal İktidar, L. Fevzi Topaçoğlu- Şen Süer Kaya (İstanbul: Belge, 1992). H. Tar ı k Ş engü l İ kt i d ar | 45 yaratıldığı konusunda Marksist düşünürler arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Ralph Miliband (1924-1994) gibi araçcı görüşe yakın olanlar devlet aktörleriyle kapitalist sistem arasındaki ilişkiyi bu aktörlerin sınıfsal kökenleriyle açıklarken, 8 Poulantzas gibi yapısal belirlenimleri önemseyenler devletin sınıfsal niteliğininin nesnel yapısal bağ ve ilişkilerden kaynaklandığını öne sürmektedir.9 Bu tür farklılıklara karşın Marksist paradigmanın kapitalist toplumlarda iktidar süreçlerinin devletten, devletin de kapitalist ilişkilerden bağımsız ele alınamayacağına yönelik önermesinin yaygın olarak kabul gördüğü söylenebilir. Max Weber’in (1864-1920) yaklaşımını benimseyen bakış açıları da iktidar ilişkilerinin günümüz toplumlarında devlet aygıtı ve çevresinde yoğunlaştığını öne sürmektedir. Bununla birlikte Weberyen paradigma, Marksist bakış açısından farklı olarak, iktidarın devlette yoğunlaşmasının devlete ve devlet aktörlerine ellerinde tuttukları iktidarı başta sınıflar olmak üzere toplumsal aktörler karşısında özerk bir biçimde kullanma gücü verdiğini öne sürmektedir. Washington’da Dünya Bankası ve IMF’yi protesto gösterisi, 2005, Kaynak: wikimedia.org 8 Ralph Miliband, The State in Capitalist Society (Londra: Quartet, 1973). 9 Poulantzas, Toplumsal Sınıflar ve Siyasal İktidar. 46 | Siyas et Bilimi Weber, içinde yaşadığımız toplumların modernleşme ve rasyonelleşme sürecinde giderek artan bir kurumsallaşma yaşadığını ifade eder. Diğer bir anlatımla endüstriyel toplumlar toplumsal yaşamın giderek kurumsallaştığı ve bireyin örgütlere teslim olduğu ve temsiliyetin örgütler aracılığıyla gerçekleştiği bir dönüşüm yaşamıştır. Devlet bütün bu örgütlerin içindeki özgün konumuyla en tepede, bütünü düzenleyen bir meta-örgüt olarak öne çıkmaktadır. Weber, devletin bu özgünlüğünün ve düzenleyici gücünün meşru şiddetin tekelini elinde tutmasından kaynaklandığını vurgulamaktadır. Weber’in yaklaşımını benimseyen çağdaş kuramcılar, devleti kurumsal olarak iktidarın yoğunlaştığı ve depolandığı alan olarak görürken devlet aktörleri olan bürokrasi ve siyasal seçkinleri iktidarı kullanan ana aktörler olarak öne çıkarırlar. İktidarı örgütlü çıkarlar çerçevesinde algılayan bu paradigmanın günümüzdeki en kapsamlı ve çok boyutlu kavramsallaştırması Michael Mann’ın çalışmalarında bulunabilir.10 Ekonomik kaynaklara yoğunlaşan geleneksel Marksist anlayışa bir eleştiri olarak ideolojik, askerî ve siyasi olmak üzere üç kaynağa ve iktidar biçimine daha dikkat çeken Mann, iktidarın bu kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurmaya yönelik her biri birbirinden bağımsız ancak birbiriyle çeşitli biçimlerde kesişen ağlar etrafında tesis edildiğini öne sürmektedir. Ekonomik iktidar maddi kaynakların kontrolüne dayanırken, ideolojik iktidar değerler etrafında anlamlandırma ihtiyacı üzerinde yükselir. Askerî güç fiziksel şiddet ve baskıya dayanırken, siyasal iktidar az ya da çok merkezîleşmiş bir topraksal düzene yaslanır. Mann’a göre her bir iktidar biçimine yönelik ağlar, ilgi alanına özgü kaynakları üyelerinin yararına ve belli hedefleri gerçekleştirme doğrultusunda tekeline almaya yönelik çaba gösterir. Mann, dört kaynak ve iktidar biçiminden birinin diğerleri üzerinde apriori bir baskınlığının öngörülemeyeceğini, söz konusu baskınlığın tarihî koşullar tarafından olumsal olarak belirlendiğini vurgular. Mo

Use Quizgecko on...
Browser
Browser