SEMİNER III DERSİ DERS NOTLARI PDF

Summary

The document provides notes on Seminar III, discussing environmental issues and their connection to societal structures. It explores different perspectives on the human-environment relationship throughout history, touching upon hunter-gatherer, agricultural, and industrial societies. The document also mentions key thinkers in the field, like Thomas Khun.

Full Transcript

SEMİNER III DERSİ DERS NOTLARI Çevre sorunlarının yoğunlaşması ve toplumsal yaşantıyı derinden etkilemeye başlaması hiç kuşkusuz büyük ölçüde endüstri devrimi ile başlayan bir süreçtir. Bu süreçte endüstrileşmesinin hızlanması ve yayınlaşması ile endüstrileşmenin sonucu ortaya çıkan çevresel s...

SEMİNER III DERSİ DERS NOTLARI Çevre sorunlarının yoğunlaşması ve toplumsal yaşantıyı derinden etkilemeye başlaması hiç kuşkusuz büyük ölçüde endüstri devrimi ile başlayan bir süreçtir. Bu süreçte endüstrileşmesinin hızlanması ve yayınlaşması ile endüstrileşmenin sonucu ortaya çıkan çevresel sorunlar da artmaya, geniş kapsamlı olarak toplumu etkilemeye başlamıştır. Bu bağlamda endüstrileşme ile çevresel sorunların artması, etkilerinin yaygınlaşması süreci giderek hızlanmış ve çevresel sorunlara çözüm önerileri oluşturulma girişimleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Çevre ve toplum ilişki içerisindedir. Bir yandan çevresel olayların toplumsal etkileri incelenirken, diğer yandan toplumsal eylemlerin çevresel boyutu ya da toplumsal eylemlerin doğal çevre üzerine olan etkileri incelenir. Toplumsal çevre, doğal çevre içinde yapılanmıştır; doğal çevrenin olmadığı bir toplumsal çevre düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla doğal çevrede olup biten her şey toplumsal çevreyi etkilediği ve belirlediği gibi, toplumsal çevrede olup biten toplumsal eylemler de doğal çevreyi etkiler. Çevresel toplumsal eğilimlerin incelenmesi bağlamında, çevre toplum ilişkilerini inceleyen iki temel yaklaşımdan söz etmek mümkündür: İnsan merkezli dünya görüşü ve doğa merkezli dünya görüşü. İnsan merkezli dünya görüşüne göre insanoğlu doğanın mutlak hâkimi olduğuna ve doğanın insan kullanımı için araçsal bir öneme sahip olduğuna inanılır. Diğer yandan doğa merkezli dünya görüşüne göre, doğa sadece insan kullanımı için araçsal bir öneme sahip değildir, doğa insan kullanımından bağımsız olarak kendi başına bir varlık alanıdır da. Genel olarak toplumsal çevresel değerler, farklı toplumlarda, insan merkezlilikten doğa merkezliliğe doğru farklılıklar gösterebilmektedir. İnsan merkezli dünya görüşü daha çok “gelişme"ye ağırlık verirken, doğa merkezli dünya görüşü daha çok doğa korumaya ağırlık vermektedir. ÇEVRE VE TOPLUM İnsan var oluşundan bu yana doğa ile etkileşim içinde bulunmuş, insan toplumlarının toplumsal ve ekonomik gelişimi büyük ölçüde doğal kaynakların kullanılmasına bağlı olarak gelişmiştir. Bununla birlikte, endüstrileşme ile doğanın kendini yenileme süreci bozulmaya başlamış, doğanın tepkisi, yeryüzünde insan ve toplum sağlığını da olumsuz yönde etkileyen süreçlerin hızlanmasına yol açmıştır. Doğal kaynakların, özellikle fosil yakıtların yaygın ve yoğun şekilde kullanımı, üretim ve tüketim süreçlerinde insan hayatını kolaylaştırıcı etkiler yapmakla birlikte, doğal ve toplumsal çevreyi etkileyerek, sonuçları öngörülemeyecek çevre sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla, doğal kaynakların kullanımı modern yaşamın vazgeçilmez bir unsuru ve yarattığı etkiler nedeniyle hem ekonomik boyutu olan hem de toplumsal boyutu olan bir olgu durumuna gelmiştir. ÇEVRECİLİĞİN TARİHSEL EVRİMİ VE OLUŞUMU İnsan çevre ilişkilerine tarihsel boyutta bakıldığında üç temel aşamadan söz etmek olasıdır: Bu aşamalar, avcı toplayıcı toplumlar, tarımcı toplumlar ve endüstriyel toplumlardır. Her toplum ve üretim biçimi doğal çevre ile olan ilişkilerinde özel bir ilişki türünü gerekli kılar. Başka bir deyişle, her toplum ve üretim biçiminin kendine özgü doğal kaynakları kullanma biçimi vardır. Buna ek olarak her toplum kendi üretim biçimini ve doğa ile olan ilişkilerini tanımlayan ve meşrulaştıran bir egemen dünya görüşü ve bir doğa kavramsallaştırması yaratır. İnsan ve doğa arasındaki karşılıklı ve ikili ilişki toplumların sosyo-kültürel ve organizasyonel yapısı tarafından belirlenmektedir, dolayısıyla toplumsal olarak yapılanmıştır. Her toplum kendi gerçekliğini veya doğa ile olan ilişki biçimini yaratır ve her toplum kendi çevreci düşüncesini yaratır. İnsan ve çevre arasındaki ilişkiler toplumsal paradigmalar yoluyla açıklanabilir. Bundan dolayı Thomas Khun'un (1970) paradigmatik modeli insan çevre ilişkilerini açıklayan bir açıklama modeli olabilir. Khun'a göre bilimsel sistemlerdeki ve toplumsal sistemlerdeki değişmeler devrimsel değişmelerdir. Her bilimsel sistem, toplumsal sistemde olduğu gibi genel kabul görmüş bir dünya görüşüne sahiptir. Bu dünya görüşü toplumun egemen kurumsal yapısı tarafından desteklendiği için egemen dünya görüşü olarak adlandırılır. Khun'un paradigmatik modeline göre her toplum genel bir egemen dünya görüşü yaratır ve bununla bağlantılı olarak bir egemen bilim paradigması yaratır. Egemen toplumsal paradigma toplumu ve toplumsal ilişkileri açıklarken, egemen bilim paradigması bilimin genel ilkelerini bilimsel anlayışın nasıl olması gerektiğini açıklar. Khun'un modeline göre, egemen toplumsal ve bilimsel paradigmalar, bilimsel anlayış ve toplumun temel kurumsal yapısında hiçbir değişme olmadığını kabul eder- ler. Halbuki değişme toplumlar ve toplumsal ilişkiler için vazgeçilmez bir olgudur. Bundan dolayı yeni gereksinimler ve yeni ortaya çıkan kurumsallaşmalar yeni açıklama modellerini gerekli kılar. Khun, egemen toplumsal ve bilimsel paradigmaların bilimsel işleyişi ve toplumsal işleyişi açıklayamadığı durumlarda devrimci, alternatif bir paradigmanın ortaya çıkacağını ifade etmiştir. Bu noktada yeni devrimci paradigmalar egemen paradigma ile rekabete ve yarışa girerler ve bunun sonucunda yeni alternatif paradigmalar egemen paradigmanın yerine geçerler. Khun'un bu açıklama modeli bu bölümde, çevre toplum ilişkilerindeki değişmeyi açıklamak için kullanılmıştır. İnsan-Çevre İlişkilerinin Tarihsel Evrimi Toplum ve çevre arasındaki ilişkilerini araştıran Lenski (avcı-toplayıcı toplumlar, basit bahçeci toplumlar, gelişmiş bahçeci toplumlar, tarımcı toplumlar ve endüstriyel toplumlar), "güç" ve "ayrıcalığın" güç ilişkilerini, iktidarı ve iş bölümünü açıklayan temel kavramlar olduğunu ifade etmiştir. Her toplumun egemen toplumsal yapıyı meşrulaştırıcı kendine özgü güç ilişkileri ve egemen paradigma yarattığını belirtmiştir. Dolayısıyla her toplum bir egemen toplumsal paradigma yaratır. Egemen toplumsal paradigma toplumsal yaşama ilişkin genel kurallar ortaya koyarken, egemen bilimsel paradigma bilimselliğin genel kurallarını ortaya koyar. Harper (Avcı-toplayıcı toplumlar, tarımcı toplumlar ve endüstriyel toplumlar), her toplum tipinin doğa ile kendine özgü bir ilişki biçimi yarattığını ve toplumun egemen paradigmasının bu ilişki biçimini meşrulaştırdığını ifade eder. Harper'a göre "çevre kavramsallaştırması (çevre algısı), insanların dünyaya ve gerçekliğe ilişkin paylaştığı kültürel inanç sistemlerinin bütünü olan kültürel dünya görüşünün bir parçasıdır. Çevre kavramsallaştırması insanların paylaştığı paradigmaların da bir parçasıdır. Toplumsal paradigmalar toplumun kurumsal yapısını ve değerler sistemini etkilerler. Her toplum birbiriyle mücadele halinde olan paradigmalara sahiptir, fakat bunlardan sadece birisi egemen paradigmadır. Bunun ötesinde Egemen Toplumsal Paradigma (ETP) toplumsal sistemin elitleri tarafından desteklenir ve elitlerin kullanımına uygun etkili bir dünya görüşü ortaya koyar. ETP toplumsal ve kültürel yapının nasıl olması gerektiğini tanımlayarak toplumdaki egemen yapıyı toplumsal ve kültürel olarak meşrulaştırır. Avcı-Toplayıcı Toplumlar Avcı toplayıcı toplumlar günümüzden yaklaşık 40.000 yıl kadar önce ortaya çıkmış, en erken toplum biçimidir. Avcı-toplayıcı toplumlar, yenilebilir yabancı bitkileri toplayarak ve yakın çevrelerindeki hayvanları öldürüp yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Onlar yiyeceklerini Haftalık ya da günlük olarak topladıklarından, uzun süreli olarak saklanabilecek ve ekonomik değere sahip yiyecek biriktirmemişlerdir. "Onların yaşamı (doğayı tanımanın) uzmanlaşmış bilgisinin kültürel olarak birikimine bağlıydı". Onların gündelik yaşantısı basit bir iş bölümüne ve statü rol sistemleri yaş ve cinsiyet temeline dayanırdı. Topluluk üyeleri arasındaki ilişkiler doğrudan ve enformeldi bununla birlikte eşitsizlik ya hiç yok ya da çok sınırlı idi, çünkü bir artı değer birikimi dolayısıyla sömürü söz konusu değildi. Avcı-toplayıcı toplumlarda doğal çevre ile karşılıklı bağımlılık ilişkisi söz konusuydu. Avcı-toplayıcı toplumlarda, toplum üyeleri bir yandan doğa ile karşılıklı ve eşitlik temeline dayalı bir ilişkiye sahip iken diğer yandan toplumun diğer üyeleri ile olan ilişkileri de karşılıklılık ve eşitlik temeline dayanıyordu. Bu doğaya bağımlı olma, avcı-toplayıcı toplumların Egemen Toplumsal Paradigma'sının temelini oluşturmuştur. Onlar, kendilerini doğanın bir parçası olarak düşünmüşlerdir. Onların doğa kavramsallaştırması, kutsal ruhlar tarafından yönetilen vahşi doğa, balta girmemiş ormanlar ve otlaklardan oluşan yaşayan bir doğadır". Avcı-toplayıcı toplumlar, doğa ile bir sömürü ve denetim altına alma ilişkisi değil; karşılıklılık temeline dayalı uyumlu ve dostane bir ilişki biçimi geliştirmişlerdir. Tarımcı Toplumlar İnsanoğlu bitki yetiştirmesini ve hayvanları evcilleştirmesini yaklaşık 10.000 yıl kadar önce öğrenmiştir. Tarımcı toplumların ileri aşamasında, sulama, gübreleme ve insan emeğinin organizasyonu tarımsal üretimi büyük ölçüde arttırmıştır. Evcilleştirilmiş hayvanların çektiği metal pulluk gibi, zamanına göre ileri tarımsal teknolojiler, tarımsal üretimin hızla artmasına ve toplumsal yapı ve organizasyonun kökten bir şekilde değişmesine yol açacak değişiklerin çok önemli bir dönüm noktasını oluşturmuştur. İş bölümü, toplumsal yaşantıda daha önemli bir hale gelmiş ve köylülük temel üretim gücü olarak ortaya çıkmıştır. Buna ek olarak zaanatkarlık tarımsal araç-gerecin üreticileri ve yönetici sınıf, üretim ve artı değerin organizasyonunu gerçekleştiren sınıflar olarak ortaya çıkmışlardır. Sulama, gübreleme ve toprağın işlenmesi gibi tarımsal etkinlikler, doğal çevrenin yapısını ve insanın çevre ile olan ilişkisini değiştirmiştir. Ormanlar ve otlaklar tarım arazilerine dönüştürülmüştür. Bunun ötesinde sulama ve gübreleme toprağın yapısını değiştirmiştir. İnsanoğlunun toprağın ve bitki örtüsünün yapısını değiştirmeye başlaması; doğayı egemenliği altına almaya başlamasını sembolize etmektedir. İnsanoğlunun doğayı egemenliği altına almaya başlaması ise, doğa ile karşılıklı ve eşitlik temeline dayalı ilişkinin ortadan kalkarak, insanın içinde bulunduğu doğal çevreye yabancılaşmasının başlangıcını oluşturmuştur. Tarımcı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte, doğanın insan tarafından sömürülmesine koşut olarak, insanın insan tarafından sömürülmesi süreci de başlamıştır. Tarımcı toplumlar ile avcı-toplayıcı toplumlar arasındaki temel farklar da bu noktada, yani toplumsal eşitsizlik ve doğal çevrenin ve doğal işleyişin yönlendirilmesi ve sömürülmesi noktasında ortaya çıkar. Feodalizmin söz konusu olduğu tarımcı toplumlarda, yönetici sınıflar (Lordlar ve toprak aristokrasisi) köylülerin ürettiği artı değeri toplar ve yönetirlerdi. Bu artı değer birikimi, yönetici sınıflar ile üretici güçler arasında büyük bir eşitsizliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu dönemde ayrıca kentte yaşayanların sayıları da artmıştır. Toplumsal ve çevresel yönlendirme ve sömürü, tarımcı toplumların yükselişlerinin nedenleri olduğu gibi çöküşlerinin de nedenlerini oluşturmuştur. Çevresel kaynakların aşırı kullanımı ve sömürülmesi sonuç olarak uzun vadede tarımsal üretimi düşürürken, köylülüğün sosyo-ekonomik "sömürüsü ve köylü ayaklanmaları ile sonuçlanmıştır. Tarımcı toplumların Egemen Toplumsal Paradigma'sı (ETP) doğanın Kontrolü, yönlendirilmesi ve sömürüsüne dayanıyordu. Tarımcı toplumun ETP'sı insanın doğa üzerindeki egemenliğini ve sömürüsünü meşrulaştırmıştır. "Eğer avcı-toplayıcı toplumların doğa kavramsallaştırması vahşi doğa içinde bir yaşam ise, tarımcılar da halen doğal sistem içinde bir bahçede yaşarlar. Endüstriyel Toplumlar Endüstrileşme üç yüz yıl kadar önce Batı Avrupa'da ortaya çıkmış olan bir olgudur. Endüstrileşme İngiltere'de tekstil endüstrisinin keşfedilmesi gibi bazı anahtar buluşlara dayanır. Buhar makinesinin keşfi, elektrik enerjisi, hidroelektrik enerji ve petrolün enerji kaynağı olarak kullanımının da endüstrileşmeye önemli katkıları olmuştur. Yeni üretim teknolojilerinin icadı ve üretim artışı sonucu ortaya çıkan artı ürünün biriktirilmesi ve organizasyonunu sağlamak, daha merkezi, hiyerarşik ve karmaşık örgütlenmelerin oluşturulmasını gerekli kılmıştır. Üretimin merkezileşmesi ve yeniden organizasyonu insanların günlük yaşantılarını kökten değiştirmiştir. İnsanlar endüstri merkezlerinde toplanmaya başlamışlar ve ilk kez insanların çoğunluğu kentlerde yaşamaya başlamıştır. Kentleşmenin artması ekonomik ve politik bürokratikleşme ile at başı gitmiştir. Üretimin organizasyonu ve artı değerin dağıtımı yeni bir bürokratik organizasyonun ortaya çıkmasını gerektirmiştir: Ulus-devlet. Endüstri çağının endüstrileşmiş Batı Toplumları endüstriyel imparatorluklar kurmuşlar ve bu imparatorluklar yoluyla güçlerini pekiştirmişlerdir. Batı ülkeleri gelişmemiş ülkelerden hammadde ve doğal kaynak ithal etmişler ve bunları mamul madde haline getirerek geriye satmışlardır. Bu bağlamda endüstrileşmenin uluslararası düzeyde yaygınlaşması çevresel sömürü ve etkilerin de yaygınlaşmasına yol açmıştır. Çevresel olarak endüstrileşme, doğal kaynakların tüketilmesi (sömürülmesi) temeline dayanır. Endüstriyel toplumun insan çevre ilişkisindeki yaşamsal değişimin temelini, ucuz fosil yakıtların endüstriyel üretimde kullanılması oluşturur. Endüstrileşme insanoğlunun diğer canlı türleri üzerindeki egemenliğini arttırmış, nadir canlı türlerinin ve doğal çevrenin tahrip edilmesi endüstrileşme ve endüstriyel üretim için kabul edilebilir koşullar olmuştur. Harper endüstriyel toplumun Egemen Toplumsal Paradigmasını şöyle tanımlamıştır: "...eğer tarımcı toplumun çevre kavramsallaştırması insan tarafından üretilmiş, ve belirlenmiş bir bahçe ise, endüstriyel toplumun çevre kavramsallaştırması bunun kökten bir biçimde yaygınlaştırılmış halidir". Endüstriyel toplumda çevre-toplum ilişkilerinin düşünsel ve felsefi temelleri incelendiğinde, endüstrileşmenin doğal kaynakları sınırsızca kullanımı düşüncesi ve doğal kaynakların insan refahı için sınırsızca kullanılabileceği varsayımının temelleri Batı Avrupa'da ortaya çıkmış olan Aydınlanma Düşüncesi ve Pozitivizme kadar gider. Aydınlanma ile birlikte, insanın doğal çevresini egemenliği altına alabileceği ve bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklarla doğal çevresini denetleyip yeniden üretebileceği düşüncesi giderek artan ölçüde "modern" endüstriyel toplumun temel değer ölçütü haline gelmiştir. Endüstriyel toplumun Egemen Toplumsal Paradigması’nın beş temel özelliği şu şekildedir: 1. Doğanın kendisi açısından değerinin küçümsenmesi: Doğal çevre, mal üretimi için kaynak oluşturduğu anlamında değerlidir; insan endüstriyel üretim için çevreyi egemenliği altına alır; ekonomik büyüme çevrenin korunmasında önemlidir. 2. Sadece yakın çevrede bulunanlara değer atfedilmesi: İnsanın dışındaki diğer canlı türleri insan ihtiyaçları için sömürülebilir. Bugünün kuşaklarına, geleceğin kuşaklarından daha fazla özen gösterilir. 3. Zenginliğin en çoklaştırılmasının önemli olduğu ve bunu için gerekli olan risklerin alınabileceği yolundaki varsayım: Bilim ve ileri teknoloji yararlıdır, endüstrileşmenin ortaya çıkardığı riskleri bertaraf edici düzenlemeleri yapmak ve gerekli önlemleri almak yerine, bu düzenlemelerin ve önlemlerin serbest pazar ekonomisi ilişkileri içinde alınması beklenmelidir. 4. Büyümenin fiziksel (gerçek) sınırları olmadığına ilişkin varsayım: Ekonomik, teknolojik ve bilimsel olarak büyümenin sınırları yoktur. Kaynak yetersizliği ve nüfus artışı gibi sorunlar insanın teknolojik buluş yeteneği sayesinde aşılabilir. 5. Modern toplum, modern kültür ve modern politikanın genel olarak iyi olduğuna ilişkin varsayım: İnsanlar tarafından doğaya ciddi bir zarar verilmez. Rekabet ortamının ve demokrasinin birçok toplumsal ve çevresel sorunu çözeceğine inanılır. Görüleceği gibi endüstriyel toplumda yaygın olarak kabul görmüş varsayımlara göre doğanın, insan mutluluğu ve refahı için sınırsızca kullanımı ve sömürülmesi bir gereklilik ve veri olarak kabul edilir. Modern çevreci düşüncenin, endüstriyel toplumun doğal çevreye ilişkin bu temel varsayımlarının eleştirisi noktasından ortaya çıktığı söylenebilir. Modern Çevreciliğin Ortaya Çıkışı Endüstriyel toplumda, insanın insan tarafından sömürülmesi ve doğanın insan tarafından sömürülmesi en üst düzeye ulaşmıştır. Endüstriyel toplumun ETP'si ve bilim, eğitim, ahlak, ve politika gibi temel toplumsal kurumlan doğanın ve doğal kaynakların sömürülmesini destekleyen, özendiren ve meşrulaştıran birer yapı ve içeriğe bürünmüşlerdir. Beck, Eder, Giddens ve Inglehart gibi bazı düşünürler endüstriyel toplumdaki bu yeni aşamayı geç modernizm ya da postmodemizm olarak adlandırmışlardır. Söz konusu düşünürlerin ortaya attığı düşüncelerin ortak yanı, geç modernite ya da postmodernizmin endüstrileşme ve modernleşmeye karşı alternatif bir paradigma ortaya koymakta olduğudur. Çevresel değerlerin dikkate alınması bu yeni dönemin önemli bir özelliğidir. Postmodemizm çağının çevresel temeli "doğaya dönüş olgusu" olarak özetlenebilir ve bu görüş doğa merkezli dünya görüşü olarak adlandırılabilir. Postmodemizm düşüncesi temel olarak, modernleşme düşüncesi ve endüstrileşmenin, insan ile doğal çevresi arasındaki doğal ilişkiyi tamamen yok ederek; insan ile doğal çevresi arasında insan merkezli ve sömürücü bir ilişki ve düşünce sistemi yarattığını savunur. Bu bağlamda ozon tabakasındaki incelme, sera etkisi sonucu küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin azalması nükleer risk gibi çevre sorunları endüstrileşme ve modernleşmenin doğrudan sonuçları olarak değerlendirilmelidir. Postmodemizm, insan ile doğal çevre arasında bir sömürü ilişkisi yerine bütüncül ve saygıya dayalı bir ilişki önerir. BİRİNCİ BÖLÜM EKOLOJİK SORUNLAR, ÇEVRE SORUNLARI, ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ Ekoloji kavramı ve Ekosistem Ekoloji, Alman biyologu Ernest Haeckel tarafından ortaya atılmış bir kavram olup konut ya da ev bilimi olarak ifade edilmektedir. Ekoloji, doğa ve insanlığın doğal dünya ile ilişkisi hakkında “çevre”ye göre daha geniş bir kavrayış getiren ve biyosferin dengesini ve bütünlüğünü amaç olarak gören bir bilimdir. Günümüzde Ekoloji, canlıların çevreleri ile uyum içinde yaşamlarını sürdürmelerini inceleyen bir bilim kolu olarak tanımlanmaktadır. Buradan hareketle ekosistem ile insan ve diğer canlılar bir arada, doğa ile uyum ve denge içinde varlık ve gelişmelerini sürdürmeleri için var olan şartların tamamı olarak tanımlanabilir. Ekosistem, tüm canlıların çevreleriyle dengeli bir biçimde yaşamaları anlamına gelebilir. Bu dengenin bozulması ekolojik dengeye dışarıdan müdahalelerin olması ile olur, bu ise geniş anlamda çevre sorunları dediğimiz sorunların ortaya çıkmasına yol açar. Ekolojinin Bilim Dalı Olarak Gelişmesi ve Çevrebilim Her ne kadar tarihin ilk dönemlerinden beri insan-tabiat ilişkileri, ekolojik denge gibi konular düşünürlerin ilgisini çekse de ekoloji ile ilgili sistemli çalışmalar 19. yy başlamıştır. Lamarck ve Darwin (Lamarck, hayvanların çevresel zorlamalar altında değiştiğini gözlemlemiştir. Lamarck’ın bu buluşu Darwin tarafından geliştirilmiştir). Malthus da kaynakların sonluluğu düşüncesiyle ekolojik düşünceye katkıda bulunmuştur (Malthus’un hesaplarına göre, nüfusun artışı geometrik bir ilerleme yasası ile gerçekleşmekte, bu ise nüfusun 25 yılda bir kat artmasına yol açmaktadır. Oysa doğal kaynakların artışı aritmetik bir ilerlemeye tabi olmakta, daha ağır bir hızla artmaktadır. Bunun sonucu olarak da dünyaya gelen insan, beslenememek sorunuyla karşı karşıyadır). Ekoloji sözcüğü 1869 yılında Haeckel tarafından türetilmiştir. Önceleri genellikle bitki ve hayvan ekolojisi olarak gelişen bu bilim, günümüzde çevre ve insanı da içermektedir. Ekosistem kavramı da aynı yüzyılda gelişmiştir. Çevre Webster Sözlüğü çevreyi, bir organizmanın yaşama ve gelişmesi için etkileyen tüm dış faktörler toplamı olarak tanımlamaktadır. Canlı varlıkların, hayati bağlarla bağlı oldukları, etkiledikleri ve etkilendikleri mekân birimlerine o canlının veya canlılar topluluğunun yaşam ortamı veya çevre denir. Çevre, canlıları, özellikle de insanı etkileyen ve ondan etkilenen dış şartların tamamıdır. Toplumbilimciler de çevreyi, bir bireyin bir toplumsal kümenin veya bir toplumun biyolojik, toplumsal, kültürel yaşamını etkileyecek dış şartların tamamı olarak tanımlamaktadır. Çevre fiziksel ve toplumsal çevre o.ü. ikiye ayrılır. Fiziksel çevre, insanın yaşadığı, varlığını ve diğer canlı ve cansız türlerle ilişkilerini algıladığı ortama denir. Fiziksel çevre de doğal ve yapay o.ü. ikiye ayrılır. Doğal çevre, insan müdahalesi olmadığı için değişikliğe uğramamış çevre olarak tanımlanırken, yapay çevre, insanlığın varoluşundan beri gelişen bir süreç içinde müdahalesi ile oluşturduğu çevreye denilmektedir. Toplumsal çevre, insanın, belirli bir dönemde bulunduğu fiziksel çevre içinde oluşturduğu toplumsal, siyasi ve ekonomik ilişkilerin tümüdür. Mekân Açısından Çevre Kavramı Mekân açısından çevre, yerleşim yerinin özelliğine göre, kırsal ve kentsel olarak tanımlanabilir. Ayrıca yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası ya da küresel olarak değişik ölçeklerde tanımlanabilir. Çevre hangi boyutta ele alınırsa alınsın, her boyut birbiri ile çok sıkı ve bazen de karmaşık ilişkiler içerisindedir. Çevre Sorunları Ekolojik sistem ya da ekosistemi canlılarla bir arada ve uyum içinde gelişmeleri ve varlıklarını sürdürmeleri için gerekli şartlar bütünü olarak tanımlarsak, bu dengenin bozulmasını da ekosistemin bozulması olarak alabiliriz. Sanayi devrimi insanın doğaya müdahale ederek doğal dengeyi bozma imkânlarını ve şartlarını hazırlamıştır. Ve bu süreçte ekolojik denge insan tarafından tahrip edilmeye, bozulmaya hatta canlılar için tehlike olmaya başlamıştır. Bu açıdan çevre sorunlarını tanımlarsak, insanların sonradan oluşturduğu çevrenin doğal çevreye etkileri ile yapay çevrede var olan olumsuzluklar ve her iki çevrede görülen sorunlar olarak tanımlarız. Dünyamızın ve doğal yaşam ortamlarımızın karşı karşıya kaldığı başlıca sorunlar şe şekilde özetlenebilir: - Doğal varlıkların (su, hava, toprak, orman) hızla kirletilmesi, yok edilmesi - Çarpık ve düzensiz kentleşme - Çevre dostu olmayan teknolojiler kullanan sanayiden kaynaklanan sorunlar - Sanayileşme, enerji ve madencilik alanlarında uygulanan yanlış politikalar - Sanayi yer seçimi, enerji üretimi ve madenlerin işletiminde, doğal varlıkların ve yaşamın göz ardı edilmesi - Doğal kaynaklar (yer altı ve yer üstü zenginlikleri, madenler, petrol vb.) üzerinde baskının artması, bu kaynakların hızla tüketilmesi ve söz konusu kaynakların yönetimi sürecinde oluşan çevresel sorunlar - Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, iklim değişikliği - Atık sorunu; çöplerin gerek içerik gerekse de miktar olarak büyük sorun oluşturması - Çevresel sorunlara bağlı ve yaşam kalitesinin bozulmasından kaynaklanan sağlık sorunları, kanser ve benzeri hastalıkların artması ÇEVRE SORUNLARININ SEBEPLERİ Çevre sorunlarının en temel sebebi ekolojik sistemin bozulması, ekosistemin dış etkilerle olumsuzluklar ortaya çıkarmasıdır. Ekosistemin dengesini bozan sebeplerden biri ve en önemlisinin sanayileşme ve sonucunda ortaya çıkan sanayi toplumu olduğu iddia edilir. “Önceleri sınırsız ve bedelsiz” kabul edilen tabiatın sürekli kâr amacıyla kullanımı, çevre sorunlarının en büyük göstergesidir. Nüfus Dünya nüfusu 18. yy’dan itibaren hızlı artış göstermeye başlamıştır. Milattan 8000 yıl önce dünya nüfusu 5 milyon civarında olduğu sanılmaktadır. Sanayi devrimi ile tarımsal alandaki gelişmeler nüfus artışında etkili olurken 1950 sonrası, gelişmiş ülkelerde nüfus artışı kısmen durmuş ve azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde nüfus artışı hızlanmıştır. Dünya nüfusunun hızlı artışına karşılık olarak doğal kaynaklar sınırlı kalmakta, hatta giderek azalmaktadır. BM tahminlerine göre, 2050 yılında dünya nüfusu 9,7 milyar, 2100 yılında ise 11,1 milyar olacak. Dünya nüfusu 1804 yılında 1 milyara, 1927 yılında 2 milyara ve 1959 yılında 3 milyara yükselmişti. Nüfus artışında en önemli faktörler ortalama yaşam süresinin artması ve çocuk ölümlerinin azalması, tıp dünyasında yaşanan gelişmeler de insanların daha uzun yaşamasına olanak sağlamaktadır. Nüfus artışının, var olan ekonomik sistemlerin ve üretim ilişkilerinin oluşturduğu en çarpıcı sorunlar üç ana başlıkta toplanabilir: - Açlık - Barınma - Yoksulluk Günümüzde 8 milyara (7.819.567.00) yaklaşan dünya nüfusunun iyimser bir kestirimle 1,5 milyarı dengeli beslenmekte, geri kalanının bir bölümü fizyolojik olarak karnını doyurmakta, önemli bir bölümü de açlıkla karşı karşıya bulunmaktadır. Dünya nüfus artışının özelliklerinde birisi de hızlı bir kentleşmeyi ortaya çıkarmasıdır. Nüfusla ilgili 1974’te Bükreş’te Dünya Nüfus Konferansı, 1984’de Mexico City Uluslararası Nüfus Konferansı ve 1994’de de Kahire’de Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansları ile nüfus sorunlarının tartışıldığı, sürekli büyümeyi ve kalkınmayı gerçekleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Paul Ehrlich 1972’de yayınladığı “Nüfus Bombası” adlı kitapçıkta, nüfusun gıda üretiminden daha hızlı arttığı, dünyanın yarısından fazlasının aç olduğu ve çoğunun da açlıktan öldüğü, tüm ülkelerin endüstrileşemeyeceği, gelişmiş ülkelerin azgelişmişleri besleyemeyeceği, azgelişmişlere ancak nüfus kontrolü amacıyla yardım edilebileceğini varsaymıştır. Ülkelerin büyük bir kısmının endüstrileşemeyeceğini söyledikten sonra, onlara endüstrileşmeleri ve gelişmeleri için yardım yapmanın savurganlık olacağını belirtmiştir. Aynı şekilde Paddock kardeşler de nüfus sorununu çözemeyen ülkelere yardımın tam anlamıyla kayıp olduğunu belirtmişlerdir. Sanayileşme Günümüz anlamında çevre sorunlarının ortaya çıkışı sanayileşme ile olmuştur. Çünkü insan, ilk defa sanayi devrimi ile tabiata hâkim olmaya başlamıştır. Schumacher, “Çağdaş insan kendini doğanın bir parçası olarak değil, yazgısı onu egemenliğine almak ve yenmek olan bir güç olarak hissetmektedir. Hatta doğayla savaştan bile söz etmektedir; oysa savaşı kazanacak olursa kendisi de yenik düşen tarafta bulacağını unutmaktadır.” der. Sanayi Devriminin olumsuz sonuçlarından biri de kaynakların tükenmesi olmuştur. Önceleri bedava ve sınırsız kabul edilen tabiat, günümüzde sınırlı bir sermayeye dönüşmüştür. Sanayi devrimi ve teknolojik gelişmenin getirdiği faydaların yanında kaynakların tüketilmesi (fosil yakıtlar gibi), mal ve hizmet üretim biçiminin değişmesi (liberal ekonomiye göre mal ve hizmet üretimi bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılır. Halbuki işleyen iktisadi süreçte, bireyin tercihi zorla değiştirilmekte, mevcut iktisat anlayışları hızlı büyüme uğruna tüketim toplumu oluşturmaktadır) ve petro-kimya sanayi ve nükleer üretimler gibi zararları da bulunmaktadır. Moda bunun göstergelerinden biridir. İnsanlığın gelişim sürecinde öncelikle sanayileşme tarım topraklarını hızla yok etmiştir. Peşinden sanayi ürünlerinin atıkları ve fabrika atıkları büyük su kirliliği ortaya çıkarmış ve su ürünlerinin yok olması ile karşı karşıya kalınmıştır. Büyük şehirlerin tamamı hava kirliliği başta o.ü. pek çok soruna boğulmuştur. Sanayileşme ile bağlantılı pek çok sorun insanlığı tehdit etmeye başlamıştır. Kentleşme Sanayi devrimi ile hızlanan ve önceleri sanayileşmiş ülkelerde, daha sonra da bütün dünyada hızla büyüyen kentler, büyük sorun alanları ortaya çıkarmıştır. 2007 yılında ilk kez dünyadaki kentli nüfus oranı kırsal nüfus oranını geçmiştir. 2016 yılı itibariyle dünyada kentli nüfus oranı %54,48 iken, kırsal nüfus oranı %45,52 olarak gerçekleşmiştir. Gelişmiş bölgelerde kentli nüfus oranı %78, az gelişmiş bölgelerde %48,4 olarak gerçekleşmiştir (Afrika %40, Asya %47,5, Avrupa %73,4, Latin Amerika ve Karayipler %79,5, Kuzey Amerika %81,5, Avustralya ve Adalar %70,8). Ancak nüfus artışına paralel olarak az gelişmiş ülkelerde hızlı bir kentleşme de görülmektedir. Bu ülke kentlerinde büyüme oranı çok hızlı olmaktadır. Bu durum ise kaynakların yetersizliği dışındaki çevre sorunlarının da ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Mevcut kentleşme politikaları ve kentler, merkezi devletin, sanayi kapitalizmin, kitle üretimi ve dağıtımının kontrolü noktasında zorunlu hale gelmiş yerleşmelerdir. Bu süreç devam ettiği sürece kentleşme de çevre sorunlarının temel sebeplerinden biri olmaya devam edecektir (Bağımlı kentleşmenin olduğu kentlerin hızla büyümesi sorunu). Uluslararası sermayenin sınır tanımaz tavrı, kentlerin, ülke planlarından bağımsız gelişmesine yol açarken, kentlerde bir taraftan dünya ile entegre olan kesimler, diğer taraftan da sürekli içe kapanan, fakirleşen ve marjinalleşen gruplar oluşturmaktadır. Bu gelişme kentlerdeki sosyal-kültürel sorunları büyük ölçüde artıracaktır. Kentin büyük bir nüfus kitlesini barındırması dolayısıyla, tabii çevreyi doğrudan olumsuz etkileyen bir yapısı vardır. Özellikle tarım topraklarının yerleşmeye açılması, kırsal bölgelerin ve tabii kaynak açısından zengin yerlerin konut ve benzeri amaçlarla bozulması, çevre sorunları olarak büyük olumsuzluklar ortaya çıkarmaktadır. Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kent büyümesi, gecekondulaşma ve sefalet yuvalarını da beraberinde getirdiği için büyük kültürel sorunlar da ortaya çıkarmaktadır. Turizm Turizm geleceği genel olarak çevreye bağlıdır. Fakat turizmin mevcut algılanış biçimi ekolojik dengenin bozulmasına dahi yol açabilmektedir. Genel olarak turizm, deniz ve göl kıyılarının yeşil alanların tahribi, su kaynaklarının kirlenmesi, yaşamın tehdit edilmesi, yığılma ve aşırı kalabalıklaşma, tarım arazisi ve ormanların tahribi, yerel kültürlerin tahribi gibi ciddi sorunları ortaya çıkarır. İktisadi, sosyal, kültürel pek çok faydası olan bu olgunun doğal ve tarihsel zenginliklerinin yok edilmesinden kıyı bölgelerinde deniz ve kıyılarının tahrip edilmesine kadar pek çok soruna sebep olduğu bilinmektedir. Kıyı bölgelerinde turizm sebebiyle nüfusun yoğunlaşması, atıkların artması, yerleşim alanı açmak için ormanların yakılması gibi sebeplerle, Türkiye kıyı şeridinde deniz suları, canlıların yaşayamayacağı hale gelmiştir. İKİNCİ BÖLÜM DÜNYADA VE TÜRKİYEDE ÇEVRE SORUNLARININ GÖRÜNÜMÜ Ekolojik ve çevresel sorunlar bir tarihsel-bilimsel-zihinsel dönüşümün sonucunda kurulan dünyadan kaynaklanan sorunlardır. Dolayısıyla çevre sorunları, kirlenme boyutuyla, belirtilen dönüşümlerden farklı olarak incelenemez. Hatta daha açık bir ifade ile çevre sorunları, “modern bilimin ve uygulamalarının yol açtığı sorunlar” kategorisinde incelenmektedir. C. Taylor (Modernliğin sonucu olarak bireyciliğin, “araçsal aklın” ve onların ürettikleri kurumların çağdaş toplumun ana sorunlarının sebepleri olduğunu söyler.), Capra, Boockhin çevre sorunlarını bilimsel-zihinsel dönüşümde aramışlardır. AYDINLANMAYA KADAR OLAN DÖNEMDE TEKNOLOJİ-DOĞA-İNSAN İLİŞKİSİ Organik Toplum Anlayışı ve Ekoloji Aristo, doğayı eninde sonunda “içkin doğalarınca kendilerine özgü amaçlarla yöneltilmiş yetilerden ya da gelişme güçlerinden meydana gelmiş bir sistem” şeklinde tanımlarken, Epikürizm (hayatın anlamı mutlu olmak ve hazzı yakalamaktır), insanın iç huzuruyla uğraşmış; Stoa Okulu (insanın temel amacı mutluluktur), doğa yasalarının ilkelerinin değişmezliğinden bahsetmiştir. Orta Çağ’da Müslümanlık ve Hıristiyanlık, organik dünya görüşünün yerleşmesinde son derece önemli işlev görmüşlerdir. Aydınlanma öncesinde bilgi üretimi, akla ve inanca dayalı olup, bilginin amacı, tabiat olaylarını açıklamaktan ibaretti. Bilim tabiatı dönüştürmek ve tabiata hakim olmak gibi bir amaç taşımamaktaydı. BİLİMSEL DEVRİM-AYDINLANMA VE MODERNİTE Orta çağın organik dünya görüşü 17. yy.dan itibaren yerini mekanik anlayışa bıraktı. Ekosistemdeki bozulma veya ekolojik dengeye müdahale bir dönemden sonra daha sistemli bir biçimde gerçekleşmiştir. 16. ve 17. yüzyıllarda organik dünya anlayışının yerini alan mekanik dünya anlayışıdır. 16.yydan itibaren bilimsel alanda yaşanan hızlı değişmeler hayatın her alanına nüfuz etmeye başlar. Galileo, Bacon (tümevarım), Descartes (şüphecilik, analitik yöntem ve tümdengelim) ve Newton (gözlemle başlayan bilimsel metot matematiksel bir anlam kazanır). Bilim dinden tamamen kopar ve hâkimiyeti eline geçiren kartezyen düşünce biçimi insan-tabiat ilişkilerindeki daha sonraki dönemlerde temel belirleyici olur. Mekanik sistem tarzındaki Kartezyen evren anlayışı tabiatın işletilmesi ve sömürülmesi için bir dayanak temin etti. Bu süreçte “fayda” temel ilke ve hedef olarak “başat” olunca, insanın görevi dünya nimetlerini sömürerek yaşamak olarak algılanmıştır. Bilimsel devrim, Ortaçağ sonuna kadar hâkim olan organik dünya anlayışını ve onun kainat tasarımını toptan değiştirerek kainatın sömürülmesi sürecine katkı sunmuştur. Aklın Aydınlanması, Modernite ve Ekolojik Denge Antony Giddens, modernliğin tek bir değişim ekseninden kaynaklanmayan bir durum olduğunu belirterek modernliği şekillendiren 4 temel kurumsal boyuttan bahseder: 1) kapitalizm ve sermaye birikimi, 2) endüstriyalizm ya da doğanın dönüştürülmesi ve yapay çevrenin gelişimi, 3) gözetleme (siyasal alanda etkinliklerin ve enformasyonun kontrolü), 4) savaşın sanayileşmesi çerçevesinde şiddet amaçlarının kontrolü. Bu süreçler doğru kavranıldığında, ekolojik sorunların bu boyutlara gelmesinin sebepleri kısmi de olsa kavranabilir. Modern toplumda akıl sadece teknolojik ilerlemenin yönünü tayin eden değil, aynı zamanda insanların ve nesnelerin yönetimini de elinde bulunduran bir araç haline gelir. Organik dünya anlayışının aksine, toplumsal yaşamın bütün alanları giderek farklılaşır. Modernite, yeni toplum, devlet, ekonomi anlayışı da getirmiştir. Bookchin (organik toplum görüşünün hiyerarşinin ortaya çıkışı ile birlikte yerini mekanik dünya görüşüne ve sınıflı, devletin egemen olduğu, bireyin kaybolduğu bir yapıya bıraktığı), Hobbes, Locke (doğa, mülk sahipliğinin kaynağıdır. Bu doğa yasaları mülkiyet hakkını olduğu kadar bütün bireylerin özgürlük ve eşitliğini de içerir), Montesquieu (insanın doğayı istediği gibi biçimlendirmekte özgür olduğu düşüncesi) gibi aydınlanma düşünürlerine göre modernite bireyciliği ortaya çıkarmıştır. Bireycilik, insanın kozmik dünyanın bir parçası olduğu düşüncesinin kayboluşunu sağlarken, birey kendi egosu ve menfaatleri için, toplumun ve gelecek kuşakların çıkarlarını düşünmemiştir. Modernite, sanayileşme ve iktisadi gelişmeyi bir evrensel form haline getirerek, tüm insanlık için ‘olmazsa olmazlaştırmıştır’. Bazı düşünürler çevreyi tahrip sorununun teknolojide olmayıp onu kullananlar da ve teknolojinin kullanılış biçiminde olduğunu belirtmektedir. Hatta teknolojinin ekolojik sorunların çözümünde önemli bir işlev göreceğini belirtmektedirler. İktisadi Düşüncenin Değişimi ve Çevre Teknolojik gelişme ve sanayileşmenin daha az maliyetle daha çok üretmek amacına hizmet etmek için kurgulanmasının, tabiatın yağmalanmasında önemli bir fonksiyon icra ettiği günümüzde kabul edilmektedir. Kâr ve büyüme amacıyla hareket eden iktisadi anlayışta, sınırsız kabul edilen doğa hızlı şekilde tüketilmeye başlamıştır. Aydınlanma öncesinde iktisadi zihniyet insanın maddi kaygılardan uzak olmasına önem veren, daha çok yaratıcının rızasını kazanmak ve başkalarının hakkını gözetmek esasına dayanıyordu. 18. yüzyılda emek, toprak gibi değerlerin “meta” olarak kabul edilmeye, endüstri üretim tarzıyla birlikte bunların hızlı biçimde dönüşmeye başlayarak doğal kaynakları tüketmiştir. Merkantilistlere göre zenginliğin kaynağı altındır. Ülke içinde altını çoğaltmak ve yabancı ülkelerden altın getirmek en önemli zenginlik kaynağıdır. Ancak merkantilistler bir ülkenin zenginleşmesinin başka bir ülkeyi fakirleştireceği gerçeğine dikkat etmemişlerdir. Fizyokratlar’a göre, toprak bir doğal kaynak olarak zenginliğin simgesi haline gelmiştir. Bu düşünceyle Fizyokratlar kısmen de olsa ekolojik düşüncenin temellerini atmışlardır. Adam Smith ‘Milletlerin Zenginliği’ ile zenginlik insan emeği ve doğal kaynaklardır demiş, ancak doğal kaynakları sınırsız addetmiştir ve kaynakların sonu olduğu gerçeğini dikkate almamıştır. Locke, önemli olanın bireylerin zenginliği, mülkiyet sahibi olmaları ve bu mülkiyeti çoğaltmaları olduğunu ve bunu sağlamanın da devletin görevi olduğunu belirtmiştir. Bacon’dan başlayarak oluşan bütün dünya görüşlerinde temel amaç tabiata hâkim olmak, mümkün olduğu kadar servet edinmek ve ne pahasına olursa olsun büyümek olmuştur. Büyümeye yönelik çabalar, üretimi sürekli kılmayı zorunlu hale getirmiştir. Pazar için yapılan üretimde, tüketim son derece önemli bir alandır. Tüketimin devamı için reklam önemlidir. Üretim ve tüketim süreci hızlı enerji tüketimini zorunlu hale getirirken, kaynakların giderek tüketilmesi ve her türlü atık bir çevre sorunu olarak karşımıza çıkar. Devlet Anlayışındaki Değişimler ve Çevre İşbölümü ve uzmanlaşmanın zorunlu sonuçlarından biri kitle iletişimi ise diğeri de mülkiyetin koruyucusu olan devletin yeniden örgütlenmesidir. Devletin hantal ve antidemokratik örgütlenmesi ekoloji sorunlara yol açtı demek insafsızlık olmaz. Demokratikleşme süreci öncesinde Batının sanayi devleti başat rol oynarken, Doğu Bloğunun kapsayıcı devleti altında günümüzün en kirli ülkeleri oluşturulmuştur. Araçlar amaç haline geldikçe, amaçlar makinelere indirgenmiş ve insan bu makinelerin kontrolü altına girmiştir. İnsan ve Toplum Anlayışında Değişimler Aydınlanma, fert ve toplum hakkındaki birey başta olmak üzere pek çok anlayışı değiştirmiştir. Zamanla insan, tabiatın denetimini üstlenen bir varlık haline gelirken, aynı zamanda üretim aracına da dönüşmüştür. İnsan diğer canlılardan farklı olarak, tabiatın tahakkümünden çıkmak isterken teknoloji, hiyararşi vb. gibi şeylerin tahakkümüne girmiştir. Toplum giderek teknokratlaşmıştır. (Marx, yabancılaşma) ÇEVRE SORUNLARININ GENEL OLARAK GÖRÜNÜMÜ Dünyada 1970’li yıllarda Roma Kulübü önderliğinde hazırlanan “Dönüm Noktasında İnsanlık” ve “Ekonomik Büyümenin Sınırları” raporlarında belirtildiği gibi bir büyük felaketle 50 yıl geçtiği halde karşılaşılmasa da raporlar doğrultusunda önemli olumsuzlukların yaşandığı bilinmektedir. Başta bazı canlı türlerinin hızla yok olması o.ü., verimli toprak ve arazi parçalarının çölleşmesi, Avrupa ve Amerika’yı tehdit eden asit yağmurları, “sera etkisi”, enerji krizi, radyoaktif maddelerin yaygınlaşması ve getirdiği hastalıklar, sürekli artarak insanlığı olumsuz biçimde etkilemektedir. Bu etkilenme sadece kirlenmeye sebep olan ülkelerle sınırlı kalmamakta, bütün gezegeni tehdit etmektedir. İnsanlık ve gezegenimiz için birbiriyle bağlantılı dört temel faktör ve tehlike olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar; kitle imhasına yol açacak dünya savaşları, aşırı nüfus, kirlenme, canlı türleri ve tabi kaynakların tükenmesidir. Bugün dünyanın karşılaştığı çevre krizi global ölçekte olup dünyanın varoluşundan bu yana hiçbir zaman tek etkenli olmamıştır ve çevresel problemler oran ve yoğunluk olarak kısa zamanda geometrik bir biçimde artmıştır. Ekosistem, Türler ve Doğal Kaynakların Yok Oluşu Doğal denge, evrende canlı ve cansız varlıkların bir arada birbirleriyle ilişkili bir şekilde bulunmaları fikrine dayanır. Doğada var olan her şey birbirleriyle ilişkilidir ve birinin diğerine göre önemleri ve fonksiyonları aynıdır. Ormanlar, bitkiler, dağlar, ovalar, atmosfer, gezegenler, hayvanlar ve bu arada insan bir bütünlük içinde ve birbirleri ile uyumlu bir şekilde varlıklarını sürdürürler. Bu varlıklardan birinin yok olması genel dengeyi etkiler. (Belli bir ülkeye, bölgeye ya da yöreye özgü bitki örtüsü flora, yabanıl hayvan topluluğu da fauna olarak adlandırılır. Yeryüzünün yalnızca belli bir bölgesinde yetişebilen bitkilere endemik bitki, hayvanlara endemik hayvan denir.) Ekolojik dengenin en az tartışılan ama en temel alanlarından biri tabiattaki bazı türlerin yok olması, bazı kaynakların tükenmesi ve giderek ekosistemi oluşturan unsurların yok olmasıdır. Bilindiği üzere, türler son yıllarda hızla yok edilmektedir. Nüfus artışı, kentleşme, tarımda gübre kullanımı, sanayi çıktısının türleri yok eden süreçleri doğurduğu düşünülürse türlerin yok olması sürecinin giderek hızlanacağı söylenebilir. Diğer taraftan yenilenemez kaynakların da hızla tükendiği son yılların en çok tartışılan konularından biri olmuştur. Madenlerin çoğunun önümüzdeki birkaç on yıl içinde tükeneceği varsayımları da bulunmaktadır. 2024 hesaplamasına göre Dünya Limit Aşım Günü 1 Ağustos, Türkiye için ise 22 Haziran olarak hesaplanmıştır (GFN, 2024; WWF, 2024). Yani tüm dünya ülkeleri, ülkemizdekiler gibi bir tüketim anlayışında olsalardı, dünya kaynaklarını 22 Haziran’da tüketecek ve geri kalan yaklaşık 5 ayda gelecek yılın kaynakları kullanılacaktı. 1970’ler öncesinde bu tarihler Aralık aylarına denk gelirken, nüfus artışı, beraberindeki aşırı tüketim ve çevresel zararlar neticesinde her geçen yıl bu tarih birkaç gün daha öne gelmektedir. Ekolojik Ayak İzi Ekolojik ayak izi kavramı ilk kez Wackernagel ve Rees tarafından 1996 yılında ortaya atılmış ve insanoğlunun sürekli doğadan alarak ve geriye atıklarını bırakarak daha ne kadar süre daha dayanabileceğini ve doğal kaynakların bu duruma ne kadar yeteceğini bulmak amaçlanmıştır. Ekolojik ayak izi, insan faaliyetlerinin doğanın kaynaklarını ne kadar çabuk tükettiğini ölçer ve genellikle biyolojik kapasite ile doğanın yeniden yenileme kapasitesini bize sunar. Ekolojik ayak izi, belirli bir nüfusun bulundukları doğa için yükünü hesaplamak için oluşturulmuştur.. Besin elde etmek, kaynak üretmek, enerji üretmek, atıkları yok etmek ve fosil yakıtların kullanımıyla artan karbondioksit miktarını fotosentez yoluyla azaltmak için ekolojik ayak izi ölçümleri önemli görülür (Keleş vd, 2008). Birkaç örnek verilirse, günde bir ekmek (300 g) tüketen kişinin, yılda yiyeceği 120 kilogram ekmek için ne kadar alana tahıl ekimi yapılması gereklidir; giydiği elbiselerindeki pamuk için ne kadar alana pamuk ekilmelidir; içtiği su ne kadar alandan temin edilmektedir, gibi… 2010 yılında yapılan hesaplamalarda insanlar tükettiği kaynakları yeniden sağlamak ve oluşturduğu atıkları bertaraf etmek için yaklaşık 1,5 dünya eş değerini kullanmakta olduğu tespit edilmiştir. Bu durum 1 yılda kullandığımız kaynakları dünyanın 1,5 yılda tekrar oluşturabildiğini ifade eder. Bu şekliyle sürmesi hâlinde ise 2050 yılında ihtiyaçlarımızı karşılamak için 3 dünyaya gerek duyulacağı tahmin edilmektedir. Çevre Sorunları (Çevre Kirliliği) İnsanlığın karşılaştığı çevre sorunları hava, su ve toprak olarak belirtilir. Hava kirlenmesi, havanın gerek insan gerekse tabiata zarar verecek hale gelmesidir. Hava %78,09 oranında hitrojen, %20,95 oranında oksijen, %0,3 oranında karbondioksit, çok az miktarda diğer gazlardan oluşmaktadır. Kirlenme bu dengenin bozulmasıdır. İnsanda huzur bozucu etki meydana getiren, tahriş eden, hatta kansere sebep olan hava kirlenmesi özellikle sanayi devriminden sonra enerji üretiminin yoğunlaşması ile artmıştır. 1952 yılından Londra’da meydana gelen hava kirliliği buna örnektir. Londra’da sanayi kirliliğinden, özellikle duman, kükürt dioksit ve partikül fazlalığı dolayısıyla 4000 kişi hayatını kaybetmiştir. Hava kirliliğinin nedenleri olarak kentleşme (ısıtma, trafik), endüstrileşme temel etken olarak karşımıza çıkar. Hava kirliliğinin denetimini Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Avrupa Birliği gibi kuruluşlar standartlar belirleyerek yapmaktadır. Kirlilik yayan kuruluşlar kirletme özelliklerine göre sınıflandırılır, kirletme niteliği yüksek olan kuruluşların faaliyetleri izne bağlanır, havaya atacakları su buharı, toz, duman katı maddeciklerden oluşan zararlara (Emisyon) sınırlamalar getirilir. Hava kirliliğinin insan sağlığına, doğaya (iklime (kirli hava katmanı, morötesi ışınların kaybı ve buna bağlı olarak gün ışığının azalması), hayvan ve bitki topluluklarına, yapılara ve maddelere ve küresel olarak etkileri (atmosferdeki karbondioksit birikiminin artması sonucu sera etkisi olarak anılan dünyanın ısınması, ozon tabakasının incelmesiyle morötesi ışınlarının zararının gözlenmesi) zararlı etkileri vardır. Klasik kirliliklerden biri de toprak kirliliğidir. 500 milyon kilometrekareden fazla bir alanı kapsayan dünyanın yaklaşık olarak %70’i sularla kaplıyken %30’u karadır. Karaların ise %20’si çöllerden ve buzullardan oluşmaktadır. Genellikle ilaçlama, gübreleme, sanayi atıklarının karışımı ve erozyon gibi sebeplerden dolayı ortaya çıkan toprak kirlenmesi, nüfusun artması ve yeni besin kaynaklarına ihtiyaç dolayısıyla oldukça önemli bir çevre problemidir. Tarımda verimliliği olumsuz etkileyen bitki hastalıkları, zararlı böcekler ve yaban otlarına karşı kullanılan tarımsal mücadele ilaçları (pestisid) zehirli kimyasal maddelerdir. Kullanılan pestisidin türü ve miktarı büyük önem taşır. Çünkü bu kimyasal maddelerin büyük bir kısmı toprakta bozulmadan uzun süre kalabilir ve yeni kirlenmeler (kontaminasyon) oluşturabilir. Yanlış ve aşırı pestisid kullanımı toprağı kirletmekte ve zehirli maddelerin besin zincirine taşınmasına neden olmaktadır. Ayrıca erozyonla taşınan topraklar verimli toprakların üzerine yığılarak bu alanların üretkenliğini azaltabilir. Bu tür kirlenmeye sediment kirlilik denir. Klasik kirlenme çeşitlerinden birisi de suların kirlenmesidir. Su kirliliği, su kaynaklarının kullanmasını bozacak veya zarar verme derecesinde kalitesini düşürecek şekilde suyun içerisine organik, inorganik, radyoaktif veya biyolojik herhangi bir maddenin karışması şeklinde tanımlanır. Kirlenme ya da doğal etkilerle suyun doğal dengesinin bozulması, kentsel, endüstriyel, tarımsal ya da doğal etkilerle ortaya çıkmaktadır. Sulardaki kirlenme su hayatını ve sudaki canlıları etkileyerek onların yok olmasına sebep olmakta ve sulamada kullanıldığında verimi düşürücü etki yapmaktadır. Deniz ve kıyı kirlenmesini de peşinden getiren bu kirlenme turizm ve benzeri olguları da olumsuz etkileyebilir (ötrafikasyon, su ortamına bırakılan atıklarla suya aşırı organik madde karışması, besin zenginliği sonucunda bazı su yosunlarının oksijeni tüketmesidir. Tarım arazilerinin üst katmanı fosfor gibi besin maddeleri açısından oldukça zengindir. Aşınım sırasında bu besin maddeleri sedimentlerle karışarak su kaynaklarına akmaktadır. Su kaynaklarına karışan yüksek miktardaki zengin besin maddeleri bazı yosun türlerini çoğaltmakta, erimiş oksijen tüketimini artırarak diğer bitki ve hayvan türlerinin yaşamını engellemektedir. Mineralizasyon, suya bırakılan organik kirleticiler, suda bulunan bakterilerin ve erimiş oksijenin etkisiyle biyokimyasal ayrışmaya uğraması. Ancak kirletici türlerinin giderek artması, kirleticinin özyapısının değişmesi, nüfus yığılmaları ile kullanılan kirletici miktarının yükselmesi, mineralizasyonu etkisiz duruma getirmiştir.) Kuraklık, Çölleşme ve Açlık Fosil yakıtların yanması, bitki örtüsünün yok oluşu, hızlı kentleşme gibi süreçler ve oluşumlar giderek iklim değişikliklerine yol açmaktadır. Bu değişikliğin giderek “sera etkisi”ne yol açacağı ve durumun insanlık ve ekosistem için felaket olacağı belirtilmektedir. Sera Etkisi, dünyanın bazı bölgelerinde veya tamamında görülen bir global ısınma olup, bu sebeple tabii çevrenin hızla tahribini yaygınlaştırmaktadır. Bugün dünyanın hızla ısındığı iddiaları giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyanın ısısının birkaç derece artmasının büyük felaketler getireceği bilinmektedir. Günümüzde insanların ürettiği besin insanlık tarihinde daha önce rastlanmadığı kadar çoğalmıştır. 1985 yılında kişi başına yaklaşık 500 kg tahıl ve bitki kökü üretilmiştir. Bu bolluğa rağmen dünyada 720 milyon civarında insan yeterince gıda alamamış, milyonlarca insan açlıktan ölmüştür. Tarım topraklarının yok edilişi, tarımdaki kimyasal madde kullanımı, ormanların tahribi ve iklim dengesinin bozulması mevcut gıda üretimini önümüzdeki yıllarda düşürecektir. Çölleşme, kurak, yarı kurak ve az yağışlı alanlarda iklim değişiklikleri ve insan faaliyetleri de dâhil olmak üzere, çeşitli etmenlerden kaynaklanan toprak bozulmasıdır. Toprağın aşırı kullanımı, aşırı otlatma, sağlıksız sulama yöntemleri, ormanların tahribi ve özellikle son yıllarda ekolojik dengenin bozulmasıyla gerçekleşen iklim değişikliği, çölleşmeye yol açan en önemli etkenlerdir. Çölleşme ve kuraklık sorunları küresel bir nitelik taşımakta ve dünyanın bütün bölgelerini etkilemektedir. Bu nedenle çölleşme ile mücadele etmek ve kuraklığın etkilerini hafifletmek için uluslararası eylem gerekmektedir. Dünya topraklarının %6’sının çölleşmiş olması, %29’unun ise az, orta veya yüksek düzeyde çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olması geleceğin büyük felaketlerinden biridir. Dünyada açlık çeken ülkelerin hemen hemen tamamının azgelişmiş bölgelerde olduğu bilinmektedir. Genellikle Afrika, Asya ve bir kısım da Latin Amerika ülkeleri sık sık yaşanan kıtlık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dünyada gelişmekte olan ülkelerin %25’i beslenme sınırı olan 2000 kaloriden daha az besin alırken, %32,9’u mutlak yoksulluk sınırındadır. Dünya nüfusunun dörtte üçünü oluşturan gelişmekte olan ülkelerin dünya endüstri üretiminin ancak %8 civarında bir kısmını gerçekleştirdiği düşünülürse bu bölgelerdeki kirlenmenin sorumlusunun gelişmiş ülkeler olduğu söylenebilir. Çünkü azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynakları yıllardır gelişmiş ülkeler tarafından tahrip edilmekte, kirletici sanayiler bu ülkelerce kurulmaktadır. Küresel Isınma ve İklim Değişikliği İklim değişikliği, doğanın kendi varlık koşullarını zorlayan, kendini yenileyebilme imkanlarını ortadan kaldıran bir değişimi ifade etmektedir. Küresel ısınmaya yol açan sera gazları; temel olarak, fosil yakıtlardan, çeşitli sanayi kollarından (özellikle çimento, enerji ve ulaşım) ve endüstriyel tarımdan kaynaklanan ve havaya salınan gazlardır. Bu gazların bir bölümü kara ve okyanus ekosistemleri tarafından tutulur. Ancak, artık hem bu tutucu ortamların azalması ve/veya yok olması hem de atmosfere bırakılan sera gazı miktarındaki artış, küresel karbon dengesini de bozmaktadır. Bunun sonucunda yüzey sıcaklığı artışı 20. yüzyılın başından beri artış göstermektedir. Tarımsal faaliyetler, fosil yakıtların kullanımı gibi insan kaynaklı etkenler ile ortaya çıkan metan, karbondioksit gibi doğal sera gazları salımlarında önemli ölçüde artış gözlenmektedir. Sera gazları salımındaki artış doğal sera etkisinin bozulmasına yol açarak, atmosferin sıcaklığının giderek artmasına, buzulların erimesine, sellere, kasırgalara ormansızlaşmaya, doğal çevrenin hızla hasar görmesine ve küresel çapta iklim değişikliklerine neden olmaktadır. Küresel ısınmanın en önemli etkileri kutuplarda gözlenmektedir. Ayrıca nehir akışlarında; yaz akışlarının azalması ve kış akışlarının artması şeklindeki değişimlerle yüzey sediment yükü etkilenmektedir. Değişen su döngüsü nedeniyle artan sediment yükünün kıyısal aşınmayı arttırması, bunun da ışık geçirgenliğini azaltması ve deniz suyunun kimyasal yapısının değişmesi beklenmektedir. İklimdeki son değişiklikler, farklı coğrafi bölgelerde geniş bir canlı grubu üzerinde etkili olmaktadır. Küresel ısınma yaban hayatını da olumsuz etkilemektedir. Özellikle yaşamsal süreci başlatmada zamansal uyarılara gereksinimi olan birçok canlı için mevsim değişiklikleri önemli sorunlar yaratabilmektedir. Küresel ısınma doğrudan suların sıcaklığında yükselmeye neden olmaktadır. Bu da fizyolojik sınırlarında veya yakınında bulunan türler üzerinde strese neden olmaktadır. Isınma eğilimi ile birlikte organizmaların çoğu sıcaklık ve yağışa göre fizyolojik dayanım farklılıkları geliştirirler. Bazı türler, yüksek sıcaklıklara uyum sağlayamayıp ölebilir ya da daha uygun koşulların bulunduğu bölgelere göç etmek zorunda kalırlar. Nitekim dünya genelinde ılıman sularda yaşarken kuzey bölgelerindeki denizlere göç eden birçok ekonomik deniz canlısı bulunmaktadır. Doğal koşullarda iklim değişiklikleri, oldukça uzun dönemler içerisinde olsa da sürekli gerçekleşmektedir. Bu değişiklikler tüm canlıları doğrudan etkilemekte, ancak değişikliklerin çok uzun sürede gerçekleşmesi nedeniyle büyük bir kısmı değişikliklere kendilerini uyarlayabilmektedir. İnsanlığın doğal koşullara uyumlu gelişmesi ise 19. yy. sonu, 20. yy. başındaki sanayi devrimine kadar devam etmiş, bu andan itibaren, atmosfer üzerindeki insan etkisiyle birlikte uyumun bozulması söz konusu olmuştur. Dünyanın yaşadığı iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu ve en fazla sorumlu olanların ise gelişmiş zengin ülkeler olduğu bilim insanları ve tüm çevrelerce kabul edilmektedir. Bilim insanları, küresel ısınmada en etkili etmenin, son yıllarda “sera gazları”nın atmosferde hızla artması olduğu üzerinde fikir birliğine varmışlardır. Başlıca sera gazları; su buharı, karbondioksit, metan, klorlu florlu karbon bileşikleri, ozon ve azot oksitleridir. Bunlar içinde karbondioksit %50’lik oranı ile en etkili sera gazı olarak bilinmektedir. Sera gazları tıpkı seranın etrafını ve çatısını kaplayan camlar gibi, güneş ışınlarının büyük bir kısmının (dalga boyları 300-1500 milimikron olan ışınlar) yeryüzüne ulaşmasına izin verir. Ancak, güneş ışınları yeryüzüne çarpıp ısı enerjisine dönüştüğünde dalga boyları değişir. O nedenle sera gazları, bu ısı enerjisi dalgalarının yeryüzünden atmosfere doğru yükselmesine; başka bir ifadeyle, karasal ışıma (radyasyon) olayı ile atmosferin yüksek katmanlarına ulaşmasına engel olurlar. Sera gazları yeryüzünden yükselen ısı enerjisi dalgalarının bir kısmını yutar, bir kısmını da yeniden yeryüzüne yansıtır. Tablo: Atmosferde Sera Gazlarının Artışı Atmosfer bilimcilere göre şu anki küresel iklim değişikliğinin küresel ısınmaya bağlı işaretlerinden bazıları şöyledir: Ozon Tabakasının İncelmesi Ozon tabakası oksijenle birlikte, güneşten gelen mor ötesi ışınların (UV) büyük bir bölümünü stratosfer tabakası içinde tutmakta ve yeryüzüne kadar ulaşmasını engellemektedir. Klorlu florlu karbon (CFC) gazları, özellikle doğal kaynağı olmayan, yalnızca insan faaliyetlerine bağlı olarak ortaya çıkan gazlardır. Ozon (O3) ile tepkimeye girerek ozon tabakasında incelmeye neden olmaktadır. Ayrıca zehirli ve yanıcı olmamaları, kararlı doğaları, ısıyı emme etkinlikleri CFC’lerin 20. yüzyılda, özellikle soğutucu alanında yoğun kullanımına olanak sağlamıştır. CFC’ler klima, köpük ürünleri, yalıtım maddeleri, bilgisayar gibi malzeme ve cihazların temizlenmesinde çözücü, sprey kutularında itici güç olarak ve savunma sanayi gibi alanlarda kullanılmakta ve atmosferde sürekli olarak artış göstermektedir. Montreal protokolü Eylül 1987’de kabul edilmiş ve 2007 yılında tekrar düzenlenmiştir. Bu protokol ile ozon tabakasını incelten maddelerin kullanımının ve üretiminin kontrolü sağlanmaktadır. Ülkemizde klorlu florlu karbon (CFC) bileşiklerinin kullanımı 2006 yılı itibarıyla tamamen durdurulmuş ve 2008’den itibaren zorunlu kullanım alanları da dahil olmak üzere dışalımı tümüyle yasaklanmıştır. 16 Eylül 2024 tarihinde "Uluslararası Ozon Tabakasının Korunması Günü" dolayısıyla ozon tabakasının durumuna ilişkin yayımlanan raporda bu konudaki mevcut politikaların sürdürülmesi durumunda ozon tabakasının Antarktika'da 2066, Kuzey Kutbu'nda 2045 ve dünyanın geri kalanında 2040 yılına kadar, "ozon deliğinin ortaya çıktığı 1980'den önceki değerlere" ulaşılmasının beklendiği vurgulandı. Erozyon Erozyon (toprak aşınımı), bitki örtüsünün yok edilmesi sonucu koruyucu örtüden yoksun kalan toprağın su ve rüzgarın etkisiyle aşınması ve taşınması olayıdır. Erozyonun başlıca nedeni, toprağı koruyan bitki örtüsünün yok olmasıdır. Arazi eğimi, toprak yapısı, yıllık yağış miktarı, iklim etmenleri, bitki örtüsü, toprak ve bitkiye yapılan çeşitli müdahaleler, erozyonun şiddetini belirleyen ögelerdir. Barajlar ve yer altı suları da erozyondan etkilenmektedir. Yerinden kopup giden topraklar, baraj göllerini doldurarak su depolama hacimlerini azaltmakta ve barajların ömrünün kısalmasına neden olmaktadır. Erozyon sonucunda toprağın altındaki cansız tabaka (ana kaya) ortaya çıkmaktadır. Faydalı toprak katmanlarını kaybeden arazilerde çölleşme başlamaktadır. Erozyon nedeniyle azalan bitki örtüsüne bağlı olarak su baskınları, toprak kayması gibi doğal afetler meydana gelmiş, birçok canlının yaşadığı ormanlardaki türler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış veya yok olmuştur. Özellikle ülkemiz erozyona en çok maruz kalan ülkeler arasındadır. Her yıl milyonlarca ton verimli yüzey toprağı, rüzgarlar ve su baskınlarıyla başka yerlere veya denizlere taşınmakta, bunun sonucu olarak verimsiz alt tabakanın yüzeye çıkması ile çölleşme gerçekleşmektedir. Enerji Politikaları Bugün dünya nüfusunun yaklaşık % 80’ini oluşturan azgelişmiş ülkeler dünya gelirinin yalnızca % 15’ini almakta, tüketim mallarının % 85’i gelişmiş ülkelerce üretilmekte ve enerjinin % 75’i gelişmiş ülkeler tarafından kullanılmaktadır. Enerji, sanayileşme ve kalkınma arasındaki ilişki, enerji üretim seçeneklerinin ekonomik boyutunun yanı sıra çevresel boyutunu da tartışma gündemine taşımaktadır. Gelecekte tüketilecek enerji, kalkınma hızı ve enerji talebi gibi verilerden hesaplanan enerji açığı ya da fazlasına göre belirlenen enerji gereksinimini karşılamak üzere enerji üretim seçeneği olarak nükleer, hidroelektrik veya termik santraller ya da doğalgaz, rüzgar ve güneş enerjisi gibi seçenekler gündeme gelmektedir. Az ya da çok çevre sorunu yaratan bu seçeneklerden hangisinden, hangi ölçekte enerji üretileceğinin çevre ve ekonomi açısından doğru bir şekilde belirlenebilmesi için, enerji gereksiniminin doğru hesaplanması gereği açıktır. Bir diğer sorun ise bazı enerji kaynaklarının tehlikeli boyutlarıdır. Dünyanın enerji tüketimi 1980 yılında 10 terevat dolayındadır. 2025 yılında dünya nüfusunun enerji ihtiyacı 55TW olacaktır. Yapılan araştırmalar yenilenebilir enerji kaynaklarından birisi olan nükleer enerjiyle bu sorunun çözüleceği yönündeydi. ABD’de Three Miles adasındaki kaza ve Chernobly kazası ile bu enerji biçiminin tehlikesi gözler önüne serilmiştir. Nükleer enerji üretimi sırasında ortaya çıkan atıkların çevreye büyük zararları olduğu bilinmektedir. Nükleer enerjinin ortaya çıkardığı radyasyon insanoğlunun şimdiye kadar bilip tanıdığıyla oranlanmayacak kadar büyük boyutlu bir tehlikedir. Atık Sorunu Gelişmiş ülkelerde yaşanan çevre sorunlarının teknolojik değişimle çözülmesi yönünde çabalar sürerken, yaratılan tüketim toplumu ve bu topluma sunulan ürünlerin yol açtığı sorunlardan biri de atık ve çöp sorunudur. Katı atıklar genel bir tanım olarak, sıvı ve gaz atıklar dışında kalan, katı halde, belirli hacim ve özelliklere sahip malzemelerdir. Evsel katı atıklar, ambalaj atıkları, tıbbi atıklar, arıtma çamurları, radyoaktif atıklar, tehlikeli ve zararlı atık olarak tanımlanabilecek sanayi atıkları, katı atıkların yönetimi kapsamında ele alınırlar. Tüketim alışkanlıklarının değişmesi ile yaygınlaşan ambalajlı ürün kullanımı ve “kullan at” türünden malzemeler, bugün dev boyutlara ulaşan çöp sorununun başlangıç noktası olmuştur. Örneğin, ABD’de New York kenti çöp toplama merkezi “Fresh Hills”e haftada 100 bin tondan fazla çöp atılmaktadır. Bu miktar, Mısır’daki piramitlerden 10 kat daha büyük bir kütleye eşittir. Yapılan araştırmada, çöplerin % 25’inin hazır yemek ambalajı, % 30’unun polistiren köpük, % 25’inin kâğıt, geri kalanının ise ağırlıklı olarak plastik, çocuk bezi gibi atıklar olduğu belirlenmiştir. Atıkların geri kazanımı ve geri dönüşüm ile yeniden kullanımı, kaynakların verimli kullanılması açısından önem taşıyan uygulamalar olarak vurgulanabilir. Katı atıkların yarattığı çevresel sorunlar küresel ölçekte doğal varlıkların kirlenmesine neden olmaktadır. Atık miktarlarının sürekli artması ile çevre koruma önlemleri de yetersiz kalmaktadır. Gelişmiş ülkelerin tüm dünya toplamının yüzde 95’ine karşılık gelen tehlikeli ve zararlı atık üretimi, 1970’li yıllardan bu yana büyük artışlar göstermiştir. Silahlanma ve Savaşlar Sanayileşme öncesinde yapılan savaşların çevre üzerinde etkileri sınırlı kalmasına ve ekolojik dengeyi temelden sarsma konusunda fazla önem arz etmemesine rağmen, sanayileşme ve teknolojik gelişme ile birlikte savaş metot ve tekniklerinde ortaya çıkan gelişmeler insanlığa büyük zararlar vermeye başlamıştır. Sadece nükleer silah denemelerinden birçok bölgede toprakların çölleştiği, deniz ürünlerinin hayat hakkının yok olduğu bilinmektedir. Nükleer silahların kullanılması sadece insanların ölümü ile sonuçlanmamakta, aynı zamanda ekonomik kaynakların ve diğer bazı maddelerin yok olmasını getirmekte ve büyük ölçekli iklim değişikliklerine sebep olabilmektedir. Sadece Vietnam Savaşı’nda atılan Napalm bombaları yüzlerce mil orman alanını tahrip etmiştir. Çernobil’de yaşanan nükleer santralin patlamasıyla on milyonlarca insan ölümün soğuk yüzüyle karşılaşmıştır. Silahlanma için bir günde harcanan para, Birleşmiş Milletlerin çölleşmeyi önlemek için bir yılda harcadığı miktardan fazladır. Çarpık Kentleşme Bugün içinde yaşadığımız kentlerin, mekânsal ve çevresel bağlamda sağlıksız bü- yümesinin ardında birçok etken ve neden bulunmaktadır. Bunlar, en genel hatları ile, toplumsal ve kültürel yozlaşma, kentlerde üretim ilişkilerinin yeniden örgütlenememesi, piyasa güçlerinin kent ölçeğinde egemen olduğu siyasal zemin, sadece kâra dayanan kalkınmacı anlayış, rant ekonomisi, çarpık yapılaşma ve yanlış konut üretim süreci olarak özetlenebilir. Bu noktada, kentleşme ve çevre sorunlarının dünya genelinde artış gösterdiği ve çeşitlendiği yorumu yapılabilir. Kentlerde öne çıkan çevre sorunları ise alt yapı yetersizlikleri, kanalizasyon ve içme suyu arıtımında yaşanan sorunlar, yeşil alanların eksikliği, gürültü, çöp ve atık sorunu, elektromanyetik kirlilik, ışık kirliliği ve görsel kirlilik olarak öne çıkmaktadır. Sağlık Sorunları ve Uyuşturucu Hızla kentleşen toplumlarda kentlerin yeni hastalıklara yol açtığı bilinen bulgular arasındadır. Özellikle kalp-damar hastalıkları ile nevroz tipi hastalıkların büyük kent merkezlerinde daha çok görüldüğü bilinmektedir. Yapılan pek çok araştırma nüfusun büyüme oranı ile suçluluk arasında doğru bir ilişki olduğunu ortaya koyarken, şehir yoğunluğunun da suç oranlarını artırdığını göstermektedir. Asit Yağmurları Avrupa ve Kuzey Amerika başta o.ü. bugün pek çok ülkede sülfürik asit ve nitrik asit ihtiva eden yağmurların yağdığı görülmektedir. Atmosferde 200-300 metre yükseklikte oluşan ve rüzgarla yüzlerce kilometre uzağa taşınabilen bu maddeler, düştüğü ülkelerde gölleri tahrip etmekte, ormanlara zarar vermekte, tren yolu ağlarını aşındırmakta, tarihi eserleri tahrip etmektedir. TÜRKİYE’NİN ÇEVRE SORUNLARI Türkiye sanayileşme ve onun getirdiği çevre sorunlarıyla geç karşılaşmış bir ülkedir. Kırsal alan Türkiye’de büyük çevre sorunlarıyla yüz yüzedir. Türkiye sanayileşme sürecine 1950’ler sonrasında girmiş ve kentleşme de aynı tarihlerde hızlanmıştır. Onun için geniş boyutlu çevre 1970’li yıllardan itibaren görülmeye başlamıştır. 1970’lerde önceleri birkaç büyük kentte görülen hava kirliliği hemen hemen çoğu kenti tehdit ederken, bunun dışında gecekondulaşma, ulaşım, gürültü gibi pek çok sorun ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de kentsel alanda çevre sorunlarının artmasında düzensiz kentleşmenin çok önemli rolü bulunmaktadır. Hava Kirlenmesi İnsan sağlığına ve iklime büyük olumsuz etkileri olan hava kirlenmesinin sebepleri genel olarak, kentleşme ve gübre sanayi, demir-çelik sanayi, çimento sanayi, Petro-kimya sanayi ve enerji üretimidir. Türkiye’de hava kirliliğinin en belirgin olduğu kentlerin başında Ankara gelmektedir. Ankara sanayisiz kirlenmenin bir örneği olmasına rağmen Türkiye’de İstanbul, İzmit, Adapazarı, Adana-Tarsus, Karabük, Kırıkkale, Murgul, Elbistan sanayiden kaynaklanan hava kirliliğinin bulunduğu yerlerdir. Türkiye’de Kütahya, Samsun, Afyon ve Elazığ’da azot sanayi hava kirliliğine sebep olurken, İzmir, Kayseri, Erzurum gibi kentlerimiz de özellikle kış aylarında yoğun bir hava kirliliğine sahne olmaktadır. Türkiye’de hava kirliliğinin önlenmesi konusunda 1970’li yıllardan beri çalışmalar yapılmaktadır. Çevre Bakanlığı başta o.ü. Sağlık Bakanlığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kirlilikle ilgili tedbir almaktadır. Sanayiden kaynaklanan hava kirliliğinin önlenmesi için sanayi tesislerinde temiz teknolojinin kullanılması ve baca gazı arıtım teknolojilerinin kullanılması zaruridir. Eskimiş tesislerin modernizasyonu ve temiz yakıt kullanımı zorunlu hale getirilmelidir. Isıtmadan kaynaklanan kirliliğin önlenmesi için yakma sistemlerinin iyileştirilmesi ve doğalgaz kullanımının yaygınlaştırılması gerekir. Motorlu araçlardan kaynaklanan hava kirliliğinin önlenmesinde, motorlu taşıt eksoz denetimlerinin yaygınlaştırılması ve motorlu taşıtların üretim aşamasında yeni ve çevreye uyumlu teknoloji ile donatımlarının sağlanması gerekir. Hava Kirliliğinin Etkileri Hava kirliliği, insan dışında bitki ve hayvan topluluklarını da olumsuz etkilerken, iklimi de değiştirmektedir. Atmosferdeki karbondioksit miktarının artmasına sebep olarak sera etkisi diye tanımladığımız global ısınmaya yol açan kirlilik ozon tabakasının incelmesine dolayısıyla mor ötesi ışınların tabiata doğrudan gelmesine de yol açmaktadır. Bu etki sadece bir bölge ile de sınırlı olmayıp tüm insanlık için zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Hava Kirliliği ile İlgili Düzenlemeler Hava kirliliği ile ilgili Cumhuriyet döneminde ilk doğrudan düzenleme 1930 yılında çıkarılan Umumi Hıfzısıhha Kanunu’dur. 3. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile birlikte kalkınma planlarımıza da konuyla ilgili düzenlemelerin girdiğini görüyoruz. Yine İmar Kanunu, Toplu Konut Kanunu gibi genel nitelikteki kanunların da hava kirlenmesi ile ilgilendiği bilinmektedir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. Maddesinde Amaç başlığında hava kirlenmesinden bahsedilmekte ve 13. Maddesinde “havada, suda, toprakta kalıcı özellik gösteren ve ekolojik dengeyi bozan kimyasal maddelerin üretimi, ithal, taşıma, depolama ve kullanımında çevre koruma esasları dikkate alınır” denilmektedir. Konuyla ilgili 3 Kasım 1977’de “Isıtma ve Buhar Tesislerinin Yakıt Tüketiminde Ekonomi Sağlanması ve Hava Kirliliğinin Azaltılması Yönetmeliği” çıkarılmıştır. 18 Kasım 1984’de “Mevcut Binalarda Isı Yalıtımı ve Yakıt Tasarrufu Sağlanması ve Hava Kirliliğinin Azaltılmasına Dair Yönetmelik” yayınlanmıştır. 1986 yılında da 2872 sayılı Çevre Kanununun 1. ve 3. Maddelerinde öngörülen amaçlar doğrultusunda 8-9-10-10-13. maddelerine dayanılarak “Hava Kalitesinin Kontrolü Yönetmeliği” yürürlüğe girmiştir. Yönetmelikte hava kalitesi sınır değerleri tespit edecek bazı tesislerin kurulması izne bağlanmaktadır. Kuruluşu izne bağlı tesisler iki gruba ayrılmaktadır. Kirletici özellikleri çok olan tesislere kuruluş izninin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görüşü alınarak, diğerlerinin ise Mahalli Çevre Kuruluşlarının görüşü alınarak 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu hükümlerine göre verileceği belirtilmiştir. Son yıllarda yapılan bazı düzenlemeler de kirliliği önlemeye yöneliktir. 07/10/2004 tarihinde 25606 sayılı Endüstriyel Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği çıkarılmıştır. 13/01/2005’de 25699 sayılı Isınmadan Kaynaklanan Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği çıkarılmıştır. 08/07/2005 ‘de 25869 sayılı Trafikte Seyreden Motorlu Kara Taşıtlarından Kaynaklanan Egzoz Gazı Emisyonlarının Kontrolüne Dair Yönetmelik çıkarılmıştır. 22/07/2006 26236 sayılı Endüstri Tesislerinden Kaynaklanan Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği çıkarılmıştır. 06/06/2008’de 26898 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği ile Avrupa Birliği uyum süreci de dikkate alınarak hava kalitesi sınır değerlerine yıllara göre kademeli azaltma getirmiş olup, 02/11/1986 tarih 19269 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği Madde-6’da yer alan hava kalitesi sınır değerlerini yürürlükten kaldırmıştır. Toprak Kirlenmesi Toprak kirlenmesi, toprağın insanlar tarafından özümleme kapasitesinin üzerindeki miktarlarda çeşitli bileşikler ve toksit maddeler ile yüklenilmesi sonucunda anormal fonksiyonlar göstermesidir. Bu noktada toprak, zirai ilaç, hormonlar, kirlenmiş sular, katı atıklar, çöpler ve radyoaktif atıklar vasıtasıyla kirlenmektedir. Toprak erozyonu, arazinin tabii dengesinin çeşitli sebeplerle bozularak toprağı su ve rüzgarın etkisiyle taşınmasıdır. Türkiye topraklarının %66’sının erozyonlu ve ancak %34’ünün normal durumdadır. Toprak kirlenmesinin ikinci sebebi yaşlılık ve çoraklıktır. Bu toprağın verimini düşüren bir durumdur. Ayrıca toprağı tanımadan ve gereğinden fazla yapılan gübreleme de toprak kirliliğine yol açar. Son olarak kentleşme sürecinde toprakların yerleşim alanı olarak kullanımı da toprak kaybını ortaya çıkaran bir faktördür. Hızlı sanayileşme sürecinde kentleşme, turizm, demiryolu, enerji ve boru hatları, barajlar, tuğla kiremit ocakları toprağı kirletmektedir. Araziler toprak işlemeye karşı gösterdikleri özellikler dolayısıyla 8 sınıfa ayrılır. Bunların ilk 4 grubu toprak işlemeye uygun olup diğerleri değildir. Türkiye’de işlenmekte olan toprağın sadece 4.778.399 hektarı 1. sınıf arazidir. 2. sınıf arazi 5.012.537 hektar, 3. Sınıf arazi 7.554.300 hektar ve 4. Sınıf arazi ise 7.554 hektardır. 5,6,7. Sınıf arazilerin toplamı 46.554.300 hektardır. Ancak ülkemizde 3 ve 4. hatta zaman zaman da 1. ve 2. sınıf araziler de sanayi tesislerinin kurulduğu yapılaşma olduğu görülmektedir. Diğer taraftan son yıllarda asit yağmurlarının da toprak kirletici olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. 1982 Anayasasının 44. maddesinde, “Devlet toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek amacıyla gerekli tedbirleri alır.”. 45. maddesinde “Devlet tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemekle görevlidir.” Denilmektedir. Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliğe paralel olarak, 31/05/2005’de 25831 sayılı Toprak Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği çıkarılmıştır. Su Kirliliği Türkiye’nin toplam kullanılabilir su potansiyeli 105.5 metreküp/yıldır. Türkiye’de su kirlenmesi 3 başlıkta özetlenebilir. İlki akarsu, göl ve nehirlerin kirlenmesi, ikincisi denizlerin kirlenmesi, üçüncüsü de su ürünleri ile ilgilidir. Suların kirlenmesi kirletici kaynaklar açısından incelendiğinde 3 kaynaktan bahsedilir. Bunlar evsek atıklar, endüstriyel atıklar ve tarımsal atıklardır. Deniz ve akarsu civarlarında kurulan sanayi tesislerinin su kirlenmesinde en büyük faktör olduğu bilinmektedir. Tarımda suni gübre kullanımı tarımsal mücadele ilacı kullanımı da özellikle iç suları yoğun olarak kirletmektedir. Türkiye’de akarsular organik, mikrobiyolojik, radyoaktif, inorganik olarak sınıflandırılan etkenler tarafından kirletilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Meriç ve Ergene nehirleri sanayi tesislerinin atıklarıyla; Nilüfer Çayı, Bursa Organize Sanayi Bölgesi ve diğer sanayi tesisleriyle; Simav Çayı, Boraks Maden İşletmeleri; Gediz Nehri endüstriyel atıklar ve evsel atıklar; Menderes Nehirleri sanayi tesisleri üretimi; Porsuk Çayı Kütahya ve Eskişehir’de evsel atıklar ve bazı sanayi tesisleriyle kirlenmektedir. Kızılırmak, Kayseri’de evsel atıklarla; Fırat ve Dicle Havzaları baraj ve hidroelektrik santralleri ile kirlenmektedir. Göllerin kirlenmesi açısından Sapanca Gölü İzmit’in büyük endüstri kuruluşlarından; Manyas Gölü 40 civarında sanayi kuruluşu tarafından kirletilmektedir. Tuz gölü Konya kentsel atıkları; Van Gölü atıklar yoluyla kirletilmektedir. Ülkemizde en çok kirletilen deniz Marmara Denizi’dir. Marmara’nın kirlilik açısından şimdiye kadar büyük sorun oluşturmamasının sebebi karşı yönlü iki akıntıdır. Kirlenme açısından tehlikeli bölgelerden biri de İzmir Körfezi’dir. Bu bölgemiz İzmir’in katı atıkları ve sanayi atıkları dolayısıyla ciddi oranda kirlenmiştir. Su kirlenmesinin bir boyutu da su ürünlerinin yok olmasıdır. Sularda ortaya çıkan kirlenme, insan sağlığına zararlı mikropları barındırması dolayısıyla pek çok hastalığın kaynağıdır. Tifo, kolera gibi hastalıklar sularla taşınmakta ve insan sağlığını tehdit etmektedir. Suların, kimyasal ve radyoaktif kirlenmesi ise canlılarda kanserojen etki yapmaktadır. Diğer yandan, su kirlenmesi biyolojik çeşitliliğe zarar vermekte, bitki ve hayvan topluluklarının yaşam ortamının bozulmasına yol açmaktadır. Konuyla ilgili yapılan ilk düzenleme 1930 yılındaki Umumi Hıfzısıhha Kanunu’dur. Çevre Kanunu’nda amaç maddesi su kirlenmesi ve doğal kaynakların en uygun kullanılmasından bahsederken, 2. Maddesi ile 12. ve 13. Maddesi konuyla ilgili hükümler getirmektedir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’na dayanılarak 4/09/1988’de çıkarılan 19919 sayılı Su Kirliliği Yönetmeliği su kirliliği ile ilgili kapsamlı düzenlemeler içermektedir. Yönetmelik su kirliliği kontrolü açısından her türlü kirletici kaynağın bir izin belgesine bağlanmasını zorunlu kılarak bu belgede izin verilecek atık suların miktarı ve ihtiva edebileceği kirleticilerin belirlenmesi ve standartlara uymak açısından teknolojik tedbirlerin gerekip gerekmediğinin kaydedilmesini hükme bağlamıştır. 1960 yılında çıkarılan Yeraltı Suları Hakkındaki Kanunda su kirlenmesi ve kirliliğin önlenmesi konusunda düzenleme yapmıştır. 1971’de Su Ürünleri Kanunu yürürlüğe girmiş ve bomba, torpil, dinamit v.b. maddelerle avlanmanın yasaklandığı kanunla, sulara zararlı madde dökülmesi de yasaklanmıştır. Yeni Çevre Kanunu çerçevesinde 31/12/2004’de 25687 sayılı Su Kirliliği Yönetmeliği çıkarılmıştır. Bu yönetmeliğin amacı, ülkemizde yer altı ve yerüstü su kaynakları potansiyelinin korunması ve en iyi bir biçimde kullanımının sağlanması için, su kirlenmesinin önlenmesi sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde gerçekleştirmek üzere gerekli olan hukuki ve teknik esasları belirlemektir. 18/02/2004’de Tarımsal Kaynaklı Nitrat Kirliliğine Karşı Suların Korunması Yönetmeliği, 20/11/2005 ‘de 25999 sayılı İçme Suyu Elde Edilen veya Elde Edilmesi Planlanan Yüzeysel Suların Kalitesine Dair Yönetmelik çıkarılmıştır. 09/01/2006’da 26048 sayılı Yüzme Suyu Kalitesi Yönetmeliği, 08/01/2006’da 26047 sayılı Kentsel Atıksu Arıtımı Yönetmeliği, 26/11/2005’de 26005 sayılı Tehlikeli Maddelerin Su ve Çevresinde Neden Olduğu Kirliliğin Kontrolü Yönetmeliği çıkarılmıştır. Kıyı Kirlenmesi Kıyı Kanunu kıyı için, kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alan şeklinde tanım yaparken, kanunla kıyı çizgisi, “deniz, tabi, ve suni göl ve akarsularda taşkın durumları dışında suyun, karaya değdiği noktaların birleşmesinden oluşan çizgi”, kıyı kenar çizgisi ise, “deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin oluşturduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırıdır” tanımını yapar. Türkiye, 8272 km kıyıya sahip bir ülkedir. Son yıllarda kıyılar, tarımsal çalışmalar, toprak erozyonundan gelen sedimentler, hızlı kentleşme ve kıyı bölgelerinin yerleşime açılması dolayısıyla şehirlerin katı atık ve kanalizasyonları kıyı bölgelerinde enerji üretim tesislerinin kurulması, göl ve atıklar ve son yıllarda gelişen turizm dolayısıyla kirlenmektedir. Kıyı kirlenmesinin en büyük örneği Haliç’ti. Ege ve Akdeniz bölgesinde İzmir, Aydın, Muğla, Antalya ve Hatay endüstri, nüfus ve tarım dolayısıyla kirlenen kıyı kentleridir. Kıyı koruması ile ilgili idare ve mahalli idare kuruluşları ile bazı bölge kuruluşları yetkili kılınmıştır. İlk ilgili kuruluş Çevre Bakanlığı’dır. Ayrıca Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı’da önemli yetkiye sahiptir. Cumhuriyet döneminde Medeni Kanun’da kıyılarla ilgili düzenleme getirilmiş ve kanuna göre kıyıların mülkiyeti devlete aittir denmiştir. 1982 yılında çıkarılan 2634 sayılı Turizm Teşvik Yasası turizm bölgelerindeki taşınmaz malların yabancılarca mülk edinmesine imkân sağlamıştır. 2872 sayılı Çevre Kanunu kıyılarla ilgili düzenleme getirmektedir. Türkiye’nin de onayladığı, 1972 yılında BM’in Stockholm’deki İnsan Çevresi konulu toplantı sonucu, UNEP’in çağrısıyla Barcelona’da toplanan bir konferans sırasında 16 Akdeniz ülkesi hükümetince hazırlanan ve imzalanan Akdeniz Eylem Planı da, kirlenme konusunda temel nitelikte bir dizi düzenleme getirmiştir. 1984’de 3086 sayıyla çıkan kanun Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince 3621 sayılı Kıyı Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunun da bazı maddeleri Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ve 3621 sayılı kanunda değişiklik yapılmasına dair 3830 sayılı Kıyı Kanunu yürürlüğe girmiştir. Kanuna göre: Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyı ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur. 3830 sayılı kanununa göre kıyılarda, doldurma ve kurutma yoluyla kazanılan alanlar, sahil şeritlerindeki uygulamalar ve bunların kontrolü, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyeler, bu alanlar dışında valiliklerce yürütülür. İlgili bakanlığın teftiş ve kontrol yetkileri saklı olup, yapılan işlemlerden bakanlığa bilgi verilir. Kanunda ilgili genel esaslar; “kıyılar devletin hüküm ve tasarrufları altındadır. Kıyılar herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır.” “kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.” “kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur.” Kanunda sahil şeridi; kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde, uygulama imar planı yapılacak alanlarda yatay olarak en az 20 metre genişliğinde alanı, uygulama imar planı bulunmayan belediye ve mücavir alan sınırları içinde veya dışındaki yerleşik alanlarda, çevre düzeni ve/veya nazım imar planı bulunsun veya bulunmasın yatay olarak en az 50 metre genişliğinde alanı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde ve dışındaki iskan dışı alanlarda ve/veya nazım imar planı bulunsun veya bulunmasın en az 100 metre genişliğindeki alanı ifade eder. 1980 yılında 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunda yer alan bazı hükümler kamuya ait araziler ve orman alanlarının turizm merkezi uygulamasına imkân tanıdığı için kıyıların talan edilmesinde etken olabilmektedir. Kültür ve Tabiat Varlıkları Türkiye’de kent yenilenmesi, tarihi yerlerin yerleşime ve turizme açılması, tarihi eser kaçakçılığı gibi sebeplerle kaynaklar sürekli yok edilirken, tabiat varlıklarının pek çoğu korunmaya alınmadığı için değerlerini kaybetmektedirler. 1873 yılında Asar-ı Atika Nizamnamesi, 1914 yılında Mafaafaza-i Abidat Nizamnamesi, 1973 yılında Eski Eserler Kanunu yürürlüğe girmiştir. 1951 yılında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu yürürlüğe girmiştir. Çevre Kanunu, bu alanların temel korunmasıyla ilgili temel kuruluş olarak Kültür Bakanlığı’nı göstermiştir. 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesinden sonra çıkarılan 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, kültür ve tabiat varlıklarının korunması konusunda temel düzenlemeler içermektedir. Anayasanın 63. maddesinde “devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır. Bu varlıklar ve değerlerden özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahibine yapılacak yardımlar ve tanınacak muafiyetler kanunla düzenlenir. İstanbul Boğaziçi alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yararı gözetilerek korumak ve geliştirmek bu alandaki nüfus yoğunluğunu arttıracak yapılaşmayı sınırlamak için uygulanacak imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemek amacıyla çıkarılan Boğaziçi Kanunu’da kültür ve tabiat varlıkları ile ilgili önemli düzenlemeler yapmaktadır. 16/06/2005’de 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Flora-Fauna Türkiye’de orman sayılan alanın genişliği 0,2 milyon hektardır ve ülke genişliğinin %26,2’sini kapsamaktadır. Ormanlık alan oranı her geçen gün azalmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’nin çayır ve meralarının da giderek azaldığı görülmektedir. Toplam 21.745.690 hektarlık çayır ve meranın 644.373 hektarını çayırlar oluşturmaktadır. Çayır ve meraların büyük bir kısmı sürülerek tarla yapılırken, otlatma yanlışlıkları yüzünden bir kısmı da tahrip olmaktadır. Türkiye’de tabii kaynakları korumanın bir yolu olarak milli park kavramı gelişmeye başlamıştır. 1983’de çıkarılan 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu ile desteklenmiştir. Bu kanuna dayanılarak bazı bölgeler tabiatı koruma alanı ilan edilmiştir. Bunlar Muğla-Ölüdeniz, Çorum-Çatak ve Bolu-Abant’tır. Gerek endemik bitki ve gerekse endemik hayvanlar bakımından zengin olan Türkiye’nin bu türlerinin son yıllarda giderek azaldığı da bilinmektedir. Gürültü Gürültü, ulaşım, sanayi kuruluşlarının çıkardığı ses, ticari amaçlı reklam ve müzik yayını ve benzeri sebeplerle ortaya çıkabilir. İnsan sağlığı için 58 desibelin üzerindeki gürültülerin zararlı olduğu, 140 desibeli aşan gürültülerin ise ciddi beyin tahribatına sebep olduğu bilinmektedir. 2872 sayılı Çevre Kanunu 2. Maddesinde gürültüden bahsetmekte, 14. Maddesinde ise “kişilerin huzur ve sükûnunu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde yönetmelikte belirtilen standartların üzerinde gürültü çıkarılması yasaktır” denilmektedir. Yeni Çevre Kanununa paralel olarak 01/07/2005’de 25862 sayılı Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliğin çıkarılmıştır. 07/03/2008 tarih ve 26809 sayılı Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliği, özellikle nüfusun yoğun olduğu alanlarda, parklarda veya yerleşim bölgelerindeki diğer sessiz alanlarda, açık arazideki sessiz alanlarda, okul, hastane ve diğer gürültüye hassas alanlar da dahil o.ü. insanların maruz kaldığı çevresel gürültüler ile çevresel titreşimin yapılarda oluşturduğu hasarlara ilişkin esas ve kriterleri kapsamaktadır. Gecekondu Türkiye 1950 yılından sonra hızla şehirleşmeye başlayınca şehirlerin göçü kaldıramaması, sanayileşmenin yetersizliği ve iktisadi güçlükler, kentlerde gecekondu alanlarının ortaya çıkmasına ve bugüne kadar sürekli büyümesine sebep olmuştur. 1990 yılı itibariyle Türkiye’de gecekondu nüfusu 8.750.000 olup, gecekondular kentsel nüfusun %33,9’unu barındırmaktaydı. 2002 yılı itibariyle Türkiye’de 2.200.000 civarında gecekonduda 11.000.000 insan yaşamaktadır. Gecekonduda yaşayanlar kentsel nüfusun içindeki oranı %27 civarındadır. Büyük kentlerde imar kurallarından kaçarak konut yapılamayacak alanlar, dereler, su havzaları veya yeşil alanların yok edilerek yapılan gecekondular, pek çok doğal felaketin sebebi olduğu gibi, barındırdıklarına da yeteri kadar imkân sunmaktan uzak konumdadırlar. Katı Atıklar, Pestisidler ve Diğerleri Katı atık, evden çıkan çöpler, ticari faaliyetler sonucunda ortaya çıkan atıklar, madencilikle, tarımla ilgili çalışmalarda, su tasfiye tesislerinde ortaya çıkan maddelerdir. Katı atıkların vahşi depolama alanlarında toplanmasıyla, yer altı, içme ve kullanma suyu kirliliği, görüntü kirliliği, hava kirliliği, biriken depo gazının yol açacağı hayati tehlike, heyelan tehlikesi, hastalık taşıyıcı haşere üreme tehlikesi gibi olumsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Pestisidler ise besin maddelerinin üretimi sırasında besin değerini bozan ve bitkilere zarar veren böcekleri, mikroorganizmaları ve diğer zararları yok etmek için kullanılan kimyasal maddelerdir. 2005 yılında Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği ve 2007 yılında Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği ile atıkların geri dönüşüm ve geri kazanım yolu ile bertaraf edilerek miktarının azaltılması amaçlanmıştır. Pestisitlerle mücadelede 1983 tarihli Zirai Mücadele İlaçlarının Yönetmeliği çıkarılmıştır. BATIDA ÇEVRE KORUMA FİKRİ, ÇEVRE ZİHNİYETİ VE ÖRGÜTLENME Ekolojik Düşüncenin Doğuşu MÖ 4000’li yıllar bir anlamda uygarlığın ve kentlerin ortaya çıktığı yıllardır. İlk tarımsal devrimin gerçekleştiği Mezopotamya ve Mısır bu anlamda uygarlığın beşiği olmuştur. MÖ 2000’li yıllarda Anadolu kentlerinin gelişmeye başladığı görülmektedir. Daha sonraları yükselen Eski Yunan’ın düşünce tarihi açısından önemi herkesçe bilinmektedir. İnsan-teknoloji-doğa ilişkilerine ait düşünceler de bu dönemde türetilmeye başlamıştır. Eski Yunan’da “doğal durum” fikri genel kabul görürken, Platon doğa yasaları yerine yeni yasalar önermiştir. Aristo, doğayı eninde sonunda içkin (varlığın içinde bulunan) doğalarınca kendilerine özgü amaçlara yöneltilmiş yetilerden ve gelişme güçlerinden meydana gelmiş bir bütün olarak tanımlamıştır. Stoa Okulu “doğa yasası”nı öne çıkaran bir anlayışa sahiptir ve okul doğaya uygun davranmanın akla uygun davranmak olduğunu iddia etmektedir. Hıristiyan Orta Çağ’ın en belirleyici doktrini “Önemli olan bu dünya değil, öteki dünyadır. Yoksulluğa isyan etmek, servet hırsı ve zenginleri kıskanmak en büyük günahlardandır” olmuştur. Hristiyan düşüncesinde insanın maddi nimetlere yönelmesi günah addedilmektedir. Ancak Hristiyanlık bütün çağlar boyunca tek bir öğretinin etkisinde kalmamıştır. Doğu Düşüncesi ve İslam’da İnsan-Tabiat İlişkileri Uzak Doğu’da, Çin geleneğinde Taoizm ve Yeni Konfüçyizm’de tabiata karşı bir bağlılık sezilir. Hindu geleneğinde de benzeri bir tabiat anlayışının varlığından bahsetmek mümkündür. İslam, insanlar tabiatı birbirinden ayırmayan bütüncül bir kainat görüşüne sahiptir. İslam düşüncesinde, insan aşkın ve tabiat üstü olanın peşinde olup, insanın bu dünyada görülmesinin sebebi eşyanın bilgisini kazanmaktadır. Bu çerçevede; “modern bilimin Doğuda ortaya çıkmamasının sebebi, tabiatın din dışı bir şey haline getirilmesine izin vermeyen metafizik öğretinin ve geleneksel bir dini yapının varlığıdır. Kısaca özetlenirse, doğu düşüncesinde tabiat kutsal ve manevidir. Bazı ütopyalar ve bazı düşünürleri saymazsak ekolojik düşüncenin ortaya çıkışı için 1950’ler sonrasını beklemek gerekmiştir. Aydınlanma düşüncesi ve modernliğin, ilk eleştirilerine Rousseau’da rastlamak mümkündür. Rousseau, doğa üzerinde ve doğayla uyum konusunda “modern” düşüncenin aksine fikirler ileri sürmüştür. Rousseau, insanın yapay bir uygarlık tarafından bozulmuş olduğu düşüncesinden hareketle, mülkiyetin insanlar arasında eşitsizliği getirdiğini, doğa durumunda eşitliğin var olduğunu iddia etmektedir. Ona göre, aklını ve yeteneklerini diğer insanlar aleyhine kullanan herkes toplumda bir “üst”e yükselir, bu toplumsal bütün alanlarda böyledir. Rousseau bu çerçevede doğaya müdahalelerin sadece insan ihtiyaçlarına yetecek kadarıyla sınırlandırılması gerektiğini söylemiştir. Moderniteden Ekolojiye 1800’lü yıllardan itibaren sanayinin ortaya çıkarttığı olumsuzluklara karşı, doğayı korumaya yönelik çabaların başladığı başlangıçta İngiltere’de ardından tüm Avrupa’da çevre ile ilgili derneklerin kurulmaya başladığını biliyoruz. Sanayi devrimi ve aydınlanma düşüncesi, ekolojik sorunların artmasında her ne kadar temel sebep sayılsa da, aynı zamanda çevreci ve ekolojik duyarlılıkların artmasında da temel rol oynamıştır. Doğaya ilişkin bilinç, sanayi toplumunun sorunları ile başlamıştır. İngiltere’de kurulan Alpçilik Kulübü, Açık Alanları Koruma Derneği, Kraliyet Kuşları Koruma Derneği bunlardan bazılarıdır. Aynı dönemde ABD’de de benzeri derneklerin faaliyete başladığı görülmüştür. Önceleri kuşların korunması ardından tarihi ve doğal çevrenin korunması biçiminde gelişen ekolojik yönelimlere sahip olmaları için 19. Yy. Avrupası’nda ileri sürülen düşüncelerin toplum tarafından kabul görmesi gerekmiştir. Rousseau, Marx, Nietzsche ve Freud’un ekolojik düşüncede etkileri de inkar edilemez. Marx, dönemin hâkim iktisadi anlayışının aksine doğal kaynakların önemini vurgulayarak “işçi, doğa olmaksızın hiçbir şey yapamaz” demiştir. Marx, doğayı insan bedeninin bir parçası olarak görürken Marksistler Marx’ın ekolojik yönünü çoğu zaman göz ardı etmişlerdir. Bazı düşünürlere göre Marx, sistematik bir biçimde ekolojik düşüncenin içindedir. Marx’a göre, insanla doğa arasındaki ilişki metobolik bir ilişkidir ve bu ilişki kapitalizmle onarılamaz bir şekilde bozulmuştur. Darwin, Bertelanffy, Malthus, Einstein gibi bazı bilim adamlarının fizik ve doğa bilimleri ile ilgili çabaları aydınlanma ve modernitenin düşünce sistematiğini temelden sarsan gelişmeler ortaya çıkarmıştır. Ekolojik düşünce içinde Malthus ve Darwin’in özel bir yeri olduğu iddia edilir. Malthus’un nüfus teorisi ekolojik düşüncenin kökleri arasında sayılır. Malthus, gelecek konusunda en az ekolojik düşünce içerisindeki düşünürler kadar dikkatlidir. Nüfus Malthus’a göre her zaman üretimden fazla büyüyecektir ve nüfus artışı, besin, sağlık koşulları, konut koşulları gibi hayatı sürdürmek için gerekli araç tarafından sınırlandırılır. Besin kaynakları aritmetik olarak artarken, nüfus geometrik olarak artar. İşte bu noktada ekolojik dünya görüşünün, nüfus artışının çevrenin taşıma kapasitesi tarafından denetlendiği görüşüne paralellik arz eder. Darwin’in araştırmasının bulgularının ekoloji açısından önemi “çevrenin canlılar üzerindeki etkisi”ni ortaya koymasıdır. Darwin, tabiattaki bütün canlıların birbirleriyle ve cansız doğayla ilişki içinde olduğunu ortaya koyarak ve bunların birbiriyle uyum ve denge içinde olduğunu belirterek ekoloji düşüncesine büyük katkı sağlamıştır. İnsan merkezli bir bakış açısının sonunu getirmiştir. Haeckel, ekolojiyi ilk defa 18

Use Quizgecko on...
Browser
Browser