Bilgi ve Özgürlük Sorunları: Noam Chomsky (Russell Konferansları) PDF

Document Details

VirtuousCircle

Uploaded by VirtuousCircle

2013

Noam Chomsky

Tags

Noam Chomsky Bilgi Özgürlük Felsefe

Summary

Bu kitap, Noam Chomsky'nin Bilgi ve Özgürlük Sorunları başlıklı Russell Konferansları'nın 2013 yılında Türkçe çevirisidir. Kitabın içeriği, bilgi ve özgürlük kavramlarını felsefi ve siyasi açıdan ele alıyor.

Full Transcript

BİLGİ VE ÖZGÜRLÜK SORUNLARI Russell Konferansları Noam Chomsky bgst Yayınlan bgst Yayınları-54 Düşünce Dizisi-20 Bilgi ve Özgürlük Sorunları: Russell Konferansları Noam Chomsky "Problems of Know...

BİLGİ VE ÖZGÜRLÜK SORUNLARI Russell Konferansları Noam Chomsky bgst Yayınlan bgst Yayınları-54 Düşünce Dizisi-20 Bilgi ve Özgürlük Sorunları: Russell Konferansları Noam Chomsky "Problems of Knowledge and Freedom: The Russell Lectures" Birinci Edisyon: Pantheon Books, New York (ı971) ikinci Edisyon: The New Press, New York (2003) Türkçesi: Taylan Doğan © The New Press Birinci Basım lstanbul, Mayıs 2013 © bgst Yayınları Yayına Hazırlayan: Nuri Ersoy Redaksiyon: Savaş Kılıç Türkçe Düzelti: Sibel Neslişah Hazar Kapak Tasarımı: Serpil Eroymak Kapak Fotoğrafı: © john Soares Mizanpaj: Kani Kumanovalı Baskı: Sena Ofset Amb. Mat. San. ve Tic. Ltd. Şti. Litros Yolu 2. Mat. Sit. 4NB7-9-11 Topkapı I lstanbul Sert. No: ı2064 0212 613 03 21 ISBN: 978-975-6165-57-7 Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu Tomtom Mah. Kaymakam Reşat Bey Sok. 9/3 Beyoğlu / lstanbul Sert. No: ı ı ı93 02ı2 25ı 19 21 www.bgst.org [email protected] BİLGİ VE ÖZGÜRLÜK SORUNLARI Russell Konferansları Noam Chomsky Türkçesi: Taylan Doğan bgst Yayınları Noam Chomsky: Çağımızın en önemli muhalif entelektüellerin­ den birisi olan Noam Chomsky, 1928'de Amerika'da doğdu. Dil­ bilim, matematik ve felsefe eğitimi gördü. 1955'te Pennsylva­ nia Üniversitesi'nden doktorasını aldı ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (M iT) ders vermeye başladı. Halen MiT Dilbilim ve Fel­ sefe bölümünde Emeritüs Enstitü Profesörüdür. 1955'te hazırladığı doktora tezinin bulgularından hareketle 195ide yayımladığı Syntac­ tic Structu reö'ın [Sözdizimsel Yapılar]. dilbilim alanında bir devrim yarattığı kabul edilmektedir. Chomsky. insan yaşamının her alanındaki özgürleşme sorunları hak­ kında ve özellikle ABD'nin dış politikası üzerine çok sayıda etkili poli­ tik çalışmaya imza atmıştır. Türkiye'de yayımlanan eserlerinden bazı­ ları şunlardır: Kader Üçgeni (çev. Bahadır Sina Şener, iletişim Yayın­ ları, 1993), Dil ve Zihin (çev. Ahmet Kocaman. Ayraç Yayınevi. 2001), Amerikan Müdahaleciliği (çev. Taylan Doğan, Barış Zeren, Aram Ya­ yıncılık, 2001), Medya Gerçeği (çev. Osman Akınhay, Abdullah Yılmaz, Everest Yayınları. 2002), ı ı Eylül ve Sonra6ı: Dünya Nereye Gidiyor? (çev. Nuri Ersoy, vd., Aram Yayıncılık, 2002), İnöan Doğaöı: iktidara Kar ı Adalet (Michel Foucault ile birlikte, çev. Tuncay Birkan. bgst Yayınları, 2005), Demokraöi ve Eğitim (ed. C. P. Otero, çev. Ender Abadoğlu. vd., bgst Yayınları, 2007), Tehlikeli Güç (çev. Yavuz Alo­ gan, lthaki Yayınları, 2007), Müdahaleler (çev. Taylan Doğan, Nuri Ersoy, bgst Yayınları. 2008), Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Derö­ leri (çev. Veysel Kılıç, bgst Yayınları. 2009), iktidarı Anlamak (ed. Peter R. Mitchell ve john Schoeffel, çev. Taylan Doğan, bgst Yayınları, 2010).Ja amla Ölüm Araöında Gazze: Dünden Bugüne Filiötin So­ runu Olan Pappe ile birlikte, çev. Taylan Doğan. Ali Kerem Saysel. bgst Yayınları, 2011), Rızanın imalatı (Edward S. Herman ile birlikte, çev. Ender Abadoğlu. bgst Yayınları, 2oı2). İÇİNDEKİLER 7 Sunu : Eduardo Galeano 9 Gir4 17 ı. Bölüm: Dünyayı Yorumlamak Üzerine 75 2. Bölüm: Dünyayı De iştirmek Üzerine SUNUŞ ABRAKADABRA işte size Amerikan büyük medyasının, sandığı gibi her şeye gü­ cünün yetmediğinin kanıtı. Büyük medyaya göre, Noam Chomsky mevcut değildir. Eğer öyleyse, demek ki Chomsky'nin hayaleti dünyanın dört bir yanında devasa bir etki yaratıyor ve sesi -karşı­ sesi- onu susturmak isteyen sansürcülere karşın, ülkesinin genç­ lerine ulaşmayı başarıyor. lfade özgürlüğüne inanma günahını işleyen Chomsky sapkınlık suçlamasıyla mahküm edilmiştir. ifade özgürlüğü mü dediniz? Bü­ yük medya bunu, bastırma özgürlüğüne indirgemek ister: kendi özel alanları. Chomsky'nin konuşma hakkını yadsıyarak aslında ona itibar kazandırıyorlar. Noam Chomsky, ehlileştirilmiş bir en­ telektüel değildir, büyük sürünün alelade bir üyesi değildir. Sü­ rüye karışmış olan bu tehlikeli kara koyun, güçlü zihinsel yetisi­ nin bütün kuvvetiyle hüküm süren akılsızlığa saldırıyor ve demok­ rasi adına küresel haydutluk yapan bir gücün ikiyüzlülüğünü açı­ ğa çıkarıyor. Chomsky'nin yasak kapıların kilidini açan anahtarı iyi tanıdığını düşünüyorum. Ünlü bir dilbilimci olarak tanıması gerekir. Abra­ kadabra, her yerde insanların kullandığı o sihirli sözcük, l branice abreq ad habra ifadesinden gelir ve şu demektir: "Ateşini sonuna kadar yaymaya devam et." Eduardo Galeano I Montevideo, Uruguay I Nisan 2003 GiRİŞ Vaktiyle Bertrand Russell liberal eğitimin amacını şöyle tanım­ lamıştı: "Çocukların egemenlikten başka şeylere değer vermesi­ ni sağlamak. özgür bir toplum içinde yaşayacak erdemli yurttaşlar yetiştirilmesine yardım etmek ve yurttaşlık bilinciyle bireysel ya­ ratıcılıktaki özgürlüğü birleştirmek suretiyle insan yaşamına -pek az kişinin ulaşılabileceğini gösterdiği- o ihtişamı verme yeteneği­ ni insanlara kazandırabilmek. "1 Bu yüzyılda. bireysel yaratıcılıkta ve özgürlük uğruna mücadelede insan yaşamının ulaşabileceği ih­ tişamı gösteren az sayıdaki kişi arasında başköşelerden biri Bert­ rand Russell'a aittir. Russell'ın yaşamı ve başardıkları üzerine dü­ şünürken, bizzat onun sözlerine yer vermeden edemiyor insan. Kendilerine, dostlarına veya dünyaya faydalı bir yaşam süren­ lerin esin kaynağı umut, güç kaynağı ise keyif ve mutluluktur: Bu insanlar. olabilecek olan şeyleri ve bunların ne şekilde yaşa­ ma geçirileceğini imgelemlerinde canlandırırlar. Özel i l işki lerin­ de çevrelerinden gördükleri sevgi ve saygıyı yitirmemek için zi­ hinlerini endişe ve kuruntularla meşgul etmezler: Onlar çevrele­ rine karşılıksız bir sevgi ve saygı vermekle meşguldürler ve bu­ nun ödülünü de ayrıca çabalamaya gerek olmaksızın kend i l iğin­ den al ırlar. Çalışmalarını sürdürürken rakiplerine karşı kıskanç­ lık duygusu zihinlerini kurcalamaz; yapmaları gereken iş ney­ se onunla ilgi lenirler. Siyasette, kendi sınınarı ya da uluslarının haksız şekilde elde ettiği ayrıcalıkları savunmak için zamanlarını ve tutkularını israf etmezler. Bir bütün olarak dünyayı daha mut­ lu, bu ölçüde za lim olmayan, birbirine rakip hırslar arasındaki çatışmanın bu ölçüde her yerde karşımıza çıkmadığı ve gelişme- ıo J Bilgi ve Ôzgürhi Scırunlan 1 Noam Chomöc ----- ___ leri baskı yoluyla engellenip kesintiye uğratılmamış insanların daha fazla oldu u bir yer haline getirmeyi amaçlarlar.2 Russell, hayatın nası l yaşanması gerektiğine ilişkin bu betimleme­ yi yazdığında, felsefe ve mantığa yaptığı anıtsal katkılarla çoktan modern düşüncenin seyrini değiştirmiş durumdaydı. Adil ve ge­ rekli olduğunu kabul etmediği bir savaşa karşı gösterdiği kararlı muhalefet nedeniyle karalama kampanyası ve hapis cezasıyla kar­ şı karşıya kalmıştı. Fakat yaratıcı başarılarla dolu bir yarım yüz­ yıl daha vardı önünde. Russell, bu yarım yüzyılda sadece düşünce ve araştırma alanında büyük başarılar göstermekle kalmadı; dün­ yayı daha mutlu ve bu ölçüde zalim olmayan bir yer haline ge­ tirmek için bitmek tükenmek bilmeyen, boyun eğmez bir çabanın da içerisinde oldu. Russell'ın entelektüel başarıları araştırmacı zi­ hin için bir haz kaynağı olmayı sürdürüyor. Bununla birlikte, öz­ gür bir toplumun yurttaşları olmayı ümit edenlere devamlı ilham verecek olan şey, Russell'ın, Erich Fromm'un zekice tanımladığı gibi, "kendi yaşamında Prometeusluğa"l yeniden hayatiyet kazan­ dırması olacaktı. Russell'ın mücadelesi sırasında maruz kaldığı tacizleri, alay ve is­ tismarları, utanç verici baskıları ve çarpıtmaları, devletin suç içe­ ren şiddetini mazur göstermeye çalışanların savurduğu hakaretle­ ri burada tekrar ele almaya sanırım gerek yok. Dünyanın dört bir yanındaki insan gibi insanların Bertrand Russell 'a beslediği de­ rin saygının bütün bunları fazlasıyla telafi etmiş olduğunu umut etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. iki küçük örnek ver­ mekle yetineceğim. Asyalı genç bir akademisyen dostum birkaç ay önce Okinawa· yakınlarında küçük bir adayı ziyaret ederken, Japonya'nın güneyinde bir vilayet. -ç.n. BGST 1 Dü ünce Dizi6i 1 11 topraklarını askeri işgalden kurtarmak üzere mücadele edenle­ rin liderliğini yapmış bir çiftçinin evinin önünde duruyor. Sözü­ nü ettiğimiz bu hareket, geleneksel inançlar ile H ıristiyanlığın il­ ginç bir karışımından oluşuyor ve güçlü bir halkçı damara sahip. Dostum bir duvarda Japonca yazılmış bir poster görüyor. Posterde şöyle yazıyormuş: "Hangi yol doğru, hangisi adil? Konfüçyüs'ün, Buda'nın, Hz. lsa'nın, Gandhi'nin, Bertrand Russell'ın yolu mu? Yoksa Büyük lskender'in, Cengiz Han'ın, Hitler'in, Mussolini'nin, Napolyon'un, Tojo'nun·. Başkan johnson'ın tuttukları yol mu?" ikinci örnek ise şöyle: Heinz Brandt, Bertrand Russell'ın protesto­ su ve bu arada Demokratik Almanya Cumhuriyeti tarafından veri­ len bir barış madalyasını iade etmesi üzerine serbest bırakılmış­ tı. Hapisten çıkan Brandt, Russell'ı ziyarete gider. Brandt evden ayrılırken kapıda duran Russell hakkında sonradan şunu yaza­ caktı: "Bize dokunaklı ve son derece insani bir hareketle [el sal­ larken) çok yalnız, çok yaşlı görünüyordu."4 Brandt'ın, insaniliği dolayısıyla Russell'a müteşekkir olması için çoğu kişininkinden daha kişisel bir sebebi olabilir. Fakat öyle inanıyorum ki Brandt'ın Russell'a beslediği şükran duygusunu, akla, özgürlüğe ve adalete değer veren ve Russell'ın "amaçlamamız gereken dünya" vizyonu karşısında büyülenen herkes paylaşabilir: Yaratıcı ruhun canlı olduğu, yaşamın halihazırda sahip oldukla­ rımızı koruma veya başkalarının sahip olduklarını ele geçirme dürtüsüne değil, kurma ve yapma dürtüsüne dayandığı, sevinç ---------- -------- ----------- Hideki Tojo, 11. Dünya Savaşı sırasında Japonya başbakanıydı. Japonya ile ABD arasında savaşa yol açan Pearl Harbor saldırısı, Tojo'nun başbakanlığı sırasında gerçekleştirildi. Savaşın sonunda müttefiklerin kurduğu Uzak Doğu Uluslararası Askeri Mahkemesi"nde Japonya'nın işlediği savaş suçları nede­ niyle ölüme mahkum edildi. -ç.n. ız 1 Bilgi 11e ÔZgürlülı Sonınlan 1 Noam Cho ve umut dolu bir macera sayıldığı bir dünya amaçlamalıyız. Bu öyle bir dünya olmalı ki orada sevgi özgürce gelişebilsin ve ege­ menlik içgüdüsünden arındırılsın, yaşamı ol uşturan ve onu zi­ hinsel zevklerle dolduran bütün içgüdülerin serbestçe gelişme­ siyle ve mutlulukla birlikte zulüm ve haset ortadan kalksın.5 Bertrand Russell sadece dünyayı yorumlamayı değil onu değiştir­ meyi de amaç edinmişti. Öyle düşünüyorum ki Russell, Marx'ın "asıl görev"in dünyayı değiştirmek olduğu yolundaki uyarısına ka­ tılırdı. Russell'ın dünyayı yorumlama ve değiştirme yolunda yap­ tıklarının bir değerlendirmesini yapmak, hatta sadece dökümünü çıkarmaya çalışmak gibi bir işe kalkışmayacağım. Russell, dikkat çektiği sorunlar ve savunuculuğunu yaptığı davalarla, geliştirdiği kavrayışlarla olduğu kadar tamamlayamadığı çalışmalarla da bir­ kaç kuşak için esin verici bir şahsiyet oldu. Ben de bu kuşaklardan birine mensubum. Bu konferanslarda Russell'ın dünyayı yorumla­ maya ve değiştirmeye çabalarken üzerinde durduğu sorunlardan birkaçını ele alacağım. Konuların seçimi benim kişisel ilgi alanları­ mı yansıtıyor. Başkaları, eşit derecede hakkını vererek, Russell 'ın eserinin pekala başka yönlerini seçebilir. Öncelikle Russell'ın, bil­ gi sorunlarıyla i lgili uzun yıllar süren araştırmasının 194o'lardaki eserlerinde ifadesini bulan nihai sonuçlarını ele alacağım. Ardın­ dan, 1. Dünya Savaşı sırasında ve yaşamının son yıllarında. aynı zamanda eyleme de geçirdiği toplumsal ve siyasi düşüncesi üze­ rinde duracağım. Bir bütün olarak ele alındığında, insan ilgisinin yöneldiği neredey­ se bütün hayati sorulara temas eden Russell'ın devasa çeşitlilik­ teki eserlerinin tümüne nüfuz eden ortak bir düşünce tarzından bahsedebilir miyiz? Özellikle de felsefi ve siyasi görüşleri arasın­ da bir bağlantı var mı? Böylesine farklı alanlarda araştırma yürü- BGST 1 Dü ünce Diziö!__l_ 1.:!__ ten birinin çalışmalarının ortak bir kaynaktan türemesi ya da en azından sıkı sıkıya birbirine bağlı olması illa ki gerekmez. Yine de Russell'ın insanın bilgisinin ve özgürlüğünün koşullarını keşfet­ mek için gösterdiği çabada belki bazı ortak unsurlar ayırt edebili­ riz. ilk konferansın son paragraflarında ve ikinci konferansın baş­ langıç bölümünde, bu temas noktalarından birini kısaca tartışaca­ ğım: Çok zengin ve gücünden hiçbir şey kaybetmemiş bir geleneğe yerleşen Russell'ın formüle ettiği, insanın içsel doğasına ve yara­ tıcı potansiyeline dair "hümanist kavrayış"ı. NOTIAR Power: A New Social Analy6i6, New York: W. W. Norton & Company, 1938, s. 305. (Türkçesi: iktidar: Yeni Bir Toplum Analizi, çev. Göksel Zeybek, llya Yayınevi, 2004, s. 33].] Russell'ın "Power" kitabından yapılan alıntıların çevi­ risinde, yukarıda künyesini verdigimiz Türkçe çeviriden yararlandık. Sorunlu oldugunu düşündügümüz bazı yerleri ise yeniden çevirdik. -y.h.n. 2 Bertrand Russell, Propo6ed Road6 to Freedom - Anarchy. Sociali6m and Syndicali6m. New York: Henry Holt & Co., 1919, s. 186-87. (Türkçesi: Özgür­ lük Yolu, çev. Şebnem Duran, llya Yayınevi, z. Baskı, 2009. 185-1 86.] Bundan sonra sıkça başvurulacak olan Russell'ın Propo6ed Road6 to Freedom kita­ bından yapılan alıntıların çevirisinde, yukarıda künyesini verdigimiz Türkçe çeviriden yararlandık. Bu çeviride, özelikle dogruluk ve anlaşılırlık açısından sorunlu gördügümüz yerleri kendimiz yeniden çevirdik. -y.h.n. "Prophets and Priests", A. j. Ayer ve digerleri, Bertrand Ru66ell: Philo6opher ob the Century içinde, ed. Ralph Schoenman, Boston: Little Brown and Com­ pany, 1968, s. 72. Heinz Brant. The Search bor a Third Way, Garden City, N.Y.: Doubleday & Company, 1970, s. 305. 5 ÖzgürlükJolu, s. 205. YAYINCININ NOTU Aşağıdaki metin ilk olarak, Noam Chomsky tarafından 1971 yılı başlarında Cambridge'te, Trinity College'da Birinci Russell Kon­ feransları olarak sunuldu. Konferanslar, bu kitapta okuyucuya su­ nulmak üzere gözden geçirildi ve üzerinde bazı küçük değişiklik­ ler yapıldı. ı DÜNYAYI YORUMLAMAK ÜZERİNE Dünyayı yorumlama konusunda merkezi önemdeki sorunlardan biri, insanların bu yorumlama işini nası l yaptıklarının belirlen­ mesidir. Bu da belirli, biyolojik olarak verili ve karmaşık bir sis­ tem olan insan zihni ile fiziksel ve toplumsal dünya arasındaki et­ kileşimin incelenmesi demektir. Bu sorunla bir yaşam boyu sü­ ren meşguliyetini özetlediği çalışmasında Russell şu soruyu sorar: "Nasıl oluyor da dünyayla temasları bu kadar kısa, kişisel ve sı­ nırlı olan insanlar, yine de bu kadar çok şey bilebiliyorlar?"ı Rus­ sell, bireysel deneyim ile gündelik ve bilimsel bilgiden oluşan ge­ nel bilgi arasındaki il işkiyi incelerken ampirizmin sınırlarını araş­ tırır ve insan bilgisine nasıl ulaşılabileceğini tespit etmeye çalışır. Özellikle de "tümevarımın· yerine olmasa bile ona ek olarak" bi­ limsel çıkarıma sağlam bir temel kazandıran ve dayandığı öncülle­ re bakılarak doğruluğu kesin olarak gösterilemeyen çıkarımın·· il- Spesifik örneklerden yola çıkarak genel önermeler türeten muhakeme biçi­ mi. -ç.n. · lng. nondemonstrative inference. Bertrand Russell burada dogrulugu man­ tıksal olarak gösterilebilen, yani öncülleri dogruysa kendisi de dogru olmak zorunda olan çıkarımdan (ki bu deduction; tümdengelim olarak adlandırılır) farklı olarak "nondemonstrative inference" kavramını. tümevarım sorunu et­ rafında gündeme getirir. Bu tür çıkarımlar. öncülleri dogru olsa bile mantık­ sal bir dogruluk taşımazlar ve ancak olasılıkla dogru olabilirler. Russell "non­ demonstrative inference" kavramını gündeme getirirken, esas olarak elimiz­ deki verilerden hareket ederek ulaştıgımız, fakat bu verilerin kesin olarak __ıij_ I ve ÔZgürtük SonınJan 1 Noam Chom6ky kelerini keşfetmekle uğraşır_ "Ampirist teorinin bir kısmı"nın, yani "anlayabildiğim sözcükler anlamlarını... herhangi bir istisna ka­ bul etmeye gerek olmaksızın benim kendi deneyimimden türetir­ ler" diyen kısmının, "hiçbir koşula tabi olmadan doğru olduğu" so­ nucuna varır. Russell, ampirist teorinin bir kısmının ise savunula­ maz olduğu görüşündedir. "Deneyimin sağladığı olgulardan man­ tıksal olarak çıkarsanması mümkün olmayan" bazı çıkarım ilkele­ rine ihtiyaç duyarız. "O halde iki ihtimal vardır: Ya bazı şeyleri de­ neyimden bağımsız olarak biliriz ya da bilim saçmalıktan başka bir şey değildir." Bilim-öncesi bilgi -yani, çıkarım ilkeleri üzerine sis­ tematik düşünmeyi önceleyen bilgi- üstüne yaptığı araştırma da benzer bir sonuca ulaşır. Yine de ulaştığı sonuçlarda "ampirist 'tat' diyebileceğimiz bir şey" vardır: Temel ilkeler hakkındaki bilgimi­ zi "-tabii bir bilgiye ulaşabilmişsek- deneyime dayandıramayız"; yine de "bu ilkelerin sınanabilir bütün sonuçları, deneyimin doğ­ rulayacağı türdendir." 2 Gündelik bilgi veya bilimsel bilgi hakkında ampirist bir teori geliş­ tirmek üzere gösterilen özenli çabaların genellikle benzer sonuç­ lara ulaştığını ekleyebiliriz. Örneğin. David Hume şu sonuca varır: [Ancak! bilgilerinin bir kısmını gözlem yoluyla edinmelerine kar­ şın hayvanların bilgisinin başka bazı kısımları vardır ki onları doğrudan doğruya doğadan edinirler_ Hayvanların bilgisinin bu kısımları, sıradan durumlar dolayısıyla edindikleri bilgi kapasite­ sine ait payın çok ötesine geçer; bu bilgileri, ne kadar uzun olur­ sa olsun pratik ve deneyimle çok az geliştirir veya hiç geliştirmez­ ler. Bunlara içgüdüler deriz ve insan idrakinin yapabileceği hiç- işaret etmediği/kanıtlamadığı, ama yine de bilim yaparken sıkça başvurduğu­ muz genellemelere veya varsayımlara analitik bir meşruluk kazandırma ça­ basındadır. --ç.n. BGST 1 Dü ünce Dizidi 1 19 bir araştırmayla açıklanamayacak, son derece olaganüstü bir şey oldukları için hayranlık duyarız. Fakat hayvanlarla paylaştıgımız ve yaşamın bütün seyrinin dayandıgı deneysel akıl yürütmenin, içimizde bilmedigimiz şekilde işleyen bir çeşit içgüdü veya meka­ nik güçten başka bir şey olmadıgını düşündügümüzde, hayranlıgı­ mız kaybolabilir veya azalabilir. Başlıca faaliyetlerinde bu içgüdü veya mekanik gücü yöneten de, entelektüel yetilerimizin asıl nes­ neleri olan, fikirler arasındaki ilişkiler veya kıyaslamalar degil­ dir. içgüdülerimiz hayvanlarınkinden farklı olabilir. ama bir insa­ na ateşe çok yaklaşmamasını ögreten yine de bir içgüdüdür; tıpkı bir kuşa kuluçkaya yatma sanatını. yuvasının bütün ekonomisi ve düzenini büyük bir kesinlikle ögreten içgüdü gibidir) Nasıl bilgi edindiğimize dair ampirist bir teori geliştirmek için daha yakın dönemlerdeki çabalar da Russell'ınkinden çok fark­ lı olmayan sonuçlara ulaşmıştır. Örneğin V. O. Quine, çok dar ve sınırlı görünen kavramlarla işe başlamasına rağmen nihayetinde şu sonuca varacaktı: Tümevarımın altında yatan doğuştan gelen özellikler sistemi ("nitelik düzlemi")" soyut bir karaktere sahip ola­ bilir; üstelik "çocuğun, gösterme yollu tanımlama·· veya tümeva­ rımla aşamayacağı o büyük tümseği aşmasını sağlamak için... dilin öğrenilmesinde ive muhtemelen başka öğrenme biçimlerinde] ih­ tiyaç duyulan... salt nitelik düzlemine ek olarak henüz bilinmeyen doğuştan gelen yapılar" vardır.4 Ayrıca Quine, "davranışçılık" der­ ken. yalnızca "bütün kriterlerin gözleme dayalı terimlerle belir­ tilmesi" ve nihayetinde bütün tahminlerin "dışsal gözleme dayalı terimler"le ifade edilmesine dönük "ısrarı" kast ettiğini ekler. Böy­ lece Quine, sadece bağımsız bir doktrin olarak davranışçılığı terk etmekle kalmaz; Russell'ın, ampirizmden geriye yalnızca, bilgimi- --- ---------- ---------------- ---- lng. quality space. lng. ostension. ıo 1 Bilgi w ôzgib111k Sonınlan 1 Noam Chomöl:y zi oluşturan ilkelerin sınanabilir sonuçlarının "deneyimin doğru­ layacağı türden olması" koşulunun muhafaza edilebileceği şeklin­ deki sonucuna da yaklaşır. Belki de ampirist geleneğin en ödünsüz çağdaş temsilcisi Nel­ son Goodman'dır. Tümevarımsal çıkarım hakkındaki son derece önemli analizinde, geleneksel ampirist yaklaşımın "zihni harekete... geçiren düzenlilikler ile geçirmeyenleri birbirinden ayırt etme sorunu"nu çözemediğini gösterir. Ardından ise şunu önerir: "Zih­ nin en baştan beri hareket halinde olduğunu, onlarca yönde ken­ diliğinden öngörülerde bulunduğunu ve aşama aşama öngörü sü­ reçlerini düzeltip onları belirli bir yöne kanalize ettiğini" söylüyo­ ruz. 5 Hume gibi o da "geçmişteki tekrarlara" başvurur: Geçmişteki tekrarlar, fakat hem terimlerin belirtik kullanımı an­ lamında tekrarlar hem de gözlemlenen şeyin tekrar eden özellik­ leri. Biz de, bir ölçüde Kant gibi, tümevarımsal geçerliliğin sade­ ce neyin sunulmuş olduğuna değil fakat sunulmuş olan şeyin na­ sıl organize edildiğine de bağlı olduğunu söylüyoruz. Fakat bura­ da işaret ettiğimiz organizasyon, dilin kullanımıyla gerçekleşti­ rilir ve insanın bilişsel yapısındaki kaçınılmaz veya değişmez bir özelliğe atfedilmez. Goddman, "tümevarımsal geçerliliğin kökenlerinin... dili kullan­ mamızda bulunacağı"nı öne sürer. 6 Fakat bana soracak olursanız, Goodman "genetik sorun" konu­ sunda, "tam da doğru yüklemlerin" rahatça yerini bulmasını sağ- ------·----- lng. predicate. Dilbilgisi ve dil felsefesinde "yüklem", özne hakkında konuşur­ ken onunla ilgili olarak verilen her türlü bilgidir. Bu anlamda, örneğin "Ağaç yeşildir" dediğimizde, "yeşil" özneye yüklenmiş bir özellik olması itibarıyla "yüklem"dir. Dolayısıyla "yüklem", özneye yüklenen nitelik, özellik, eylem vs. pek çok şey olabilir. -ç.n. BGST 1 Dü ünce D _I___ !ayan değişken bir kadere gözü kapalı güvendiği" yolundaki itira­ zı reddetmekte fazla aceleci davranıyor. "[Ç]ok kullanılan başlıca yüklemlerden oluşan stoğumuz söz konusu olduğunda, bir özel­ liğin gelecekte de tekrarlanacağına i l işkin yargının alışkanlıklara dayanarak yaptığımız tahminden türediğini öne sürüyorum; alış­ kanlıklara dayanarak yaptığımız tahminin, o özelliğin gelecekte de tekrarlanacağına dair yargıdan değil , "7 deyip geçmek işin kolayı­ na kaçmaktır. Bu görüş, bireyler arasında (hatta belirtik dil kul­ lanımı olmadığında tümevarımın açıklanması sorununu bir kena­ ra bıraksak bile. insan türünün bütününde) var olan tekbiçimli­ likleri açıklamakta başarısız kalacaktır. Eğer zihin -sözcüğün tam anlamıyla- en baştan itibaren rasgele öngörülerde bulunuyor ol­ saydı, Goodman'ın ele aldığı çok sık kullandığımız özelliklerin sı­ nırlı yelpazesi içinde dahi varılan yargılarda tesadüfi benzerlik­ lerden fazlasını beklemek mantıksız olurdu. Aslında Goodman bu sonucu kabul eder gibi görünüyor. Örneğin şu duruma inanıyor gibi: lngil izce konuşan bazı kişilerin "yeşil''i. bu salondaki herke­ sin kullandığını varsaydığım gibi kullandıklarını düşünelim. Buna karşın başkaları "yeşil" derken, (bizim için) karmaşık olan başka bir yüklemi kast ediyor olsunlar. Buna göre. (örneğin t zamanı bu gece yarısıyken) t zamanından önce incelenip yeşil olduğu görü­ len veya t zamanından sonra incelenip mavi olduğu görülen şey­ lere "yeşi l" deniyor olsun.8 Sözünü ettiğimiz bu zavallı lar yarın, bakıp "yeşil" dedikleri şeylerin renginin, dün inceleyip "mavi" de­ dikleri bazı şeylerin rengiyle eşleştiğini fark edip şaşkınlık içinde kalacaklardır. 9 Goodman'ın ulaştığı sonucun tutarlı olmak gibi bir meziyeti var. Zihnin başından itibaren hareket halinde olduğuna ve herhangi bir sınırlamaya tabi olmadan kendiliğinden öngörü­ lerde bulunduğuna inanan ödünsüz bir ampiristin -aynı derecede 22 1 Bilgi ııe ÔZ§llrhlk Sorunlan 1 No, a m C ho m 6 ky --- ---- tuhaf olan başka birçoklarının yanı sıra- bu sonuca ulaşması ge­ rekir. Goodman'ın analizi, Russell'ın, "ya bazı şeyleri deneyimden bağımsız olarak biliyoruz ya da (tıpkı gündelik bilgiye dayalı inanç­ lar gibi] bilim saçmalıktan başka bir şey değildir" şeklindeki gözle­ mini doğrudan destekliyor. Goodman'ın verili bir hipotezler siste­ minden kalkılarak nasıl başka hipotezler ileri sürülebileceği konu­ sunda yaptığı spekülasyonların, ilginç ve fikir verici olmakla bir­ likte, bilgi edinimiyle ilgili merkezi sorunlara hiç katkısı olmadı­ ğını düşünüyorum. Ciddiye alınacak bir ampirizm varsa, onun da ancak Quine'ın "dışsallaşmış ampirizmi" olabileceği aşikar. Bu am­ pirizm, "açık olarak gözlemlenen davranışı izah etmek için doğuş­ tan gelen eğilimlere, dilin öğrenilmesini açıklamak için doğuştan gelen yatkınlığa başvurmakta hiçbir sakınca görmez" ve yalnızca "tahminlerin veya sonuçların... nihayetinde dışsal gözleme daya­ lı terimlerle ifade edilmesi"ni şart koşar. 10 Leibniz, Locke'un [May Conceming Human Undertıtanding" adlı eserini eleştirirken, düşünmeyi bir bilgi kaynağı olarak kabul eden Locke'un rasyonalist teoriyi başka bir terminolojiyle inşa etme­ nin kapısını araladığını varsaymıştı. Keza şu soruyu da sorabili­ riz: Belki oldukça soyut hipotezlere sıçrama yapmaya imkan ta­ nıyan bilinmeyen özellikteki bir nitelik düzlemini. doğuştan ge­ len tesadüfi yapıları kabul eden bir bilgi edinme teorisinde ampi­ rizmin "tadı" ne ölçüde muhafaza ediliyor7 Leibniz, doğruluğu da­ yandığı öncüllerden kesin olarak çıkarsanamayan bu çıkarım ilke­ lerine, "düşüncelerimize giren, düşüncelerimizin ruhunu ve bağ­ lantısını oluşturan" doğuştan gelen genel ilkeler adını verebilirdi. Leibniz'e göre, "duyularımızın uygun koşullar sunduğu ve başarılı Türkçesi: /n6an Anlıgı Üzerine Bir Deneme, çev. Vehbi Hacıkadiroglu, Kabal­ cı Yayınları, 2004. _____ _____ ________ B G ST jDü ünce DiziM j 23 deneyimin varlıklarını doğrulamaya hizmet ettiği" bu ilkeleri "dik­ katimizin gücüyle içimizde keşfedebilir"dik. Bilginin edinilmesiyle ilgili geleneksel kavramların geçersizlik­ lerini gösterirken aslında daha da ileri gidebiliriz. Doğuştan ge­ len genel ilkelerin veya gelişkin inanç sistemimizi yapılandıran ve organize eden ilkelerin "dikkatimizin gücüyle" keşfedilebile­ ceğini niçin varsayalım? Böyle olup olmadığı ampirik bir mese­ ledir (bunu, "bilgi" ve "inanç" kavramları hakkındaki terminolo­ jik tartışmadan tamamen ayrı olarak söylüyorum; bu tartışma muhtemelen verimsiz bir tartışmadır, çünkü Russell'ın gözlem­ lediği gibi, söz konusu kavramlar açık olmaktan uzak ve belirsiz­ dir). Hem Hume hem de Leibniz'in savunduğu gibi "deneysel akıl yürütmenin kendisini" belirleyen "içgüdü" gerçekten de "içimiz­ de bizim bilmediğimiz bir şekilde" mi "işliyor", yoksa belki de iç­ gözlemin bile ulaşamayacağı bir biçimde mi işgörüyor... -elbet­ te yanıtlanmamış bir sorudur bu. Aslında bu konuları anlamanın veya bu konularda bir kavrayış geliştirmenin bilinçli insan bil­ gisinin erişebileceği alanın dışında kalması pekala mümkündür. Her ne kadar bir gün onları anlayabileceğimizi umsak da, bu ilke­ lerin insan bilgisinin erişemeyeceği bir yapıda olduğunu varsay­ mak bizi bir çelişkiye götürmez. Zihnin doğuştan gelen, bilgi ve inanç sistemleri edinmeyi mümkün kılan özellikleri, bilimsel an­ layışa belirli sınırlamalar getiriyor olabilir. Bu sınırlamalar da bil­ gi ve inançların nasıl edinildiği veya kullanıldığına dair bilimsel bilgiler geliştirmemizi imkansız kılıyor olabilir. Buna karşın, di­ yelim ki farklı ya da daha zengin bir donanıma sahip bir organiz­ manın aynı konulara ilişkin bilimsel bir anlayış geliştirebileceği- 24 1 Bilgi ve Ô%gür1ük Scırunlan I N o a=m C= h o=m ''°' - ---- ---- ni düşünebiliriz. Kant'ın dediği gibi, "görünüşlere ve onların da salt biçimlerine uyguladığımız anlağımızın· şeması, insan ruhu­ nun derinlerine gizlenmiş bir sanattır ve doğanın, bu sanatın ger­ çek işleyiş biçimlerini keşfetmemize, gözlemlememize imkan ver­ mesi pek olası değildir". 1 1 Hiç kuşkusuz bu konuda dogmatik var­ sayımlarda bulunmak için geçerli bir neden bulunmuyor. Zihnin doğuştan gelen ilkeleri olabileceği, bu ilkelerin bir yandan bilgi ve inançlar edinmemizi olanaklı kılarken, diğer yandan bu edinimin kapsamını belirleyip onu sınırlandırdığı anlayışı, göre­ bildiğim kadarıyla bir biyoloğu şaşırtacak hiçbir unsur içermiyor. insan türüne özgü dil yapısının varsayılan doğuştan gelme ilkele­ ri gibi spesifik bir konu üzerine yazan jacques Monod şöyle diyor: Descartesçı metafüi e bir geri dönüş olarak gördükleri için bazı filozoflar veya antropologlar bu anlayışı bir skandal gibi algıla­ dılar. Oysa örtük biyolojik içeri ini kabul ettigimizde bu anlayış beni hiç de dehşete düşürmüyor. insan evriminin mevcut aşamasında, dil yapısının birtakım spe­ sifik ilkelerinin biyolojik olarak verili olduğunu varsaymak gayet makul bir davranış. Üstelik Monod devamında, erken bir aşamada bir dil yetisi kazanmasının, insanın kortikal yapılarının evrimini etkilemiş olmasının muhtemel olduğunu, dolayısıyla eklemli dilin "kültürün evrimine imkan tanımakla kalmayıp insanın tiziköel ev­ rimine de belirleyici bir katkıda bulunmuş olabileceğini" söylüyor. "Beynin epigenetik gelişimi sırasında ortaya çıkan dil yetisinin ar­ tık 'insan doğasının' bir parçası olduğunu" varsaymak; keza insan doğasının kendisinin de, düşünceyi i fade gücü taşıyan dilin erken bir aşamada kullanılması sayesinde spesifik bir şekilde evrim ge- ----·--·-- -- ------------·-·--- lng. understanding. BGSf 1 Dü9ünce Diıi i 1 25 çirmiş olması muhtemel bilişsel işlevin diğer boyutlarıyla yakın­ dan ilişkili olduğunu varsaymak bir paradoksa yol açmaz. 12 Hazır bu kadar ileri gitmişken pekala şu soruyu da sorabil iriz: Bil­ ginin kökeni ve gelişimi hakkındaki geleneksel ampirist spekülas­ yondan geriye kalan unsurlar, bu meselenin başarılı bir şekilde incelenmesine yardımcı olmaktan ziyade aslında ona engel olmu­ yor mu? Örneğin, başkalarının yanı sıra Russell'ın da bilgi edini­ minde ilkel veya temel bir aşama olduğunu düşündüğü "gösterme yollu tanımlama"yı ele alalım. Buna göre, gırtlaktan çıkan bir se­ sin, çevrenin dikkat çekici bir özelliğiyle ve bu özelliğin bir "fik­ ri" veya "düşüncesi"yle ilişkilendiği varsayı lır. Bu durumda sözcük, bu özellik "anlamına gelir", şöyle ki "sözü edilen özellik bu sözcü­ ğün söylenmesine neden olabilir ve sözcüğün duyulması bu özel­ liğin 'fikrinin' zihinde canlanmasına yol açabi lir. Bu, diğer anlam türlerinin kaynağı olan en basit 'anlam' türüdür". işte uyaranların bu şekilde ilişkilenmeleri ve benzerlikleri üzerine düşünen "ço­ cuk" "şimdi bir filozof olmuştur ve tek bir sözcüğün, 'anne'nin ve tek bir kişinin Anne'nin olduğu sonucuna varır". "Çocuk, yaşarsa, zamanla Mill'in kurallarını kullanarak" çevrenin ve sesli ifadele­ rin ilgi li özelliklerini gerektiği gibi tanıyıp "doğru konuşmayı öğre­ necektir". Russell, kişiler ve eşyaların az çok sürekl ilik gösterdiği inancına, töz mefhumunu terk eden bütün felsefelerin işini o ka­ dar zora sokan bu sağduyu kaynaklı inanca teoride böyle bir sü­ recin yol açtığını ileri sürer. 13 (Russell "felsefedeki bu ilk adımın yanlış olduğunu" düşündüğünü ekler, ama bu ayrı bir mesele.) Qu­ ine da bir ölçüde benzer bir süreç önerir. Çocuk için "anne, kırmı­ zı ve su... hepsi aynı tiptendir; her biri düzensiz olarak gerçekle­ şen karşılaşmaların tarihinden, meydana gelen şeylerin dağınık bir kümesinden ibarettir". Çocuk, ancak "genel terimlerin bölün- 26 1 Bilgi w c5zgiırfUJc Sonınlan 1 Noam Ch ------ müş göndermelerine hakim olunca... süreklilik gösteren ve tek­ rar eden fiziksel nesnelerin şemasını iyice öğrenmiş olur". Bundan sonra çocuk geçmişe dönük şekilde, "Anne"yi, gözden geçirip tekil bir terim, "büyük ve tekrar tekrar görünen, fakat yine de bireysel bir nesnenin ismi" olarak kavrar. 14 Bildiğimiz pek az şeyin ışığında bakıldığında, bu tür spekülasyon­ ların pek inandırıcı olmadığını düşünüyorum. Çocuktaki kalıcı ve tekrar tekrar görünen fiziksel nesneler kavramının, dil kullanı­ mından veya dil kullanımına ilişkin kavrayışların üzerine inşa edi­ len daha üst düzeydeki genellemeler üzerine düşünmesinden tü­ rediğine inanmamız için hiçbir neden yok. Mill'in kurallarının, de­ ney dünyasının kalıcı kişiler ve şeyler şeklinde yorumlanmasıy­ la bir il işkisi olduğuna inanmamızı gerektirecek bir neden de gö­ remiyorum. Bu konuda yapılan az sayıdaki deneysel çalışma, sü­ reklilik ve kalıcılık gösteren nesneler kavramının dil kullanımın­ dan çok önce etkin durumda olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin, daha birkaç aylık bir bebeğin bile, dünyayı algısal değişmezlikler şeklinde yorumladığı görülüyor ve uyaranlar, beklenen bir davra­ nış olarak "sürekli ve tekrarlanan fiziksel nesneler"i ortaya çıkar­ mayınca bebeğin şaşırdığı biliniyor.Tahminlerimizi gözleme daya­ lı terimlerle ifade edeceksek, o zaman şöyle söyleyeyim: Bu tür­ den gözlemler, "süreklilik gösteren ve tekrar eden bireysel nesne­ ler şemasının" dil öğrenme sırasında edinildiği değil, "ilksel oldu­ ğu" tahminini destekliyor. Aynı şeyin, uyaranları ve onların ilişkilendiği "fikirleri" ele aldığı­ mızda da doğru olduğunu söyleyebiliriz. Jacques Monod, son za­ manlarda yapılan deneysel çalışmaları incelerken, hayvanların nesneleri ve il işkileri , soyut kategorilere -yani, "üçgen" ve "da- BGSf 1 Dü ünce Diıiai 1 27 ire" gibi geometrik kategorilere- göre sınıflandırabildiği konu­ sunda kuşkuya yer olmadığına dikkat çekiyor. Deneysel çalışma­ larda, böyle bir analizin nörolojik temeli bile belirli bir derece­ ye kadar tespit edi ldi. Bu çalışmalar ilksel, nörolojik olarak veri­ li, analitik bir sistem olduğunu ve elverişli bir dönem içinde uya­ rılmadığı takdirde bu sistemin dejenere olabileceğini gösteriyor. Fakat gerektiği şekilde uyarıldığında sistemin. deneyimin spesi­ fik bir yorumunu sunduğunu ve bu yorumun organizmaya göre belirli ölçüde değişiklik gösterdiğini ortaya koyuyor. Monod'nun şu sözlerinin doğru bir yorum olduğunu düşünüyorum: "Dolayı­ sıyla bu modern keşifler, iki yüz yıldır bilime hakim olan ve çeşit­ li bilgi formlarının 'doğuştan geldiğini' varsayan bütün hipotez­ lere şüpheyle bakan radikal ampirizmin aksine, yeni bir anlamda Descartes ve Kant'ı destekliyor." Bildiğimiz kadarıyla hayvanlar genetik olarak belirlenmiş bir programa göre öğreniyorlar. Bu­ nun "insan bilgisinin temel kategorileri ve belki de, o kadar te­ mel nitelikte olmasa da birey ve toplum için son derece önemli olan insan davranışının başka veçheleri" için de doğru olduğun­ dan kuşku duymamızı gerektiren bir sebep yok. ı5 Sözünü ettiği­ miz görüş özellikle, insanın açıkça benzersiz olan dil yetileri ve insanın dilde, görsel imgelerde, eylem planlarında ve gerçek sa­ natsal veya bilimsel yaratımda açığa çıkan imgelemsel düşünce becerileri için de doğru olabi lir. Ampirist spekülasyonun başka bir kalıntısı da Russell'ın özel isim­ lere ilişkin analizinde görülür. Russell ilk önce, "özel bir ismin, uzay-zamanın süreklilik gösteren ve bizi yeterince i lgilendiren herhangi parçasını tanımlayan bir sözcük" olduğunu ileri sürer, 16 fakat ardından uzay-zamansal sürekliliğin gerekli olmadığını ek­ ler. Bir kez daha gelişigüzel herhangi bir organizma ya da Russell'ın 28 1 Bilgi ııe Ô!gürtük Sonınlan 1 Noam Chom6k zaman zaman "mantıklı bir aziz" dediği bir varlığın değil, biyolojik olarak verili bir insan zihninin yaptığı "isim verme"nin kriterleri­ nin ne olduğu sorusu, ampirik olarak yanıtlanabilecek bir soru­ dur. Bazı şekil-zemin ve diğer getıtalt özellikleri veya bir nesnenin insan eyleminin bir uzayındaki işlevi gibi, uzay-zamansal sürekli­ lik de kuşkusuz bir faktördür. Fakat hala mesele bundan daha kar­ maşık görünüyor: Örneğin bir sanatçının. belirli bir sanatsal for­ mun bir örneği olarak nesnelere belirli bir fiziksel düzen verdiğini düşünelim. Diyelim ki bu sanat ürünü hareket eden bir şey olsun. Bu durumda söz konusu sanatsal yaratım, uzaysal süreklilik koşu­ lunu yerine getirmeden de adlandırı labilir. Ancak nesnelerin rast­ lantısal bir şekilde düzenlenmesi, adlandırılabilir bir "şey" olarak düşünülmeyecektir. Eğer bu doğruysa, o zaman "adlandırılabilir şey" kavramımız, o "şey"i üretmiş olan kişinin niyetleriyle ilgili bir değerlendirmeyi de içeriyor demektir. Hiç kuşkusuz daha ileri dü­ zeydeki analizler, adlandırma sürecini belirleyen başka ve aynı öl­ çüde soyut koşullar olduğunu gösterecektir. Ama söz konusu ko­ şul ların. Mill'in kuralları veya başka herhangi bir şema yoluyla öğ­ renildiğini hayal etmek kolay değil. insanın deneyim dünyasının yorumlanması için doğuştan gelen verili düzenin geliştirilip incel­ tilmesinde deneyim hiç kuşkusuz belirli bir rol oynar. Deneyimin bu sürece ne ölçüde katkıda bulunduğu ise bilimsel araştırmay­ la belirlenecek bir meseledir. Ama bu bağlamda da, Cambridge'li Platoncu Henry More'un şu sözünün belirli bir hakikat payı taşıdı­ ğını görürsek, buna şaşırmamalıyız: "Daha ilk ipucunda Ruh bütün Şarkıyı söyler, sanki onu çok önceden biliyormuş gibi." Adlandırmanın nihai olarak açıklanabilir olmadığı ileri sürülmüş; kullanıma il işkin olguları kaydetmenin ve "iyi yapılandırılmış bir dizi test" oluşturmanın ötesine geçip adlandırmayı açıklamaya ça- BGST 1 Dü ünce Dizi6i 1 29 lışmanın, "dili aşmaya yönelik değişken metafizik tutkunun bir so­ nucu" olduğu iddia edilmiştir.17 Bu gereksiz bir sonuçmuş gibi gö­ rünüyor. Kullanımın ve deneysel testlerin sağladığı kanıtlara da­ yanarak bir bireyin ulaştığı ve kullanıma soktuğu kavramlar siste­ miyle i lgili sistematik teorik bir açıklama formüle etmeye çalışa­ biliriz. Bunun da ötesinde, söz konusu bireyi, kendi sınırlı deneyi­ minden hareketle bu sistemi kurmaya yöneltmiş olan a prior( il­ keler, koşullar ve varsayımlar sistemini ayrıntılandırmaya girişe­ biliriz. Başarı şansı ne olursa olsun, böyle bir girişimin niçin "de­ ğişken metafizik tutku"yu yansıttığını anlamak zor. Bu, tamamen akla uygun bir program gibi görünüyor. Ulaşılmış kavramlara veya bir kavramlar sistemi edinmek için gerekli olan temele ilişkin her­ hangi bir teorinin doğruluğu tabii ki kanıtlarla tam olarak destek­ lenmeyecektir; yine de önemsiz ya da sıradan bir görev değildir bu. Üstelik tümevarım ya da "genelleme"nin, bu mefhumları han­ gi açık anlamlarıyla ele alırsak alalım, bu meseleyle çok daha ya­ kından ilgili olduğunu varsaymamızı gerektiren öncel bir neden de bulunmuyor. Wittgenstein ve başka birçokları gibi Russell da "bir sözcüğün an­ lamını öğrenmemizin iki yolu olduğunu" kabul eder: başka söz­ cüklerle yapılan sözel tanımlama veya doğrudan göstermeye da­ yalı (gösterme yollu) tanımlama. 18 Olguya ilişkin bir tanımlama olarak epeyce kuşkulu bir yaklaşımdır bu. Doğru sözel tanımla­ ma, muhtemelen çok ender rastlanan bir durumdur. Sıradan kav­ ramların sözel bir tanımını yapmanın zorlukları gayet iyi biliniyor. Örneğin, "oyun", "söz verme" gibi kavramlara ilişkin halen ancak kısmen başarılı olabilmiş tanımlama çabalarını hatırlayabilirsiniz. Deneyden bagımsız olarak geçerl i olan. -ç. n. 30 1 Bilgi w ÔZgürlüJc ııorunlan 1 Noam Chom6ky Bizim genellikle "sözel tanımlama" adını verdiğimiz şeyler sade­ ce birer ipucundan ibarettir ve bu ipuçları, ancak zengin, çok ge­ lişkin bir dil ve dünya teorisine hakim olan birisi tarafından ge­ rektiği gibi yorumlanabilir. Aynı şey, "doğrudan göstermeye da­ yalı tanımlama" için de geçerli tabii. Gösterme yollu tanımlama­ da bir çocuğun veya yetişkinin yeni bir sözcüğün ne anlama geldi­ ğini veya neyi gösterdiğini anlarken sergileyeceği tekbiçimliliği ve spesifikliği -yine- ne Mill'in kuralları ne de bilinen başka herhan­ gi bir şema açıklayabilir. Bu gerçek, diyelim ki aynı şeyi yapması için bir bilgisayarı programlamaya kalkışan birine gayet aşikar ge­ lecektir. Normal koşullarda sözcükleri öğrenirken kullanımlarına ancak sınırlı ölçüde maruz kalırız. Dünyayla kurduğumuz kısa, ki­ şisel ve sınırlı temaslar bir şeki lde sözcüklerin ne anlama geldiğini tespit etmemize yeter. Spesifik bir örneği -diyelim ki "hata", "de­ nemek", "beklemek" veya "ölmek" gibi kolayca öğrenilen sözcük­ leri, hatta cins isimleri- analiz etmeye çalıştığımızda, söz konusu sözcüğü gerektiği şekilde dil sistemine yerleştirirken olgular dün­ yasına ve kavramların karşılıklı bağlantılarına ilişkin epeyce zen­ gin varsayımların devreye girdiğini görürüz. Bu geldiğimiz aşama­ da iyi bilinen bir gözlemdir; üzerinde durup daha fazla açıklama­ ya gerek duymuyorum. Fakat en basit olduğu düşünülen durumlar için ampirist varsayımları çıkış noktası kabul eden bir bilgi edinme yaklaşımının can çekişen cazibesini iyice zayıflatıyor. Aslında hiçbir kayıt getirmeyen ampirist teorinin bir kısmının - anladığım sözcüklerin anlamlarını deneyimimden türettiğimi öne süren kısmının- her koşulda doğru olduğu iddiasında ne kadar doğruluk payı var? Doğuştan yapıların işler hale gelmesi, doğuş­ tan fikirler sisteminin aktifleşmesi için deneyimin gerekli olduğu görüşü Descartes, Leibniz ve diğerleri tarafından gayet açık şe- BGST 1 Dü ünce Diıi6i 1 31 kilde, teorilerinin ayrılmaz bir parçası olarak varsayılmıştı. Ama onların teorilerine ampirist diyemeyiz -tabii "ampirist" teriminin herhangi bir anlamı olsun istiyorsak. Bunun da ötesinde, organiz­ manın şu ya da bu dile herhangi bir şekilde spesifik olarak uyar­ lanmadığını varsayar ve bireyler arasındaki zihinsel kapasite fark­ lılıklarını dikkate almazsak, bireyler ve diller arasında, kullanılan kavram sistemleri açısından bulunan farklılıkların da deneyime atfedilmesi gerekir. Peki bu farkl ılıklar ne kadar kapsamlıdır? Şu­ rası açık ki ampirik bir sorudur bu; fakat deneyimin yoksulluğuyla karşılaştırıldığında sahip olduğumuz inançların spesifikliği ve kar­ maşıklığı hakkındaki sınırlı bilgimizden yola çıkarak şunu söyleye­ bil iriz: Anladığım sözcüklerin anlamlarını deneyimimden türettiği­ mi öne sürmek en iyi ihtimalle yanıltıcıdır. Wittgenstein, "bir sözcüğün gerçekte ne anlama geldiğine ilişkin bilimsel bir araştırmaya imkan tanıyacak, bizden bağımsız bir güç tarafından o sözcüğe verilmiş bir anlamı yoktur. Bir sözcük, biri­ leri ona nasıl bir anlam veriyorsa, o anlama gelir" görüşünü öne sürmüştü. 19 Eğer burada anlamların bilinçli, belirtik açıklamaları (ya da Wittgenstein'ın zaman zaman ima ettiği gibi, bu açıklamala­ rın kolayca yapılabilir olması) kast ediliyorsa. bu savı kabul etmek epeyce zor. Diğer yandan, başlangıçta dilin biçimi ve organizas­ yonuna ilişkin gerekli koşullarla donatılmış olan bir organizma­ nın, kavramlar arasında spesifik bir karşılıklı bağlantılar sistemini nasıl inşa edebileceğini -eldeki az miktarda ipucundan yola çı­ karak- kolayca hayal edebiliriz. Bunda yapısal anlamda gizemli bir taraf göremiyorum. Hiç kuşkusuz böyle bir organizma için adı geçen sistematik yapılar ve koşullara dair bilimsel bir araştırma yürütebiliriz. O halde neden bu, sözcüklerin gerçekte ne anla­ ma geldiklerine ilişkin bilimsel araştırmanın bir parçası olarak 12 1 Bilgi ııe ô.ıgürUllı Sorunları 1 Noam C_h o_m 6_ _ ky ________ tanımlanamasın ki... -bu nokta hiç açık değil. Tabii ki sözcükler, organizma tarafından onlara verilen anlama gelecektir. Buna kar­ şın, ne bu "anlam verme"nin bilinçli bir şekilde yapıldığı veya iç gözlemle erişilebilir olduğunu ne de organizmanın kullandığı kav­ ramlar sistemini açıklayabileceği ya da belirli öğelerin özellikle­ rini doğru şekilde tarif edebileceğini varsaymak zorunda değiliz. insan türü örneğinde, dilin anlambilimsel sisteminin büyük ölçü­ de, bilinçli seçimlerden bağımsız bir güç tarafından sağlandığını pekala varsayabiliriz. Zihinsel organizasyonun işlemsel ilkelerine muhtemelen iç gözlemle erişemeyiz. Fakat bu ilkelerin, kollarla bacakların ve iç organların fiziksel düzenlenişini belirleyen ilke­ lere göre araştırmaya prensip olarak daha kapalı olduğunu söyle­ memizi gerektiren bir sebep yoktur. Russell, di lsel ifadenin ve anlamlarının "davranışçı" bir analizi­ ni geliştirmeye çalışırken bir ifadeyi söylemenin çevresel neden­ lerini, ifadeyi duymanın yaratacağı etkileri ve konuşucunun söz konusu ifadenin dinleyen üzerinde yaratmasını umduğu ya da is­ tediği etkileri ele alır.20 Bu son husus bizi, nedenlerin değil ge­ rekçelerin araştırılmasına ve "zihinsel edimler" alanına götürür. Russell'ın sunduğu analizin çok ikna edici olup olmadığını tartış­ mayacağım (ikna edici olduğunu düşünmüyorum). Fakat Russell burada da ısrarla, oldukça doğru bir şekilde, uyarıcı ve tepkilerin ya da alışkanlık yapılarının incelenmesinin bizi fazla ileriye götür­ meyeceğini söyler. Oluşması istenen etkileri dikkate alan bir ana­ liz bazı sorunları bertaraf etse de bu yaklaşımın, ne kadar gelişti­ rilirse geliştirilsin, en iyi ihtimalle başarılı iletişime dair bir analiz sunabileceği düşüncesindeyim. Böyle bir yaklaşım, iletişim ve hat­ ta iletişim kurma çabasıyla dahi arasında zorunlu bir bağ olmayan anlam ya da dil kullanımı konusunda hiçbir analiz sunmayacaktır. BGST 1 Dü ünce Dizi _ Karşımdakileri yanıltmak, can sıkıcı bir sessizlikten kurtulmak için veya başka onlarca nedenle düşüncelerimi ifade etmek ya da on­ lara açıklık kazandırmak için dili kullanıyorsam, sözcüklerimin ke­ sin bir anlamı vardır ve söylediğim şeyi gayet güzel ifade edebili­ rim. Fakat (varsa) beni dinleyenler inanmalarını veya yapmaları­ nı istediğim şeyin ne olduğunu tam olarak anlasalar bile, anlamış olmaları benim söylemimin anlamı hakkında ya çok az şey ifade eder ya da hiçbir şey ifade etmez. Russell, "doğal türler"in -yani özell iklerin ampirik dünyada sınırlı bir değişkenlik içinde bir araya gelme eğiliminin- sağduyuya da­ yalı çıkarımı kolaylaştırdığı ve bilimsel bilginin ise. ilginç ve ayrın­ tılı bir analizle geliştirdiği bir dizi ilke üzerine temellendiği görü­ şünü ortaya atar. Şu ilkeyi örnek olarak ele alabiliriz: Fiziksel dünya az sayıda farklı türlerde birim lerden oluşur ve bu birimlerin bir araya gelmesiyle oluşabilen basit yapıları yöneten nedensel yasalar vardır; nedensel yasalar, bu yapıların az sayı­ daki ayrı ayrı ve farklı türün altında toplanmasına neden olur. Bunların yanı sıra nedensel birimler gibi davranan olay bi leşim­ leri vardır; hepsi de yaklaşık olarak aynı yapıya sahip olan ve uzaysal-zamansal bitişiklikle bi rbirlerine bağlanan bir dizi olay bileşimi, sonlu bir zaman süresince bu nedensel birimlerden önce ve sonra meydana gelir. Russell'ın sözünü ettiği fiziksel dünyada " 'al ışkanlıklar' (yani ne­ densel yasalar) adını verebileceğimiz şeyler vardır; hayvanların davranışlarının kısmen doğuştan gelen kısmen de hayvana özgü çıkarım"la sonradan edinilen "alışkanlıkları vardır". "Dünyanın her nasılsa öyle olması sayesinde bazı tümevarım türleri geçerlilik ka­ zanırken bazıları geçerli değildir." Bu süreçler üzerine düşünerek, 34 1 BUgl ve Ô.ı:gürfük Scınınlan 1 Noam Chom6ky 'dünyanın. hepimizin sahip olduğuna inandığı belirli özelliklere sa­ hip olması halinde geçerli olan" çıkarım kurallarına ulaşırız.21 Bu düşünceleri başka bir şekilde ifade edecek olursak şöyle di­ yebiliriz: Doğuştan gelen teoriler oluşturma yeteneğimiz dünya­ nın belirli veçheleriyle ne kadar örtüşüyorsa. zihinsel yapılanma­ mız dünyanın bilgisine o kadar ulaşmamıza imkan tanır. Böylelik­ le prensip olarak, dünya gerekli özelliklere sahip olacak kadar iyi kalpliyse. zihnin çeşitli yetilerini araştırarak, hangi teorilerin bi­ zim için diğerlerine göre daha kolay erişilebilir olduğunu ya da hangi potansiyel teorilerin bizim için erişilebilir olduğunu. han­ gi bilimsel bilgi biçimlerine ulaşabileceğimizi anlayabiliriz. Dünya­ nın gerekli özelliklere sahip olmaması halinde ise, bir tür zihinsel teknoloji geliştirebiliriz; diyelim ki, şu ya da bu nedenle belirli sı­ nırlar dahi linde iş görecek bir öngörüde bulunma tekniği gelişti­ rebiliriz. Fakat bu durumda gerçek anlamda bilimsel anlayışa veya sağduyu bilgisine ulaşamayız. Farklı ilkelere göre iş gören başka bir organizma ise başka bilim türleri geliştirebilir veya bizim ge­ liştirdiğimiz bazı bilim türlerinden yoksun olabilir. i nsan varolu­ şunun veya fiziksel gerçekliğin merakımızı celbeden bu veçhele­ rine il işkin bir anlayışa ulaşabilir miyiz, bunu bilmiyoruz. Bunun­ la birlikte, insanın anlama yetisinin temel ilkelerini tespit edebil­ seydik, bu soruyu yanıtlayabilirdik. işte Russell'ın olgun dönemin­ deki bilgi teorisinin bir taslak halinde bize sunduğu görev budur. Bazı yeni fikirler öneren bir taslaktır bu, fakat -kendisinin de ıs­ rarla söylediği gibi- bundan daha fazlasını içermez. Bu görevi yerine getirmek için insan bilgisinin ya da inanç sistem­ lerinin spesifik alanlarını araştırmalı, bu alanların özel liklerini saptamalı, bu bilgiler veya inanç sistemlerinin üzerine inşa edil- BGST 1 Dü ünce Dlzi i 1 35 dikleri kısa ve kişisel deneyimle olan ilişkisini incelemeliyiz. Bir bilgi veya inanç sistemi. doğuştan gelen mekanizmaların ve gene­ tik olarak belirlenmiş olgunlaşma süreçlerinin etkisiyle ve bunla­ rın toplumsal ve fiziksel çevreyle girdikleri etkileşimin sonucun­ da oluşur. Sorun, bu karşılıklı etkileşim sırasında zihin tarafından oluşturulan sistemi açıklamaktır. Şimdiye kadar kendini böyle bir yaklaşıma en kolay şekilde açan bilgi sistemi, insanın dil siste­ midir. Dili incelerken, (en azından ilk yaklaşımda) bilgi ile inanç arasında bir ayrım yapmamız gerekmez. Elimizde ses ile anlamı ilişkilendiren ve zihin tarafından oluşturulan kurallar ve ilkeler sistemini -yani dilbilgisini- kontrol etmemizi sağlayacak nesnel bir dışsal standart yoktur. Tanım gereği, bir kişi kendi dilini (veya birkaç lehçeyi ve dili) mükemmel derecede bilir; bununla birlik­ te, bir konuşucu tarafından oluşturulan bir sistemin, nasıl olup da bir başka konuşucunun oluşturduğu sistemle eşleştiğini sorabi li­ riz. Söz konusu konuşucunun dilbilgisini, içinde yaşadığı konuşma topluluklarının dilbilgisini ayırt eden özgül. tuhaf özellikler olabi­ lirse de, yetişkin bir konuşucunun kendi lehçesini, örneğin konuş­ tuğu l ngilizce lehçesini bilmediğini söylemek anlamsız görünüyor. En azından dilin ve dilin yapısının incelenmesini ampirik inançlar ve olgusal bilgilerden ayırabildiğimiz ölçüde -ki bu ayrım hiç de önemsiz değildir- bu doğrudur. Bir kişinin dil hakkındaki bilgisi, bir anlamda onun göreli olarak "saf bir formda" bilgi edinme ka­ pasitesini yansıtır. Bu nedenle dil hakkındaki bilginin, insan bilgi­ sinin "merkezi bir örneği" olmadığı ve belki aydınlatıcı bir örneği de olmadığı öne sürülebilir.22 Bu uyarının yerinde olduğunu düşü­ nüyorum. Bilgi edinimi sorununu ciddi olarak ortaya koyabilme­ miz için, öğrenilmiş olan şeyin makul ve ikna edici bir tanımlama­ sını yapabilmemiz gerekir. Sağduyu bilgisi veya inançla ilgili stan- 36 1 Bilgi ve rlülc Scınınlcın 1 Noam Chom6ky dart örneklere ilişkin olarak böyle bir tanımlamadan yoksunuz: Fiziksel nesnelerin davranışına veya insanın toplumsal davranışı­ na veya eylem ile saiklerin ilişkisine. vs. dair bilgi veya inançların ikna edici bir tanımlamasından yoksunuz örneğin. Daha farklı bir görüş öne sürerek. dil ediniminin, başka öğren­ me biçimlerini de belirleyen daha genel ilkelere dayandığını sa­ vunanlar da oldu. Bu görüşlerin bir temeli olabilmesi için, savu­ nanların. dile il işkin bilginin spesifik veçhelerinin daha genel "öğ­ renme stratejileri" veya "gelişme ilkeleri"yle nasıl açıklanabildiği­ ni gösterebilmesi gerekir. Dile ilişkin bilginin bu spesifik veçhele­ rinden bazılarını birazdan tartışacağım. Bu konuda ancak son de­ rece muğlak açıklamalar sunulduğu için, söz konusu önerileri de­ ğerlendirmek bu aşamada imkansız. Dile ilişkin bilgi, zihnin önceden verili yapılarının ve olgunlaşma süreçlerinin etkisiyle ve bunların çevreyle girdikleri etkileşimle oluşur. Bu yüzden, önceden verili yapılar ve olgunlaşma süreç­ lerinin doğuştan gelen belirlenimleri oldukça kısıtlayıcı olsa bile, edinilen bilginin değişmez özellikleri olacağını ummak için bir ne­ den bulunmuyor. Fakat insan dilinin belirli değişmez özellikleri olduğunu keşfettiğimizi varsayalım. Bu durumda, bir kuş türünün ötüşünün değişmez özelliklerini keşfettiğimizde, bunların genetik olarak belirlendiğini öne sürmek nasıl makul bir önerme olacaksa, insan dilinin değişmez özell iklerinin gerçekte zihnin özelliklerini yansıttığını öne süren bir hipotez de (zorunlu olarak doğru olma­ sa da) her zaman makul olacaktır. Olgusal kanıtlar tarafından yan­ lışlanabilir, ampirik bir hipotezdir bu. Alternatifi de, sözünü etti­ ğimiz değişmez özelliklerin, yeterince tekbiçimli bir çevreye uygu­ lanan iyi tanımlanmış bazı "öğrenme stratejileri"nden kaynaklan- RGST 1 Dü üncr Diıi i 1 37 dığı hipotezidir. Tartışacağım örnekler ve çok sayıda başka örnek açısından bu alternatifin hiçbir şekilde geçerli olmadığını düşünü­ yorum. Her ne olursa olsun, araştırmanın ampirik koşulları açık. Değişmezlik, çeşitli soyutlama düzeylerinde ve çeşitli önem dere­ celerine sahip olarak ortaya çıkabilir. Örneğin, lngilizcenin belirli bir lehçesini araştırırken, farklı kişisel deneyimlere sahip konuşu­ cular arasında kullanım benzerlikleri keşfederiz. Dahası, birbirin­ den çok farklı çeşitli dil ler üzerine yapılan araştırmalar, bir düşün­ ce ve iletişim sistemi için aslında hiçbir şekilde gerekli olmayan birtakım değişmez özell iklerin olduğunu ortaya çıkarıyor. Örne­ ğin, belirli bir dildeki "adlandırılabilirl ik" ilkesinin, Russell'ın araş­ tırdığı şu basit koşul olduğunu düşünebiliriz: Uzay-zamanın sürek­ lilik gösteren bir bölümü, olası "bir adlandırılabilir nesne"dir. Fa­ kat daha önce belirtildiği gibi insan dillerinde başka koşulların da hangi nesnelerin "adlandırılabilir" olduğunun belirlenmesinde et­ kili olduğu görülüyor. Anlam temsi linin başka veçhelerini araştır­ dıkça, dilin ilave başka özellikleri ortaya çıkıyor. Cümlelerin anla­ mını ele alalım. Cümlenin anlamının bazı yönlerini sözcüklerin sı­ ralanışı ve cümleler içindeki düzenlenişi belirl iyor, başka yönleri­ nin ise çok daha soyut yapılarla bağlantılı olduğu görülüyor. Basit bir örnek olarak şu tümceleri düşünelim. "john appealed to Bili to like himsel f" IJohn, Bill'e kendisini sevmesi için yalvardı) ve "john appeared to Bili to like himself" [John, Bill'e kendisini seviyor göründü).23 Bu iki tümce yüzey yapıları açısından neredeyse özdeştir, ancak 38 1 BUgl ve lızgüı1ük Sonmlan 1 Noam Chom6ky yorumları epeyce farkl ıdır. Dolayısıyla "John appealed to Bili to like himself" [John, Bill'e kendisini sevmesi için yalvardı] dediğim­ de, kastım Bill'in kendisini (Bill'i) sevdiğidir. Fakat "John appeared to Bili to like himself" [John, Bill'e kendisini seviyor göründü] de­ diğimdeyse, kendisini seven john'dur. Bu örnekte, anlambilimsel açıdan önem taşıyan dilbilgisel ilişkiler ancak benim "derin yapı" adını verdiğim düzeyde doğrudan ifade edilirler. Bu örnek. sözcükler arasındaki anlam ilişkilerini sergiliyor; oysa anlamın temsili, sözöbekleri arasındaki ilişkileri de içerir. Şöy­ le dediğimizi varsayalım, "I would speak about such matters with enthusiasm" IBu konular üzerine coşkuyla konuşurum]. Bu cüm­ le anlam açısından belirsizdir: Benim bu konularda üzerine ko­ nuşmamın coşkulu olacağı anlamına gelebilir; öte yandan, "bu ko­ nularda konuşmaktan mutluluk duyarım" anlamına da gelebilir. "Coşkuyla" sözcüğü ya "konuşma" eylemiyle veya "bu tür konu­ lar üzerine konuşma" sözöbeğiyle bağlantılıdır. Öyle inanıyorum ki bu türden soruları araştırarak tümcelerin anlamının insan dilin­ de nasıl temsil edilmesi gerektiği ve bu tür temsillerin -sıralama, sözlerin öbeklenmesi ve fiziksel sözceyle hiç de basit olmayan şe­ killerde ilintilenen soyut yapılar gibi- dilsel biçimin çeşitli veçhe­ leriyle nasıl ilintilendiği konusunda, henüz kısmi ve geçici nitelik­ te de olsa, bazı akla yakın hipotezler geliştirebiliriz. Dilin fiziksel özelliklerine dönecek olursak, burada da benzer so­ nuçlara ulaşırız. ilkesel olarak konuşma seslerini belirlemekte pek çok fiziksel boyutun kullanı labileceği düşünülebilir. Fakat çe­ şitli insan dilleri gerçekte sadece sınırlı bir özellikler yelpazesini kullanır. Üstelik, Ferdinand de Saussure'ün öncü çalışmasından bu yana dil incelemelerinin açığa çıkarmış olduğu gibi, dile iliş- BGST 1 Dü9ünce Dizi4i__l_J9__ kin sesler sınırlandırıcı ilkelere bağlı olarak sistematik ilişki lere girer. Daha da dikkat çekici olan ise. ses örüntülerinin sistematik yapısının en çarpıcı şekilde açığa çıktığı durumdur: Bu sistematik yapı, seslerin kendilerini fiziksel özellikleri açısından ele aldığı­ mızda değil, sıkı şekilde sınırlandırılmış ardışık kurallar aracılığıy­ la fiziksel bir temsille çakıştırılan soyut bir ses örüntüsünü dikkate aldığımızda açığa çıkar. Bu kurallar. ardışık şekilde uygulandığın­ da, sesin temeldeki soyut bir temsilini, altta yatan zihinsel tem­ sille bire-bir benzerlik taşıması gerekmeyen fiziksel bir yapıya çe­ virir. Yakın dönemde yapılan dil çalışmalarının en dikkate değer kavrayışlardan bazılarını bu alanda elde ettiğini düşünüyorum.24 Doğal di lde sesin temsili ile anlamın temsilini araştırarak dile iliş­ kin değişmeyen özellikler hakkında belirli bir anlayış geliştirebi li­ yoruz. Bu özellikler, mantıklı bir şekilde, dil edinimi görevine yap­ tığı katkı olarak organizmanın kendisine atfedilebilir ve organiz­ manın, deneyimi organize edip bilişsel sistemler inşa etme çabası içinde duyumsal verilere uyguladığı şema olarak görülebilir. Fakat en ilginç ve şaşırtıcı sonuçlar daha ziyade, doğal dilde ses ve an­ lamı ilişkilendiren kurallar sistemiyle ilgili olarak ortaya çıkıyor. Söz konusu kurallar çeşitli kategoriler altında toplanıyor ve bir düşünce veya iletişim sistemi için hiçbir şekilde zorunlu olmayan değişmez özellikler sergiliyor. Bir kez daha insan zekasının araştı­ rılması için ilgi çekici sonuçları olan bir durumla karşı karşıyayız. Örneğin şimdi de İngilizcede soru tümcelerinin nasıl yapılandırıl­ dığına bakalım. Şu tümceyi düşünelim: "The dog in the corner is hungry" (Köşedeki köpek aç]. Bu tümceden hareketle küçük bir biçimsel işlem yaparak. _ıq_J _ôzgürlük Scırunlan J Noam Sho 6 '2. _ _ " I s the dog in the corner hungry?" (Köşedeki köpek aç mı?) sorusunu oluşturabiliriz: "is" birimini tümcenin başına getirerek yaparız bunu. İngilizce üzerine çalışma yapan bir dilbilimci, elin­ deki çeşitli soru oluşturma örneklerine bakarak soru oluşturma konusunda bazı olası kurallar önerebi lir. Şimdi bu türden iki öne­ ri düşünelim: Birincisi, soru oluşturmak için öncelikle tümcenin adöbeğini belirlememizi, daha sonra da bu adöbeğini izleyen "is" dilsel birimini tümcenin başına yerleştirmemizi söylüyor. Bu du­ rumda söz konusu örnekte, özne konumundaki adöbeği, "dog in the corner"dır (köşedeki köpek); bu adöbeğini izleyen "is" dilsel birimini tümcenin başına kaydırarak soruyu oluştururuz. İster­ seniz buna, işlemin yalnızca tümceyi oluşturan birimlerin sırası­ nı değil, aynı zamanda onların yapılarını da göz önünde bulun­ durduğu anlamında, "yapıya bağımlı işlem" diyelim. Bu durumda, "dog in the corner" (köşedeki köpek) sözcük silsilesi bir öbektir ve üstelik bir adöbeğidir. Söz konusu durum için "yapıdan bağımsız bir işlem" de önerebilirdik: Yani en soldaki "is" dil birimini al ve onu tümcenin başına yerleştir. Burada doğru kuralın, yapıya ba­ ğımlı işlem olduğunu kolaylıkla saptayabiliriz. Bu durumda, 'The dog that is in the corner is hungry" [Köşede olan köpek aç) şeklin­ de bir tümcemiz olduğunda, bu tümceye "Is the dog that ----in the corner is hungry? [Köşedeki köpek aç mı?) [ko aç köpek ki.... il­ geç köşede ko aç aç7J sorusunu oluşturmak üzere önerilen yapı­ dan bağımsız işlemi uygulamayız. Bunun yerine, ilk önce "the dog that is in the corner" [köşede olan köpek) adöbeği öznenin yerini belirler, daha sonra da bu adöbeğini izleyen "is" birimini tümce­ nin başına getirerek yapıya bağımlı işlemi uygular ve " I s the dog that is in the corner ----- hungry? [Köşede olan köpek aç mı?) [ko­ aç köpek ki köşede... aç?) sorusunu oluştururuz. Buradaki örnek önemsiz olsa da, belirli bir bakış açısından değer­ lendirildiğinde sonuç yine de şaşırtıcıdır. Yapıya bağımlı işlemin, iletişimse! etkililik ya da "yalınlık" açısından herhangi bir avantajı olmadığına dikkatinizi çekerim. Bi lgisayar tarafından yapılacak bi­ çimsel işlemler için bir program tasarladığımızı varsayalım. Bu du­ rumda, hiç kuşkusuz yapıdan bağımsız işlemleri yeğlerdik. Yapı­ dan bağımsız işlemleri uygulamak çok daha basittir; çünkü yalnız­ ca tümcenin sözcüklerini taramak gerektiği için, sözcüklerin içine girdiği yapıları, yani hiçbir şekilde tümcenin içinde fiziksel olarak gösterilmeyen yapıları dikkate almanız gerekmez. Matematikçiler dizi lerdeki yapıdan bağımsız işlemleri incelemiş, ancak burada­ ki anlamıyla tuhaf ve karmaşık "yapıya bağımlı işlem" mefhumunu incelemek hiçbirinin aklına gelmemiştir. Ayrıca normal deneyimi­ miz sırasında yapıya bağımlı işlemin doğru işlem olduğunu göste­ ren pek bir kanıta sahip olmadığımıza da dikkatinizi çekerim. Bir kişinin yaşamı süresince bu iki ilkeden birini seçmek durumunda bırakıldığı, konumuzla ilgili hiçbir örnek duymamış olması pekala mümkündür. Yine de böyle bir kanıta sahip olmayan bir çocuğun ilk kez 'The dog that is in the corner is hungry" !Köşede olan kö­ pek aç) ifadesine karşılık gelen soruyu oluşturmaya çalıştığında, yapıya bağımlı işlemi hata yapmadan uygulayacağını öngörmemiz makul bir şey olur. Çocuklar dil öğrenme sürecinde belirli türden yanlışlar yapsalar da, deneyimin pek az kanıt sunmasına ve yapı­ dan bağımsız kuralın yalınlığına karşın, hiçbirisinin soruyu şu şe­ kilde kurma yanlışına düşmeyeceğine eminim: "Is the dog that in the corner is hungry?" [Köşede olan mı köpek aç mı?) lko aç köpek ki i lgeç köşe ko aç aç?) 42 1 Bilgi ve c:lı:gürfillı Scınınlan 1 Noam Chom11!,y__ _. Dahası, lngilizcenin dilbilgisinde veya başka herhangi bir dilin dil­ bilgisinde bildiğimiz bütün biçimsel işlemler yapıya bağımlıdır. Bu, dilin değişmeyen bir ilkesine dair çok basit bir örnektir. işte bu değişmeyen ilkeye, "biçimsel dilbilimsel bir evrensel" veya "ev­ rensel dilbilgisinin bir ilkesi" diyebiliriz. Buna benzer olguları göz önüne aldığımızda, yapıya bağımlı işlem­ lerin, zihin tarafından deneyim verilerine uygulanan doğuştan dü­ zenin bir parçası olduğu varsayımında bulunabiliriz. Descartes'ın "gerçek bir üçgen fikri"nin bizde doğuştan var olduğunu ileri sü­ rerken kast ettiği anlamda, fikir "zihinde doğuştan var"dır. Des­ cartes bu konuda şöyle der: "Kendi içimizde gerçek bir üçgen fik­ rine daha önceden sahip olduğumuz için ve bu gerçek üçgen bir kağıda çizilmiş daha karmaşık üçgen fikrine göre zihnimiz tarafın­ dan daha kolay kavranabildiğinden, karışık üçgen şeklini gördü­ ğümüzde onun kendisini değil, sahici üçgeni idrak ederiz."25 Daha önce belirttiğim gibi günümüzde şekiller ve nesneler konusunda, deneyimin yorumlanması için bu tür şemalar sunan nörofizyolojik yapıları biraz olsun anlamamıza imkan tanıyan ilerlemeler kayde­ dildi. Bununla birlikte, dilin nörofizyolojisi hala tam bir gizem ol­ mayı sürdürüyor. Yine de şu önerme epeyce akla yakın görünü­ yor: Bize dilin bilgisini erişebildiğimiz sınırlı veriler temelinde su­ nan beynin bilinmeyen yapıları, "kendi içlerinde" yapıya bağımlı işlemler fikrine "sahipler". Dili daha dikkatli incelediğimizde oldukça dikkat çekici özellikler­ le ilgili başka birçok örnek buluyoruz; bu özellikleri sadece dene­ yimi temel alarak açıklamak imkansız görünüyor. Bir başka yalın durumu ele almak için şu tümceyi değerlendirelim: BGST 1 Dü9ünce Dizidi j 43 "I believe the dog to be hungry" [Köpeğin aç olduğuna inanıyorum) Bu tümcenin edilgin karşılığı, "The dog is believed to be hungry" [Köpeğin aç olduğuna inanılıyor) tümcesidir. Bir ilk yaklaşım ola­ rak. pasif tümce yapısının yapıya bağımlı bir işlemle oluşturuldu­ ğunu söyleyebiliriz. Buna göre, ilk önce temel eylemi ve onu izle­ yen adöbeğini tespit eder, sonra ikisinin yerini değiştiririz. Çeşitli değişiklikler de ekleriz. ama burada bunları tartışmaya gerek yok. Şimdi de şu tümceyi düşünelim: "I believe the dog's owner to be hungry" [Köpeğin sahibinin aç olduğuna inanıyorum) Yukarıda varsaydığımız işlemi uygulayarak daha önceki gibi te­ mel eylemin, ("bel ieve") [inanıyorum) ve onu izleyen adöbeğinin ("dog") [köpek! yerini saptıyorum ve pasif tümceyi oluşturuyorum: 'The dog is believed 's owner to be hungry" [Sahibinin aç olduğu köpek inanılır! Bunun yanlış bir tümce olduğu açık. Burada yapmamız gereken "dog" [köpek) adöbeğini değil, onun bir parçası olduğu "the dog's owner" [köpeğin sahibi) adöbeğini seçmektir. Bunu yaptığımız tak­ dirde, "The dog's owner is believed to be hungry" [Köpeğin sahibinin aç olduğuna inanılır) pasif tümcesini elde ederiz. Pasif tümceler oluşturmak için verilen bilgi belirsizdi: Belirsizlik, işlemi, eylemden hemen sonra gelen en geniş adöbeğine uygulamalıyız şeklindeki daha üstün ilkeyle çözü­ lür. Bu yine, sözdizimine ilişkin biçimsel işlemlerin genel bir özel- _iil_BUgl ve Ô:ı:gürlıllı Sorunlan 1 Noam Chom kY liğidir. Geçen on yılda biçimsel işlemlere ilişkin bu türden koşullar hakkında epeyce yoğun araştırmalar yapıldı ve bazı ilginç şeyler öğrenildi. Bu koşulların da dilin öğrenilmesi sırasında zihin tara­ fından uygulanan şemanın bir parçası olduğu akla yatkın bir şeki l­ de açıkça görülebiliyor. Anlayabildiğimiz kadarıyla, koşullar yine değişmez görünüyor ve dili öğrenen açısından, bu koşulların uy­ gulandığını gösteren pek az veri bulunuyor. Dilin biçimsel işlemlerinin ilginç bir özelliği de, yapıya bağımlı ol­ malarına karşın, son derece önemli bir karakteristik olarak, an­ lamdan bağımsız olmalarıdır. Şu cümleleri karşılaştıralım: "I believed your testimony" [ifadenize inandım] "I believed your testimony to be false" [İfadenizin yanlış oldu­ ğuna inandım] ve "I believed your testimony to have been given under duress" [ i fadenizin baskı altında verilmiş olduğuna inandım] Bu tümcelere karşılık gelen edilgin biçimler ise şunlardır: "Your testimony was believed" [ İ fadenize inanıldı] "Your testimony was believed to be fa ise" [ İ fadenizin yanlış ol­ duğuna inanıldı] ve "Your testimony was believed to have been given under duress" ! i fadenizin baskı altında verilmiş olduğuna inanıldı]. Her üç tümce için de pasif biçim, az önce enformel olarak tanım­ lanan kuralla oluşturulmuştur. Kural, temel eylemin, onu izleyen adöbeğiyle arasındaki dilbilgisel ve anlambilimsel i lişkileri dikka- te almıyor. Şu halde. ·ı believed your testimony" [ i fadenize inan­ dım] tümcesinde adöbeği, "believe" [inanmak] eyleminin di lbilgi­ sel nesnesidir. "I believed your testimony to be false" ! i fadeni­ zin yanlış olduğuna inandım] tümcesinde ise adöbeğinin "belie­ ve" [inanmak] eylemiyle bir il işkisi yoktur ve "be false" [yanlış ol­ mak] öğesinin öznesi konumundadır. "l believed your testimony to have been given under duress" ! i fadenizin baskı altında veril­ miş olduğuna inandım] tümcesinde de adöbeği, "believe" [inan­ mak] eylemiyle ilişkili değildir ve içyerleşik "give" [vermek] eyle­ minin di lbilgisel nesnesidir. Yine de bütün durumlarda söz konu­ su kural, bu farkları dikkate almadan gözü kapalı uygulanır. 26 Do­ layısıyla, gayet önemli bir özellik olarak, kurallar yapıya bağımlı ve yalnızca yapıya bağımlıdır. Teknik terimlerle ifade edecek olur­ sak bunlar. dilbilgisel veya anlambilimsel ilişkilere değil, tümcele­ rin soyut olarak belirlenmiş ayraçlamasına uygulanan kurallardır (soyut derken, "fiziksel olarak gösteri lmemiş" demek istiyorum). Bir kez daha. bunun doğru olması için a priori bir neden bulun­ muyor. Dilin bu özellikleri ampirik olgulardır -tabii eğer doğruy­ salar. Sözü edilen özelliklerin organizma için "a priori" oldukla­ rını makul bir önerme olarak varsayabiliriz, öyle ki bu özellikler, organizma için neyin bir insan dili olduğunu tanımlar ve organiz­ manın dile ilişkin edindiği bilginin genel karakterini belirler. Bu ilkelerle uyuşmayan dil sistemleri tahayyül etmek pek zor değil­ dir. Hipotezlerimiz doğruysa. insan türüne ait çocukların tahayyül edebileceğimiz bu türden sistemleri normal yoldan öğrenmesinin imkansız olması gerekir. Buna karşın. bir tür bilmece veya zihinsel egzersiz olarak öğrenilebilirler belki. Bu noktada yukarıdaki açıklamanın son derece yanıltıcı olduğunu söyleyebilirim: Tümcelerde yapılan biçimsel işlemlerden söz et- 46 1 Bilgi ve Ôzgilrtük Sorunlan 1 Noam Chom4ky tim. Gerçekte ise dilin dikkatlice incelenmesi, bu işlemlerin tüm­ celerin altında yatan soyut biçimlere, konuşma ya da yazı dilini oluşturan gerçek fiziksel olaylarla epeyce bağlantısız olabilen ya­ pılara uygulandığını gösteriyor. (Daha önce belirttiğim gibi aynı şey ses yapısı için de geçerlidir.) Birisi bir insan dilini bildiğin­ de, neyi öğrendiğini anlayabilmek ve tümcelerin nasıl oluşturul­ duğunu ve anlaşıldığını açıklayabilmek için bu yapıların ve onla­ ra uygulanan işlemlerin zihinsel varlıklar olduğunu kabul ediyo­ ruz. Şunu vurgulamak isterim ki bu varsayımsal kabulün, genlerin veya elektronların varsayımsal olarak kabul edilmesinden daha tuhaf veya gizemli bir tarafı yoktur. Sunumun yalınlığını korumak için, yanıltıcı olduğu halde "tümceler üzerindeki işlemler" kavra­ mını kullanmaya devam edeceğim, fakat burada aşırı bir basitleş­ tirme yapıldığını aklımızda tutalım. Bu açıklama başka bir açıdan da yanıltıcıdır. Sözünü ettiğimiz ku­ rallar doğa yasaları olmadığı gibi, elbette herhangi bir otorite ta­ rafından da yasa veya kural haline getirilmemiştir. Kuramsallaş­ tırmamız doğruysa bunlar, bilgi edinimi sırasında zihin tarafın­ dan oluşturulan kurallardır. Bu kurallar ihlal edilebilir ve asl ında onlara uyulmaması, çoğu zaman etki li bir edebi araç olabil ir. Ga­ yet yalın bir örnek vermek gerekirse Rebecca West, sanatın do­ ğayı yansıttığı görüşünü eleştirirken şunları yazar: "Sanat için ge­ rekli olan. evrenin bir kopyası değildir; o lanet olası şeyden bir tane olsun, yeter de artar bile." [üne of the damned thing is amp­ leJ. 27 i fade, "kitaplardan biri burada" [üne of the books is here]. "ü lanet olası şeylerden bir tane olsun, yeter" [üne of the dam­ ned things is enoughl gibi tümcelerdeki çoğul eki gerektiren dil­ bilgisi kuralını ihlal ediyor. Fakat ifade yine de meseleyi tam kal­ binden yakalıyor. Dilin ilkelerinden uzaklaşarak onun anlatım- BGST 1 Dü ünce Dizi i 1 47 sal kaynaklarını tam olarak kul lanma yoluna sık sık başvurabi­ liriz. "Mantıksal ya da dilbilgisel düzensizliğin derecesi", William Empson'ın belirsizlik boyutlarından biridir: Katı di lbilgisi kuralla­ rına uymamak, söylenen şeyin anlamını araştırmaya çalışan oku­ ru, "çok çeşitli nedenler düşünmeye ve bunları zihninde bir düze­ ne sokmaya" zorlamak için kullanılan araçlardan biridir. Empson bunun, "dilin şiirsel kullanımıyla ilgili asli bir durum olduğunu, fakat benzer sebeplerle normal kullanımın da bir özelliği oldu­ ğunu" söylüyor.28 Ben burada gevşek bir anlatımla neyin di lbilgi­ si kurallarına uygun olarak söylenip neyin söylenemeyeceğinden bahsederken bu hususun da akılda tutulması gerekir. Şimdiye kadar sözünü ettiğim örnekler son zamanlarda literatür­ de tartışıldı.29 Konuya daha fazla açıkl ık getirmek için henüz üze­ rinde çalışılmamış alanlara dönmek istiyorum. Az önce pasif bi­ çimde tümceler kurmak için bir tümcenin temel eylemi ile onu iz­ leyen adöbeğinin yerlerini değiştirdiğimizi belirtmiştim. Buna kar­ şın, bazen bu işleme izin verilmez. Şu cümleyi ele alalım: "I believe the dog is hungry" !Köpeğin aç olduğuna inanıyorum] Bu tümcenin pasif biçimini şu şekilde oluşturamayız: "The dog is believed is hungry" !Köpek inanılıyor aç olduğu] !Köpek ko aç inanmak ko aç aç]; Fakat, "I believe the dog is hungry" [Köpeğin aç olduğuna inanıyorum] tümcesinden hareket ederek, ''The dog is believed to be hungry" !Köpeğin aç olduğuna inanılır! tümcesini kurabi liriz. Peki bu farklılığı nasıl izah ediyoruz? Elbet­ te lngilizcenin deneyimle öğrenilen bir tuhaflığı olabilir bu. Şim­ di böyle olmadığı yönündeki daha ilginç olasılığı araştıralım ve bu tür bir farklıl ığı ne tür ilkelerin izah edebileceğine bakalım. Başlangıç olarak tartıştığımız iki tümceye bakalım: "I believe the dog is hungry", !Köpeğin aç olduğuna inanıyorum! ve "I believe the dog to be hungry" [Köpeğin aç olmak inanıyorum!. Bu iki tümce de özne olarak "I" [beni. temel eylem olarak "believe" !inanmak] ve bir tümce biçimindeki şu iki içyerleşik yapıdan oluşmaktadır: "The dog is hungry", !köpek açl. "the dog to be hungry" !köpek aç ol­ mak!. Şimdi iki içyerleşik tümce tipini ayırt edelim: Birisi , "the dog is hungry" !köpek açl gibi zamanı belli bir tümcedir, diğeri ise "the dog to be hungry" !köpek aç olmak] gibi zamanı belli olmayan tüm­ cedir. Elbette bunlardan sadece ilki içyerleşik olmayan bir tümce olarak varolabilir. Bir ilk tahmin olarak, zamanı belli bir tümceden hiçbir şeyin çıkarılamayacağı ilkesini önerelim. Başka örnekler bu ilkenin genelleştirilebileceğini akla getiriyor. Şu tümceye bakalım: ''The candidates each hated the other" !Adayların her biri diğerinden nefret ediyordu] Bunun bir değişkeni, ''The candidates hated each other" [Adaylar birbirinden nefret ediyordu] tümcesidir. Burada yeniden tartışmayacağım kimi ikna edici argü- manlar dolayısıyla, ikincisinin ilkinden bir kuralla oluşturulduğu öne sürülüyor. Bu kural, "each" [her biri] sözcüğünü tümcenin te­ mel eylemi ["hate", "nefret etmek"] üzerinden aşırır ve "the other" [diğerinden] nesne sözöbeğindeki "the" sözcüğünün yerine koyar.· Şimdi de başka bir tümceye bakalım: "The candidates each expected the other to win" [Adaylardan her biri diğerinin kazanmasını bekliyordu] Kuralı uyguladığımızda, "The candidates expected each other to win" [Adaylar birbirlerinin kazanmasını bekliyordu] tümcesini elde ederiz. Şimdi de şu tümceye bakalım: "The candidates each expected that the other would win" [Adayların her biri diğerinin kazanacağını bekliyordu!: ya da "The candidates each believed the other would win" [Adayların her biri diğerinin kazanacağına inanıyordu] Her iki durumda da kuralı uygulayamayız, çünkü şöyle diyemeyiz: ''The candidates expected that each other would win" [Adaylar [bekliyordu] ki birbirleri kazanacak]; ya da "The candidates believed that each other would win" [Adaylar [inanıyordu] ki birbirleri kazanacak"] Türkçeye uyarlarsak, "her biri", "nefret ediyordu"nun üzerinden aşırılır ve "birbirlerinden" ifadesiyle "digerinden"in yerine geçer. -{.n. 50 1 BUgl ııe ÔZgilrlilk Sorunlan 1 Noam Chom6ky Bu farklılığı açıklamak için daha önceki ilkemizi genelleştirelim ve zamanı belli olan içyerleşik bir tümceden ne bir şeyin çıkarılabi­ leceği ve ne de ona bir şey eklenebileceği ilkesini önerelim. Daha genel bir ifadeyle. Y sözöbeği zamanı bilinen bir tümcede bulunu­ yor ve X sözöbeğinin sağında yer alıyorsa, X ve Y'ye hiçbir kural uygulanamaz: Yani. ı.... Y.... l'nin zamanı bilinen bir tümcede yer al- dığı durumda, ı.... X.... l.... Y.... 1.... 1 yapısındaki X ve Y'ye hiçbir ku- ral uygulanamaz. Bu ilkeye ters düşen kimi örnekleri araştırmadan önce, içyerleşik yapılara ve onların dışındaki tümceciklere ilişkin başka koşulları ele alalım. Örneğin şu tümceye bakabiliriz: "John expected to win" [John kazanmayı bekliyordu! Genellikle çağdaş İngilizce dilbilgisi incelemelerinde bunun gibi tümcelerin, şu biçime sahip içyerleşik bir tümce barındıran daha derin yapıdan elde edildiği varsayılıyor: adöbeği-kazanmak; bu­ rada bir kural, adöbeğine ve bütün tümcenin öznesine bir artgön­ derim ilişkisi, bu örnekte ise bir eşgönderim ilişkisi tayin eder. Daha sonra, içyerleşik adöbeği düşürülür. Böylece. düşürmenin öncesindeki di lbilgisel il işkiler gösterilecek olursa, şöyle bir du­ rum oluşur: "John", "John expected to win" [John kazanmayı bek­ liyordu] tümcesinde hem "win" [kazanmak] eyleminin hem de "ex­ pect" [beklemek! eyleminin öznesi olarak anlaşılır, nitekim ger­ çekten de öyledir. Bu varsayım için burada ele almayacağım söz­ dizimsel sebepler bulunuyor. Varsayımı kabul ettiğimizde. içyer­ leşik tümcenin adöbeği, öncülüne artgönderimsel bir il işki tayin edildikten sonra düşürülen bir adıl olarak ele alınır. BGST 1 Dü ünce Diziai 1 51 Şimdi d e başka b i r örneğe bakalım: "The candidates each expected to defeat the other" !Adayların her biri diğerini yenmeyi bekliyordu] Kabul ettiğimiz varsayımımıza göre bu tümce şu derin yapıdan tü­ retilmiştir: "Adaylar her biri bekliyordu !adıl-diğerini yenmeyi!" IThe candidates each expected [adıl-to defeat the other] Burada ayraçlar, zamanı bilinmeyen içyerleşik tümceyi içine alı­ yor. Each ( Her bir)-aktarım kura lını uygulayıp ardından adı lı dü­ şürdüğümüzde, gerçek duruma uygun olarak ''The candidates ex­ pected to defeat each other" [Adaylar birbirlerini yenmeyi bekli­ yordu] tümcesini elde ederiz. Başka bir tümceye bakalım: "The men each expected the soldier to shoot the other" !Adamların her biri, askerin diğerini vurmasını bekliyordu] Burada, bir önceki örnekte olduğu gibi each (her bir)-aktarım ku­ ralı uygulanırsa, ''The men expected the soldier to shoot each ot­ her" !Adamlar, askerin birbirlerini vurmasını bekliyordu! gibi bir tümce elde ederiz ki kuşkusuz bu doğru bir tümce değildir. Bu du­ rumda, "each" (her bir) sözcüğünün zamanı bilinmeyen içyerleşik tümceye aktarımını engelleyen bir koşul bulunuyor demektir. Hemen akla geliveren kural şudur: İçyerleşik tümce tam bir özne içerdiğinde, bu tümcenin solundaki X öğesine ve onun yüklemin­ de yer alan Y öğesine hiçbir kural uygulanamaz. Daha biçimsel bir dille söylemek gerekirse; Z'nin sözcüksel olarak.... Y.... 'nin belir- 52 1 Bilgi ve l)zgQrtillc Scınınlan 1 Noam Chom6ky lenmiş öznesi olduğu.. X... [Z-... Y... ] yapısı söz konusu olduğun­..... da, bu yapıya hiçbir kural uygulanamaz. Daha rahat bir anlatım­ la, hiçbir kural, içyerleşik bir tümceciğin öznesi üzerinden öğele­ ri birbiriyle ilişkilendiremez. Bu ilke başka birçok örnekle destek­ leniyor. Şimdi de şu tümceyi inceleyelim: "The candidates each heard denunciations of the other" [Adaylardan her biri diğerinin suçlamalarını duydu] "Heard" [duydu] eyleminin dilbilgisel nesnesi, "denunciations of the other" [diğerinin suçlamaları] şeklindeki karmaşık adöbeğidir. Burada each (her bir)-aktarım kuralını uyguladığımızda, "The can­ didates heard the denunciations of each other" [Adaylar birbirle­ rinin suçlamalarını duydular] tümcesini elde ederiz. Fakat bu kar­ maşık adöbeğinin şu örnekte olduğu gibi bir özne barındırdığını varsayalım: "The candidates each heard J ohn's denunciations of the other" [Adayların her biri, John'un diğerini suçlamasını duydu] Burada "John". "denunciations" [suçlaması] öğesinin öznesidir.3° Bu durumda each (h er bir)-aktarım kuralını uygulayamayız; çün­ kü "The candidates heard John's denunciations of each other" [Adaylar J ohn'un birbirini suçlamasını duydular] tümcesini elde ederiz. Bu tümce tabii ki anlaşılır olmasına karşın, kulağı tırmalar. Oysa "The candidates heard denunciations of each other" [Aday­ lar birbirlerinin suçlamalarını duydular] tümcesi bu şekilde kula­ ğı tırmalamaz. Önerilen kural. bu ayrımı açıklar. Bu durumda il­ kenin. içyerleşik bir tümceye değil. tümce biçimindeki içyerleşik BGST 1 Dü ünce DiZi6i 1 53 karmaşık bir adöbeğine uygulandığına dikkatinizi çekerim. Aynı farkl ılık şu iki tümcede de görülür: "The men saw pictures of each other" [Adamlar birbirlerinin resimlerini gördüler! ve "The men saw john's pictures of each other" [Adamlar john'a ait birbirlerinin resimlerini gördüler! Aynı şey, başka birçok örnek için de geçerlidir. Bu örnekler, önerilen ilkenin geçerli olduğu bir duruma ilişkin: Genel bir sınırlayıcı kural, belirtilen koşullarda bir öğenin eklen­ mesini engelliyor. Keza aynı koşullarda bir öğenin çıkarılması da engellenir. Şu tümceyi düşünelim: "You saw pictures of someone" [Birisinin resimlerini gördün] İ ngilizcenin günlük kullanımına karşılık gelen soru tümcesini şöy­ le oluşturabiliriz: ''Who did you see pictures of?" [Kimin resimlerini gördün?] Fakat elimizde "You saw john's pictures of someone" [John'un bi­ risini çektiği resimlerini gördün] gibi bir tümce varsa, bu tümce­ den kalkarak oluşturduğumuz "Who did you see john's pictures of?" [John'un kimi çektiği resimlerini gördün?] soru tümcesi. be­ lirtilen ilkeden ötürü, bir önceki soru tümcesine kıyasla pek do­ ğal değildir. Burada da farklı yapılara sahip başka benzer durum­ larla karşılaşıyoruz. 54 1 Bilgi ııe Özgürlük Sonınlan 1 Noam ChomMzy Şimdi de çok farklı türden bir kurala bakalım: "I saw us" [Ben bizi gördüm] ya da "We saw me" [Biz beni gördük] gibi tümcelerin, "They saw me" [Onlar beni gördü] veya ·ı saw them" [Ben onları gördüm] gibi tümcelerle karşılaştırıldığında insana tuhaf geldiği kolayca gözlemlenir. Öyleyse belirli bir yorumlama ilkesinin, şu formda­ ki bir tümceye "tuhaflık" verdiğini varsayalım: adöbeği-eylem­ adöbeği-X, öyle ki iki adöbeğinin gönderimleri çakışıyor. Kuş­ kusuz buradaki ilke. çeşitli biçimsel koşullarda bizi, adöbeklerine gönderim farkı tayin etmeye yönelten çok daha genel bir yorum ilkesinin özel bir durumudur. Dolayısıyla, 'The soldiers detested the officers" [Askerler subaylardan nefret ederdi] dersem, doğal olarak benim. subaylar öbeğinden ayrı bir askerler öbeğine gönderme yaptığımı anlarsınız. Bununla birlikte, iki öbe­ ğin örtüştüğünü düşünmekte de anlamsal bir saçmalık yoktur: Ör­ neğin, askerler kendi aralarındaki subaylardan ve hatta belki de bizatihi kendilerinden nefret ediyor olabilirler. Birinci tekil adıl­ ları söz konusu olduğunda, ayrık gönderim tayin etmek olanaksız­ dır; yukarıdaki tümcelerin tuhaflığı buradan kaynaklanıyor. BGSf I Dü9ünce Dizi i 1 55 Fakat şimdi şu iki tümceye bakalım: "I expected them to hate us" !Bizden nefret etmelerini bekliyordum) ve "I expected us to hate them" !Bizim onlardan nefret etmemizi bekliyordum) Açık ki birinci tümce değilse bile ikincisi "l saw us" [Ben bizi gör­ düm! tümcesindeki tuhaflığı barındırıyor. Sözünü ettiğimiz ilke, farklıl ığı açıkl ıyor. iki şahıs adılı "ben" ve "biz", içyerleşik tümce­ nin öznesi tarafından ayrıldığında, tuhaflık tayin eden yorum ku­ ralı uygulanmaz. Son olarak biraz daha karmaşık bir örneği ele alalım: "I didn't see many of the pictures" [Resimlerin çoğunu görmedim/Resimlerin bir kısmını görmedim) Gündelik dil kullanımında bu tümce normal koşullarda "I saw few of the pictures" !Resimlerin az bir kısmını gördüm) diye yorumla­ nır; yani gördüklerim resimlerin çoğunluğu değildir. Bu tümcenin ikinci bir yorumu vardır: "Resimlerin bir kısmını görmedim.· Bu ikinci yorumda, eğer yüz resim varsa ve ben yalnızca ellisini gör­ müşsem, ("Resimlerin bir kısmını görmedim" anlamında) "I didn't see many of the pictures" demem yanlış olmaz. Elli resmi görme­ miş olabilirim, ancak diğer el lisini görmüşümdür. Yarısını görmüş­ sem, bu durumda, birinci ve daha normal olduğunu düşündüğüm yoruma göre, "I didn't see many of the pictures" IResimlerin çoğu­ nu görmedim) demem doğru olmaz. Bununla birlikte, eğer yüz res­ min sadece üçünü görmüşsem, bu tümceyi söylemem doğru olur. 56 1 BUgl ııe ÔZ@riülc Sorunlan 1 Noam ChomAl.;y Şimdi de şu tümceye bakalım: "I didn't see pictures of many of the children" [Çocukların çoğun u n resimlerini görmedim I Çocukların bir kısmının resimlerini görmedim) Bu tümcenin de iki yorumu bulunmaktadır. Benim "normal" yo­ rum olarak adlandırdığım durumda, "Çocuklardan birkaçının res­ mini gördüm" anlamına gelir. ikinci yorumdaysa. (birçok çocuğun resimlerini görmüş olmama karşın), "Çocukların bir kısmının re­ simlerini görmemişimdir" anlamına gelir. "Normal" yorum her iki durumda da. "not" olumsuzluk ekini, "many" [çoğu) sözcüğüyle ilişkilendirir." ikinci yorum ise "not" olumsuzluk ekini, temel eylem olan "see" [görmek[ ile ilişkilendirir."" Şimdi şu tümceye bakalım: "I didn't see john's pictures of many of the children" [Çocukların john'a ait (John'un çektiği) resimlerinin çoğunu görmedim / Çocukların john'a ait (John'un çektiği) resimlerinin bir kısmını görmedim[ Bu durumda, "normal" yorumun devre dışı kaldığına inanıyorum. Tümce aşırı bir yapaylığa kaçmadan şu biçimde yorumlanamaz: "I saw john's pictures of (only) few of the children" [Çocukların john'a ait (John'un çektiği) resimlerinin (yalnızca) birkaçını gördüm) Daha önceki örnekte ikinci yorumu kabul edilmez bulan konuşu- Vurgusunu Türkçeye uyarlarsak: "Gördüklerim resimlerin çoğunluğu değil­ dir" --ç.n. Vurgusunu Türkçeye uyarlarsak: "Resimlerin bir kısmını görmedim." --ç.n. BGST 1 Dü ünce Dizi i 1 57 cular için bu tümcenin doğal bir yorumu gibisinden bir şey asla ol­ mayacaktır. Diğer konuşucuların bu tümceyi normal olarak sade­ ce, (john'a ait (John'un çektiği) çocukların resimlerinin birçoğu­ nu görmüş olsam bile), "Çocukların john'a ait (John'un çektiği) re­ simlerinin bir kısmını görmedim" diye yorumlayacağını düşünü­ yorum. Örnekler bir ölçüde kolayca ayırdına varılamayacak ince­ likler barındırsa da, olgulara i lişkin bu saptamanın doğru olduğu­ nu düşünüyorum. Bu doğruysa, söz ettiğimiz sonucun belirttiğimiz ilkeden kaynaklandığına dikkatinizi çekerim: "lçyerleşik bir tüm­ cenin öznesi tarafından ayrı lmış öğeler birbirleriyle ilişkilendiri­ lemez" ilkesi, "not" olumsuzluk ekinin "many" [birçokl ile ilişkilen­ mesini engeller. Şimdi de söz konusu ilkelerin bazı ilginç özelliklerine göz atalım. Birincisi, bu ilkeler son derece genel niteliktedir, tümcelerin biçi­ mini değiştiren biçimsel işlemlerin yanı sıra tümceleri yorumlama kuralları olarak da uygulanırlar. ikincisi, söz konusu ilkelerin an­ lamsal düzeyde veya iletişimse! kullanışlılıkla ilgili diğer faktör­ ler açısından bariz bir gerekçeye dayanmadıkları görülüyor. Di­ ğer yandan, bu ilkelerin ihlal edilmesi, anlaşılır, fakat kulağa tu­ haf gelen biçimler üretiyor. Bu özellikler, geçici varsayımlar şek­ linde dilsel evrenseller, dilin biçimsel değişmezleri olarak öneri­ len genel koşulların birçoğu açısından tipiktir. Şimdi kısaca bu ilkelerin belirgin şekilde ihlal edildiği bazı durum­ lara bakalım. Şu tümceyi ele alabiliriz: "Did you teli me that Bili was there?" [Bana Bill'in orada olduğunu mu söyledin?] Buna uygun düşecek şöyle bir soru tümcesi oluşturabiliriz: _2_8 1 Bilgi ve ÔZgüı1ük Scınınlan 1 Noam Chomölcy "Where did you teli me that Bili was?" [Bana Bill'in nerede olduğunu söyledin?] Bu işlem, önerdiğim iki kuralı da ihlal ediyor. Soru sözcüğü "whe­ re" [nerede!, zamanı bilinen içyerleşik "Bili oradaydı" [Bili was the­ re] tümcesinden çıkarılmış ve dahası, bu tümcenin öznesi üzerin­ den aşırılmıştır. Bu ihlalleri nasıl açıklayabiliriz? Bu işlem ile yuka­ rıda tartıştığımız diğerleri arasındaki farkları nasıl izah edebiliriz? Tümcelerin temel biçiminin yalnızca bir özne ve bir yüklemden değil, fakat şöyle bir yapıdan da oluştuğu konusunda güçlü ka­ nıtlar var: Bütünleyici-özne-yüklem." Burada bütünleyici çıktı­ da sıfır-gösterenli olabil ir: fakat "That the dog wa6 hungry surp­ rised me" [Köpeğin aç olmaöı beni şaşırttı!. "For the dog to be hu ngry is odd" [Köpeğin aç olm aöı tuhaftır] ve "What the dog ate is unknown" [Köpeğin ne yediği bilinmiyor] vs. tümcelerinde ol­ duğu gibi "that", ''for" ve soru-sözcükleri gibi öğeler olarak da ger­ çekleşebilir. Soru oluşturmak için soru-sözcüklerinin, bütünleyi­ ci konumuna taşındığını öne sürelim. Ardından ilkelerimizi biraz değiştirelim ve bir öğenin zamanı bilinen bir tümceden kaçması­ na, ancak ve ancak bu öğe bütünleyici konumundaysa izin vere­ lim. Aynı zamanda doğruluğu sınanmış başka bir ilkeye de başvu­ racağım: işlemler çevrimsel bir şekilde uygulanır; ilk önce en de­ rindeki içyerleşik yapılara, ardından da onları içeren yapılara uy­ gulanır ve bu şekilde devam eder. Şimdi bizim için sorunlu olan tümceye bir daha bakalım: "Where did you teli me that Bili was?" [Bana Bill'in nerede olduğunu söyledin?] lng_ complementizer-subject-predicaıe_ -ç_n_ Bu tümcenin derin yapısı şöyledir: bütünleyici-sen bana söyledin [bütünleyici-Bil i-bir yerde vardı].· i lk çevrimde, "somewhere" [bir yerde) sözcüğünden, "where" [nerede[ soru-sözcüğünü elde ederiz ve hiçbir kuralı ihlal etmeden soru-sözcüğünü, içyerleşik bütünleyici konumuna taşırız. Bu işlem bize şu sonucu verir: bü­ tünleyici-sen bana söyledin [Bili nerede vardı[."" i kinci çevrimde kuralı yeni baştan uygularız ve "where" [nerede[ sözcüğünü, ana tümcenin bütünleyici konumuna taşırız, zira değiştirdiğimiz ilke­ ler artık buna izin veriyor. Bu işlem bize, "Where did you teli me (that) Bili was?" [Bana Bill'in nerede olduğunu söyledin?) tümcesi­ ni verir.3' Temel eylemin anlamsal özelliklerine bağlı olarak kural ikinci çevrimde uygulanır veya uygulanmaz. Uygulanmazsa, şu tür tümceler elde ederiz: "I wonder where Bili was" [Bill'in nerede ol­ duğunu merak ediyorum]. Bu önerilerin çeşitli ampirik sonuçları bulunuyor. Buradaki akıl yürütmeyi ayrıntılı olarak ele almayacağım, fakat okur birtakım tümceleri engellediğini kendi başına saptayabilir: Örneğin bu öneriler, "Where do you wonder whom Bili saw?" [Bili' in kimi gör­ düğünü nerede merak ediyorsun?) cümlesinin, "You wonder [Bili saw someone somewhere)" (Sen merak ediyorsun [Bili birisini bir yerde gördü)) soyut biçiminden elde edilmesini engeller. Aynı de­ ğerlendirmeler, "Whom do you wonder whether Bi

Use Quizgecko on...
Browser
Browser