🎧 New: AI-Generated Podcasts Turn your study notes into engaging audio conversations. Learn more

Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract[121-140].pdf

Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...

Full Transcript

Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 143 kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir meşrebe mensubiyetlerinin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve...

Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 143 kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir meşrebe mensubiyetlerinin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve tabiî herhangi bir topluluğu küçük düşürücü, kınayıcı ve daha da korkuncu gıybet edici konuşmalar içine kat’iyen girmemelidirler. Her anlayış ve yaklaşım, kendi mesleğinin doğru ve güzel olduğunu kabul etmekle beraber, diğerlerine de hakk-ı hayat tanımayı ve müsamahalı olmayı bir ahlâk hâline getirmelidir. Aksi davranışlardan Cenâb-ı Hak razı değildir ve O, razı olmadığı davranışlar içine girenlerin irşad ve tebliğinden yümün ve bereketi kesiverir. Evet, her mürşit imana ve Kur’an’a hizmet eden herkese saygılı olmasını bilmeli ve muhataplarının irfanına mümâşat etmelidir. Söyledikleri sözler, herkes tarafından kabul görebilecek sözler olmalıdır. Zira Allah (celle celâluhu), Allah diyenlere karşı kötü muamele edenleri, mü’minleri tenkit edip eleştirenleri, sadece kelime-i tevhid ile dahi olsa kendisiyle münasebet kurmuş olanlarla alâkayı kesenleri sevmez ve onlardan razı olmaz. Zaten Allah (celle celâluhu) ile münasebeti olan hemen herkesle irtibata geçmek, bir bakıma her insanın, Cenâb-ı Hak’la kendi münasebetinin de derecesini gösterir. Muhataplarımızla olan ilişkilerimizin, onların Cenâb-ı Hak’la olan münasebetleri nisbetine göre ayarlanması da çok önemlidir. Mürşit ve mübelliğler bu ölçüye herkesten daha çok dikkat etmeli; etmeli ve insanları kendi meşreplerine değil de, doğrudan doğruya İslâm’a davet etmelidirler. Millet fertlerini birleştirecek ve onları yekvücut hâle getirecek en önemli faktör de, işte bu şuurun gelişmesi olsa gerek. Muhatabı anlamak bir bakıma onun içtimaî seviyesini, kültür yapısını bilmek ve kavramakla mümkündür. Bu durum, 144 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni tebliğin tekniği açısından da çok önemlidir. Evet, tebliğ ve irşad bir vazifedir; onun tekniğini bilmek ise ayrı bir vazifedir. Meselâ karşınıza topla tüfekle gelen düşmana, elinizdeki bir odun parçasıyla mukabelede bulunmaya kalkarsanız, belki bir iş yapmış sayılırsınız ama, tekniğine riayet etmediğinizden dolayı, falso ve fiyaskoya sebebiyet vermiş olursunuz. Hele böyle bir çıkışın neticesi topyekün müslümanlara zarar veriyorsa!.. Yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi tebliğin tekniğini bilme, asla vazgeçemeyeceğimiz şartlardan biri ve belki de en birincisidir. Tebliğin lüzumuna inandığımız kadar, onun teknik bir iş olduğunu da kabullenmek zorundayız. Söylediğimiz sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yaptığımız iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Tamamen ateist olan veya küfür içinde bocalayan bir insana, işin başında anlatılması gereken mesele, herhalde teheccüt namazının faziletleri değildir. Ona, imanî esasların anlatılması, hem de onun kafa yapısına uygun anlatılması gerekir. Günümüzde inkâr, fen ve ilim cihetinden geldiği için üslûp da ilmî olmalıdır. Ama gel gör ki, yanlış teşhis ve yanlış tedavi usûlleriyle zavallı inkârzedelere karşı ne yanlışlıklar ne yanlışlıklar yapılmakta!.. Evet, günümüz neslinin kalbi tamir edileceğine, sırtındaki ceketiyle, ayağındaki pantolonuyla ve gönlünden evvel görünüşüyle uğraşılması onu ürkütmüş ve kaçırmıştır. Tebliğ tekniğindeki böyle bir hata, insanların ebedî hayatlarını kaybetmelerini netice vermesi bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir meseledir. Evet, karşınızdaki insan ilimden, fenden bahsederken siz ona, Mızraklı İlmihâl okuyamazsınız. –Hâşâ bu, Mızraklı İlmihâl’i küçümseme değil; yapılan şeyin yerinde olmadığını anlatmak içindir.– Ve yine karşınızdaki insan ahireti inkâr edip dururken, siz ona evliyâ menkıbeleriyle yaklaşamazsınız. Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 145 İnsan sadece his ve duygudan ibaret bir varlık değildir ki, bu anlattıklarınızla ona tesir edebilesiniz. O, his ve duygularının yanında aynı zamanda bir mantık da taşımaktadır.. ve onun mantık açısından da ikna olması oldukça mühimdir. Sadeddin Teftâzânî imanı anlatırken: “Sen delilleriyle anlatacaksın, Cenâb-ı Hak da onun gönlünde iman nurunu yakacak. İşte iman budur.” der. Zaten böyle imandır ki, kişiyi salih amel işlemeye ve dinî hayatı bir bütün olarak yaşamaya sevk edecektir. Hisleriyle dinin içine atılıvermiş bir insanın, yine hislerinin değişik şekilde galebe çaldığı bir devrede dinden çıkması her zaman ihtimal dahilindedir. Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle fen ve tekniğe ait meselelere işaret ediyor. Kur’ân bir fizik veya kimya kitabı değildir. Ancak umumî irşad için bu ilim dallarına da ihtiyaç olduğundan, Kur’ân yaptığı işaretlerle kendi müntesiplerini bu ilimlere teşvik eder. Astronomi ilmine az da olsa vâkıf olmayan, biyolojiyi sathî de olsa okumamış olan bir insanın, Kur’ân âyetlerinin birçoğunu istenen ölçüde anlaması mümkün değildir. Çünkü nice âyetler var ki, onların anlaşılabilmesi biraz da bu ilimlerin bilinmesine bağlıdır. Burada çeşitli ilim dallarını sayıp sözü uzatmadan sadece şunu hatırlatıp geçelim: Günümüzün mürşit ve mübelliğleri ansiklopedik dahi olsa, asrımızın ilim ve tekniğini takip etmek zorundadırlar. Yoksa onların irşadı, umumî ve herkesi içine alan bir irşad olmaktan çıkar, hususî bir konuşma olur. e. Devrin Kültürünü Bilme Bugün, genç-ihtiyar herkesin hâli yürekler acısı, ama günümüz insanının bu acınacak hâli, biraz da irşad adına ortaya çıkanların zavallılığından kaynaklanmaktadır. Zira devrinin kültürünü, anlayışını, üslûbunu bilemeyenlerin, o devir insanına birşey anlatmaları mümkün değildir. Akla gelmesin 146 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni ki, öğrenilmesi gerekli olan bunca şeyi bilmeden başkalarına bir şeyler anlatmak zararlı oluyorsa, acaba o zaman bizden “emr-i bi’l-mâruf” vazifesi düşüyor mu? Hayır, asla ve kat’a!. Eğer, nesli irşad etmek adına yıldızlara seyahat şart olsaydı ve irşadla alâkalı anlatılacakları oradan getirmek icap etseydi, gidip getirme ve muhtaçlara takdim etme farzlar üstü bir farz olurdu. Zira neslimizi fizik ile vurdular, kimya ile dize getirdiler, astronomi ile yıldızları başına döktüler. Öyle ise bu durum karşısında sen de, eli kolu bağlı kalmamalısın. Evet, aynı malzemeleri kullanarak neslinin elinden tutup kaldırman, onun maddî-mânevî yaralarını sarman ve onu yeniden yükseltmen sana bir borçtur. Yükseltmelisin ki, bir daha düşmesin, sürçmesin ve ayaklar altında kalıp ezilmesin. Kâinatta her hâdise, her nesne bir dil ve bir daldır. Allah’a (celle celâluhu) iman edenler bu dili bilmeli ve bu dallara sımsıkı tutunmalıdırlar. Aksi takdirde, tekvînî âyetleri anlamak mümkün olamaz. Tekvînî âyetleri anlamayan fert ve milletler ise, mezellet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim de kendi âyetleri içinde işte bu tekvînî âyetleri ele alıp şerh etmektedir. Bunlara kulaklarını tıkayan insan, her gün baştan sona Kur’ân’ı okusa da, gerçek mânâsıyla onu okumuş sayılamaz. Kur’ân, bütünüyle âyetleri tedebbür ve tefekkür edilsin diye gönderilmiştir. Ona sahip çıktığını söyleyen herkes de bunu böylece bilmelidir. Evet, anlattığımız hakikatler ne kadar mübarek ve mukaddes olursa olsun, günümüzün idrak, anlayış ve üslûbuyla yapılmayan bir telkinin müessiriyeti şüphelidir. Zira akıl, muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleriyle örtülü esrarengiz birtakım mevzular anlatıyor gibi dini, Kur’ân’ı takdim etmek, sadece neslin kafasını bulandırmaya yarar ve kâfirin de küfrünü artırır. Evet, yıllar var ki bizler, bu yürekler acısı tabloyu gözlerimiz dolu dolu seyretmiş ve burkulmuşuzdur. Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 147 Sahabe efendilerimiz, devirlerine ait kültür seviyesinin çok üstündeydiler. Muhataplarına din ve diyanete ait meseleleri, o devrin kültür seviyesine uygun anlatabiliyorlardı. Onlardan sonra gelen bir kısım büyükler de böyleydiler. Meselâ asrının müceddidi sayılan İmam Gazzâlî’nin anlattıkları karşısında o günün insanı hayretler içinde kalıyordu. Asırlar boyu da bu hayret ve hayranlık devam etti. Gibb gibi, Renan gibi Batılıların onun hakkındaki düşünceleri calib-i dikkattir: “Biz, Gazzâlî kadar devrinin kültürüne hâkim ikinci bir insan görmedik.” İmam Rabbânîler, Mevlâna Halid-i Bağdadîler ve onlar gibi kendi asırlarının başında kar çiçekleri gibi açan bütün büyüklerin hemen hepsi de asırlarını aşan ilim ve kültür ile mücehhez idiler ve kendi devirlerinin önünde yürüyorlardı. Dini sunuşları da, seviyelerinin sesi-soluğu şeklinde oluyordu. Onun için de, söyledikleri şeyler gönüllerde mâkes buluyor ve genel teveccühle destekleniyordu. f. Mürşit Esnek Olmalı Ayrıca mürşit, esnekliğini koruyabilmelidir. Zira o, bazen uçurumların dibine inecek, bazen de ta minarelerin başına çıkacaktır. Çünkü muhatapları arasında her iki noktada bulunan insanlar vardır. Bu da onun kültür yelpazesinin çok geniş olmasını iktiza eder ve böyle olamayanlar mürşit değildir; aksine onlar, irşad yolunu kapayan bir kısım tâli’sizlerdir. Milletin önünden çekilmeli, onlar yol açmalı ve gölge etmemelidirler ki; hakikî mürşitler gelip şu perişan ve derbeder nesle el uzatabilsin. Bir büyük insan, bir dertli ve muzdarip ruh şöyle der ve inler: “Bir gencin imansızlığı karşısında, inanan insanın kalbinin, vücudunun zerreleri adedince parçalara ayrılması gerekir...”103 103 Bediüzzaman, Şualar s.538 (On Dördüncü Şua). 148 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni İşte muzdarip kalb budur. Neslin imansız oluşu karşısında aynı ızdırabı duymayan insanların ise, irşad ve tebliğe aslâ liyakatleri yoktur. Mürşit, devrini bilen ama o aynı zamanda dünyaya ait her şeyi de istihkar eden bir babayiğittir. Hatta muvakkaten de olsa Cennet’i dahi unutacak ve kendine terettüp eden her vazifeyi böyle bir şuur ve anlayış içinde yapmaya çalışacak kadar hasbîdir. Böyle olmalıdır ki, Allah’ın tevfîkine mazhar olsun ve çevresini de inandırabilsin. Daha önce, muhatabın muhtaç olduğu şeyleri bilmenin lüzumuna işaret etmiştik. Evet, tebliğ adamının mükellef olduğu vazifelerden biri de işte budur. Hastalığı teşhis etmeden tedavi etmeye kalkmak, nasıl yanlış bir davranıştır; öyle de muhatabın esas dertli olduğu noktaları tespit etmeden yapılacak tedavi de aynı şekilde hatta belki de daha vahim bir yanlış davranıştır. Her merhemin her yâreye derman olmayacağını bilmem ki anlatmaya lüzum var mı? Bazılarını tanırım; bunlar, kafalarını fabrikaların çarklarına kaptırmış, durmadan iktisattan, ekonomiden, çeşitli yatırımlardan ve ağır sanayinin ehemmiyetinden dem vurur dururlar ve insanlığın kurtuluşunu da sadece bu yönde çalışmalara bağlarlar. Bu düşünceler İslâm adına da ortaya atılmış olsa, Marks ve Engels’in basit birer kopyacılığını yapmaktan ileri gitmemektedir. Günümüzde iflas etmiş ve müntesibi kalmamış bu düşüncelerin kendileri, kendi hayatiyetini muhafaza edememişken, nasıl olur da onların taklidi durumunda olan düşünceler, insanlığa hayat getirebilir ve nasıl olur da aklı başında bir insan böyle bir iddiada bulunur veya arkasındaki insanları böyle bir macereya sürükleyebilir? Böyle bir aldanmışlığı kabul etmek bana çok giran geliyor. Hayır, hayır!. Kasem ederim, siz nesilleri ruh plânında ele almadıkça, onu mâneviyatla yoğurmadıkça ve onu ahiret şuuru ile mamur etmedikçe ne kurduğunuz ve kuracağınız fabrikalar ne de muasır medeniyetlerden dem vurmalar, onun kıvamı adına hiçbir işe yaramayacaktır. Evet, şu hoyratlaşan sergerdan Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 149 nesiller eğer disipline edilemezlerse, ruhen tatmin olmayan bu yığınlar hiçbir lüks ve fantastik düşünce ile doyurulamazlar. Bu itibarla, nesillerin ızdırabına ekonomik çözümlerle çare bulunacağını zannetmek gafletin ta kendisidir. Bugün İslâm âlemi, devrin tekniğine göre konuşma kabiliyetini kaybettiği için, hitap etme mevkiinden alaşağı edilmiştir. Günümüzde o sadece dinleme, ama hiç konuşmadan dinleme durumundadır. Bari dinlediklerini terkip yapmayı becerebilseydi!.. İhtimal bir gün, tekrar konuşan ve sözünü dinleten lider durumuna yükselebilirdi. Ama ne yazık ki o, liyakatli bir muhatap dahi olamadı. Umumî mânâdaki bu kötü manzara, hususî hizmetlere ve hususî oluşumlara da aynı şekilde aksetti. Onlar da kendi muhataplarının karşısında, aynı ölçüde acze düştüler. Hâlbuki elimizde bütün kâinata meydan okuyan ve bütün insanlığa hitap etme liyakatini haiz olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan var. Ve yine elimizde o Kur’ân’ı bize en güzel şekilde izah ve şerh eden Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölümsüz sünneti bulunuyor. Ne acıdır ki, bugüne kadar biz onlardan gerektiği gibi istifade etmesini bilemedik. Kalb ve kafa bütünlüğüne erip, bir gavvas gibi Kur’ân ummanına dalamadık. Dolayısıyla Kur’ân da, Sünnet de bize bir şey söylemez oldular. Bizim durumumuz böyle devam ettiği müddetçe, onların suskunluğu devam edecek ve günümüz Müslümanı, içinde bulunduğu bu kaostan asla kurtulamayacaktır. Evet, dünya değişiyor. İlim ve teknik baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Ama bazılarımızın söyledikleri, gelişen dünya ölçeklerine uymuyor. Üç asır öncesine takılıp kalıyor ve günümüzün nesline konuşabilmekten çok uzak bulunuyoruz. Tabiî böyle olunca da söylediklerimize kulak veren olmuyor. g. Devrinin Perspektifinden Bakmalı Günümüzün mürşit ve mübelliği, anlatacağı meseleleri, yaşadığı devrin perspektifinden bakarak anlatmalıdır. O, 150 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni evvelâ muhataplarının ruh yapılarına vâkıf olmalı; ama aynı zamanda onun beynini bir matkap gibi delen veya beynine zehirli bir zıpkın gibi saplanmış bulunan problemleri de bilmeli ve söylediklerini bu anlayış içinde söylemelidir; söylemelidir ki düşünceleri hüsnü kabul görsün ve muhatabının hem kalbinde hem de mantığında mâkes bulsun. Zira günümüzde nesiller kan kaybediyor; biz ise ona penisilin vuruyoruz. Buraya kadar arz etmeye çalıştığımız hususlar, mücerret iddialar değil, Kitap ve Sünnet’le müeyyet tespitlerdir. Kur’ân: 104 َ َ َ ‫“ ِا ْ َ ْأ ِא ْ ِ َر ّ َِכ ا َّ ِ ي‬Seni yaratan Rabbi’nin adıyla oku!” diyerek daha ilk âyetinde, âyât-ı tekvîniye, hilkat ve yaratılış gibi hususlara dikkat çekmiştir. Bütün feylesoflar; Epikür’den, Demokrit’e, ondan Sokrat’a, ondan Eflatun’a ve ondan ta Efendimiz devrinde yaşayanlara kadar hemen hepsi, hilkat mevzuuyla meşgul olmuş ve onu incelemeye çalışmışlardır. Demek ki, o gün herkesin az çok ilk yaratılışla alâkalı bir malumatı vardı. Onlar da insanın bir damla sudan meydana geldiğini ve ceninin anne karnında çeşitli safhalar geçirdiğini biliyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerim meseleyi çok daha geniş bir perspektiften ele aldı ve insanlara: َ ْ َ ْ ‫ُ ْ ِ ُ وا ِ ا ْ َ ْر ِض َ א ْ ُ ُ وا َכ ْ َ َ َ أَ ا‬ “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, hilkat nasıl başlamış bir bakın?”105 diyordu; diyordu zira şimdiye kadar kimse, beşerî ilim ve beşerî düşüncelerle hilkatin nasıl başladığını izah edememişti ve bundan sonra da edemeyecekti. Evet, Allah’a (celle celâluhu) isnat edilmeden hilkati izah etmek mümkün değildir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, herkesin izahtan âciz kaldığı bu müşkil ve müthiş meseleyi izah etmekle işe başlıyor. Ve bu arada tekvînî âyetlere de dikkatleri çekmiş oluyordu. O 104 105 Alak sûresi, 96/1. Ankebût sûresi, 29/20. Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 151 tekvînî âyetler ki, kudret ve irade tarafından kâinatın boynuna takılmış müzeyyen bir gerdanlık, temâşâmıza sunulmuş bir meşher ve kıraatimize arz edilmiş bir kitaptır. İşte bizler, bu kitap, o meşher ve bu gerdanlığı tetkik edip değerlendirme durumundayız ve hâdiseleri anlamada onun haricine de çıkmamız mümkün değildir. Muhataplarını sadece his ve duygu bağlarıyla ayakta tutmaya çalışan mürşit ve mübelliğlerin bu davranışları, tekvînî âyetlere karşı bir zıtlaşmadır ve istikbal va’dedici de değildir. Hüsnüzannın adımları çarpıktır; müstakim yürütmez ve çok kısa zaman sonra sahibini yolda bırakır. Şu kadar var ki, onlar, çıraklarını kalb ve kafalarıyla bir arada yoğurabilir ve onları günün şartlarına ayak uyduracak şekilde hazırlayabilirlerse, bu bağlılık asla gevşemeyecek, zamanın geçmesi bu irtibatı aşındırmayacak ve dehşet verici hâdiseler, sadece aradaki bağı kuvvetlendirmeye, iradeleri bilemeye yarayacaktır. Burada istidradî olarak başka bir hususa geçmek istiyorum: Ekseriyet itibarıyla hepimizi hayrette bırakacak şu tablo, gerçekten çok müthiştir! Yurt dışında ve yurt içinde nice mütedeyyin ve dindar insanların çocukları var ki, bunlar tamamen dinsiz ve ilhad içindeler. Ve yine nice dinsiz ve mülhidlerin çocukları da var ki, bunlar da aksine dini bütün insanlar. Hatta bunlardan bazıları aile fertlerinin baskı ve zulmünden kaçıp daha müsait zemin ve şartlarda dinî hayatlarını yaşamak istemektedirler. Meselenin müşahhaslaştırılmasının mevzua fayda getirmeyeceğini düşündüğümden, burada bizzat şahidi olduğum vak’aları zikretmeyeceğim. Ancak bu gibi hâdiseler birer vâkıadır ve bundan sonra da bu vak’alar hep olacaktır. Bu müthiş tablonun tahlili bize şu neticeyi vermektedir: Dindar aile kendi evlâdına, onun ruh ve kafa yapısına uygun şekilde İslâmiyet’i anlatmamış ve anlatamamıştır. Bu çocuk, tabiî olarak dindar bir atmosferde yetiştiğinden dolayı 152 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni da, ihtiyaç duyduğu ve aydınlatılma beklediği meseleleri başkalarından soramamaktadır. Ailesinden aldığı dinî kültür ise, onu ancak belli bir noktaya kadar getirebilmiştir. Ruh ve kafasında boşluklar kalan bu çocuğun veya bu gencin, kafasına takılan bir tereddüt veya bir şüphe, onun kaymasına ve dinden çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir aileye misafir olmuş, aile reisiyle oturmuş konuşuyorduk. Adam o kadar dindar ve o kadar selim bir kalbe sahipti ki, onun karşısında kendi durumumdan utanır olmuştum. Fakat biraz sonra odaya üniversite talebesi olan oğlu girdi. Konuşmalarından hemen onun bir ateist olduğunu anlamıştım. Sanki evin tavanı tepeme yıkıldı ve donup kaldım. İçimden kendi kendime, o güzel insanı kasdederek: “Keşke, bu kadar saf ve temiz kalacağına, oğlunu dinsiz yetiştirmeseydin.” dedim. Buna karşılık dinsiz bir ailedeki çocuk, içinden çıkamadığı problemlerini başkalarına sorma ihtiyacı duyar. Bir de, dışarıdan herhangi bir kimse buna el uzatıp da problemlerini halledebilirse, çocuk İslâmiyet’i sevecek ve benimseyecektir. Çünkü ona İslâmiyet, günün şartlarına göre öğretilmiştir. Hâlbuki dindar ailede yetişen evvelki çocuğun dindarlığı, taklitten öteye geçmemiştir. Ve belli bir noktadan sonra da ondaki taklîdî iman işe yaramaz hâle gelmiştir. Burada parantezi kapatıp sadede dönüyorum. h. Muhatabın Seviyesine İnme Bazen muhatabın durumu, bizim, onun seviyesine inmemizi gerektirir. Bu takdirde mürşit ve mübelliğ, konuşacaklarını onun seviyesine inerek yapmalıdır. Bu mülâhazayı da yine mücerret bir ifade olmaktan kurtarmak için, şöyle açıklayabiliriz: Muhatabın seviyesine inerek konuşma ilâhî bir ahlâktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 153 ve sellem) ise bizleri Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya çağırır.106 Kur’ân, baştan sona kadar beşer aklına tenezzül etmiş, ilâhî bir kelâmdır. Eğer Kur’ân beşerin akıl, istidat ve kapasitesine uygun inmemiş olsaydı, bizim hâlimiz nice olurdu?.. Evet, eğer Cenâb-ı Hak Kur’ân’ında, Tur’un bir yanında Hz. Musa’ya konuştuğu kelâm ile konuşsaydı, onu dinlemeye güç yetiremeyecektik. Ve yine Kur’ân sadece büyük deha ve karîha sahiplerinin anlayacakları bir üslûpla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksandokuzu Kur’ân’dan hiç istifade edemeyecekti. Hâlbuki mesele hiç de öyle değil; Cenâb-ı Hak azameti ve rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara alıyor ve onlarla öyle konuşuyor. O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır, ama biz bunları bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki; O, sırr-ı ehadiyetle hep insanların idrak ve anlayış seviyesine göre hitap etmiştir. Biz, Kur’ân’da kendi anlayış ve kendi seviyemizi buluruz. Kur’ân âdeta herkese kendi seviyesine göre konuşur. Ancak bir insanın anlayış ve seviyesi ne olursa olsun, her insan Kur’ân’da kendi ruhî durumunun okunduğunu hisseder. Evet, insan, Kur’ân’da, sanki kendisine yakın birisinin, en mahrem yanlarına varıncaya kadar kendisini anlattığını hisseder. Böyle olması da gayet normaldir. Zira Kur’ân, insanı yaratan ve her an onun kalbine nigehbân olan Allah’ın kelâmıdır. O Allah ki, insanı yoktan yaratmıştır. Sonra da onu cismaniyet âleminde inşa etmiş ve ona emir âleminden bir de ruh vermiştir. Ne ruh içine girdiği cesedi, ne de ceset kendini ayakta tutan ruhunu tam mânâsıyla bilebilir! Her ikisini kim yarattı ve birleştirdi ise, en iyi bilen yine O’dur. Ve işte Kur’ân da O’nun kelâmıdır. 106 Bkz.: el-Kelâbâzî, et-Taarruf 1/5; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/306; el-Cürcânî, etTa’rifât 1/564. 154 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Bu ilâhî kelâm, muhtevası itibarıyla insanların hidayet kaynağı ve istikamet garantisi olduğu gibi, hitap keyfiyetiyle de bütün mürşit ve mübelliğlerin irşad menbaıdır. Hep ona bakacak ve muhatapla konuşma tekniğini de yine ondan öğreneceğiz. Kur’ân’ın farklı seviyelere hitap ettiği bir gerçektir. Zira O, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın kelâmıdır. Bugüne kadar yetişmiş binlerce âlim, Kur’ân üzerindeki düşünce ve mülâhazalarıyla kendi anlayış seviyelerini ve farklılıklarını tezahür ettirmişlerdir. Asr-ı Saadet’te de vaziyet böyle idi, yani ashabın hepsinin Kur’ân’ı anlayış ve kavrayışı aynı seviyede değildi.. ve bu seviyelerin farklı olması da, yine Kur’ân’dan istifadeye mâni değildi. Düşünün ki, Allah Resûlü’nün devrinde yaşayan bedevî bir Arap gelip Kur’ân’ı dinliyor ve hem kalbiyle hem de aklıyla Kur’ân’dan istifade edebiliyordu. Aynı devirde yaşayan ve şiirleri Kâbe’ye asılan büyük şairler de aynı şekilde Kur’ân’dan istifade edebiliyordu. Lebid, bunlardan sadece biriydi. Ve o, Kur’ân’ı dinledikten sonra artık hiç şiir yazmamıştı.107 Hansâ, Kur’ân’a dilbeste olmuş dev bir kadındı. O günkü devrin en güçlü şairlerindendi.108 Evet, onlar, bu yönüyle Kur’ân’ın muhataplarıydı ve Kur’ân hem akıllarıyla hem de kalbleriyle onları tatmin ediyordu. İbn Sinalar, İbn Rüşdler, Farabîler, İmam Gazzâlîler, Fahreddin Râzîlerin yanında, Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik ve isimlerini sayamayacağımız daha nice muhteşem dimağlar, hep ona muhatap oldular ve onun rahle-i tedrisinde yetiştiler. Demek oluyor ki Kur’ân, onlara da aynı şekilde hitap ediyordu. Evet, Kur’ân, her sahada beşerin düşünce seviyesini nazara almış ve onların anlayışına göre hitap etmiştir. Kur’ân’ın 107 108 İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/736; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/540; İbn Hacer, el-İsâbe 1/98, 5/675. Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1829; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 7/101. Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 155 bu yönü o kadar renklidir ki, onu yürekten dinleyen herkes, kendini onun biricik muhatabı sanır. İlim ve teknik, her gün daha da ilerleme kaydederek baş döndürücü bir keyfiyet alıyor. Hemen her sahada, daha güçlü ilim adamları yetişiyor. Bunlar, Yüce Yaratıcı’nın onların fıtratlarına yerleştirdiği meknî (gizli) kabiliyetlerini geliştirmek için, yine Yaratıcı’nın kâinatta vaz’ettiği fıtrî kanunlarla mümarese kazanırken yanlarında en büyük destekçi olarak, aynı Yaratıcı’nın kelâm-ı ezelîsi olan Kur’ân’ı bulmaktadırlar. Evet, binlerce ilim erbabı, farklı seviyelerde de olsa, Kur’ân’dan istifade etmekte ve kendini Kur’ân’ın şemsiyesi altında görmektedir. Kimyager, Kur’ân’ı sadece kendine hitap eden bir kitap gibi dinleyebilir. Sadece o mu? Elbette hayır. Fizikçi de, astronom da, biyolog da, hatta matematikçi de, hendeseci de... Kur’ân’ı kendilerinin diliyle konuşuyor gibi dinleyebilirler. Bir ziraatçiye göre Kur’ân, âdeta baştan sona ziraatten bahsetmektedir. Mahir bir hekime göre Kur’ân, hastalıkların teşhis ve tedavisine yeni ufuklar açan mükemmel araştırma merkezlerinden daha mükemmel, saydam, nuranî, konuşan, aydınlatan ve yol gösteren bir merkez gibidir. Diğer ilim dalları için de aynı şeyler söylenebilir. Demek ki, elinde saban çift süren köylü de, gökleri elindeki düğmeye basarak fetheden ilim adamı da Kur’ân’ın muhatabı olabilmektedir. İşte, bu derinlerden derin keyfiyetiyle Kur’ân, bizlere ahvâle göre ders vermektedir. Bunun yanı sıra Kur’ân, ansiklopedik tarzda her ilimden bahsetmekle birlikte bir ansiklopedi de değildir. Onun yegâne gayesi insandır; onu kolundan tutarak yerden semaya, oradan da ebedîliğe yükseltmeyi hedefler. O, bütün bunları yaparken aynı zamanda bir usûl de öğretmektedir. Bu televvünâtı Kur’ân’da yaşayan, gören bir tebliğ adamı ve mürşit, daima muhatabının durumunu, seviyesini göz önünde bulundurmalı ve konuşacaklarını ona göre 156 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni konuşmalıdır. Bu iş zor olmakla beraber son derece faydalı ve o nispette de zarurîdir. Mutlaka ağırbaşlı görünmek için, müphem, muğlak ve felsefe yüklü konuşmayı âdet hâline getirenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü irşadda mühim olan, verilen mesajın muhataplarca en güzel şekilde alınmasıdır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, net ve pürüzsüz olarak verilmesine bağlıdır. Evet, konuşmalar, her seviyede insanın kolayca anlayabileceği bir üslûpla yapılmalıdır. Günümüzdeki gençlik, dinî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir. Bunu, çocukların anlayışına mümâşatımızla misallendirebiliriz. Nasıl ki elinden tutup gezdirmeye çıkardığımız üç yaşındaki çocuğun yürüyüşüne uyarız, onun konuşmasıyla konuşur, onun gibi güler ve onun gibi davranırız; öyle de, irşad ve tebliğde de muhatapların anlayışının nazara alınması şarttır. Çocuklara karşı yapılan müdepdep konuşmalar, sadece onları güldürecek ve fakat malumat dağarcıklarına hiçbir şey ilave etmeyecektir. Neslimize İslâm’ı anlatırken Bergson, Paskal, Eflatun ve Descartes’in felsefe yüklü tarzlarına değil; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşad ve tebliğ tekniğine ihtiyaç vardır. Allah Resûlü ise, hep beşerin anlayış seviyesine mümâşat ediyordu. Hitap yelpazesini, herkesi içine alacak kadar geniş tutuyordu ve yerinde çocukla çocuk, gençle genç, ihtiyarla da ihtiyar oluyordu. İşte bu sistem ve bu ilâhî ahlâk, nebilerin sistemi ve nebilerin ahlâkıdır. Nebiler Sultanı, kendisine isnat edilen bir sözünde: ِ ِ ْ َ ْ ‫إ َّא א ِ ا‬ ِ‫ر‬ ِِ ‫אء أُ ِ א أَن כ ِ ا אس‬ ْ ُ ُ ْ َ َ َ َ َّ َ ّ َ ُ ْ َ ْ َ َ َ َ “Biz peygamberler topluluğu daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmak- Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 157 َ la emrolunduk.”109; diğer bir beyanında da: ُ َ ِ‫אس َ َאز‬ َ َّ ‫أ ْ ـ ِ ُ ا ا‬ ْ “İnsanlara akılları nispetinde konuşun.”110 buyurmakla bizlere tebliğ ve irşadda vazgeçilmez bir kaideyi fısıldamaktadır. 109 110 Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 1/398; İbn Hacer, Lisânü’l-mîzân 6/274; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/226, 2/251. Ebû Dâvûd, edeb 20; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 42/523. 7. İMAN - TEBLİĞ - AMEL MÜNASEBETİ AÇISINDAN a. Tebliğ ve Hayat “Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak” bir tebliğ adamının en önemli prensiplerinden biri olmalıdır. Zira tebliğ insanı hakikî mü’min olma yolundadır. Hakikî mü’min ise, iç ve dış bütünlüğüne ermiş insan demektir. Böyle birinin hayatında iç ve dış çatışması söz konusu değildir. İkili (düal) yaşama, düpedüz bir münafıklık sıfatıdır. Bu mezmum ahlâk ise, gerçek bir tebliğ adamında asla bulunamaz; bulunmamalıdır da. Zira mü’min olmak ona, her zaman ve zeminde ancak ve ancak yaşadıklarını söyleme gibi yüce bir ahlâk ufkunu göstermektedir. Ayrıca tebliğ adamı, yaşanmayan sözlerin, nasihatlerin, mâşerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icra etmeyeceğini de bilmelidir. Evet, samimî olmayan söz ve davranışlara Allah (celle celâluhu) yümün, bereket ve tesir lütfetmez. Bazen, birtakım yarı samimî ya da gayri samimî kimselerin hizmetlerinde tesir ve muvaffakiyet görülse de, bu tamamen alternatifsizlikten kaynaklanan bir durumdur ve geçicidir. Bazen böyle bir durumun tahakkuk etmesi, ya o anda daha İman - Tebliğ - Amel Münasebeti Açısından ___________________________________________ 159 samimî insanlar mevcut olmadığından veya samimî olanlar henüz bir cazibe merkezi oluşturamadıklarındandır. Bu itibarlarla da, gayri samimî olanların kaderi, günü gelince silinip gitmektir. Dünden bugüne ilâhî kanun hep böyle cereyan etmiştir. Dolayısıyla da bu yarı samimî veya samimiyetsiz insanların geçici muvaffakiyetleri ehl-i iman ve ehl-i firaseti yanıltmamalıdır. Son bir-iki asır hem kapitalist hem de komünist cephelerde birtakım geçici muvaffakiyetler, buna iyi bir misal teşkil edebilir. Çünkü her iki sistem de birbirinin alternatifi olarak zuhur etmiştir. Bu nifak ve iğfal düzenleri zuhur ettikleri dönem itibarıyla henüz daha güzel ve daha samimî bir oluşum bulunmadığından boy atıp gelişmişlerdir. Ne var ki günümüzde, hâdiseler, samimî ve uyanık kimseler tarafından artık yakın takibe alınmış sayılabilir. Evet, bundan sonra artık dünya pazarında ancak, samimî olanlar metâlarını satabilecek ve müşteri bulabileceklerdir. Samimî olmayanların ise, bu ilâhî pazardan sürülüp çıkarılma vakti gelmiş demektir. Nitekim daha doğduğu ilk günden itibaren bâtıl ve batıp gitmeye mahkûm olduğu bilinen komünizm, hakikat ve samimiyet pazarından çıkarılıp çer çöp gibi bir kenara atıldığı; ehl-i İslâm’ın samimî gayret ve tebliğleri de yegâne alternatif hâline gelmiş olduğu gün gibi ortadadır. * * * Yaşadığını anlatmak ya da aksi ifadesiyle anlattığını yaşamak, kişinin sık sık kendi kendisiyle hesaplaşması ve benliğini bulmasıyla mümkün olur. Oturaklaşmamış ve belli bir olgunluk kazanmamış beden insanlarının düal yaşamaktan kurtuldukları görülmemiştir. Evet, bu ruhlar, oldukları gibi davranamamalarının yanı sıra, davrandıkları gibi de hiç olamamışlar ve olamazlar da. Toplum içinde sergiledikleri saygınlık, olgunluk ve istikrarlılık gibi durumlar, tamamen 160 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni yapmacık ve sun’î davranışlardan ibaret olduğu için, bunlar hep çevrelerinden istiskal görmüşlerdir. Evet, bunlar, yalnız kaldıklarında alabildiğine laubali ve gayr-i ciddîdirler. Bu ise, bir nevi hamlığı, yetersizliği, tutarsızlığı ifade etmektedir ki, bunların izale edilmesi, hiç kuşkusuz iyi bir itikat, sağlam bir tevekkül ve ciddî bir inkıyada bağlıdır. Evet, tebliğ adamı bu hususa çok dikkat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir. Hem öyle göstermelidir ki, içtimaî ve ferdî davranışlarında kat’iyen herhangi bir tenakuza düşmemelidir. Evet, onun gecesi de gündüzleri kadar aydın, gündüzleri ise güneşe fer verecek kadar pırıl pırıl, berrak olmalıdır. Dikkatsizlik neticesi işlediği küçük bir hata, samimî bir mübelliği iki büklüm edip inletmelidir. O, teheccüt ile nurlandırmadığı gecenin sabahında, namazdan bahsetmekten hayâ etmeli. Gözüne takılan bir haramın kirini, gözyaşlarıyla yıkayıncaya kadar da durmadan ağlamalıdır. Ağzına girecek bir haram veya şüpheli lokma, ona günlerce karın ağrısı olmalı ve bir inhiraf ruhunda Cehennem alevleri gibi kendini hissettirmelidir. Ferdin kendisinde tatbik görmeyen düşünce ve fikirler, ne kadar cazip ve hayat için ne kadar lüzumlu da olsalar, yine de istenen seviyede hüsnü kabul görmezler. Çünkü söylenen sözler, bizzat söyleyenin vicdanında mâkes bulmuş değildir. Ferdin vicdanına oturmayan bir düşüncenin, umumun vicdanında mâkes bulmasını arzu etmek, imkânsız bir şeyi arzu etmek gibidir. b. Tebliğ ve Ölçü İslâmî bir toplumda tebliğ ve irşad, sadece bir vazife değil; aynı zamanda her şeye miyar olacak ölçü ve mikyas vaz’et- İman - Tebliğ - Amel Münasebeti Açısından ___________________________________________ 161 mek demektir ki, o toplumda fertler bütün işlerini bu mikyasa uyarlar, günlerini ona göre tanzim eder, gecelerini de bu sorumluluğun âh u vâhıyla geçirirler. Bir ferdin, ara sıra camiye gidip gelmesi, hac farizasını yerine getirip dönmesi, mevlid merasimlerine iştiraki vs. ölçü olmamalıdır. İyi bir mübelliğ, tebliğ ve irşad şuurunu yok edip, davayı alabildiğine şekilcilik ve merasimciliğe dönüştüren her davranıştan fevkalâde sakınmalıdır. Belki bu tür davranışlar, bazıları için bir teselli kaynağı olabilir ama toplum adına mikyas olmaktan uzaktırlar. Esasen, toplumu yozlaştırıp, onun maddî-mânevî direncini kısırlaştıran sebeplerin başında, “emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker”in şuurlu ve plânlı bir şekilde yapılmaması gelmektedir. Günümüzde bu kudsî vazife teker teker her fert üzerinde fıtrî bir borç kabul edilmelidir. Zira fitne girdapları, beşeriyete ait boşluklardan sızarak evvelâ fertleri, sonra da bu fertlerin teşkil ettiği toplumları kıskıvrak sararak helâk uçurumlarına yuvarlamaktadır. Evet, ısrarla üzerinde durma mecburiyetindeyiz ki, bu iş, her şeyden evvel bir iman mevzuudur.. ve şimdiye kadar bu meseleye sahip çıkanlar da hep imanı kavî olan insanlar olmuştur. Bu dün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Koca bir cemiyet içinde, birkaç samimî ve imanı kavî insanın başlattığı bir tebliğ hareketi, kısa zamanda mâşerî vicdanda mâkes bularak yüz binlerin derdi-davası hâline gelmesi başka şekilde izah edilemez. Hiç şüphesiz böyle bir hareketin en dikkat çekici ve karakteristik yanı onun şekilcilik ve merasimden uzak olmasıdır. Çile ve ızdıraptan uzak olan her hareket, şekil ve merasime esir olmadan kurtulamaz. Zaten, merasimle bütünleşmiş hareketlerin hiçbirinin bidayetinde zindan, gözyaşı, fikir çilesi; neticesinde kalıcılık, samimiyet, sevgi ve kucaklama yoktur. 162 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Hulâsa; irşad adamı, her hareket ve davranışını, irşad hayatına göre ayarlamalı; bir yere mi gidecek, mutlaka irşad mülâhazasıyla gitmeli ve irşad düşüncesiyle oturup kalkmalıdır. Zira onun hayatında hususî tenezzühe yer yoktur. O, fıtrî ihtiyaçlarını dahi davası istikametinde kanalize etmeye çalışır. Evet, o, her alıp-verdiği nefesin bir gün kendisinden sorulacağının şuuruyla yaşar. İşte bu yol nebilerin, sıddîklerin, velilerin, şehitlerin yoludur. Onlar hep yaşadıklarını anlattılar ve anlattıklarını yaşadılar. Münafıklara gelince onlar, yaşamayıp anlattılar, anlattıklarını da kulak ardı ettiler. Her gün bir eğri yolun girdabına dalıp, hem kendilerini ve hem de peşlerinden gidenleri idlâl edip helâkete sürüklediler. Allah (celle celâluhu) bir mürşit olarak insanlara gönderdiği Hz. İsa’ya (aleyhisselâm) şöyle buyurur: “Ey Meryemoğlu! Önce kendi nefsine nasihat et, o ibret aldıktan sonra başkalarına nasihat et. Eğer böyle yapmazsan Benden utan!”111 Esasında bu hitap, sadece bir peygamber olarak Hz. İsa’ya değildir. Burada Hz. İsa, irşad ve tebliğ makamında Allah’a (celle celâluhu) muhatap olduğu için “Yâ İsa!” denmiştir. O hâlde, ister nebi ister başkası, kim olursa olsun, irşad ve nasihat ederken, evvelâ söylediği ve tavsiye ettiği şeyleri kendi nefsinde duyarak yaşamalı ve tatbik etmelidir ki, başkalarına da tesir etsin. Kur’ân-ı Kerim bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir: ِ ‫אب أَ َ َ َ ْ ِ ُ َن‬ َ ُ ُ ْ َ َ‫أ‬ َ َ ‫אس ِא ْ ِ ِّ َو َ ْ َ ْ َن أَ ْ ُ َ ُכ ْ َوأَ ْ ُ ْ َ ْ ُ َن ا ْ כ‬ َ َّ ‫ون ا‬ “Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okuyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?”112 111 112 Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382. Bakara sûresi, 2/44.

Use Quizgecko on...
Browser
Browser