Cemil Meriç'in Bu Ülke (1974) Kitabı
Document Details
Cemil Meriç
Tags
Summary
This book is an intellectual biography of Cemil Meriç, a Turkish intellectual and writer. It traces his thoughts and ideas on the political and social reality of Turkey. He critiques various social and political ideologies in the book.
Full Transcript
Ötüken Yayınevi 1974-1975-1976-1979 (4 baskı) İletişim Yayınları 195 Cemil Meriç Bütün Eserleri 2 ISBN 975-470-281-0 © 1985 İletişim Yayıncılık A.Ş. BASKI 1985, İstanbul BASKI 1992, İstanbul BASKI 1992, İsta...
Ötüken Yayınevi 1974-1975-1976-1979 (4 baskı) İletişim Yayınları 195 Cemil Meriç Bütün Eserleri 2 ISBN 975-470-281-0 © 1985 İletişim Yayıncılık A.Ş. BASKI 1985, İstanbul BASKI 1992, İstanbul BASKI 1992, İstanbul BASKI 1993, İstanbul BASKI 1994, İstanbul BASKI 1995, İstanbul BASKI 1996, İstanbul BASKI 1997, İstanbul BASKI 1998, İstanbul BASKI 1999, İstanbul 11-12. BASKI 2000, İstanbul (2000 adet) 13-14. BASKI 2001, İstanbul (1000 adet) 15-18. BASKI 2002, İstanbul (2000 adet) 19-21. BASKI 2003, İstanbul (2000 adet) 22-25. BASKI 2004, İstanbul 26. BASKI 2005, İstanbul (6000 KAPAK Ümit Kıvanç DİZGİ Remzi Abbas, Nurgül Şimşek, Hasan Deniz UYGULAMA Hüsnü Abbas MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CİLT Sena Ofset İletişim Yayınları Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] web: www.iletisim.com.tr CEMİL MERİÇ Bu Ülke YAYINA HAZIRLAYAN Mahmut Ali Meriç Cemil Meriç, 1916’da Hatay’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanîsi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. 1940’la İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, “söküyor”du. Elazığ’da (1942-45) ve İstanbul’da (195254) Fransızca öğretmenliği yaptı. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. İ.Ü.de okutmanlık yaptı (1946-63), Sosyoloji Bölümünde ders verdi (1963-74). 1955te, gözlerindeki miyopinin anması sonucu görmez oldu, ama olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı. Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974’te emekli oldu ve yılların birikimini art anla kitaplaştırmaya girişti. 1984’le önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyatı (1964) daha sonra Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı. Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist, 1967’de çıktı. 1974’ten sonra yayımlanan kitapları şunlardır: Bu Ülke (1974), Ümrandan Uygarlığa (1974), Mağaradakiler (1978), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikâyesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943’te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’ın Köprüden Düşenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Batıyı Büyüleyen İslam (1983) adlı eserlerini de Türkçeye kazandırdı. Cemil Meriç’in “Bütün Eserleri” toplu halde basılırken, daha önce yayımlanmamış üç kitabı daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993). İçindekiler Entelektüel bir Otobiyografi Birinci Bölüm Uzun Süren Bir Çıraklık İKİNCİ BÖLÜM Gerçek Entelektüel Cemil Meriç Kronolojisi BU ÜLKE I- Sihâm-ı Kaza 1. Bâbil* Sağ ile Sol* Gerici Kim? Kelâm, Bütünüyle Haysiyettir Argo Bizim Kapitol’ümüz* Yok Kamus, Bir Milletin Hafızası Penelop’un* Örgüsü Her Kemal Yeni Yobaza Düşmanlık İzm’ler Türkiye’deki Hayalet Slogan İlkelin İdeolojisi Bu Firar Bir Kabil* Kompleksi Sen Bir Az-Gelişmişsin Avrupa’nın Yeni Bir İhraç Metaı Asaletini Kaybeden İrfan Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi Batı Dergileri Kitap Okumak Üzerine Tercüme Divan Edebiyatında Roman Türk Teceddüt Edebiyatı Bizde Hiciv Yok Polemik 2. Müstağripler Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç Su Alan Gemi Bir İmparatorluğun Anatomisi Müstağrip İrfan’a Kaçış Yunan’a Kaçış İran’a Kaçış Mutlak’a Kaçış Batı’ya Kaçış Le Bon’perestler Nakş-ı Ber Ab II- Biz ve Onlar Bir Anonim Şirket Demokrasi ve İslâmiyet Aydınlatın Dini: İzm’ler Din Afyon mudur? İnananlar kardeştir. Düşmanlarımızın Tanrısı Der Sergüzeşt-i Caliban* Yeni Bir İdeoloji İki Düşman Kardeş Sakson Köleleri Tefekkürün Tarifidir Diyalektik Doğu Despotizmi Çağdaş Uygarlık Düzeyi ve İsa Efendimiz Bir İnsan Yaratmak Geç Kalmış İki Mezdekçi: Sade ve Stirner Öldürmeyeceksin Şiddet: Avrupa’nın Tanrısı Kutuplar Testideki Ay Yogi İle Komiser Ne Yogi Ne Komisi İnsan Nereye? Bir Avuç Duman III- Münzevi Yıldızlar Dante İbn Haldun ile Vico Camoens Scott* Balzac Lamennais Tagor Said Nursi Kemal Tahir Kerim Sadi IV. Fildişi Kuleden Kelime Kitap V. Baki Kalan KANAVIÇE Bu Ülke ile ilgili Basında Çıkan Yazılardan Seçmeler ENTELEKTÜEL BİR OTOBİYOGRAFİ Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Cemil Meriç, Jurnal, 18.6.1974 Cemil Meriç’le ilgili, o daha hayattayken bir biyografi yazmak çok zor ve biraz da zamansız geldi bize. Kaldı ki, Cemil Meriç’in “jurnal”inde, mektuplarında, kitaplarında, kendisiyle çeşitli zaman ve vesilelerle yapılmış röportajlarda öyle bir kendini tanıma ve tanıtma çabası var ki, kendini tahlil gayreti, öyle sayfalar, öyle itiraflar, anılar, düşünceler var ki, otobiyografik bir derleme için malzeme hazır gibi. Mesele, bu yazı yığını içinden, Cemil Meriç’in fikrî gelişmesinin aşamalarını, en önemli dönemeç ya da geçiş noktalarını vurgulayabilecek şekilde, mümkün olduğunca sistematik bir derleme yapmak: Ortaya çıkan ve bazen kopuklukları olan - hem zaman içinde hem fikir silsilesi içinde- uzunca metni küçük başlıklarla donatmak, iki veya üç bölümle okunmasını kolaylaştırmak ve bunun ötesinde, özgün ve aykırı bir düşünce adamı olan Cemil Meriç’i, gerçek kişiliğinin bazı yanlarıyla da olsa, ortaya çıkarmak, Türk okuyucusuna tanıtmaya çalışmak, kitaplarını okurken de, bu bilgilerin ışığı altında, okuyucunun işini biraz kolaylaştırmak. İnsan bir bütün. Yaşamöyküsü biyografik de olsa, otobiyografik de olsa, ikisinin karışımı da olsa, kronolojik bir sıralamanın da çok daha ötesinde, o kişiyi anlamak ve tanımak için sadece bir ilk adım. İkinci önemli adımsa, o insanın eseri, o eseri tanımak ve anlamaya çalışmak. Biyografi, onu kaleme alan kişinin eğilimlerine, tercihlerine, yorumlarına göre okuyucuyu yanıltabilir. Otobiyografi de, çok daha samimi, çok daha yaşanan olayların içinden olmasına rağmen bir nevi müdafaanâme; bazen büyüklük bazen küçüklük kompleksinden etkilenebilecek bir kendi kendini tahlil, bir yorum, dolayısıyla, onu kaleme alanı tanımak bakımından son derece önemli bir malzeme; ama onunla yetinmek de mümkün değil. Kronoloji ise anlamlı ve anlamsız bir tarihler yığını. Anlamlı; bu tarihleri zamanının olaylarıyla, siyasî ve kültürel gelişmelerle bağlantılı olarak verebiliyorsak; tabiî kişinin o gelişmelerden etkilendiği veya etkilendiğini sandığımız kadarıyla. Anlamsız; salt bir gün, ay ve sene belirten rakamlar silsilesinden ibaretse. Biyografi, otobiyografi, kronoloji, bir düşünürü anlayabilmek için başvurmamız gereken ikincil malzeme. Asıl çaba, onu eserlerinden tanımaya çalışmak, satır satır, paragraf paragraf, sayfa sayfa, cilt cilt. Evet, bu “entelektüel bir otobiyografi” olacak ister istemez, koltuğunun altında kitapları, etrafında başvurduğu, kaynaştığı, konuşturduğu veya konuşmak için vesile yaptığı insanlığın en büyük simaları ile, biraz “fraklı”, biraz “papyon kravatlı”, biraz “kasıntı” bir insan var karşımızda; objektife gülümseyen, ebediyete gülümseyen, gülümseyen ya da somurtan. Entelektüel bir otobiyografi: daha çok düşünceleriyle, biraz açılarıyla, biraz heyecanlarıyla, biraz maddî olaylarla, kendi kaleminden, kendi ağzından, kendi bakış açısı ve kendi yorumlarıyla, kendi tahlilleriyle Cemil Meriç. Çocukluğu, lise yılları, Hatay’daki ilk gençlik yılları, hocalarıyla, okuduklarıyla bütünleşen, güçlenen Cemil Meriç. İstanbul ve evlilik öncesi yaşam: Yabana Diller Okulu, pansiyon odaları, Elit, Nisvaz. Birçok dergide makaleler, çeviriler. Sonra evlilik, lise öğretmenliği, istifa, yirmi bir ay arayla doğan bir oğlan bir kız evlat. Geçim sıkıntısı. Yine çeviriler. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde başlayan Fransızca okutmanlığı, bin bir güçlük ve sıkıntıyla kurulan bir kütüphane, Sahaflar Çarşısı’ndan, kendi sırtında, öğrencilerinin sırtında taşınan ucuz, ama paha biçilemez çuval çuval kitap, hemen hepsi Fransızca. Okuduklarıyla zenginleşen, zenginleştikçe yücelen, kanatlanan bir Don Kişot. Patlama noktasına yaklaşırken, en verimli olabileceği bir yaşta, gözlerini yitirmesi; aylarca hastane odalarında ümitle beklenen ameliyat sonuçları, aylarca tedavi için Paris ve açılmayan gözler: retina iyice çatlamıştır, katarakt önlenememiştir. Boşluk, bunalım, düşünce adamının boğuluşu. Yine de aramaya, düşünmeye devam, günbegün, sabırla, titizlikle. Beliren bir dünya edebiyatı tarihi yazma projesinin ilk merhalesi olarak Hint edebiyatına, Hint düşüncesine yöneliş ve bir rahatlama, bir zenginleşme: insan beyninin yarısı Batı’ysa diğer yarısı da Doğu, üstelik bu Doğu Batı’yı beslemiş, Batı’yı şekillendirmiş, etkilemiş. Hint Edebiyatı ya da Bir Dünyanın Eşiğinde, Cemil Meriç’in -Balzac’la ilgili çalışmaları ve aslında her biri bir kitap konusu olan makalelerinden sonra- ilk önemli eseri ve kitabının önsözü, kendi deyişiyle, “bir manifesto”. Bir türlü basılamayan, yayınevleri arasında gidip gelen, sonunda pek de fark edilmeden Türk düşünce dünyasında yerini almak üzere ortaya çıkan önemli bir eser. İki bakımdan önemli: hem Batı’nın karşısına Doğu’yu çıkarması ve Asya düşüncesinin önemini vurgulaması bakımından, hem de Hint edebiyatını Cemil Meriç’in değerlendirişi, hissedişi ve sunuşu bakımından. Yıl: 1964. Ne var ki, dünya edebiyatı tarihi projesi, biraz zor çalışma koşulları, biraz da bu ilk çalışmanın karşılaştığı sessizlik yüzünden, ardında bu dalda örnek sayılabilecek bir eserle, terk edilir. Dünya edebiyat tarihinden, dünya düşünce tarihine geçer Cemil Meriç. Bu dalda da örnek bir çalışma sunar çağdaşlarına: Saint Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist. Çağdaş düşüncenin kaynağı sosyalizm, sosyalizmin kaynağında karşımıza çıkan en önemli isimlerden biriyse Saint-Simon. Bu eser de aynı zor çalışma koşulları, benzer yayımlanma güçlükleri ve kötüsü benzer bir sessizlikle karşılaşır. Ama düşünce adamı artık yine sahnededir ve her zaman bu sahnede kalacaktır. Asya düşüncesinden, Türk insanına, Türk aydınına yöneliş. Osmanlı gerçeği, İslâm gerçeği. Can çekişen bir imparatorluğun anatomisi, siyasî plandan düşünce planına, son iki yüz yıllık zaman dilimi içinde ortaya çıkan bürokratlar, devlet adamları, aydınlar. Osmanlı aydınından Türk aydınına, batılılaşmadan çağdaşlaşmaya, tarihten günümüze, düşünceden edebiyata, İslâmî düşünceden Marksist düşünceye, ideolojilerden anarşi, terör ve anomiye, ansiklopedilerden Kitâb-ı Mukaddes’e kanat açan engin bir tecessüs. Gaye kendimizi tanımak, kendimizi yani dünüyle bugünüyle Türk insanını, Türk toplumunu, Türk aydınını, Türk düşüncesini. Kendimizi tanımak ve anlamak için de Batı’nın, ilmin kılavuzluğu, sağduyunun, aklın, imanın kılavuzluğu gerek. 1974 yılına gelinmiştir ve yeni bir hüviyet, yeni fikirler, yeni bir arayış içinde peşpeşe çıkan ve her biri geçmiş on yıl içinde makaleler halinde çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan yazıların metodik birer derlenmesi, bir bütün haline getirilme çabası sonucu ortaya çıkan kitaplar ve kitaplar: 1974-84 arası yarım düzine eser, birkaç da çeviri. Cemil Meriç’in fikir serüveni buralarda noktalanmış gibidir; 1984 sonbaharında geçirdiği bir beyin kanaması sonucu sol tarafına felç yerleşmiş, yaşı da yetmişine merdiven dayamıştır. Ama o, bugün, geçmişiyle gururlu; yaptığıyla, yapmak istediğiyle gururlu; sakin, güleryüzlü, okunmayı, anlaşılmayı, sevilmeyi, takip edilmeyi, aşılmayı bekleyen, ümit eden, temenni eden mütevazı bir fikir işçisi. Cemil Meriç’in hayatının anlamı kitaplar... kitaplar, yani kitaplarda yaşayan insanlar: Düşünceleriyle, duygularıyla, büyük insanlar onun her zaman kılavuzu, arkadaşı, dert ortağı. Bazen onlarla beraber düşünür, bazen onlardan ayrı düşünür, her sese kulak verir, her düşünceye saygı duyar. Onlarla diyalog içindedir, sabırla dinler, titizce araştırır ve sonra kendisi çıkar sahneye: Onun gür, onun kendinden emin, onun yalın, onun kâh bilimsel kâh şiirsel üslubu sürükler götürür sizi bir yerlere. Sataşan bir üslup, rahatsız eden, tedirgin eden; ama düşünmeye davet eden, hakikati aramaya çağıran, önerilerini getiren ya da sizi öneri getirme sorumluluğuyla başbaşa bırakıveren sarsıcı bir yazı tarzı, bir fikirleri sunuş yöntemi. Cemil Meriç’in yeri hep kütüphane olmuş. Kütüphanesinde bir Don Kişot o. Kütüphanesinde ve “Fildişi Kulelinde. Aslında hiçbir zaman çıkmamış kütüphanesinden, fildişi kulesini terketmemiş. İyi ki de diyebiliriz. Agoraya, arenaya, ateş hattına, politikaya inmemiş kulesinden; yol gösterici, aydınlatıcı, uyarıcı olmuş hep. Fildişi kuleyi bir “miskinler tekkesi” olarak gördüğü zaman da fildişi kulesinden sadece yazdığı makalelerle ateş hattına fırlamış, geri dönmüş. Fildişi kule asude bir liman, kasırgadan kurtulmak isteyenleri barındırıyor. Cemil Meriç hep yerinde, zaten artık ondan ateş hattına inmesini de bekleyemeyiz: gözlerini kaybetmiştir. Fildişi kulesinde de olsa, Cemil Meriç düşüncenin asaletine sığınarak, kardeşleri, çocukları bazı fikir ve ideolojiler uğruna şuursuzca birbirini boğazlarken, kavganın dışında kalamaz. Fildişi kule bir yangın kulesidir, Cemil Meriç o kuledeki nöbetçi. Cemil Meriç, Türk insanına, Türk düşüncesine verebileceğinin hepsini verebildi mi? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü 38 yaşından itibaren gözleri görmeyen bir insandır o. Okuması yazması mümkün değildir tek başına. Okunanları aklında tutması, ayıklaması, belli sentezlere varması, bunları yazdırması, yazdırdıklarından makaleler yapması, o makaleleri kitaplaştırması... nasıl güçlü bir hafızaya, nasıl kuvvetli bir iradeye, çalışma, öğrenme ve öğretme azmine dayanır söylemeye gerek var mı? Bu şartlar altında yapabileceğinin azamisini yapmış bir insandır Cemil Meriç. Verebileceğinin hepsini tabii ki verememiştir, çünkü, en değerli fikir arkadaşını, en algılayıcı uzvunu, gözlerini kaybetmiştir. Eğer bu felaket Cemil Meriç’i bulmasaydı, inanıyoruz ki, o, verdiklerinin kat kat fazlasını verecek, fikir adamlığının yanı sıra, belki bir aksiyon adamı da olacak, fikirlerini kalemiyle savunduğu kadar, siyasî tercih ve davranışlarıyla da savunacak, kafalardaki mefhumlar keşmekeşini aydınlatmakla kalmayacak, siyaset planında da ortaya çıkan düşünce, davranış ve karar karmaşıklığına kendi çapında bir son vermeyi deneyecekti. *** Bu çalışma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, belli bir hayat akışı, belli bir fikrî gelişme süreci içinde, Cemil Meriç’in düşüncelerinden, izlenimlerinden, duygularından, anılarından, en önemlisi, şuurlu bir kendini sigaya çekme gayretinden kaynaklanan, değişik vesilelerle, değişik yer ve zamanlarda kendini anlamak ve anlatmak için kaleme aldığı, yayımlanmış ya da yayımlanmamış yazılarının kronolojik bir sıra içinde, derlenmesi çalışmasıdır. Bazen birbirinden kopuk gibi duran, bazen birbirini izlercesine devamlılık gösteren, ana çizgilerini belirtebilmek için ara başlıklarla donatıp kaynaştırmaya çalıştığımız bu metinler bütününü, şöyle bir toparlayarak özetlemek istersek, önce, karşımıza “yalnız”, “tedirgin” ve “küstah” bir Cemil Meriç çıktığını görürüz. Yalnızdır, kitapların dünyasına sığınır. Tedirgindir, ne ateizm, ne sosyalizm, ne Türkçülük arayış içindeki bu zekâyı tatmin etmekte, rahatlatmaktadır. Küstahtır, bulduğuna inandığı çözümlerle mağrur, etrafındakileri küçümsemektedir. İlkokulda ve lisede karşısına çıkan hocalarıyla ilişkileri, anılarından süzülerek bize bu zekânın nasıl şekillendiği hakkında bir fikir verebilecek niteliktedir, aynı zamanda 1930’lu yıllarda, Hatay’da bir ilkokul ve bir lise seviyesi hakkında da ayrıntılı bilgiler elde etmek imkânını buluruz bu anılarda. Çok okuyan, çok yazan, çiçeği burnunda bir kabiliyettir Cemil Meriç. Haftada iki defter şiir karalar, kompozisyondan hep birincidir. Ama her aklına geleni yazmanın da yazı yazmak demek olmadığını öğrenmiştir bu arada, her filozofun hakikati kendine göre ele aldığını anlamıştır. Tesadüfün karşısına çıkardığı kitaplar hiçbir meselesini çözmemektedir. Okuduklarını, his ve düşünce hayatını etkileyen eserleri, bağlandığı ve ayrıldığı, ama her biri kişiliğini şekillendiren düşünce akımlarını, izlediği ve koleksiyonunu yaptığı dergileri, gazeteleri tanırken, Hatay’ın o yıllardaki kültür hayatı hakkında da bir fikrimiz olur. Mezuniyet imtihanlarına kısa bir süre kala okuldan ayrılır; İstanbul’a gelir, pek barınamaz; tekrar Hatay’a döner. İskenderun’da Fransızlar idareye hâkimdir; Fransa’daki sosyalist hükümetin Hatay’daki temsilcilerinin başında, Leon Blum’un sekreterlerinden Roger Garreau bulunmaktadır. Cemil Meriç’in hızlı sosyalist olduğu yıllardır; sekreter olarak Tercüme Bürosu’na girer, aynı zamanda başkan yardımcısıdır. Parası bol, itibarı fazla olan bu iş sayesinde, hem çevresine, hem kendine güveni artar. Derken, Türk hükümeti, Hatay’ın idarî noktalarında Türklerin çalıştırılmasını Fransızlardan isteyince, o da bir sınır kasabasında nahiye müdürlüğüne atanır. Ve Fransızların Hatay’dan çekilmeleriyle de dünyası değişir; Hatay valiliğince görevine son verilir. Birkaç ay sonra da, Hatay hükümetini devirmek suçundan tutuklanır. Antakya’ya götürülür ve idam talebiyle yargılanır. Marksisttir, duruşmalarda bunu kabul edecek kadar dürüsttür, aklanır; ama artık damgalanmıştır, dostlarını kaybettiği gibi, devletle ilgili herhangi bir işte çalışma imkânı da kalmamıştır. Cemil Meriç, kucağında yaşadığı bu cemiyetin üvey evladı olarak görür kendini hep, şahsiyeti de bu düşman çevrede şekillenmektedir. Önce karşısına büyüklerin anlaşılmayan dünyası çıkar, sonra okulda hep yalnız, hep yabancıdır, sürünün dışında, sevimsiz ve aptal bir dünyanın ortasındadır. Kitaplara sığınır, kendisine bir başka dünya yaratmak, bir kale kurmak ister. Şuurundaki devrimler sonucu, imandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe geçer; ama sığındığı her kale onu çevresinden bir kat daha koparır, insanlardan bir kat daha uzaklaştırır. O artık bir olmayanın veya bir olacağın peşindedir. Şahsiyetin, görünen cemiyet içinde, görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilebileceği inancındadır. Cemil Meriç “beşiğinden” ayrılıp İstanbul’a gelirken, yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip yaratan ve bir asırda üç-beş tane yetişebilen büyük ustalardan biri olmak emelindedir. Yeniden İstanbul’dadır. İstanbul Üniversitesi Yabana Diller Okuluna burslu öğrenci olarak girer, iki yıl okuyup, iki yıl da Fransa’ya staja gönderilecekken, İkinci Dünya Savaşı yüzünden yurtdışına gidemez. Mecburî hizmeti vardır, Elazığ’a Fransızca öğretmenliğine atanır. Yabana Diller Okulu’ndayken, ilk makaleleri, ilk tercüme tenkitleri yayımlanmaya başlar. Yine o sıralarda karısıyla tanışır, kısa bir süre sonra da evlenir. Elazığ’da iki yıl kadar kalırlar, karısı İstanbul’a döner. Baba olmak üzeredir, verilen raporlara rağmen izinli sayılmaması üzerine istifa ederek o da İstanbul’a döner. Balzac’tan birçok eser çevirir, birçok dergide de makaleler yazmaya devam eder. 1940’lardaki yazılarının ayırıcı vasfı, kendi deyimiyle, ukalâlıktır. İstanbul sanat ve edebiyat çevreleriyle bir türlü kaynaşamaz, bu çevrenin insanları İstanbul çocuğudurlar, o taşradan gelmiştir. Bir kez daha kitaplar dünyasına sığınır, onun için kitap bir limandır ve kitaplar, hayat yolculuğunun sınır taşları... O yıllarda İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca okutmanı olarak girer, yabancı dile çok önem vermektedir, yabancı dil, düşünceyi tanıtan ve tattıran bir anahtardır, bir “medeniyet anahtarı”. Otuz sekiz yaşında gözlerini kaybeder. Önce Cerrahpaşa Hastanesi’nde, sonra Paris’te Kenzven Hastanesi’nde başarısızlıkla sonuçlanan ameliyatlar, bu hayat dolu, enerji dolu, bilgi dolu, bu atılgan, bu kabına sığmayan insanı birden cinnetin ya da intiharın eşiğine sürükleyiverir. Düşünce adamı boşluktadır, üstelik acılarını dev aynasında büyüten “rezil” bir hassasiyeti de vardır. Cemil Meriç, bir “miskinler tekkesi” olarak kabul ettiği fildişi kulenin dışındaki aydın olacakken, fildişi kuleye sığınmak zorunda kalır. Yıllarca fildişi kulesindedir, yıllarca yalnız. Kavganın dışındadır, fikir ve sanat kavgasının. Politikadan da kaçar, kaldı ki politikanın kurtarıcılığına da inanmamaktadır. Çağdaşlarıyla kaynaşamaz bir türlü, ilişkilerinde de, yazılarında da, konuşmalarında da fazla kıyıcı, fazla mağrur, fazla “ukalâ”dır. Yirmi yedi yıllık öğretmenlik hayatı boyunca, çeşitli fakültelerden derslerine gelip giden yüzlerce öğrenciye, bir yandan Fransızca öğretirken, bir yandan da Batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tattırmaya çalışır. Bu dersler uzun hazırlıklar gerektirir, ders saatleri yetersizdir, evini de açar öğrencilerine; ona göre, talebe-hoca ilişkisi bir komedyadır, o bu komedyayı asilleştirmek arzusundadır ve asilleştirir de. Hayatının uzun süren çıraklık dönemi boyunca, yani elli yaş civarına kadar, düşünce Batı düşüncesidir onun için, Batı düşüncesi ya da Batı’nın bakış açısından dünya düşüncesi... 1960’larda yeni bir dünya keşfeder: Hint. Ve Hint’le beraber bütün Asya. Batılının gözüyle de olsa, gerçek değeriyle ortaya çıkan bir Doğu âlemi. Bu keşfi bir kitapla ebedileştirir: Hint Edebiyatı. Gözlerini kaybeden düşünce adamı, artık yeniden yaratabiliyordur. Daldan dala atlayan, kıtadan kıtaya, çağdan çağa sıçrayan bir tecessüs. Fransız Saint-Simon’u ve devamcılarını Türk okuyucusuna tanıtırken de çağdaş düşüncenin kaynağına, sosyalizmin temeline inmektedir. 70’li yıllarda fildişi kulesinden çıkar Cemil Meriç; makalelerinde, verdiği konferanslarda, yayımladığı eserlerde, Asya’nın Avrupa’yla hesaplaşmasına tanık oluruz, yüz elli yıldır “gölgeler âleminde” yaşayan ve insanından kopan aydının trajedisini izleriz adım adım; kaypak, müphem, tarif edilmemiş, Avrupa’nın emellerini dile getiren ama bizim şuursuzca benimsediğimiz mefhumlar, ideolojiler, sloganlar... aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde. Artık Cemil Meriç gerçek bir entelektüel olarak karşımızdadır. Ona göre, gerçek entelektüel bir zümrenin emir kulu değildir, gerçek entelektüel bir devrin şuuru olmak zorundadır, bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğruyu göstermeli, her düşünceye saygılı olmalı, tarafsız olmalı, vuzuhu fethe çalışmalıdır. Gerçek entelektüel, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü hakikatleri araştıracaktır. Gerçek entelektüel, dürüst olacak, çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı hakikatleri, vardığı terkipleri korkusuzca yazacak, yayımlayacak. Cemil Meriç denemelere başvurur bunun için. Genellikle her konu önce bir dergi, bazen bir gazete makalesine konu olur, sonra bu makaleler, bir makale boyutunu aşan yazılarla birleşip bütünleşerek bir kitabın içeriğini oluştururlar. Devamlı araştıran, sık sık lügatlere, ansiklopedilere, kitaplara başvuran, notlar alan, çeviriler yapan, özetler çıkaran, böylece biriken malzemeyi fişleyen, dosyalayan, fazla titiz, fazla çalışkan, fazla dürüst bir fikir işçisi Cemil Meriç. Öğrenen, öğrendiklerini, kafasının ve gönlünün süzgecinden geçirerek, öğretmek için çırpınan, her düşünceye açık, her düşünce adamına karşı sevgi ve saygı dolu bağımsız bir fikir adamı. Günahlarıyla, sevaplarıyla, Türk insanı, Türk aydını, Türk düşünce hayatı adına, yetiştirdiği insanlar adına, okuyucuları adına, sevenleri sevmeyenleri adına Cemil Meriç’e teşekkür ediyor ve kulak veriyoruz. MAHMUT ALİ MERİÇ Caddebostan, 25 Şubat 1985 BİRİNCİ BÖLÜM Uzun Süren Bir Çıraklık Kendini Ölçüye Vurabilmek “Fransızlarda ‘mezar taşları gibi yalan söylemek’ gibi bir tekerleme var. Kendi hayat hikâyesini anlatmak da buna benzer. Önce hafızamızın aynasında sadık akisler aramak ve onları infiallerimizin, egoizmimizin eklediği çizgilerden ayırdetmek kabil mi? Belki otobiyografik bir roman kaleme almak caiz. Ama birkaç sayfada bütün bir ömrün muhasebesini yapmak hem tehlikeli hem abes. Her hâl tercümesi bir müdafaanâmedir. Kendimizi tanımak irfanın varabileceği en yüksek merhale.” (Jurnal, 27.3.1983) “Neleri hatırlıyoruz, niçin hatırlıyoruz? intihalarımızın kaçta kaçı şuura intikal ediyor? Hatırlayıp hatırlamamakta hür müyüz? Şuur altında uyuyan ihsas ve intibalar yığınını yeniden niçin ve nasıl inşa ediyoruz? Bu inşanın sıhhati hakkında belli bir ölçümüz var mı? Bazen tam bir iyi niyetle mazideki olayları çarpıtmıyor muyuz? Aynı olayla ilgili çeşitli şahadetler nasıl kontrol edilecek? Hatıralarımızda ferdî ile sosyalin payı nedir?” (Jurnal, 2.5.1982) “Güliver kompleksi. Kendini ölçüye vurabilmek. Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine yaslanmadan gerçek hüviyetini tespit edebilmek. Aşağı yukarı elli yıldır yazıyorum. Kalktığım nokta ile bulunduğum nokta arasındaki mesafeyi nasıl ölçeceğim, ben ölçemezsem, muhayyel tenkitçi ne halt edecek?” (Jurnal, 26.10.1980) “... Bu satırları kendimi tanımak için yazıyorum. Tanımak ve tanıtmak. İnsanın kendisini tanıması yetmez, başkalarına da tanıtması gerek.” (Jurnal, 8.10.1963) “Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse. Hayatın maddî olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi.” (Bu Ülke, Ötüken Yayınevi, yeni ilavelerle dördüncü baskı, İstanbul, 1979, s. 183) Genç Bir Tecessüs “... Sekiz yaşına kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını. 1916’da Anadolu’nun ücra bir kasabasında dünyaya gelmişim. Doğduğum tarih bile kesin olarak belli değil. Babamın Kur’an kapağına kaydettiği doğum tarihi: 1332, Kânunuevvel 12. Meydan-Larousse 1911 gibi yanlış bir rakam veriyor. Geçelim... Ailem Dimetoka’dan göçmüş. Babam, çeşitli nekbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabancı dünyada âşinâsı olmayan hasta bir kadıncağız, silik, mızmız...... 12 Aralık’ta doğan çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı... Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh...... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüfler de var: Babam akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, ablam fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi konularla uğraşmaktadır. Amcam Hamit Bey’in kitapları genç tecessüsümü alevlendiren bir hazine. Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak. Okumayı ‘Türk Sazı’nı heceleyerek öğreniyorum, bağıra çağıra okuduğum o manzumeler, edebiyat dünyasında ilk kılavuzum olacaktır. Ötesini hatırlamıyorum. Antakya’dan sonra Reyhaniye. Çerkez mahallesindeki ev. Bahçe, dere ve mektep. Babamı yine akşamları görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor... Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var... Kendimden utanıyorum. Sınıfta neler okuyorduk, bilmiyorum, İlyas Efendi din dersleri, Kur’an ve hüsn-ü hat hocamız. ‘Muhasebat-ı Ahlâkiye’ diye bir kitabımız var. İlyas Efendi bir müddet medrese görmüş. Her ders ‘Muhasebat-ı Ahlâkiye’nin okuyucusu benim. Sait Efendi bir ara Türkçe hocamız. Bulgurluzâde Rıza, Menemenlizâde Tahir elinde dolaşan kitaplar. Satı Bey’in ‘Fenn-i Terbiye Dersleri’ni de ilk onda görüyorum. Nihayet Ömer Hilmi. Lâfazan, kendini beğenmiş bir deklase. ‘Dar-ül Muallimin-i Âliye’nin edebiyat şubesinden mezun olduğunu söylüyor. İkide bir yazdığı kitaplarla övünen bir Çerkez. İlk manzumemi ona okuyorum. On bir yaşındayım. Yarım saat şiirin aleyhinde nutuk çekiyor. Daha sonra, büyük bir suç işlemişim gibi babamın da kulağını büküyor. Ama bazı kabiliyetlerimi de geliştiriyor. Meselâ resimlerim çok başarılı. Mösyö Nikola ilk Fransızca hocam. Ondan evvel Mösyö Vahan diye bir Ermeni varmış. Babam sitayişle sözünü etmişti: Fransızcanın edebiyatına vâkıf imiş. Bu saçma sapan hatıralardan utanç ve sıkıntı duyuyorum. 1928’de ilk mektebi bitirdim. Talihsizlik burada da işe karıştı: mektebimiz önceleri altı sınıflı bir rüştiye idi, ben son sınıfı bitirince ilk mektep oldu, yani ister istemez bir sene kaybettim. Lisem Üniversitem’dir. Sonra Antakya Sultanîsi. İlk yıldan iki isim kalmış hafızamda: Antuvan Efendi ile Lâmi Bey. Antuvan Efendi birkaç tercümesi basılmış bir Ermeni. Çiçeği burnunda bir kabiliyet Lâmi Bey de Satı Bey’in kurduğu ‘Dar-ül Muallimin-i Âliye’nin mezunlarından Ömer Hilmi gibi. Ama ona kıyasla daha akıllı, daha coşkun ve mesleğine yürekten bağlı. Garip bir metodu var. Kısaca tarihî veya mitolojik bir konu anlatıyor, ‘hadi yazın bakalım’ diyor. Promete efsanesini ilk defa ondan dinlemiş ve şaşılacak bir hızla, yarı-manzum, yarı- mensur on beş sayfa karalamıştım. Lâmi Bey hayret etmiş ve numara yerine çok iltifatkâr bir iki cümle kondurmuştu. Unutamadığım Ömer Hilmi, hikmetine akıl erdiremediğim nasihatler vermiş, şiirle uğraşmanın insanı felâkete sürükleyeceğini anlatmağa kalkmıştı. Lâmi Bey ise, ilâhî bir mevhibeden söz ediyor, ‘ilham, ilham’ deyip duruyordu. Lâmi Bey’le dostluğumuz uzun sürmedi. Orta üçte hocamız değişti. Çok okuyor, daha da çok yazıyordum. Hoca şımartmıştı beni. Orta üç’te Ali İlmî Fâni’yi tanıdım. Şair, muhibb-i cemal, kalender bir Osmanlı. Lâmi Bey gençti, pedagogdu. Ali İlmî, feleğin çemberinden geçmiş, rindmeşrep bir Osmanlı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ‘Dar-ül Fünûn’da metin şerhliği hocalığı yapmış. Siyaset, bu sessiz sedasız, bu zevkperest şairi vatanından uzaklaştırmış, Rıza Tevfik, Refik Halit gibi o da bir yüz ellilik. Niçin, nasıl, hiçbir zaman anlayamadım. Farsçası mazbut, aruza hâkim, babacan, arif bir divan şairi. Hasbelkader edebiyat muallimi. Hissî ve fikrî hayatıma büyük katkıları olan bir hoca, hattâ bir dosttu. Şiir dünyasına onun rehberliğinde girdim. Lâmi Bey’in adamakıllı şımarttığı bu çiçeği burnunda kabiliyeti, İlmî Bey zaptedilmez hâle getirdi. Bereket yeni bir hoca, bu lüzumundan fazla müşfik, zevklerinden başka programı ve metodu olmayan üstadın çok gevşettiği dizginleri biraz kıstı: Memduh Selim. Ali İlmî, bütün zilletleri ve meziyetleriyle Şark’tı, Memduh Selim İkinci Meşrutiyetin Avrupalılaşmış bir mekteplisi. Ali İlmî nerede yetişmişti bilmiyorum, Memduh Selim Mülkiye’den mezundu, Fransızca, Ermenice ve galiba Kürtçe biliyordu. Abdullah Cevdet’in rahle-yi tedrisinden geçmişti. Metin, çetin ve lüzumundan fazla ciddi bir adam. İlk kompozisyon dersinde kâğıda mürekkep damlattığını için numaramı bir hayli kırmıştı. Lâubalîlikten hiç hoşlanmazdı. Noktalama, satır başlarına dikkat etme gibi, yazı yazmanın işçilik diyebileceğim yönleri üzerinde ne kadar titiz davranmak gerektiğini usanmadan ihtar edecekti. Memduh Selim daha sonra tercüme hocamız da olacaktı. Chateaubriand’ın ‘Son Ibn-i Saraç’ın Maceraları’ adlı eserini onun sınıfında Türkçeye çevirdik. Memduh Selim için ayrı bir jurnal yazmalıyım. Şahsiyetimin teşekkülünde etkisi olan bir başka hoca da Mahmut Ali. Geniş tecessüsü, hastalık derecesinde vekarı olan bir tarih hocası. Bununla beraber hocalık hayatına ait hiçbir berrak hatıram yok. Ders kitaplarımız yoktu. Not alırdık. Sanıyorum ki Ahmet Refik’in ‘Umumi Tarih’inden anlatırdı. Bir söz virtüözü idi Mahmut Ali. Bazen Don Kişot’a benzerdi, bazen Sirano’ya. O da müstakil bir jurnale lâyıktır. Fransızca bildiniz mi... Antuvan Efendi’den sonra Fransızca hocalarım Fransız oldu. Liseden itibaren Antakya Sultanîsi isim değiştirdi: “Lycee d’Antioche.” Türkçe, Arapça, tarih dışında bütün dersler Fransızca okutuluyordu. On, on bir, on ikinci sınıflarda tarih de Fransızca okutulmağa başlandı. Memleketin kayıtsız şartsız efendisi Fransızlardı. Fransızca bildiniz mi, önünüzde bütün kapılar açık demekti. Önce Mösyö Moity. Moity, babacan bir başçavuş eskisiydi. Sınıfta pipo içer, talebelerden ufak tefek hediyeler kabul ederdi. Nefis bir kaligrafisi vardı. En çok üzerinde durduğu ders ‘phraseologie’ idi. Bir nevi tatbikî gramerdi bu, kompozisyona hazırlık mahiyetinde bir ders. Umumiyetle iki kelime verilir ve en az yirmi kelimeli cümle kurdurtulurdu. Ayrıca ‘negatif veya ‘interronegatif cümleler de yaptırtılırdı. Türkçem zengindi, çok okumuştum. Bu temrinler yazı kabiliyetimi bir kat daha geliştirdi. Şiir ezberlemekten hoşlanmazdım, gramere ısınamadım. Ama liseyi bitirene kadar kompozisyondan hep birinciydim. Fransızların nasıl bir program takip ettiklerini anlayamamışımda. Lise bir’de Hugo’nun ‘Legende des Siecles’ini okuduk. Lise iki’de Chateaubriand’ın ‘Atala’, ‘Rene’ ve ‘Le Dernier des Abincerages’ını... Lise üç’te Lanson’un ‘Edebiyat Tarihi’ sınıf kitabımız oldu. Yalnız Lanson mu? Zaman zaman Desgranges’ın ‘Seçme Yazılar’ı da. Ayrıca klâsikler: Moliere’den, Corneille’den, Racine’den üç dört kitap okumuş olmak zorundaydık. Lise üç’te Bazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay, edebiyat fakültesi mezunu ve edebiyat doktoru idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim. Tarihle ilgili bir kompozisyon söz konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin, on beş yirmi sayfa karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine en iyi numarayı ben almıştım: yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına ‘gevezelik, konu ile alâkası yok, uyuyor musunuz’ gibi iltifatlar döktürülmüştü. Dayak yemekten çok daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddî yazı dersi idi. Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değildir. Her filozof hakikati kendine göre ele alır Lisede feyz aldığını bir başka hoca da Mesut Fâni. Sorbon’dan yeni gelmiş bir hukuk doktoru. On beş yıl Paris’te bulunmuş. Cebel-i Bereket Mutasarrıfı iken Fransa’ya kaçmak zorunda kalmış eski bir hukuk mezunu. Onuncu sınıfta edebiyat tarihi hocamız oldu. Hatırladığıma göre Köprülü’nün edebiyat tarihini okutuyordu. Çok iyi Farsça bilirdi. Önce talebeleri bir yokladı: şiir nedir, edebiyat nedir gibi ömür törpüleyici sualler sordu, bir güzel haşladı talebeleri. Bana biraz iltimas geçti, ama ben çok daha fazla iltifat bekliyordum. O hafta mektebe gitmedim, yedi sekiz sayfalık bir Türk edebiyatı şeması kaleme aldım, tabiî manzum. Ve ilk derste bu çok beğendiğim hezeyannâmeyi üstada sundum. Mesut Bey, ertesi gün, Müdür Bazantay’i yanına alarak sınıfa geldi, böyle bir kabiliyete rastlamış olmaktan hayatının en büyük gururunu duyduğunu ‘maşallah maşallah’larla süsleyerek belirtti. Ve tanışmamızın hatırası olarak, galiba o yılın (1933) Nouveau Petit Larousse’unu, Bazantay’in tebrikleriyle değerlendirerek, hayret içinde kalan bendenize takdim etti. On birde tarih hocam oldu Mesut Bey. Isaac Mallet’nin ‘Fransız Devrimi’ne ayırdığı kitabı okuduk. Fransız İhtilalini nasıl anlatırdı, hiçbir şey hatırlamıyorum. On iki’de de felsefe okuttu Mesut Fâni. Sınıfta en azından beş altı tane felsefe kitabından bahsedilirdi. Sanıyorum ki Mesut Bey’den tek öğrendiğim, bu bibliyografya zenginliği ve her filozofun hakikati kendine göre ele aldığının şuuruna varıştır. On birinci sınıfın sonunda nasıl çatıştığımızı, terbiyesizliğimin nasıl bütün hayatımı berbat ettiğini ayrıca anlatmalıyım. Fakat daha önce, hayatıma karışan bir başka insandan söz etmek lâzım: Tarık Mümtaz. Fırsat yoksulu Şam’da Musavver Sahra adlı bir dergi çıkıyordu, orta sondaydım galiba. Derginin başyazarı Tarık Mümtaz’dı. Yazarlar arasında Rıza Tevfik de vardı. Sonra Kuneytire’de yarı-Türkçe bir gazete yayımlandı, başyazarı yine Tarık Mümtaz. Bu zatın ‘İslâm! Sosyalizme Doğru’ adlı bir risalesini de görmüştüm. Antakya’da Antakya adında bir gazete yayımlanıyordu, gazetenin başına Tarık Mümtaz getirilmişti, birkaç talebe, hazreti ziyarete gittik, büyük bir hüsn-ü kabul gösterdi. Sonra, manda hükümetinin naşir-i efkân olan Antakya’yı bıraktı, birdenbire yer değiştirip, Türk milliyetçisi olarak yazı hayatına devam etti ve Karagöz başlıklı Türkçe bir gazete çıkarmağa başladı. Kendisi karikatürcü idi de. Tatilde Reyhaniye’ye gelip, babamdan kendisiyle çalışmam müsaadesini aldı. Karagöz’de kaç ay yazdım, bilmiyorum. ‘Fırsat Yoksulu’ mahlası ile şiirler yazdım. ‘Geç Kalmış Bir Muhasebe’ başlıklı yazımı istisna edersem (Yenigün gazetesinde yayımlanmıştı], yazı hayatımın başlangıcı Karagöz’deki şiirlerdir. Tarık, Bahriye Miralayı Mümtaz Bey’in oğluydu. Bir miktar Sen-Jozef te okumuş, sonra Harbiye’yi bitirmişti, Damat Ferit’in başyaverliğini yapmış, bir ara ‘Ümit’ isimli bir edebiyat mecmuası çıkarmıştı. Sonra hasbelkader yüz ellilikler listesine ithal edilerek memleket dışına kovulmuştu. Bulgaristan’da Türkçe bir gazete kurmuş, sonra oradan da kovulmuş, Avrupa’nın çeşitli ülkelerini dolaştıktan sonra postu Şam’a sermişti. Süleyman Nazife hayrandı. Mütareke devri İstanbul’unu yakından tanıyordu. İyi giyinen, kibar, enerji ve hayat dolu bir Çerkez, ama Çerkezce tek kelime bilmezdi, annesi Türktü, Türkçeye âşıktı, ideali Nazif gibi yazmaktı. Zavallı Tarık yabancı dil öğrenememişti. Çok sığ bir irfan. Ne var ki bıyıkları terlememiş bir taşra delikanlısı için, lüzumundan fazla bilgili ve geniş ihatalı bir maceracıydı. Tarık Türkçülüğü temsil ediyordu o sıralarda, Fransızlarla arası bozulmuştu. Oysa benim dostlarım hep Fransız yanlısı idiler. Tarık, ‘Türk Antakya’da Dört Baykuş Ötüyor’ başlıklı bir panfle yayımladı. Dört baykuş dediği, Ali İlmî Fâni, Mesut Fâni, Memduh Selim ve Radi Azmi idi. Ben de sırf dostluk icabı diyerek, Yıldız gazetesine, yarı-manzum, yarı- mensur bir hicviye döşendim. Başlık: ‘Unutma ve Affetme Türk Genci irfan kalelerimize çöreklenen engereklerin kırk başını birden ezmek, milli savaşın baş borcudur’ vs... gibi latifeler, altına da bütün isimlerini. Henüz talebeydim, sövüp saydığım adamlar da, beni en çok seven, en çok koruyan hocalarımdı, felsefe sınıfında talebeydim, haftada yirmi saat felsefe okuyorduk, felsefe hocam da Mesut Fâni idi. Güya kabadayılık yapıyor, sömürgeye ve sömürgecilere çatıyordum. İlk derste Mesut Fâni beni dışarıya çağırdı, ‘Biz sana ne yaptık yavrucuğum?’ dedi. Şöyle bir şey söyledim: ‘Bana dostluk yaptınız, ama ülkeme düşmansınız.’ Bu sıkıcı konuşma şöyle birtakım öğütlerle sona erdi: ‘Çocuksun, demek zekâ da kabiliyet de hakikatleri görmeye yetmiyor.’ Beni mektepten kovdurabilirdi, hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Ama mektep idaresi yazıyı görmüştü, sıkıcı bir tarassut altındaydım. Perişan, sefil ve hiç de övünülmeyecek bir yıl. Sınıf birincisiydim, imtihanlara on beş gün kala mektepten ayrıldım. Oysa mektebi bitirdikten sonra Türkiye’ye gönderilecektim. Halep Başkonsolosu İdris Sabih Bey, beni Halep’e çağırdı, Tarık’la münasebeti kesmemi, bu adamın Atatürk’e suikast yapan bir güruha mensup olduğunu, kendisiyle dolaşmakta devam edersem beni koruyamayacağını anlattı. Ben de, ‘Tarık hakkında söyledikleriniz tamamen yanlıştır, iyi günlerinde yanında olduğum bir insanı, iftiraya uğradığı zaman bırakamam’ falan filan diyerek istikbalimi tepeledim, yoksa Mülkiyeye gönderilecektim.” (Jurnal, 26.10.1980) İmandan Şüpheye, Şüpheden İnkâra, İnkârdan Maddeciliğe “Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan bazı kitaplardan da söz edelim. Önce, senelerce sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik’in Kamus-u Felsefî’si. Sonra Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı. Bu kitap yalnız tecessüsümü alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini telkin ederek, jimnastik yapmağa da zorladı beni. Kaderimi tayin eden bir başka kitap da İbrahim Ethem’in Terbiye-i İrade başlıklı eseridir. Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.” (Bir ansiklopedinin sorusuna cevap) Suç ve Ceza baştan sonuna kadar okuduğum, büyük bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu çevirdiğimi sandığım ilk yabancı kitap. Suç ve Ceza’yı kim tiyatrolaştırmış hatırlamıyorum. Dostoyevski’den okuduğum ilk eser o küçücük tiyatro. Fransızcanın... karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami’nin Kamus’u idi... Suç ve Ceza’yı ne kadar anlamıştım?..... Bu girdaplar ve zirveler dünyasında tek başıma dolaşacak yaşta değildim, kıyıdan seyrettim ummanı... Dünyam romanların dünyasıydı, Ekmekçi Kadın’ların, Tunçtan Kızlar’ın, Simon ve Mari’lerin dünyası... Kuklalarla dolu bir dünya.” (Mağaradakiler, Ötüken Yayınevi, 2. basım, İstanbul, 1980, s. 311-312) “Çocukluğumda Scott’un Seyf-i Sarim-i İlâhi Selahattin adlı bir eserini (asıl adı Talisman) de okumuş olduğumu yıllarca sonra hatırladım.” (Jurnal, 8.10.1963) “Ribot’yu çocukken tanımıştım. Hissiyat Ruhiyatı ziyaret ettiğim ilk hârikalar diyarı. Karanlıklarda el yordamı ile yürümeğe çalışarak okumuştum kitabı. Sanki ruh dünyasının bütün girdibatlarını ışığa kavuşturacaktı eser...” (Jurnal, 18 6.1963) “On sekiz yaş... tecessüsün yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı... Kagliostro, Nostradamüs, Sör Vilyam Kruks benim için de hazinenin gerçek bekçileriydiler. Onları ararken Nordau çıktı karşıma. Nordau, Haeckel, Buchner bütün mistisizmlerin birer şarlatanlık, birer tereddi olduğunu haykırdılar.” (Jurnal, 20.10.1965) “On birinci sınıfta lise kütüphanesinden alıp okuduğum Madde ve Kuvvet bir çeşit imtiyaz sağlıyordu bana, hayalî bir imtiyaz. Kendini çevresindekilerden üstün gören bir ukalâ. Çevresindekiler inanıp inanmadıklarını bilmiyorlar, o, inanmadığını biliyor artık, daha doğrusu öyle bir vehim içindedir. Avrupa ilminin cömertçe sunduğu bu fetvayla küstah ve mağrur. Buchner’i ne kadar anladı, anlayabilir miydi? Kestirmek güç... ve mühim de değil. Ateizm bir kaleydi, bu kaleden sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacaktı. Boğazına sarılan kördüğüm çözülmüştü kısmen... Ateizme gelişim tamamen teorik.” (Jurnal, 31.5.1981) “Sonra Marx ve şakirtleri ve... çöken bir sınıfın mistifikasyonu olarak mahkûm edilen okültizm. Yani okültizm ruh haritamdaki insansız bölgelerden biri. Maddecilikle gerdeğe girmeden çok kısa bir flört.” (Jurnal, 20.10.1965) “Önce lisede Engles’in Anti Duhringi geçiyor elime. Üç cilt. Sosyalizmle ilgili bütün meseleler var bu kitapta. Çok dikkatle okudum, hattâ yüz sayfa kadar da özet çıkardım. Kitabı Halep’ten satın almıştım. Marx’ın Kapital’ini de o sıralarda okudum, yalnız birinci cildini. Zaten Marx’ı okudum diyenlerden hemen hepsi sadece Kapitalin birinci cildini okumuşlardır. Bir de Moskova’da basılmış bir Kapital hulâsası vardı kitaplarımın arasında.” (Anılar, 1984) “Hakikat bir tepenin arkasında sanırdım, Kapital’i okuyunca bütün sırlar çözülecek. Belki birçok sırlar çözülür Kapital’i okuyunca. Ama Kapital nasıl okunur? Dilini bilmediğim bir dünya. Her bahis sokaklarını tanımadığım bir şehir, haritam yok. Nereye gidiyorsun? Ve nihayet dünya Kapitalle, bitmiyor... Kapital’i anlamak için dünyayı dolaşmış olmak lâzım. Ama Kapital suallerinin kaçta kaçına cevap verecek?” (Jurnal, 8.10.1963) “Nâzım’ı da o yıllarda... okudum, anlamadım ve sevmedim. On dokuzunda putperesttir insan. Kozasını yırtmak ister. Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane. Nâzım yeniydi ve her yeni gibi düşmanları vardı, dostları vardı. 936’da ben çocuktum, o devdi. Nâzım bir dâvanın kanatlarında yükseldi, şairi mitoslaştıran uğradığı zulümler oldu.” (Jurnal, 12.10.1963) “Türkçülüğe de daha çok lisede kitaplar okuyarak geldim. Yalnızdım, sosyalizmi pek fazla tutmuyordum. İrk olarak Türktüm, Türkçülüğü seçtim. Türkçülük, yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi idi. Elbette Yusuf Akçora’nın kitabını okuyordum: Türk Yıllığı Etüt hocası yakaladı, bir de tokat attı. Türk Yurdu dergisini de muntazaman okurdum, senelerce çıktı, iyi bir kültür dergisiydi. Ayrıca büyük Türkçülerden Ahmet Hikmet’i okudum. Yusuf Akçora’dan tanıdığım, Arap şairi Muarra’lı Ebul Âlâ hakkında da bir kitap yazıyordum, bir de şiirini tercüme etmiştim: ‘Mersiye’... Türkçülüğüm de teorikti, bedbaht bir nazariyeydi Türkçülük, kökü yoktu, zaten sancak’ta Türk yok gibiydi, Arp çoktu... O yıllarda sık sık Halep’e iner, kitap alırdım. Freud’den de üç dört kitap almış ve okumuştum... ‘36 yılında, edebiyat vadisinde bana tercüman olan Andre Gide’in çıkardığı Clarte dergisine aboneydim, ‘36 yılı koleksiyonu tamamdı. Yine aynı yıl Gringoire adlı sağcı bir Fransız gazetesine ve Nouvelles Litteraires’e aboneydim, onların da koleksiyonlarını yapıyordum. Sancak’taki kültür faaliyetleri oldukça yoğundu. Antakya’da çıkan iki dergiyi çok iyi hatırlıyorum. Biri, Maarif-i Umumiye, aylık bir kültür dergisi. O sıralarda Halep’te oturan Rıza Tevfik de yazardı dergide, hazretin kültür üzerine bir yazışını hiç unutmam... Çekof’un bazı hikâyelerini de bu dergide okumuştum. Ablam aboneydi dergiye. İkincisi de Yeni Mecmua, bugün hâlâ Türkiye’de böyle bir dergi yok. Gündelik gazeteler de küçük bir sancağın yüzünü ağartacak yayın vasıtaları idi: Antakya ve Yenigün. İlk yazım bu ‘Yenigün’ gazetesinde çıkmıştı: Geç Kalmış Bir Muhasebe, kültür üzerine karaladığım bir makale. Antep’te çıkan bir dergide de “Şairler Irmaklara Benzer” başlıklı bir yazım olacak o tarihlerde. Derginin adı: Işkın. O dergiyi de bulamadım...” (Anılar, 1984) “Ücra bir köy kulübesinde harfleri yeni yeni sökerken Kırk Ambar tecessüsümü sonsuz ufuklara kanatlandırmıştı... Ahmet Mithat Efendi, nesillerin tecessüsünü dünya düşüncesine kanatlandıran bir yol göstericidir... Ahmet Mithat fakülte değil, üniversite. Ben onun çocuğuyum...” (Jurnal, 19.11.1969) “Nazif, hayatımın ilk mukaddes isimlerinden. Benim için edebiyat şiir demekti. Nabi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e âşıktım. Benim için nesir sanatının gerçek temsilcisi ise Refik Halit’ti. Halep’te yayımlanan Vahdet ve Doğru Yol gazetelerini günü gününe okuyordum. Refik Halit, hecenin en usta şairleri kadar ahenkli yazıyordu, tazeydi, samimiydi ve mükemmeldi. Nesrin de edebiyatın gür ve ihtişamlı bir kolu olduğunu Refik Halit’ten öğrendim... 1930’larda Tarık Mümtaz’ı tanıdım, Refik Halit bir kaynaktan fışkıran su kadar berraktı. Tarık Mümtaz, seller kadar bulanık ve köpüklü. Biri sanattı, öteki tasannu... Evet Refik Halit’i çok beğeniyordum ama onun gibi yazmak, bayağılığa düşmeden tabii olmak, o yaştaki bir insan için erişilmesi güç bir hayaldi... Tarık’ın edebiyat dünyasında tek mukaddesi vardı: Süleyman Nazif. Tarık tanımadığım Nazif’in bir havarisiydi. Türk nesrinin o serdarını şakirdine bakarak şekillendirmeğe çalıştım. Kitaplarından önce efsanesiyle karşı karşıyaydım. Divan nazmından sonra, Tarık menşurundan süzülen özentili, coşkun bir Nazif, sonra Chateaubriand, sonra Hugo... Diyebilirim ki üslûbuma istikamet veren ilk hocalar bu dört- beş isim...” (Jurnal, 25.1.1981) “Nordau hayatımın meşale kitaplarındandır. Onu da tesadüf çıkardı karşıma... Nordau ucuz allâmelik kazandırıyor insana, kafasını yumrukluyor zaman zaman okuyucunun. Derin değil. Hattâ sanıyorum çok defa haksız. Ama alışılandan başka. Nordau birçok inançları eriten bir asit. Conosif bir zekâ. Ben Nordau’yu galiba 22-23 yaşlarında okudum.” (Jurnal, 1.4.1963) “... Balzac’ı keşfetmiştim arada ve O’na âşıktım. Dosto’nun Hıristiyan tarafı beni rahatsız ediyordu. Buchner, Nordau ve Marx, beni mistisizmden öylesine soğutmuşlardı ki, vaaza benzeyen her düşünceye kulaklarımı tıkıyordum. Zola’yı seviyordum, çünkü dinsizdi. Her mistisizm, bir mistifikasyondu benim için...” (Jurnal, 10.8.1963) “Zola gençliğimin tanrılarından...” (Jurnal, 14.11.1963) “... Mirabo’nun çocukluğuna şahit olan bir prens şu hükmü vermiş: ‘Bu çocuk ya Neron kadar berbat, ya Mark Orel kadar ulvî olacak’. Ben de kendimi tahlil edeyim mi: ya Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen, basit, adi bir genç... veya gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda ederek nesl-i âti destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan...” (18 Temmuz 1935 tarihli mektup, bkz. Yazko Edebiyat, Aralık 1982) Marksist Olduğumu Haykırdığım Zaman “Bin bir ümitle koşulan İstanbul. Gerçeğin soğuk çehresi ve kâbusa dönen şovenizm rüyası. Nâzım’la tanışma, Kerim Sadi. Sefalet ve kahkarî bir hezimete benzeyen dönüş, İskenderun Sancağı ve alışılmamış bir hürriyet havası. Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur: sosyalizm. Tercüme kaleminde reis muavinliği. Ve istemeyerek kabul edilen nahiye müdürlüğü. Sonra değişen dünya, telefonla işine son veriliş. Köy öğretmenliği. Ve bir Nisan sabahı evinin aranışı. Nezaret. Hapishane (1939). Mahkemede Marksist olduğunu haykırdığı zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, ‘korktuğu için sustu’ dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanılmaz bir dünyada idi artık, cinsî buhran, ruhî buhran... en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi, belki de inanıyordu Marksizme. Eziliyordu ve ezilenlerin yarandaydı... Kitaplardan tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Sınıf kavgası yoktu Hatay’da, çünkü sınıf şuuru yoktu. Marksizm, gerçekten meçhule yani rüyaya kaçıştı, insanları seviyordu. Ama sığındığı her kale insanlardan biraz daha uzaklaştırıyordu onu. Beraat etti. Ne var ki bütün dostları, bütün tanıdıkları selamı sabahı kestiler. Yirmi yıl bir Jan Valjan hayatı.” (Mağaradakiler, s. 320) Her Büyük Adam Kucağında Yaşadığı Cemiyetin Üvey Evlâdıdır “Yılları çeşitli hümiliyasyonlar içinde geçen, kucağında yaşadığı cemiyette hep yabancı muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen insan olduğu için envai hakarete uğrayan göçmen çocuğu, bir yere tutunmak, bir komünoteye girmek ihtiyacındaydı. Sınıfı yoktu zaten. Bir bakıma parya, bir bakıma prens... Hafızasında iz bırakan en eski yıllarda, sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlatıyor... Yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı.” (Jurnal, 26.1.1963) “Hotantolar içinde büyüdüm. Okumak istediğim zaman kitaplarımı yırttılar. Nihayet kütüphanem yağma edildi, hapse atıldım vs. Cemiyet belkemiğimi kırdı...” (Jurnal, 27.2.1963) “... Gençliğim allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktı...” (Mektuplar, 11.10.1966) “Yirmi şu kadar yıllık hayatımda bir tek ferahlatıcı hatıra yok. Âdeta oradan ayrıldıktan sonra yaşamağa başladım. Beşik değil mezar...” (Jurnal, 14.1.1964) “İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyum hâlinde olduğu zaman tarihi yoktur; doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık... Fert cemiyetle kaynaştığı zaman tarihi yoktur... Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira o, yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil... Kaderimizi çizen cemiyet; fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir, denizdeki herhangi bir dalgayız. Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmakla fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, bir olacağa bağlanıştır...” (Jurnal, 20.8.1963) “Önce çevreye intibak: cami, dua. Sonra çevreye isyan: şovenizm. Fakat ne o dindarlık taklidi ruhî hüviyetini ifşa edebilir, ne saldırıcı milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün bu tahavvüllerin merkezinde yalnızlık kâbusu. Önce çevreye bağlanmak, olmayınca daha geniş bir çevreye, bir belkiye, bir müpheme. Nihayet, gizlide, tehlikelide, cihan- şümûlde karar kılış... Hayır, bütün bu tercihlerin bir tefekkür çilesinden doğduğunu sanmıyorum. Ne Marx’a geldiğim zaman Marx’ı tanıyordum, ne Türkçülüğüm bir araştırmanın mahsulüydü.” (Jurnal, 29.10.1974) “Hilkatin atölyesinde çalışan, yani, yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir tertip yaratan ustaların sayısı bir asırda üç-beş... Sen onlardan biri olmağa çalışacaksın.’ (Jurnal, 20.8.1963) 1940’lardaki Yazılarımın Ayırıcı Vasfı: Ukalâlık “İstanbul’a ilk gelişimi hatırlıyorum. Fetih ümitleriyle dolu idim, bir gazaya koşuyordum...” (Mektuplar, 5.10.1966) “Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız... Ama beni isyana sürükleyen açlıktan çok tek oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık. Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç hiçbir zaman dolaşmamıştır diye düşünürdüm... Ben, düşünen, okuyan ve temsil ettiği, temsil ettiğini sandığı beşerî değerleri lekelememek için aç kalmağa, açlıktan kıvranmağa razı olan adam...” (Jurnal, 27.3.1963)” İstanbul’da çıkan ilk yazım: ‘Honore de Balzac’ (1941). ‘Etüdümüzün gayesi, Balzac’ın hayatını bellibaşlı inkişaf merhaleleriyle tespit etmek, bu inkişaf üzerinde müessir olan sosyal şartları araştırmak... Bu muhafazakâr muharririn nasıl olup da zamanının cemiyetini bütün tezatlarıyla canlandırabildiğini izah etmektir.’ (insan, sayı 18, ‘Honore de Balzac’, 1941) Sonra, ‘Heine’. Şairi çok mu seviyordum? Hayır. Tanımıyordum ki. Fransız solu, Hitler Almanya’sının adını anmadığı Yahudi yazarı göklere çıkarıyordu. Heine ne kadar alâkadar ederdi bizi? ‘Silezyalı Dokumacılardan bize neydi?..... Ayın Bibliyografyasında bir yıl kadar yazdım (1942- 43), konu: tercüme tenkitleri. Oradan Yücelt geçiş, sonra Tanrıkut’un Gün dergisi ve Amaç... (Mağaradakiler; s. 321) “Amaç dergisinde galiba beş makalem yayımlandı. Sonra Yirminci Asır diye bir dergi kuruldu (1947). Elit’te toplanıyorduk. Salâh’ı, Oktay Akbal’ı, Behçet Necatigil’i orada tanıdım... Yedigün çıkacak dergi ile ilgilendi. Bizimle mülakat yapmak üzere Sait Faik’i yolladı (31.12.1946). Bu vesile ile adımızdan sözedilmiş oldu... Kaynaşamadık Salâhlarla. Onlar İstanbul çocuğu idiler, ben taşradan geliyordum. Hitap ettikleri zümre kendi arkadaşları idi. Ne şiir anlayışımız uyuyordu birbirine, ne nesir anlayışımız”. (Jurnal, 29.10.1980) “... Nisvaz, tımarhanenin şubesi gibi bir yerdi 1940’larda. Zekâyla fuhuş, ciddiyetle bohem, en parlak ümitlerle en karanlık ıstıraplar yanyanaydı Nisvaz’da... Ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim.” (Jurnal, 17.9.1963) “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanya’sıydı, Emma Bovari’nin yaşadığı şehir. Sonra Balzac çıktı karşıma, Balzac’ta bütün bir asrı yaşadım, zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.” (Mektuplar, 14.10.1966) “Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki göz yaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni.” (Jurnal, 12.9.1963) “1940’lardaki yazılarımın ayırıcı vasfı: ukalâlık. Batı irfanını ülke ülke, devir devir keşfe çıkan genç bir tecessüs...” (Mektuplar, 10.12.1966) “Benim neslim için Avrupa, insan zekâsının zirveye ulaştığı ülke demekti. Türk aydını Tanzimat’tan beri Batı’yı heceliyordu. Ama zirveleri tanımıyorduk...” (Kırk Ambar, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1980, s. 450-451) “... İlk kitabım 1942’de doğdu, yetmiş beş sayfalık bir araştırma: Balzac ve yüz sayfalık bir tercüme: Altın Gözlü Kız’. Sonra ‘Ferragüs’, ‘Duchesse de Langeais’ (kitapçıda kayboldu), ‘Otuzundaki Kadın’, ‘Balıkçı Kız’ (kitapçıda kayboldu), ‘Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti”. (Mağaradakiler, s. 323-324) “... Dünyanın en büyük romancısı Balzac’tı. Balzac Türkçeye kazandırılmadıkça, ülkemizde gerçek roman boy atamazdı kolay kolay. ‘İnsanlığın Komedyası’ndan altı kitap çevirdim... Sonra Victor Hugo’dan iki manzum piyes ve “Asırların Efsanesi’nden üç-beş şiir...” (Kırk Ambar, s. 451) Koca Şehirde Yapayalnız “13 ikinci kânun 1942. Genç bir adam bir kapıyı çalıyor, şefkate susuz, hayata susuz. Hapishane, dostların ihaneti, kopuşlar, yuvarlanışlar. Tenin açlığı, ruhun açlığı ve anlaşılmayan bir kalp ve anlaşılmayan bir kafa ve anlaşılmayan bir vücut. Bir pansiyon odasındadır, koca şehirde yapayalnız. Dehasıyla yalnız, kültürüyle yalnız, ıstıraplarıyla yalnız. 13 ikinci kânun 1942 ve tahta kapıyı yumruklayan eller, soğuk bir kış günü. Sırtında paltosu var mıydı hatırlamıyor. Belki bir dosta bir kadeh rakı ısmarlamak için satmıştı. Bütün hayatı vermekle geçti; bilgisini, zamanını, kalbini. Başkalarında yaşadı, başkaları için yaşadı. Kendisinin olmayan bir dâva yüzünden damgalandı ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu taşladılar. Hayatı bir delinin yazdığı hikâye. O çakalların bile içmediği bir kaynak...” (Mektuplar, 12.10.1966) “Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımağa razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan... Ve bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi elele hayata atladık.” (Jurnal, 15.1.1964) “... Ben heyecandım, ‘spontaneite’ idim, şiirdim, bohemdim. Karım, sakin bir yaz akşamı, fırtınasız bir liman... Karım mükemmel bir anneydi. Bayağı tarafı yoktu, temizdi, saftı, eski Roma’nın istikrarını, üstünlüğünü yapan feragatkâr, vazifeşinas kadınlardan biri. Kasırgadan kaçmak isteyen bir geminin güvenle sığınacağı bir liman... Hayatım bir trajedidir. Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman: yıldızsız, allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ıstırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yeldeğirmenlerine saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu: çocuklarım, kitaplarım...” (Mektuplar, 12.10.1966) “Ben seni tanıdıktan sonra yaşamağa başladım... Yirmi iki sene gelişen, kökleşen bir sevgi bu. Bir sevgi ve bir hayranlık.” (Jurnal, 15.1.1964) Yeldeğirmenlerinin Ezeli Mağlubu: Don Kişot “29 Ekim 1942. Elazığ’dayım. Arkamda kirli, korkulu, karanlık yirmi beş sene. Atilla’nın atlılarından daha zalim yıllar. Rüyalarımın hepsi çiğnenmiş... Solculuğumuza dair rivayetler dolaşıyor... içimdeki büyük korku: polis korkusu. Polisin beni neden bu kadar ısrarla takip ettiğini anlamış değilim... Bütün zamanımı, bütün enerjimi mektebe veriyorum. İki yıl böyle geçti. Karıma Elazığ Lisesi’nde açık bulunan coğrafya hocalığını vermediler. Neden vermediler? Hâlâ bilmiyorum. Karım yeniden hamile kaldı. Doktor, ‘bu defa hayatı tehlikede’ dedi. İstanbul’a döndük. Gözlerim hayli yorgundu, rapor aldım. İkinci raporum Tıp Fakültesi’ndendi, kabul etmediler... ‘Gelmezsen malulen mütekait sayılırsın’ dediler. Koştuk, müdür ‘geç kaldınız’ dedi, ‘sizi yardımcı öğretmenliğe başlatırım, vekâlete yazarız kararınız çıkar’. Karım İstanbul’daydı, yalnızdım ve elli lira geçiyordu elime, otele altmış lira veriyordum, iki sene cansiperane hocalık yaptıktan sonra, yardımcı öğretmenlik!... İstifa ettim, daha doğrusu, acı bir mektupla durumu Vekâlete arzedip İstanbul’a döndüm...” (Jurnal, 11.9.1963) Balzac Tercümeleri, Balzac Etütleri “İşim yoktu, param yoktu, dostum yoktu... Daha çok çalışmak zorundaydım... Kitap bitmeden para vermiyorlardı, kitap bitmiyordu...” (Jurnal, 11.9.1963) “‘Ferragüs’... o sayfalar huzur içinde yazılmadı. Soğuk bir oda, hayatını kalemiyle kazanmak zorunda kalan genç bir adam... Yıllarca yaşamak ve yaşatmak için Balzac çevirdim... Balzac tercümeleri, Balzac etütleri. On altı sayfalık bir forma karşılığında yirmi beş, bazen yirmi lira. Haftada en çok bir forma çevirebilirdim, günde on-on iki saat çalıştığım çok olurdu ve tâbi etütlere para vermezdi. ‘Altın Gözlü Kız’dan yüz lira aldım. Tercümenin başındaki etüt iki yüz elli sayfalıktı, yetmiş beş sayfasını bastılar, onun için yaralı bir eser... Harcadığım emekleri ne okuyucu farketti, ne münekkit.” (Mektuplar, 7.12.1966) “Bu araştırma... genç bir tecessüsün yabancı bir dünyada ilk kanat çırpışları, tabiatiyle dağınık ve derbeder, çıraklık yıllarına ait bir esercik.” (Kırk Ambar, s. 451) “Balzac, ne Altın Gözlü Kızdır, ne ‘Ferragüs’... Üstadın en güzel romanları çevirmediklerini. Çevirdiklerimden ikisi kayboldu, tâbi kaybetti. Tam dört kitabım tâbi’nin kayıtsızlığına kurban gitmiştir. Dört kitabım yani iki senem... Ve Babıâli kurudu. O sırada beklenmedik bir kapı açıldı: “üniversiteye girdim.” (Mektuplar, 10.12.1966) Kızılderililer Arasında Bir Rahip “1947 Haziran. Yedi aydır Hukuk Fakültesi’nde Fransızca okutuyorum. Talebe perişan. Dilini unutan bir nesil, yabancı dili nasıl sevsin? İçimde, misyonerlerin her aksiliğe meydan okuyan imanı, yarının insanlarına Batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tanıtmak ve tattırmak için çırpmıyorum. Kızılderililer arasında bir rahip. Yabancı dil, hocalar için de, talebeler için de arabanın beşinci tekerleği. Aylardır boşuna direniyorum. (Jurnal, 27.10.1978) “Avrupa’yı ortaçağın kâbuslu gecesinden kurtaran mucizenin adı: yabancı dildir. Aydınlarımız, bu ‘medeniyet anahtarı’ndan mahrum kaldıkça inkılâplarımız... bir ucube olarak kalmağa mahkûmdur. Tercüme eserler, edebiyatı kucaklayan fikir kaynaklarından -çok defa- kirli ve delik deşik kovalarla aktarılmış damlacıklardır... Ya Batılı olacağız yahut Batı kültürünün âzâd kabul etmez sömürgesi.” (Yirminci Asır, “Bir Kitabın Düşündürdükleri”, 7.2.1953) Fildişi Kule 1: Miskinler Tekkesi “Dadaizm ve sürrealizm, kitleye sırtını çeviren sanatın yüzde yüz iflasını bir fizik kanunu katiyetiyle ispat etmekte... Artık ‘sanat için sanat’ tekerlemesi, ya hazin bir gafletin ifadesidir yahut da bir ricatın. İlham perilerinin iltifatı hiç kimseye kavgadan kaçmak imtiyazını vermez. Fildişi kule, ikinci harp sonu dünyasının dâvâsız sanat meczuplarını barındıran bir miskinler tekkesidir... Vatandaşları günün çetin kavgalarında yer alırken yıldızlara serenat besteleyen bedbahtın adı: savaş kaçağıdır... Fikir ve sanat adamının yeri: fikir ve sanat kavgasının ateş hattıdır... Her sanatkâr agora’ya inmek, hayırla şerrin savaşında ister istemez yer almak mecburiyetindedir. Fildişi kuleye kapananlar şerrin zaferini (bilerek veya bilmeyerek) kolaylaştırmış olurlar. Kitlelerin yükselmesi, insanlaşması, ışığa kavuşması için sanat: işte çağımızın şiarı.” (Yirminci Asır, “Fildişi Kule Efsanesi”, 1.11.1947) “Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. İnsanlığa yepyeni dünyalar kazandıran yaratıcıların zaferinde, vefanın ve sabrın hissesi pek büyüktür... Yeni âhenkler veya hakikatler müjdeleyen mücahit... kinin kasırgalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmek de senin vazifen. Unutma ki tavan arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurundaki zinciri kırabilir... Uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları... işte dünyamızda hakikî sanatkârı bekleyen akıbet.” (Yirminci Asır, “Dünya Nimetleri ve San’atkâr”, 16.11.1947) Düşünce Hayatıma Yön Veren Ustalar “Balzac edebiyatta ilk aşkımdır. Düşünce dünyasına onunla girdim.” (Jurnal, 10.12.1966) “En çok sevdiğim Fransız yazarları; Hugo ve Chateaubriand, sonra Balzac; düşünür ve filozof olarak da Voltaire. Fikrî gelişmemi en çok etkileyen yazarlar Paul Bourget ve Taine. Niçin? Belki biraz onlara çekmişim de ondan. Düşünce dünyamı en çok etkileyen kitap Doktor Buchner’in Madde ve Kuvvet’i, zira bu kitap materyalist felsefenin en mükemmel eseri.” (Okuma Notları, 1951) “Düşünce hayatıma yön veren öteki ustalar: Rousseau ile İbn Haldun. Rousseau’dan Nietzsche’ye, Nietzsche’den Hegel’e ve şakirtlerine geçiş...” (Mağaradakiler, s. 324) “Entelektüel gelişmemde yol gösterici olmuş iki hocadan da minnetle söz etmek istiyorum: Quinet ve Michelet... Bence, Fransa demek Quinet ve Michelet demektir... ‘Dinlerin Ruhu’ ve İnsanlığın Kitâb-ı Mukaddesi’..., pencerelerini bütün inanç ve düşünce dünyasına açmış, her türlü yobazlıktan uzak birer irfan âbidesi...” (Işık Doğudan Gelir, Pınar Yayınları, İstanbul, 1984, s. 144) “Schure de düşüncelerimin gelişmesinde ufuklar açan bir yazar, Quinet ve Michelet gibi.” (a.g.e., s. 149) Gözlerimi Kaybettikten Sonra Sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras, ebediyete ve kâinata. Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda, hayır fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek... Kader buna imkân vermedi. Nemezis’in parmakları gözlerime uzandı.” (Mektuplar, 15.10.1966) “Gökten ateşi çaldığı için bütün Promete’ler gibi, Tanrıların gazabına uğrayan bir fikir maceracısı...” (Mektuplar, 26.2.1967) “20 Ocak 1955... Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkuları, ümitsizlikleri, bavulunda mazisi. Ve tek desteği Mahmutpaşa’dan iki buçuk lira mukabilinde alman baston. Bir adam, bir vapurun ambar merdivenlerinden inmektedir. ‘Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan’, gemi meçhule değil, belde-i nura gidiyor. Sonra rüyaya benzeyen günler. Mânâsız ve manâlı. Çirkin ve korkunç. Sonra bilmem kaç ay Paris. Kenzven geceleri. Kenzven’de her gün gecedir. Istırabı nükte ile yenmeye çalışan bir aciz. Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi.” (Jurnal 2.1.1970) “Ben görmedim Paris’i... Paris evde yoktu... Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. Neden beni aramak için buralara kadar geldin diye sitem etti bakışları. Promete Kafdağı’na zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliydim. Paris’te hastaneye zincirli olmak. Hastaneye ve karanlığa. Reyhaniye’nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış natüralist bir romanın esneten teferruatını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim, Paris’te kapalıydılar.” (Jurnal, 8.10.1963) “Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim bitmişti... Beklediğim bir şey yoktu. Yazdıklarını hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?” (Jurnal, 12.8.1965) “Körlüğün küçüklük duygusu. Düşünce adamının boğuluşu... Yaşamak için istemediğim işlerle uğraşmak mecburiyetindeyim... ‘Emil’ tercümesi, ‘Sefiller’, bu angaryanın mükâfatı yok. Statükoyu devam ettirmek. Statükoyu sevmiyorum...... Tam istiklale kavuşacağımı umduğum anda gözlerimi kaybettim.” (Jurnal, 21.7.1965) “Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla oluveriyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu, bir hastalık. Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... İstediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz... Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var... Aczime tahammül edemiyorum... Bugün işimden kovulabilirim. Ve hiçbir iş yapamam. Bu, hayatımın perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu.” (Jurnal, 25.3.1963) “Yaratamıyorsun. Düşünce... düşünce berraktır, sen düşünemiyorsun. Dış dünyadan kopmuşsun, iç dünyan hasta bir hayvanın korkularını aksettiren ayna... kırık bir ayna.” (Jurnal, 20.7.1965) “Uyku ile uyuşukluk arasında rakseden bir hayat. Beklediğim bir şey yok. Dersler tatsızın tatsızı. Kendimi bir işe bağlayamadım. Felâket şurada ki günler de sınırlı. Çalışmam gereken saatlerde paçavralaşmış bir idrakle başbaşayım.” (Jurnal, 26.3.1963) Hint Bütün İnançlara Söz Hakkı Tanır “‘60’lara kadar tecessüsümün yöneldiği kutup Avrupa. Coğrafyamda Asya yok... Hint, benim için Asya’nın keşfi oldu. Avrupa’dan görünen Asya, Avrupalının gözü ile Asya, ama nihayet Asya. Bu yeni dünyada da kılavuzlarım Avrupalıydı demek istiyorum. İlk hocam Romain Rolland... Ama büyü bozulmuştu, anlamıştım ki tarihte başka Avrupa’lar da var... Ama sonunda Hint de bir kaçış, bir arayıştı.” (Mağaradakiler, s. 332) “Olemp’i ararken Hint çıktı karşıma...” “Kolomb Asya’yı ararken Amerika’yı bulmuş, ben Avrupa’yı incelerken Hint’le karşılaştım. Dikkatimi Ganj kıyılarına çeken Schopenhauer ile Schelling oldu. On dokuzuncu yüzyılı anlamak için ‘Vedalar Çağı’nı incelemek zorunda kaldım...” (Kırk Ambar, s. 451) “... Düşünce dünyasını fethe koşanların uğrayacağı ilk ülke Hint olmalı. Hint bütün inançlara söz hakkı tanır. Çağdaş Avrupa en aydınlık taraftarıyla Hint’in bir devamıdır... Hint belki bütün hakikat değil ama hakikat. Bu kitap, çağdaşlarını papağanlıktan kurtarmak için yazıldı. Bir kaçış değil, bir arayış.” (Jurnal, 1964) “Bir tarih hocasının Hint’le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç unutabileceğim. Eskiden Batı aforoz edilirdi, şimdi Doğu aforoz ediliyor. Daima aforoz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl yıkacağız? Bilmiyorum. Kitabım basılırsa... gericiler toptan mahkûm edecek, ilericiler toptan mahkûm edecekler...” (Jurnal, 13.3.1964) “... O ülke, düşünce hürriyetinin vatanıdır... Hint’ten tesamuhu öğrendim, düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi öğrendim. Peşin hükümlerin mahpesinden kaçmayı, hakikatin çeşitli yönlerine eğilmeyi, hayatın her tecellisine saygı beslemeyi öğrendim. ‘Hint’, bir çağrıdır, güzele, sonsuza, hoşgörüye çağrı.” (Kırk Ambar, s. 451) “64’te Hint Edebiyatını yayımladım. Okuyucusunu bulmayan bedbaht bir kitap. İrreel bir Hint ve rüyada görülen bir edebiyat. Bir kelimeyle, kendi vecdimi, kendi rüyalarımı armağan ettim Hint’e.” (Jurnal, 18.6.1974) “Hernani’ye kaç yılımı gömdüm, kim farkına vardı?.. ‘Emil’in önsözü ile en az bir ay uğraştığımı kime anlatabilirim?.. Ve sonra Hint, kusurlarıyla, darmadağınıklığı ile, inişi çıkışı ile bir kıta.” (Jurnal, 13.3.1964) “O kitaba harf harf hayatımı işledim. Dört yılım sayfa oldu. Hint, rüyalarımla, hicranlarımla benim. Benim türbem. Bugün ziyaretçisi yok bu türbenin, yarın olacak mı?” (Jurnal, 26.12.1964) Talebe-Hoca Komedyasını Asilleştirmek Hayali “Koridorda bekleyen talebeler... ve yıllardır kafama tokmak gibi inen iki kelime: sınıf yok. Gidişler, gelişler. ‘Fuzulî Anfisi’ ve yarım saat sonra, hakkı olmayan bir koltuktan hakaretle kovulan insanların utancı içinde, sığınacak yer aramak...” (Jurnal, 27.11.1963) “... Sosyoloji dalındaki kurlarım... derbederlikten kurtuldum. Elifbayı bilmeyen çocuklara Cuvillier okutuyorum. Yalnız Cuvillier mi? Sınıf bir nevi tribün. Dinleyiciler bilmedikleri dilden vaaz dinleyen bir alay bedbaht.” (Jurnal, 31.12.1963) “Derslere henüz başlamadım, çünkü başlamamı istemiyorlar... Herkesi rahatsız ediyorum... Başka bir seyyareden gelmiş gibiyim ve nesli tükenmiş tufan öncesi bir ucube...” (Mektuplar, 20.11.1966) “... Geçen cuma Rönesans’ı anlattım. Bu hafta Durkheim’i anlatacağım. Talebem bir hayli çok.” (Mektuplar, 17.4.1967) “İki saat Machiavelli’yi anlattım dinleyicilere. Dinlediler mi? Kim kimi dinliyor ki?” (Mektuplar, 8.4.1967) “Ben, insan haysiyetine yakışmayan bu talebe-hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim nispetinde asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfanı, toprağı dişlerimle ve tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. Çölün kumlarında altın zerreleri arayan adam...” (Jurnal, 7.8.1963) Fildişi Kule 2: Tufandan Kurtulmak İsteyenler İçin Bir Gemi “Önünde birçok yollar var: politika bunlardan biri. Belki en aldatıcısı olduğu için en cazibi. Mutlak’ın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol, aydınlan ve aydınlat.” (Bu Ülke, s. 221) “Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yenilmekten, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye sığman bir köpek gibi ve her kulübeden, mantığın haşin eli boğazına sarılıp, kaçmağa zorluyor seni.” (Jurnal, 16.2.1963) “Neden İşçi Partisi’ne girmiyorsun? Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum...” (Jurnal, 26.1.1963) “Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım. Ama belki de kavganın dışında olduğumdan.” (Mektuplar, 8.4.1967) “Politika ve aksiyon adamlarının en zayıf yanı, düşünce adamını küçümseyişleridir. Beyinle kol, nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşamaz.” (Kırk Ambar, s. 454) “Benim dünyam minnacık bir dünya. Minnacık veya sonsuz. Kavgadan kaçtım. Kavgadan, yani kör döğüşünden. Yarım asra yaklaşan bir hayat ve birlikte yola çıktıklarımızın en arkası. Para yok, sıhhat yok, şöhret yok... Evet kitap da, kültür de bütün sevgililer gibi kıskanç, koparıyor insanı, realiteden koparıyor. Ama asıl realite onlar değil mi? Yahut realitenin kalan parçası. Her okuyan Don Kişot’laşır, yani gurur olur, feragat olur. Don Kişot istikbale taşan mazi. Hattâ bazen tek başına hak ve hakikat. İnsanların zincire vurulmasına tahammülü yok. Don Kişot kanatlı, kertenkelelere gülünç gözükmesi bundan.” (Jurnal, 3.11.1965) “Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi... Zaman zaman kalabalıklara karışsan bile, limandan uzaklaşma... Kalabalık kasırgalı bir umman. (Dönem, “Fildişi Kule”, Ocak 1965) Çağdaş Düşüncenin Kaynağı “Çağdaş düşünceyi kaynağında yakalamak için on dokuzuncu asır Avrupa’sına döndüm. Bu yolculuğun ilk meyveleri Saint- Simon’la Proudhon.” (Mağaradakiler, s. 322) “İlk Sosyolog İlk Sosyalist (1967) toplumun dertlerine çare arayan bir aydının Batı düşüncesine, daha doğrusu düşünceye uzanışı.” (Kırk Ambar, s. 451) “Saint-Simon bir asrı dolduran düşünce. Her ışık insanı çevreleyen sis, kinin ve kayıtsızlığın kini, onu yıllarca kalabalıklardan saklamış, kalabalıklardan, yani gerçek dostlarından. Saint-Simon kutupları ahenkleştiren adam. Hem akıl, hem gönül. Zirveleri ve uçurumlarıyla büyük ve bütün. Yalnız pozitivizm, yalnız sosyalizm değil, burjuva endüstrializmi de onun eseri.” (Saint-Simon, Çan Yayınları, İstanbul 1967, s. 4) “... Marksizm, tecrübeye ve tarihe dayanan tek sosyalizmdir... Sosyalizm bir bütündür, gelişen, dal budak salan, geçmişin başarılarından ve başarısızlıklarından faydalanan bir bütün. O bütün içinde Saint-Simon’un ve Saint-Simon’culuğun çok önemli bir yeri var.” (a.g.e., s. 22- 23) “Daha bir asır Türkiye’de Saint-Simon yazacak çıkmaz. Ve ben eseri tâbi tâbi dolaştırmayacak kadar mağrurum, kendime ve Saint-Simon’a saygım var.” (Mektuplar, 26.2.1967) İKİNCİ BÖLÜM Gerçek Entelektüel Tefekkür Vuzuhla Başlar, Kurtuluş Şuurla ‘“68’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünmüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık...” (Jurnal, 9.8.1975) “Konya yolculuklarımda (1966-67) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası, yani kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli ‘sen bizden değilsin’ dedi. Sen bizden değilsin. Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı... Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?” (Mağaradakiler, s. 323) “... Düşünenin görevi: insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.” (Mağaradakiler, s. 325) “Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır, insan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” (Kırk Ambar, s. 453) “Kaderimizi çizen Avrupa’nın siyasî ihtirasları; kullandığımız kelimeler onun emellerini dile getiriyor. Kulağımıza fısıldanan lâfızları hudut ve şümullerinden habersiz fısıldayıp duruyoruz... Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla.” (Kırk Ambar, s. 287-288) “Elbette ki Avrupa’nın reçetelerini uygulamaya kalkmak büyük bir hamakat; ama hocaların söylediklerinden habersiz olmak daha büyük hamakat.” (Bir Facianın Hikâyesi, Ümran Yayınları, Ankara 1981, s. 23) “Aydının görevi, karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o da kavganın içinde. Sokaklarda kardeşleri, çocukları boğazlaşırken, soğukkanlılığını nasıl koruyabilir? Evet ama görev görevdir. Önce kafalardaki keşmekeşi dağıtmağa, metafizik birer orospu olup çıkan kaypak, hain mefhumlara ışık tutmaya çalışalım.” (a.g.e., s. 2) “Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm.” (a.g.e., s. 36) “Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi... bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, mânâsını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete... Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.” (Mağaradakiler, s. 314) “Düşünce dünyasında hiçbir fetih nihaî değildir. Hepimiz birer Sizifos’uz. Hele diyalogun olmadığı bir ülkede... Türk aydınının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman kurtulacağız? Tefekkür bir arayıştır, içtimaî bir arayış.” ( Jurnal, 18.6.1974) “Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir....Münakaşa hakikati birlikte aramaktır... Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir... Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: bu canım memleket bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir.” (Jurnal, 19.11.1964) “Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” (Jurnal, 24.7.1964) “... Ben, herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilân edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı.” (Jurnal, 19.11.1964) “Düşünmek, insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak mânâsına gelir.” (Jurnal, 29.4.1964) Fildişi Kule 3: Düşünce Adamı Tarihe, Kucağında Yaşadığı Topluma Angajedir “... Evet, düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir; kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lâzımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başka vazifesi: bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.” (Mağara) Sağ Sol ve Münzevi Aydın “Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ dediler... Saint- Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hint’i yazarken tek amacım vardı. Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint-Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir...” (Bu Ülke, s. 265) “Sağ, sol... bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında münzevi aydın hareketini nasıl ayarlayacak? İşte bütün mesele.” (Jurnal, 28.7.1974) “Sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmak... Bu yolu ben seçmedim. Sol’un kadir naşinas davranışı beni ister istemez gericilerin, kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikrî iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca anlamak mümkün.” (Jurnal, 19.7.1974) “Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket. Yazılarıma sayfalarını açmak nezaketini gösteren üç dergi. Her üçünde de ‘Fildişi Kule’mdeyim. Aramızdaki ortak bağ: tahammül ve tesamuh.” (Jurnal, 18.6.1974) “Yeni Devir’de yazı yazmak haysiyet kırıcı, amenna. Fakat şu veya bu sebepten beni tanıyan, bana saygı gösteren ve ısrarla makale talebinde bulunan bir yazı işleri müdürü var.” (Jurnal, 4.1.1981) “... Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün: ‘Ötüken Yayınevi’nin bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde, hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?” (Jurnal, 28.7.1974) “Benim trajedim şu birkaç satırda: sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yanımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. Başka bir trajedi de şu: yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar... (Jurnal, 19.11.1964) “Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: düşünce birliği. O da rüzgârın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?” (Jurnal, 12.8.1963) Çiçekleşen Tomurcuk Düşünceler “Bu Ülke, yanın asırlık bir telebbuun, bir sanatçı mizacından süzülen usaresi. Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık... kesif, dertli, derbeder...” (Kırk Ambar, s. 452) “Bu sayfalarda, hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için gelelim: etimin eti, kemiğimin kemiği.” (Jurnal, 15.4.1974) “Ümrandan Uygarlığa, Bu Ülke’nin devamı, zamanla çiçekleşen tomurcuk düşünceler...” (Kırk Ambar, s. 452) “Zirvelerle uçurumlar arasında bir diyalog. Büyük acıların ve büyük ümitlerin kitabı. Bir devrin, daha doğrusu bir medeniyetin muhakemesi, Asya’nın Avrupa ile hesaplaşması... Göz karartan bir düşüşün grafiği.” (Jurnal, 20.12.1978) “Ya Mağaradakiler? Bu Ülke tohum, Mağaradakiler ağaç. Bu Ülke’deki tohumların henüz hepsi ağaçlaşmadı...” (Kırk Ambar, s. 452) “Mağaranın içi, mağaranın dışı, insanlık, aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar kafilesi. Hakikatte mağaranın içi de dışı da bir. Yüz elli yıldır ‘gölgeler âlemi’nde yaşıyoruz. Kitap, kendi insanından kopan aydının trajedisi, amacı, bu yeraltı mağarasına bir parça aydınlık getirmek...” (Mağaradakiler, arka kapak) “Mağaradakiler, çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşunkalemle çizilmiş bir taslağı... belki sevimli değil, ama dürüst bir kitap.” (Jurnal, 20.12.1978) “Mağaradakilerde mağaradakilerden pek azı var. Latinler ‘birini tanımak, hepsini tanımaktır’ dememişler mi. Önce kişiler, sonra mefhumlar, sonra fotoğrafların asılları... Yaşadığımız bir dramın hikâyesi.” (Jurnal, 20.12.1978) “Kırk Ambar bir mefhumlar kamusu, derbeder ve dağınık bir ansiklopedi. Başka deyişle, kurmak istediğim büyük âbidenin birkaç sütunuyla birkaç odası...” (Kırk Ambar, arka kapak) “Kırk Ambar bataklığa fırlatılan bir kaya parçası, kurbağaların bile barınmadığı bu ölü sulardan en küçük bir ses çıkmadı...” (Jurnal, 4.1.1981) “Bir Facianın Hikâyesi zifiri karanlıkta çakılan kibrit, kuledeki nöbetçinin feryadı.” (Bir Facianın Hikâyesi, s. 2) “Işık Doğu’dan Gelir, büyük âbideye birkaç sütun, birkaç oda daha ekliyor...” “İstanbul’da çıkan ilk yazılanın tercüme bürosunun kepazeliklerini teşhir eder. Ben edebiyata sürünerek girmedim, prens olarak girdim, şövalye olarak girdim ve Palas Atena gibi zırhlarımla doğdum. İlk yazımla son yazım arasında büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Ağaç dal budak salmış, büyümüş, o kadar.” (Mektuplar, 25.12.1966) “Üslupta ilk ceddim Sinan Paşa. Sonra Nazif, Cenap ve Haşim. Amacım, yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak, şuurun, tarihin, ilmin sesini. Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın.” (Mağaradakiler, s. 325) Gerçek Entelektüel “Yıllardan beri karşıma çıkan meseleler üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşüncelerimi imkân buldukça aktarıyorum çağdaşlarıma. Cevaplarımız suallerle hudutlu... Sorulan sualler hep aynı olunca, cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek insan takati dışında. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan geliyor. Yani, hükümlerimi tayin eden ihtiraslarım değil... Belki tek kurtuluş imkânım: vuzuhu fethetmek.” (Jurnal, 29.10.1974) “Bugün bütün nass’ların peçesini sıyırmış, bütün hakikatleri tenkit süzgecinden geçirmiş, hakikatten başka yaşayış sebebi kalmamış bir insanım... Gerçek entelektüel, önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani rüşeymi bir mahiyet taşıyan, şu veya bu sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek. Şüphesiz ki böyle bir tasavvur şairane bir ütopyadır. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan sıyrılamaz, sıyrılırsa okunmaz ve anlaşılmaz. Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu? Meşhur bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebî bir nevi de temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşerî ihtiraslardan uzaklaşmışım: bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar...... Biliyorum ki, kabiliyetlerimden çok, hâdiselerin sırtıma yüklediği bu entelektüellik misyonunu, yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatleri pervasızca çağımızın suratına haykırmak misyonunu başaracak güçte değilim.” (Jurnal, 9.8.1975) İmzamı Taşıyan Her Yazıda Ben Yaşıyorum “Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silâh: kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok... Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete.” (Kırk Ambar, s. 454) “Üzerinde rahatça kalem oynatabileceğim tek saha: deneme. Denemenin belli bir muhtevası yok, her edebî nevi kucaklayacak kadar geniş, rahat ve seyyal, kalıplaşmamış olduğu için çekici...... Monografi, tenkit, edebiyat tarihi, imzamı taşıyan her yazıda ben yaşıyorum. Bütün bu neviler kendimi anlatmak için bir vesile. Bir Balzac’ın, bir İbn Haldun’un, bir Machiavelli’nin arkasına gizleniyorum, kendimi yaşıyorum onlarda, kendi öfkelerimi, kendi ümitlerimi, kendi ümitsizliklerimi...” (Mağaradakiler, s. 324) “Hakikatte kendilerini konuşturduğum düşünce adamları, bir tarafıyla benim tercümanlarımdır. Tanıdığım binlerce insan arasından onları seçişim, bazen kendimi sahneye çıkarmak istemeyişimden, yani bir şöhretin arkasına gizlenmek ihtiyatkârlığından, bazen de onlarla boy ölçüşebileceğimi ispata kalkmak gibi bir bencillikten kaynaklanabilir.” (Millet, “Babil’de Bir Aydın Konuşuyor”, 30.7.1982) “Bakışlarını iç dünyasına çeviren insan, şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşır. Bütün ‘introspection’lar, bize fraklı, gözlüklü ve papyon kravatlı bir psikoloji hocası imajı sunar. Metodun zaafı bu. Ancak kendimizi gözleyebiliriz. Kim gözleyebilir kendini? Entelektüel. Psikoloji, bu bakımdan, bize çeşitli fikir adamları imajı sunan bir kaleydeskop. Entelektüelin macerası entelektüeldir. Bu bakımdan, meselâ Montaigne’in bütün Denemeler’i, Montaigne’in hayalini aksettiren bir ayna, yani entelektüel bir otobiyografi. Her sayfada Montaigne var, elinde bir kitapla Montaigne. Yani Montaigne, kitaplarıyla resim çektiren bir adam: şimdi Seneka ile konuşur, şimdi Epiktetos’la, ama konuşan hep o. Ötekiler konuşturan. Yani, çeşitli muhatapları karşısında fildişi kuledeki fikir adamının davranışları...” (Jurnal, 19.11.1964) Öğrenmek ve Öğretmek “Ben hayatımın delikanlılık çağından bu yana kadar düşüncelerimde hiçbir temel değişiklik yapmadım. Yani soldan hareket ettiğim de, sağda karar kıldığım da yanlış bir değerlendirmedir. Hiçbir zaman sol da olmadım, sağ da. Böyle bir sınıflama sokaktaki adanı için geçerli olabilir. Ömrünü düşünceye adayan, Eflatundan Marx’a kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selâmlayan, bütün dinlere, bütün mezheplere saygılı bir kimsenin herhangi bir kilisede barınabileceği nasıl düşünülebilir?..” (Somut, 2.12.1983) “Başladığım noktadan çok fazla derleyemedim. Az çok bildiğim birkaç yabancı dil yardımıyla, dünyanın irfan bahçelerinde elli yıldır dolaşıyorum. Gördüklerimi çağdaşlarımla görüşmek ve tattığım zevki onlara da tattırmak başlıca emelimdir. Hayatımı iki kelime hülâsa eder: öğre