XIX. Yüzyıl Siyasi Tarihi Final Ders Notları PDF

Summary

Bu belge, XIX. Yüzyıl Siyasi Tarihi konusunda, Osmanlı Devleti'nin siyasi yaşam evreleri, Yakınçağ başlarında Osmanlı görünümü ve 19. yüzyıl Avrupa siyasi gelişmeleri hakkında bilgi içeren ders notları. Dersin sorumlusu Doç. Dr. Necati ÇAVDAR, bu notları 2024 Güz döneminde hazırlamıştır.

Full Transcript

“XIX. YÜZYIL SİYASİ TARİHİ” FİNAL SINAVI DERS NOTLARI Güz-2024 Ders Sorumlusu Doç. Dr. Necati ÇAVDAR -------------------------------------------------------------------------------------------------- “İnsan-Devlet benzeşmesi teorisi”: Herodot ve İbn-i Haldun’un teorisine g...

“XIX. YÜZYIL SİYASİ TARİHİ” FİNAL SINAVI DERS NOTLARI Güz-2024 Ders Sorumlusu Doç. Dr. Necati ÇAVDAR -------------------------------------------------------------------------------------------------- “İnsan-Devlet benzeşmesi teorisi”: Herodot ve İbn-i Haldun’un teorisine göre; devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Buna göre, devletin geçirdiği aşamalar beşe ayrılır. Kuruluş, Yükseliş, Duraklama, Gerileme, Yıkılış dönemleri. İbn-i Haldun, “Kitab’ül- İber” adlı eserinin giriş cildi olan “Mukaddime”de, bu konulara dair geniş açıklamalar yapmıştır. Bu teori açısından bakıldığında Osmanlı Devleti’nin Siyasal Yaşam Evreleri şu aşamalardan ibarettir: 1. Kuruluş (İhdas) Devri: 1299-1453: (154 yıl)- Kurumsallaşma, teşkilatlanma, merkezileşme politikası. 2. Yükseliş (İnkişaf) Devri: 1453-1579: (126 yıl)- İstikrar, Genişleme, İnfirad politikası. 3. Duraklama (Tevakkuf) Devri: 1579-1699: (120 yıl)- Kemâle erme, Üstünlüğü koruma siyaseti, Avrupa karşısında direniş politikası, Düşüşe geçişin ilk adımı. 4. Gerileme Devri: 1699-1792: (93 yıl)- Taklit ve elindekiyle yetinme politikası, siyasi yalnızlık. 5. Yıkılış (İnkıraz) Devri: 1792-1922: (130 yıl)- Muvazene/Denge politikası, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”.  1918- Mondros Mütarekesi: Fiilen yıkılış.  1922- Saltanat’ın Kaldırılması: Resmen yıkılış. NOT: İbn-i Haldun’a göre; “yok oluşun temel belirtisi devlet ve ahlaktaki çözülüştür.” ------------------------------------------------------------------------ YAKINÇAĞ’IN BAŞLARINDA OSMANLI’NIN SİYASAL GÖRÜNÜMÜ Yakınçağ’ın başlangıcının 1789 Fransız İhtilali/Devrimi olduğu görüşü genel kabul görmektedir. Bu gelişmenin sonuçları sadece Avrupa tarihinin dönüşüm noktası değil çağdaş dünyanın da oluşumunun başlangıcı sayılmaktadır. Yakınçağ’ın başlarında Osmanlı Devleti’nin durumu denildiğinde, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarındaki Osmanlı’nın genel siyasal görünümü kastedilmektedir. Kurumsallaşması Kanuni döneminde temel şeklini almış bir “Mutlaki Monarşi’’ idaresi olan Osmanlı Devleti, toprak ve nüfus bakımından Yakınçağ başlarında Avrupa’nın en büyük devletlerinin başında yer alıyordu. Yüzölçümü yaklaşık 4 milyon kilometrekare, nüfusu yaklaşık 27 milyon civarındaydı. Hâkim olduğu sınırlar içerisinde Anadolu, Trakya, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya (Eflak-Boğdan/Memleketeyn), Arnavutluk, Karadağ, Yunanistan, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Mısır, Cezayir, Trablusgarp (Libya), Tunus, Girit, Kıbrıs, Ege Adaları yer alıyordu. Yakınçağ başlarında Osmanlı’nın etnik ve sosyolojik yapısı; başta kurucu ve yönetici durumundaki Türkler olmak üzere, Grek/Rum, Latin, Slav, Bulgar, Gürcü, Ermeni, Arap, Yahudi, kıpti ve saire çok sayıda milletten oluşuyordu (Not: Prof. Dr. Yavuz Ercan, Osmanlı Devleti’nin, etnik köken bakımından en kalabalık olduğu dönemde, yirmi iki unsurdan müteşekkil olduğunu ifade etmektedir). Yakınçağ’ın başlarında Osmanlı Devleti gerileme dönemini yaşıyordu. “Gerileme” kavramından, genel olarak Osmanlı sınırlarının doğuya doğru daralmasını anlamak gerekir. Yani devletin büyük çapta toprak kaybı başlamıştı. Yakınçağ’ın başlangıcı sayılan Fransız İhtilâli meydana geldiğinde Osmanlı Devleti iki yıldan beri Avusturya ve Rusya’ya karşı savaş halindeydi (1787-1792 Osmanlı-- Avusturya+Rusya Savaşı). Bu savaş esnasında İngiltere’nin “Osmanlının toprak bütünlüğünü koruma politikası”, yani “denge politikası” ortaya çıkmıştı. Denge/muvazene denilen bu fikri Birleşik Krallık (Commonwealth: İngiltere Milletler Topluluğu/Güneş Batmayan İmparatorluk) tarihinin en genç başbakanlarından olan William Pitt ortaya atmıştı. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yaşamasını desteklediği denge politikasını 1878 Berlin Antlaşması’na kadar devam ettirmiştir. Yakınçağ başında Osmanlı Devleti Rusya ile 18. yüzyılın son savaşına girmişti. 1787’de başlayan Osmanlı-Rus Harbi’nde Rus ordularına İstanbul’a (Dersaâdet) kadar inmenin yolu açılmıştı. Avrupa’da yaygın hale gelen “Türkleri Avrupa’dan atma” ideali ve “Grek projesi” neredeyse gerçekleşmek üzereydi. Tam bu esnada Fransız İhtilali’nin patlaması Avrupa’nın krallık hükûmetlerini tedirgin etmişti. Bu gelişme bir anlamda Osmanlı Devleti’ni de uçurumun ucundan almıştır. Fransız İhtilali’nin o esnada Osmanlı Devleti’ne belki de en önemli katkısı bu olmuştur. 1787-1792 arasında cereyan eden Osmanlı-Rus Harbi esnasında Osmanlı hükümdarı olan I. Abdülhamid, Özi (Karakerman) Kalesi’nin Rusların eline geçtiğini ve Özi’de Rusların yaklaşık 25 bin sivil Müslümanı katlettiğini bildiren haberden kısa süre sonra nüzul (inme/felç) neticesinde vefat etmiştir. Böylece Yakınçağ’ın başlarında Osmanlı Devleti tahtına III. Selim geçmiştir. 19. YÜZYILDA AVRUPA’NIN SİYASAL GÖRÜNÜMÜ Konu kavramları: *İnkılab/p, *İhtilâl, *Devrim, *Reform, *Rönesans, *Islahat, *Liberalizm, *Nasyonalizm, *Sosyalizm. ------------------------------------------------------------------------------------------------------ İnsanlığın fikrî gelişiminde önemli bir yer tutan Rönesans ve Reform hareketleri, Ortaçağ’ın skolastik sistemine son vererek insanlığın fikrî/düşünsel yapısında köklü değişimler meydana getirmişti. Fransız İhtilali ise bu iki gelişmenin sonuçları üzerinde yükselerek insanlığın siyasal tarihi bakımından önemli sonuçlar doğurmuştur. Fransız İhtilali’nin sonuçları, günümüzde de siyasal kavram ve müesseselerin temelini oluşturmaya ve gelişimini şekillendirmeye devam etmektedir. NOT: 19. yüzyıl Avrupa’sının siyasal yapısını şekillendiren temel gelişmelerin başında; Fransız İhtilâli (1789), Viyana Kongresi (1815), Kırım Savaşı/Paris Antlaşması (1856) ve 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi)/Berlin Antlaşması (1878) yer almıştır. -Fransız İhtilali ile Viyana Kongresi arasında kalan dönem (1789-1815) Avrupa tarihinin en çetin yıllarıdır. 1792-1802 arasında Fransız Devrim Hükümeti ile Avrupa devletleri arasında İhtilal Savaşları yaşanmıştır. 1802-1815 yılları arasında Napolyon Bonapart önderliğindeki Fransa ile ona karşı olan Avrupa devletlerinin oluşturduğu koalisyon arasında, Napolyon Savaşları yaşanmıştır. Fransız İhtilali ile ortaya çıkan fikir hareketlerinin kendi ülkelerine yayılmasını engellemeye çalışan monarşik güçlerin oluşturduğu koalisyon ile Fransız orduları arasında cereyan eden bu savaşlar Napolyon Bonapart liderliğinde sürdürülmüştür. -Viyana Kongresi ile Paris Antlaşması arasındaki dönem (1815-1856) ise iki farklı açıdan değerlendirilebilir. a) İhtilal fikirleri Avrupa’da yayılmaya devam ederek Avrupa’yı iç isyanlarla kasıp kavurmuştur. Bu yayılmanın sonucu olarak 1830 ve 1848 İhtilalleri meydana gelmiştir. Bu döneme Liberalizm (Hürriyetçilik/Özgürlük) ve Nasyonalizm (Ulusçuluk/Milliyetçilik) düşünceleri damga vurmuştur. Liberalizm, “anayasalı siyasal sistem”i ve “serbest ekonomi modeli”ni savunurken Nasyonalizm, “milli unsurların yükselişi”ni savunmuştur. b) Bu iki fikrin yanı sıra Fransız İhtilali’nin “kanun önünde eşitlik” ilkesinden hareketle “ekonomik eşitlik” temeline dayanan Sosyalizm/Komünizm fikri de 19. yüzyılın ikinci yarısında tartışılmaya başlamıştır. 1848’den sonra Liberalizm, Nasyonalizm ve Sosyalizm fikir çatışmaları Avrupa’da yayılmaya devam etmiştir. (Not: Nasyonalizm, Milliyetçilik, Ulusalcılık kavramlarını öğrenerek Osmanlı-Türk toplumunda nasıl bir gelişim süreci geçirdiklerini araştırınız). -1856-1871 arasında Avrupa’ya egemen olan iki önemli gelişme, İtalyan ve Alman birliklerinin kurulması olmuştur. Bu gelişmeler Avrupa’da Nasyonalizm akımının zaferi olması bakımından önemlidir. İtalyan ve Alman birliğinin kurulmasıyla Avrupa ve Dünya politikası yeni bir boyut kazanmıştır. Bu gelişmelerle birlikte Avrupa’da kuvvetler dengesi değişmeye başlamıştır. Bu tarihten başlayarak I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına kadar denge/muvazene politikasının yanı sıra devletlerarası bloklaşmalar da Avrupa siyasal yapısını şekillendirmeye devam etmiştir. Avrupa Siyasal Dengesini Değiştiren Gelişme: “Alman Birliğinin Kurulması” 19 Temmuz 1870 tarihinde başlayıp 10 Mayıs 1871 tarihinde biten Prusya/Almanya ile Fransa arasındaki savaşta 2 Eylül 1870 tarihi bir dönüm noktasıdır. 2-3 Eylül 1870 tarihinde meydana gelen Sedan Muharebesi’nde Prusya orduları Fransa’yı ağır bir mağlubiyete uğrattı, o tarihten itibaren Prusya ordularına Paris’i işgal etmenin yolu açıldı. Prusya orduları 1871 yılı ocak ayında Paris’e girerek büyük bir yıkım yaptı. Paris’te büyük bir açlık ve kıtlık yaşandı. Sonunda Fransa yenilgiyi kabul etti. Prusyalı meşhur devlet adamı Otto Von Bismarck, 18 Ocak 1871 tarihinde Paris’teki Versay Sarayı’nda Almanya Birliği’ni ilan etti. Yeni kurulan Alman İmparatorluğu’nun ilk Kayzeri I. Wilhelm olurken Bismarck da Prens unvanıyla Alman Şansölyesi yani ilk Başbakan oldu. 10 Mayıs 1871 tarihinde imzalanan Frankfurt Antlaşması ile Fransa-Almanya harbi sona erdi. Bu antlaşma ile Almanya, Avrupa’yı yeniden şekillendirecek büyük bir siyasal güç olarak ortaya çıktı. Alman birliğini kurma konusunda, 1871’e kadar Prusya, Avusturya- Macaristan’ın peşinden gitmişken bu tarihten sonra Avusturya-Macaristan, Alman İmparatorluğu’nun gerisinde kaldı. Bundan dolayı Avrupa diplomasisinde Avusturya- Macaristan İmparatorluğu için “Brilland Second”/İkinci Parlak adlandırılması yapıldı. 1870-1871 harbinde Prusya/Almanya’ya yenilen Fransa, güçlü bir kuzey rakibinin olmasını kabullenmeyerek bir intikam savaşı için sürekli Almanya karşısında yeni müttefikler aramaya başladı. Almanya ise Fransa’yı yalnız bırakma politikasını sürdürerek Fransa karşısında mutlak üstünlük sağladı ve “Üçlü İttifak” blokunu kurdu. Alman Yayılmacılığı ve Osmanlı Devleti Not: Osmanlı-Prusya münasebetlerinin temeli 1525 yılına, Kanuni dönemine kadar geriye gitmektedir Fransa Kralı I. Fransuva, Prusya Kralı Şarlken karşısında 1519’da imparatorluk seçimlerinde Kutsal Roma-Germen tacını, 1525’te ise esir düşerek özgürlüğünü kaybetti. Fransa’nın Osmanlı’dan yardım istemesi neticesinde Osmanlı’nın askerî ve siyasi teşebbüsleri neticesinde Fransuva esaretten kurtuldu. 1526 Mohaç Savaşı ve 1532-1533 Alman seferi de bu münasebetin sonuçları olarak değerlendirilebilir. 1871’de Alman birliğinin kurulmasını sağlayan Prens Bismarck, Almanya’nın siyasetini “Uzlaşmacı Avrupa Politikası” ya da “Avrupa Liderliği” ideali olarak kurguladı. 1871-1888 arasında bu politikaya bağlı kalındı. 1888’de Kayzer olan II. Wilhelm ise Şansölye/Başbakan Bismarck’ın takip ettiği bu Avrupa Politikası yerine “Dünya Politikası” (Welt Politik/World Policy) takip etmeye başladı. Kayzer II. Wilhelm’in Almanya’nın siyasal ve iktisadi çıkarlarını elde etmek için ortaya koyduğu bu düşünce Alman siyasetçileri tarafından, “Drang Nach Osten” (Doğuya Yayılma) şeklinde sloganlaştırıldı. Bu politikanın esasına göre Alman yayılmacılığı Osmanlı Devleti’ni hedef alıyordu. 19. yüzyılda Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuzu/yayılma politikası “Barışçı Sızma” kavramı ile ifade edilmektedir. Çünkü bu sızma, Osmanlı’nın bilgi ve isteği dâhilinde gerçekleşmiştir. Almanya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuz politikası dört temel başlık altında incelenebilir. 1- Osmanlı ordusunu ıslah ve çağdaşlaştırma çalışmaları: Osmanlı ordusunda Prusyalı subayların görev almaya başlaması II. Mahmud devrine dayanmaktadır. 1839’da Osmanlı ordusu ile Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa arasında cereyan eden Nizip Savaşı’nda Prusyalı subaylar Osmanlı ordusunda görev yapmışlardı. Bunların en meşhuru Prusyalı komutan General Von Moltke idi. Sonraki dönemlerde de Prusyalı uzmanlar Osmanlı ordusunda görev almaya devam etmişlerdir. Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi) sonunda Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi gerektiği düşüncesinin uzantısı olarak Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde Osmanlı-Alman askerî ilişkileri en üst düzeye çıkmıştır. Dolayısıyla, II. Mahmud’dan beri devam eden ve Alman birliğinin kurulmasından sonra üst seviyeye çıkan bu ilişkiler kapsamında Osmanlı’ya getirilen Alman askerî uzmanları ve subayları aracılığı ile Osmanlı askerî yapısında bir Alman hayranlığı (Germanofillik) meydana gelmeye başladığı söylenebilir. Osmanlı’daki Alman subayları, Alman mühendisleri, haritacıları, uzmanları, Alman silahları ve harp ürünleri sayesinde Osmanlı askerî sistemi bir anlamda Alman askerî sisteminin nüfuzu altına girmeye başlamış, bu nüfuzun ne kadar ileri gittiğini I. Dünya Savaşı’nda Liman von Sanders’in Osmanlı orduları kumandanı olmasından anlayabiliriz. Osmanlı-Almanya askerî yakınlaşması öncelikle 1880 yılında askerî eğitim alanında başlamış, Osmanlı Devleti, Alman Dragon Alayları’nda eğitim görmek ve staj yapmak üzere bazı genç subayları Almanya’ya göndermiştir. Daha sonra Sultan II. Abdülhamid’in isteğiyle, Almanya Başbakanı Prens Bismarck, Osmanlı ordusunda incelemelerde bulunması için 1882’de bir askeri heyeti İstanbul’a göndermiştir. İncelemelerde bulunan bu askeri heyetin ardından, uzun yıllar Osmanlı ordusunda görev yapacak olan Colmar Von der Goltz (Golç Paşa) başkanlığında bir askeri heyet İstanbul’a gelmiştir. Goltz Paşa, Türk-Alman ilişkilerinin artmasında ve genç Türk subaylarının eğitiminde önemli rol üstlenmiştir. 1883-1895 yılları arasındaki 12 yıllık ilk çalışma döneminde Goltz Paşa’nın Osmanlı ordusunu çağdaşlaştırma konusunda kaleme aldığı çok sayıda layiha Sultan II. Abdülhamid tarafından kabul edilmiştir. Bu layihalar Almanya’ya büyük bir ekonomik katkı sağlamış ve Alman harp endüstrisi ürünleri Türkiye’ye akmaya başlamıştır. Goltz Paşa görünüşte Osmanlı ordusunu yeniden örgütleyecekti fakat hazırladığı reform tasarısının içeriğinde Osmanlı ordusunun Alman silahları ile donatılması öngörülmekteydi. Alman subayları, görünüşte Osmanlı ordusunu yeniden yapılandırmak üzere köklü değişimler önerseler de asıl amaçlarının Alman silah sanayiine önemli siparişler veren bir alıcı bulmak olduğu açıktı. 1890-1898 yılları arasında, Alman subaylarının başlattığı reform çalışmaları neticesinde, giderek artan ve büyük meblağlara ulaşan silah siparişleri yapılmıştır. Mauser ve Krupp markalı Alman top ve makineli tüfekleri Osmanlı ordusunda en fazla tanınan harp malzemesi markaları haline geldi. Önemli bir coğrafyacı Alman subayı olan Richard Kipert Osmanlı Devleti’nin detaylı bir haritasını çıkardı. 1913 yılında başarısızlıkla sonuçlanan Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı Devleti Almanya’dan yine askerî uzmanlar istedi. General Otto Liman von Sanders’in başkanlığındaki bir Alman askerî heyeti İstanbul’a geldi. O andan itibaren Osmanlı Devleti üzerindeki Alman nüfuzu sadece ordu ile sınırlı kalmayıp her alanda etkisini artırdı. 2- Osmanlı Sarayı ve diplomatları üzerinden kurulan dostluk bağları: Almanya’nın İslâm dünyasının koruyuculuğuna kalkışmak yoluyla İslâm dünyasında oluşturmaya çalıştığı sempati de Alman yayılmacılığının araçlarından biri olmuştur. 1889 yılı Ekim ayında Alman İmparatoru II. Wilhelm İstanbul’u ilk defa ziyaret etmiştir. Bu ziyaret II. Abdülhamid’in Almanlara olan sempati ve güvenini pekiştirmiştir. Alman Kayzeri’nin Türkiye’yi ikinci ziyareti, dokuz yıl sonra, 1898 yılı Sonbaharı’nda gerçekleşmiştir. İlk ziyarette sadece İstanbul’a uğramışken ikincisinde İstanbul’dan sonra Ortadoğu’ya bir seyahat düzenlemiş olan Kayzer II. Wilhelm, bu gezi esnasında Selahaddin Eyyubî’nin kabrini ziyaret etmiş, Kudüs’te bir Protestan kilisesinin açılışını yapmıştır. Kayzer Wilhelm’in 1898 yılı sonbaharında yaptığı İstanbul-Kudüs seyahati Osmanlı-Alman siyasi ve ticari yakınlaşmasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü II. Wilhelm bu ziyaret esnasında, tarihe geçen ve bütün Avrupa’ya mesaj veren şu açıklamayı yapmıştır: “Alman Kayzeri sadece II. Abdülhamid’in değil 300 milyonluk İslâm dünyasının da dostu ve koruyucusudur”. Kayzer’in bu ziyarette elde ettiği en önemli ekonomik başarı, Bağdat Demiryolu hattının yapım hakkının bir Alman grubuna ihalesini II. Abdülhamid’den koparmak olmuştur. (Not: Kayzer II. Wilhem’in Osmanlı Devleti’ni üçüncü ve son ziyareti, 1917 yılında, I. Dünya Savaşı esnasında Sultan 5. Mehmed Reşad Devri’nde olmuştur. Yaşlı ve rahatsız olan Sultan 5. Mehmed Reşad ise iade-i ziyaret için kendisi seyahat edemediğinden, Şehzade Vahideddin Efendi ve Mustafa Kemal’i Almanya’ya göndermiştir). 3- Ekonomik Nüfuz Alanı Oluşturma Girişimleri: 1880’lerin başından itibaren Osmanlı-Almanya arasında yapılan ticaret hacmi büyümüş, Alman şirket ve bankalarının Türkiye’de yatırımları artmıştır. Osmanlı Devleti’nde Dousche Bank kurulmuş, Şark Demiryolları’nın inşasında Sultan II. Abdülhamid Avrupa’nın diğer büyük devletlerine karşı Almanya’ya yanaşık bir politika takip ederek Alman şirketlerini kollamak suretiyle muvazene/denge sistemini uygulamıştır. Alman şirketleri ve tüccarları sayesinde Osmanlı- Almanya arasındaki yakınlaşmaya yeni bir boyut daha eklenmiş, Alman ekonomik nüfuzu Osmanlı ülkesinde yoğunlaşmaya başlamıştır. 4- Osmanlı toplumunda Alman yanlısı bir kamuoyu oluşturma Girişimleri: Fransa’nın 19 Temmuz 1870’te Prusya’ya karşı ilan ettiği savaş, 10 Mayıs 1871 tarihinde imzalanan Frankfurt Antlaşması ile Prusya’nın kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Fransa-Prusya Savaşı’nda diğer Osmanlı gazetelerinin aksine Basiret gazetesi ve onun sahibi Basiretçi Ali Efendi Prusya’yı desteklemiştir. Gazetenin Polonya kökenli yazarlarından olup 1849’da Osmanlı Devleti’ne iltica etmiş olan Konstanty Borzecki (Mustafa Celalettin Paşa) ve Karol Karski’nin (Polonyalı Hayreddin) öngörüleri, gazetenin Almanya’yı desteklemesine neden olmuştur. Alman Birliği’nin kurucusu Prens Bismarck, harp sonunda Basiretçi Ali Efendi’yi Almanya’ya davet ederek 30 gün misafir etmiştir. Almanya’yı gezen Basiretçi Ali Efendi’ye bir de modern matbaa hediye edilmiştir. Neticede bu gazete Osmanlı toplumunda Alman hayranlığının oluşması konusunda önemli bir rol oynamış, gazetenin sahibi Ali Efendi de bu sebeple Türk basın tarihinde “İlk Germanofil” olarak adlandırılmıştır. (Not: Buna benzer bir olay da I. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1924-1930 yılları arasında yaşanmıştır. II. Dünya Savaşı arifesinde Almaya, yine Türk kamuoyunda bir Germanofil etkisi oluşturmaya çalışarak, dönemin Türk gazete ve gazetecileri ile irtibat sağlayarak Türk basınında Alman yandaşlığı oluşturmaya çalışmıştır). Sonuç olarak; Almanya’nın Drang Nach Osten (Doğuya yayılma) politikası karşısında Avrupa diplomasisi “İtilaf Bloku”nu ortaya çıkarmıştır. 1904-1914 yılları arası Üçlü İttifak ve Üçlü İtilaf bloklarının sürtüşmesiyle geçmiş, 1914’te bu sürtüşmeden çıkan kıvılcım dünyayı bir yangın yerine çevirerek neticeleri günümüze kadar ulaşan I. Dünya Savaşı’na neden olmuştur. Yukarıda anlattığımız uzun siyasi, askeri ve ekonomik münasebetlerin doğal bir sonucu olarak da Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak girmiştir. Almanya’nın yanında savaşa girmeyi sadece o esnadaki Osmanlı idarecilerinin Alman taraftarı olmalarına bağlamak yüzeysel bir bakış olur. III. SELİM (Selim-i Sâlis) ve NİZAM-I CEDİD DEVRİ: 1789-1807 “Osmanlı Devleti’nin İlk Kolektif Yenileşme Dönemi” Doğum Tarihi : 1761 Doğum Yeri : Dersaâdet (İstanbul) Baba Adı : Sultan III. Mustafa Anne Adı : Mihrişah Valide Sultan (Gürcü) Mahlası : İlhamî Saltanat Sırası : 28 Cülus Tarihi : 1789 Saltanat Yılları : 1789-1807 Tahttan İnmesine neden olan Olay: Kabakçı Mustafa İsyanı Tahttan İnme Nedeni: Hâl Vakası Vefat Tarihi ve Nedeni: 1808-Katl. ---------------------------------------------------------------------------------------------------------  III. Selim, klasik Osmanlı padişahları halkasının sonu, çağdaş Osmanlı padişahları halkasının başı olarak kabul edilir.  Nizam-ı Cedid dönemi, “Osmanlı Devleti’nin ilk kolektif yenilik dönemi” olarak kabul edilmelidir.  Osmanlı tarihinde Batılaşmanın/Çağdaşlaşmanın bir devlet projesi halini alması onun devrinde başlamıştır. Avrupa’nın teknik alandaki üstünlüğünü kabul eden genç Sultan, Batı’yı yakından tanımayı amaç edinmiştir. -Dar anlamda Nizam-ı Cedid, III. Selim devri ıslahat hareketleri kapsamında kurulan Fransız modelli yeni orduya verilen isimdir. - Geniş anlamda Nizam-ı Cedid, III. Selim’in saltanatı döneminde Osmanlı Devleti’nde yapılan Islahat/modernleşme çalışmalarının tamamını ifade eder. III. Selim’in Kişiliği-Düşüncesi-İdare Anlayışı: Şehzadeliğini geçirdiği kafes hayatı boyunca edebiyat, tarih, müzik alanlarında ciddi çalışmalar yapan Şehzade Selim, “İlhamî” mahlasıyla Divan yazmış ve önemli besteler yapmıştır. Sûz-i dilara makamının ona ait olduğu bilinir. Şehzade Selim, halk arasında yayılan bazı rivayetler yüzünden, tahta çıkmadan önce şöhret kazanmıştır. Bu rivayetlerde; “Selim’in eşref saatte (duaların kabul edildiği uğurlu zaman dilimi) doğmuş olduğu”, “Hz. Ali ile aynı burçtan olduğu”, “Selim tahta geçince yıllardır süren felaketlerin biteceği ve Kanuni devrinin yeniden yaşanacağı” anlatılmaktaydı. Kısacası, toplum Şehzade Selim’i adeta mitolojik bir varlığa dönüştürmüştü. Devlet adamları da III. Selim’in saltanatını sabırsızlıkla bekliyordu. Devlet adamları, yaşlı padişah I. Abdülhamid’i iradesiz buluyor, genç ve yeni düzene dair fikirleri olan Şehzade Selim’in saltanatını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Şehzadeliği sırasında Fransa Kralı XVI. Luis ile mektuplaşıp ıslahat konusunda onun fikirlerini alan Şehzade Selim, devlet adamları nezdinde de önemli bir yere sahipti. Ümitvâr ve gerçekçi bir karaktere sahip olan III. Selim, çalışılarak tüm engellerin aşılacağına inanıyordu. Etrafındaki ümitsiz kişilere “ölümden başka her hastalığa ilaç mümkündür” telkininde bulunuyordu. Sultan I. Abdülhamid’in vefatı üzerine Şehzade Selim, 28 yaşında iken Osmanlı Devleti’nin 28. hükümdarı olarak, 28 Mart 1789’da tahta çıkmıştır (Bazı kaynaklar bu tarihi 7 Nisan olarak göstermektedir). Osmanlı toplumu kısa sürede yeni hükümdarı benimsemiştir, çünkü III. Selim, hassas ruhlu ve toplumun saadetine düşkün bir karaktere sahipti. Yeni sultandan her kesim çok şey bekliyordu. Bu yüzden III. Selim’in cülusu Osmanlı toplumunda büyük sevinçle karşılanmıştır. Köklü Islahat/yenilik düşüncesi III. Selim’e “baba mirası” idi. On yaşından itibaren, babası Sultan III. Mustafa’nın çalışmalarında ona refakat eden Şehzade Selim, devlet işlerinin tartışılmasına yakından şahit olmuştur. Babası III. Mustafa, sağlığında muhtemelen oğlu Selim’e, tahta geçtiğinde ıslahata devam etmesini vasiyet etmiştir. Bu anlamda ıslahat düşüncesi III. Selim için hem bir baba terbiyesi hem de baba mirası sayılabilir. Osmanlı’nın son asrındaki denge siyasetinin temelleri III. Selim devrinde atılmaya başlamıştır. Bu konudaki ilk adım, Rusya’ya karşı İngiliz-Osmanlı ittifakı çerçevesinde gerçekleşmiştir. III. Selim’in padişahlık programı iki esasa dayanıyordu: 1-Devletin varlığını korumak, 2-Yeni bir düzen kurmak (Nizam-ı Cedid). NİZAM-I CEDİD’İN NİTELİKLERİ III. Selim’in ıslahat programını evvelki dönem ıslahatlarından ayıran farklar şöyle sıralanabilir: 1- Nizam-ı Cedid yenilikleri önceki dönemlerdeki ıslahat çalışmalarına göre daha planlı ve programlıdır. Bu dönem, şahsî teşebbüsten ziyade devlet projesidir. III. Selim, oluşturduğu danışmanlar kurulunun önerileri doğrultusunda, ortak akıl ile hareket etmeye çalıştı. 2- Nizam-ı Cedid devrinde Avrupalı uzmanlardan daha fazla yararlanıldığı görülür. 3- Daha önce cesaret edilememiş askerî ıslahatlar bu dönemde cesurca uygulanmaya çalışıldı. 4- “Batılılaşma” hareketleri hem şekil hem de ruh/öz bakımından gerçekleştirilmeye çalışıldı. 5- Yenilikler devletin bütün alanlarında uygulanmaya çalışıldı ancak etkili olunamadı. 6- III. Selim, çoğu çevrelere göre “gelenekçi” ıslahatçı bir padişahtır. Onlara göre III. Selim, bir yandan eski kurumları muhafaza ederken diğer yandan da yenileri ihdas eden bir gelenekçidir. Buna rağmen III. Selim kendisinden önceki ıslahatçıların zirvesi, kendisinden sonraki yeniliklerin rehberi olmuştur. 7- Nizam-ı Cedid ruhu, son dönem Osmanlı padişahlarının yenileşme hareketlerine rehber olmuştur. (Eğer III. Selim Nizam-ı Cedid ordusunu kurmasaydı II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmaya teşebbüs edemezdi. Daimî elçilikler bu dönemde açılmasaydı yabancı dil bilen, Avrupa’yı yakında tanıyan Osmanlı aydınlarının yetişmesi gecikirdi vs). 8- Nizam-ı Cedid yeniliklerinin de önceki dönemlerde olduğu gibi beklenen neticeyi vermediği görülür. Sonuç olarak; Kabakçı Mustafa Olayı (1807) ile Nizam-ı Cedid Devri fiilen sona ermiş olsa da zihniyet bakımından sonraki devirlere intikal etmiştir. Osmanlı’da ilk kolektif yenilik dönemi olan Nizam-ı Cedid’in kendinden sonraki devirleri “çağdaşlaşma” adına büyük ölçüde etkilediğini kabul etmek gerekir. III. SELİM DEVRİ SİYASİ GELİŞMELERİ 1787-1792 Osmanlı- Rus+Avusturya Savaşları Osmanlı Devleti’nin Rusya ve Avusturya ile yapmış olduğu yaklaşık beş yıl süren bu harp Sultan I. Abdülhamid Devri’nde başlamış ancak Sultan III. Selim Devri’nde sona ermiştir. Harp içerisindeki asıl gelişmeler III. Selim Devri’nde meydana gelmiştir. III. Selim Devri’nden önce başlamış olsa da harbin aşamalarını anlayabilmek için başlangıcından itibaren ele alacağız. Savaş Öncesi Durum Osmanlı Devleti, III. Mustafa döneminde 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile ilk defa bir İslâm mülkünü (Kırım) kaybetmiş, Rusların desteğiyle Kırım bağımsız olmuştu. Ancak Rusya’nın amacı Kırım’ı tamamen ilhak etmekti. O esnada Rusya’nın başında, “bir Rus’tan daha fazla Rus olan, Ruslaşmış bir Alman kadını” olarak adlandırılan Çariçe II. Katerina bulunuyordu. II. Katerina, en büyük arzusunun Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyanları kurtarmak ve İstanbul’u ele geçirmek olduğunu beyan ediyordu. Bizans’ın 1453’te Osmanlı Devleti tarafından fethinden sonra Ortodoks Hristiyanlığın hâmisi rolünü üstlenen Rusya’nın bu hedefi Osmanlı’nın sonuna kadar devam etmiştir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile bağımsız olan Kırım’a asker çıkaran Rusya, 1777’de Kırım hanzadelerinden Şahin Giray’ı “Han” seçtirdi. Bu duruma karşı çıkan Osmanlı Devleti de İstanbul’da bulunan kardeşi Selim Giray’ı Kırım Hanı olarak tayin ederek Kırım’ın merkezi olan Bahçesaray’a gönderdi. Selim Giray mücadeleyi kaybederek İstanbul’a döndü. Osmanlı Devleti 21 Mart 1779’da Rusya ile imzaladığı Aynalıkavak Antlaşması/Tenkihnamesi ile Şahin Giray’ın hanlığını tanımak durumunda kaldı. 1783’te Ruslar Kırım’ı ilhak ederek Karadeniz’in kuzeyine tamamen yerleşti. Çariçe Katerina, Karadeniz kıyılarına kaleler, tersaneler yaptırmaya ve Karadeniz’de donanma inşa ettirmeye başladı. Bu hazırlıklar “Grek Projesi”nin ilk adımlarıydı. Grek projesi; Rus Çariçesi II. Katerina ile Avusturya-Macaristan İmparatoru II. Josef (Taçlı Filozof) arasında 1781’de kararlaştırılan ve 1782’de imzalanan bir ittifak idi. Bu planın temelinde, Osmanlı’nın paylaşımı düşüncesi yer alıyordu. Grek Projesi’ne göre; 1- Dinyester ve Tuna nehirleri arasında (Eflak-Boğdan ve Besarabya) bir “Daçya (Dacıa) Devleti” kurulacaktı. (Dacıa/Daçya: Romanya’nın antik adı). 2- Rusya, Dinyester’e kadar olan Karadeniz kıyılarını alacak, Avusturya-Macaristan ise geri kalan yerleri (Bosna, Hersek, Sırbistan, Eflak’ın bir kısmı) alacaktı. 3- İstanbul ele geçirilerek burada Rusya ile ittifak halinde olacak bir Grek Devleti kurulacaktı. 4- Kurulacak bu Bizans Devleti’nin başına Çariçe II. Katerina’nın torunu Konstantin, “XIII. Konstantin” olarak geçirilecekti. Savaşın Başlaması (Ocak 1787). Grek projesini gerçekleştirmek isteyen Rusya ve Avusturya ittifak yaptılar. 1787’de Güney Rusya’da uzun bir seyahate çıkan Çariçe II. Katerina’ya Avusturya-Macaristan İmparatoru II. Josef de eşlik etti. Şehirleri gezerken “Bizans Yolu” yazılı zafer taklarının altından geçen iki lider, Kırım’ın merkezi Bahçesaray’a, oradan da Sivastopol’a geldiler. Bu meydan okumaya karşı Osmanlı sultanı I. Abdülhamid 26 Temmuz 1787’de İstanbul’daki Rus elçisini tutuklatarak Rusya’ya savaş ilan etti. Harp 1788 yazına kadar Osmanlı lehine gelişti ancak bundan sonra durum Osmanlı aleyhine döndü. Şubat 1788 tarihinde Avusturya- Macaristan da Rusya’nın müttefiki olarak Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. 1788 yazında Boğdan’a yerleşen Rus kuvvetleri Tuna’yı geçip 17 Aralık 1788’de Kalas’ı zapt ederek 4 bin Türk askerinin bir kısmını şehit, kalanını da esir etti. (Kalas: Günümüzde Slovakya’da bir yer). III. Selim’in Savaşa Devam Kararı Harp devam ederken I. Abdülhamid’in vefat etmesiyle yerine III. Selim tahta geçti. III. Selim’e göre; “Kırım Ruslarda olduğu müddetçe İstanbul emniyette sayılmaz” idi. Bu yüzden harbe devam edilmeliydi. Bu nedenle III. Selim harbe devam kararı verirken harple ilgili bazı çalışmalar da yaptı: a) Deryalar kaptanı Gazi Hasan Paşa’yı “Serasker” unvanıyla Özi/Karakerman Kalesi’ni almakla görevlendirdi. b) Ordu ve donanmaya asker sağlamak için seferberlik ilan ederek 16-60 yaş arasındaki kişilerin askere alınmasını emretti. c) Felemenk (Hollanda), İspanya ve Fas’tan dış borç almak istemiştir (Osmanlı Devleti’nin ilk dış borç girişimi). d) Harp giderlerini karşılamak için zînet eşyalarını toplayarak para bastırdı. e) III. Selim, bizzat ordunun başına geçmek istemiş ise de vezirlerin ikna etmesi ile bundan vazgeçti. Fokşan felaketi (31 Temmuz 1789): (Fokşani: Günümüzde Romanya’da bir yer). III. Selim, Yaş taraflarında toplanan Rus kuvvetlerini dağıtmak için Mustafa Paşa’yı görevlendirdi. Eflak’tan katılanlarla 25 bin kişiye ulaşan Osmanlı ordusu harekete geçti ancak Rus ve Avusturya-Macaristan kuvvetleri iki taraftan Osmanlı ordusuna saldırdı. Ağır kayıplar yaşayan Osmanlı ordusunun az bir kısmı Bükreş’e sığınırken geri kalanlar esir düştü. Vak’anüvislerin Fokşan Felaketi diye kaydettikleri bu olay III. Selim’in de ilk mağlubiyetidir. Bu kayıpla birlikte III. Selim’in Osmanlı toplumundaki şöhreti de sarsılmaya başladı. Boze Bozgunu (22 Eylül 1789): (Buzau/Boze: Günümüzde Romanya’da bir yer). Fokşan felaketinin acısını dindirmek isteyen Osmanlı Devleti, Mustafa Paşa ve Abdi Paşa komutasındaki kuvvetli bir orduyla harekete geçmiştir. Rus ve Avusturya-Macaristan kuvvetleri yine ittifak yapmışlardır. Bu iki kuvvet, önce Mustafa Paşa’nın kuvvetlerini, sonra da Abdi Paşa’nın kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bükreş yakınlarından geçen Buzau (Boze) suyu üzerindeki köprüden geri çekilmeye karar veren Osmanlı ordusu büyük bir mağlubiyet yaşadı. Vak’anüvisler bu olayı “Boze Bozgunu” olarak kaydetmişlerdir. Bu bozgun sonunda Rusya devleti Akkerman’ı; Avusturya-Macaristan ise Belgrad ve Semendire’yi işgal etti. Bu olaylar üzerine III. Selim, yine de savaşa devam edilmesini uygun buldu devlet adamları ise daha fazla kayıp yaşanmaması için ya barış yapılmasını ya da Rusya ve Avusturya’nın düşmanları ile ittifak yapılmasını önerdiler. III. SELİM DÖNEMİNDE OSMANLI-FRANSIZ MÜNASEBETLERİ Osmanlı-Fransız Münasebetlerinin Temelleri Osmanlı-Fransa ilişkilerinin başlangıcı 16. yüzyıl ortalarına dayanıyordu. Kanuni Süleyman ile I. François/Fransuva arasında 1525’te Prusya’ya (Habsburg Hanedanı) karşı birlikte hareket etmek için bir anlaşma yapılmıştı. Osmanlı-Fransa siyasi dostluğu, 1535’te Fransa’ya kapitülasyonlar tanınmasıyla ekonomik bir boyut da kazanmıştır. Kanuni Dönemi’nden 1798’de Fransa’nın Mısır’ı işgaline kadar Osmanlı ile Fransa arasında bir harp yaşanmamıştır. Bu devrede Osmanlı Devleti, devletlerarası münasebet ilkelerine daima sadık kaldığı halde Fransa çoğu kez bu ilkeleri ihlâl ederek Osmanlı’ya karşı ittifakların içerisinde yer almıştır. Osmanlı Devleti için Fransa’nın Vazgeçilmez olması Şu Şartlarla İlgiliydi: a) Fransa Devleti, Rusya ve Avusturya’ya karşı bir politika takip etmekteydi Osmanlı Devleti de bu devletlerle mücadele içindeydi. Yani Osmanlı ve Fransa ortak rakipler karşısında yer alıyordu. b) Fransa, Avrupa diplomasisinde ve politika üretmede üstün bir durumdaydı. c) Fransa, askerlik sanatında Avrupa’da öncü bir devletti. d) Osmanlı devlet adamları, ıslahat çalışmalarında Fransa’yı model alıyorlar ve ondan yararlanma kapısının hep açık olmasını istiyorlardı. (Fransa’nın sembolü neden horozdur? :) Fransız İhtilâli’nin Osmanlı-Fransız İlişkilerine Etkisi Fransız İhtilali (devrimi/inkılâbı), önceleri diğer Avrupa devletlerince pek de önemsenmemişti. Bu olayın Fransa’nın iç meselesi olduğu ve bu durumdan Fransa’nın güçsüz çıkacağı anlayışı hâkimdi. Gerçeğin kısa süre içerisinde böyle olmadığının ve çok ulusu yapıları etkileyeceğinin anlaşılması ile Avrupa devletleri hızla içeride tedbirler alırken Fransa’ya karşı da ortak hareket etmenin yollarını aramaya koyulmuşlardır. Fransız İhtilal’nin başlamasından kısa süre önce Osmanlı tahtına III. Selim geçmişti (28 Mart 1789). Yeni padişah, şehzadeliğinde Fransa’yı iyi incelemiş, XVI. Luis ile mektuplaşmış, Fransa idari modeline sempati duyan bir sultandı. Bu sebeple Fransız İnsan Hakları Beyannamesi (28 Ağustos 1789, 17 madde), Osmanlı’da tehlikeli bir durum olarak görülmemişti. Çünkü; a) Osmanlı Devleti Müslüman bir devlet olup kendisini Avrupa devletler düzenine dâhil görmüyordu (Osmanlı Devleti, 1856 Paris Antlaşması ile Avrupa devletler düzenine dâhil sayılacaktır). b) Osmanlı Devleti’nde Avrupa tarzı bir sosyal sınıflaşma yoktu. c) Osmanlı’ya göre “Fransa Nizam-ı Cedidi” Avrupa’nın bir iç meselesiydi. Bu sebeple herhangi bir Avrupa devleti bu rejimi tanımadan Osmanlı Devleti’nin de tanıması doğru görülmüyordu. d) Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin hakları zaten korunuyordu. İnsan Hakları beyannamesi bu sebeple Osmanlı toplumuna yeni bir yük getirmezdi. e) Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne olan coğrafi uzaklığı bir tehlike olarak görülmüyordu. Bu sebeplerle Osmanlı Devleti, Fransa’da meydana gelen olaylara ve ortaya çıkan yeni düzene karşı tarafsız, biraz da sempatik bir siyaset izlemiştir. Hatta Padişah III. Selim, İstanbul’da yaşayan Fransız vatandaşlarının renkli kokartlarla hürriyet ağaçları etrafında gösteriler yaparak İhtilâli kutlamalarında bir sakınca görmemiştir. İngiltere ve Avusturya ise bu tutumu nedeniyle Osmanlı Devleti’ni protesto etmişlerdir. --------------------------------------------------------------- Sonraki dönemde de Osmanlı Devleti Fransa’ya karşı temkinli tutumuna şöyle devam etmiştir: 1792’de, Avrupa’da, “İhtilal Savaşları” başladığında Osmanlı Devleti tarafsızlığını açıklamıştır. Fransa’nın Avusturya’yı yenmesi, o esnada Avusturya ile Ziştovi Antlaşması’nı (1791) imzalamış olan Osmanlı’yı sevindirmiş, idarecilerin Fransa’ya olan sempatisini artırmıştır. Osmanlı Devleti’nin bu sempatik tavırlarına Fransa da kayıtsız kalmamıştır. Çünkü Fransa, hem Osmanlı ile ittifak yaparak Avusturya’ya karşı birlikte savaşmak hem de yeni rejimini Osmanlı’ya tanıtmak ve kabul ettirmek istiyordu. Bu amaçla Osmanlı idaresini ikna için Fransa, 1792-1797 yılları arasında İstanbul’a üç önemli elçisini göndermiştir. Bu elçiler: Descarches (1792), Verninac (1792-1797) ve General de Bayet (1797) idi. 1792’de İstanbul’a gönderilen Descarches (Döşorj) adlı elçiye Fransa hükûmeti tarafından verilen talimatta; “En mühim mesele, Türkleri derhal harbe girmek konusunda kandırmaktır” denilmişti. Elçi bu konuda başarısız olmuştur. Çünkü Osmanlı Devleti, “Fransız yeni rejimini herhangi bir Avrupa devletinin tanımasından önce Osmanlının da tanımaması” kararını almıştı. O esnada Fransa’nın yeni rejimini henüz hiçbir devlet tanımadığı için Osmanlı Devleti de Fransa yeni rejimini tanımada acele etmemiştir. Yine de Fransa’ya bir açık kapı bırakmak ve yeni rejimi tanımaya yatkın görünmek isteyen Osmanlı Devleti elçiye çok samimi davranmış, diğer devletler bu durumu protesto etmişlerdir. Descarches’dan sonra 1792-1797 arasında Verninac adlı elçi İstanbul’da bulunmuştur. O da bir önceki elçi gibi Osmanlı idaresini ikna çabalarını sürdürmüştür. Osmanlı’nın Fransa’ya karşı tarafsız ve biraz da sempatik tutumu, Fransa’nın yeni rejimini Prusya’nın resmen tanıyan ilk devlet olmasına kadar devam etmiştir. Eylül 1794’te Prusya’nın Fransa’yı tanıması üzerine, Osmanlı Devleti de o tarihten itibaren Fransa’nın yeni rejimini tanımaya karar vermiştir. Elçi Verninac İstanbul’da bulunduğu esnada, İstanbul’daki Fransız Büyükelçiliği’nde 1795’te Bulletin de Nouvelles (Bülten dö Növıl) ve 1796’da Gazetta Françaisé de Constantinople (İstanbul Fransız Gazetesi) adlı Fransızca iki gazete yayınlatmıştır. İstanbul’da Fransız elçisinin yayımlattığı bu gazetelerin amacı, Osmanlı toplumuna Fransız İhtilâli’ni ve yeni rejimini tanıtmaktı. Bu gazeteler, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde yayımlanan ilk gazetelerdir. Verninac’ın çalışmaları neticesinde Fransa-Osmanlı arasında bir antlaşma imzalanması için görüşmeler başlamıştır. Rusya ve Avusturya’dan çekinen III. Selim de Fransa ile antlaşma yapmayı siyaseten uygun bulmuştur. İki taraf arasında 1797’de aşağıdaki maddeleri içeren bir taslak hazırlanmıştır: a) İki devlet, birbirlerinin toprak bütünlüğüne karşılıklı kefildirler. b) Osmanlı Devleti bir saldırıya uğrarsa Fransa 30 bin kişilik ordu, ya da 12 büyük 8 küçük gemi yardımı yapacaktır. c) Osmanlı Devleti, Fransa’ya imtiyazlı devlet muamelesi yapmaya devam edecektir. d) Anlaşma, iki devletin yalnız Avrupa’daki toprakları için geçerli olacaktır. Fransa-Osmanlı arasındaki bu taslağı imzalamak üzere İstanbul’a gelen elçi “General de Bayet”, Osmanlı’nın tam desteğini kazanmak için bazı tarihi hakikatleri şöyle dile getirmiştir: “Türkler bizim en doğal, en eski, en bağlı ve gerekli dostlarımızdır. Onlardan hep yakınlık ve dürüstlük gördük ama biz nankörlük ve ilgisizlik ile karşılık verdik… Tabiat bu iki kavmi anlaşmak için yaratmıştır…”. General de Bayet, İstanbul’a gelişinden kısa süre sonra ölmüştür. Osmanlı-Fransız antlaşması tam da imzalanma aşamasına gelmişken Fransa’nın Osmanlı’ya karşı yürüttüğü dış politikada ani ve radikal bir değişim olmuştur. Çünkü Napolyon Bonapart Fransa’da idareyi ele geçirmiştir. Böylece Osmanlı-Fransa arasındaki dostluk rüzgârları yerini savaş bulutlarına bırakmıştır. Ayrıca Fransız İhtilâli’in Osmanlı Devleti’ni etkilemeyeceği fikrinin yanlış olduğu da ortaya çıkmıştır. Napolyon Bonapart’ın Ortaya Çıkışı ve Osmanlı-Fransız İlişkileri Fransız İhtilâli’nin en karışık evresi 1789-1795 arası olmuştur. İhtilâl’in en önemli kişilerinden olan Georges Danton’un dediği gibi, “ihtilal, kendi çocuklarını yemeğe başlamıştı”. 1792’de Fransa’nın Avusturya’ya açtığı savaş büyüyerek 1815 Viyana Kongresi’ne kadar bütün Avrupa’yı karışıklık içinde bırakmıştır. Napolyon Bonapart, Akdeniz (İtalya) Savaşları’ndan önce çok tanınmış bir general değildi. Hatta Fransa’da kendisine çok önem verilmemesi sebebiyle Türk ordusunu düzene koymak için İstanbul’a gitmeyi planlamış, bunun için ülkesinin “Selamet-i Umumiye Komitesi”ne (Genel Sulh Teşkilâtı) bir dilekçe vererek; Fransa adına Türkiye’ye gitmek istediğini, birkaç subayla birlikte Türk ordusunu kuvvetlendirmeye gönüllü olduğunu, bunun Fransa’nın faydasına olacağını ifade etmişti. Fransa’nın İtalya’ya karşı giriştiği Akdeniz Savaşları’nda Fransız Alpler Ordusu komutanlığına getirilen Bonapart, savaşta İtalya’nın kuzeyini ele geçirdikten sonra Avusturya ile 18 Ekim 1797’de Campo Formio Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşmayla; a) 1792’de başlayan 1. Koalisyon savaşları Fransa’nın galibiyetiyle sonuçlanmıştır. b) Fransa, Venedik’i ortadan kaldırmıştır. c) Fransa, Piyomente Krallığı’nı kendi topraklarına katmıştır. d) Roma, Napoli, İsviçre ve Hollanda’da Fransa modeli demokrasiler kurmuştur. e) Yedi Yunan Adası/İyon Adaları (Korfu, Zanta, Ayamavra, İtaki, Pakso, Çuka, Kefalonya) ile Arnavutluk’u alan Fransa Osmanlı Devleti’ne sınır olmuştur. Campo Formio Antlaşması ile Avrupa’yı dize getiren Napolyon, Fransa’da coşkuyla karşılanarak milli kahraman olarak görülmeye başlamıştır. Çünkü Fransa halkı güçlü bir lidere ihtiyaç duyuyor ve bir lider bekliyordu. Fransız halkının beklentisi, “bu lider İngiltere’deki Cromwell, Roma’daki Sezar (Caesar) gibi, güçlü ordunun güçlü komutanı olmalı” şeklindeydi. Fransa’nın Mısır’ı İşgali (1798) Napolyon’un başa geçmesiyle Osmanlı-Fransa arasındaki dostane münasebetlerde radikal bir değişim meydana gelmiştir. Kısa süre içerisinde Osmanlı’ya bakışında köklü bir değişikliğe giden Napolyon’a göre; “Osmanlı yıkılmak üzere olup Türkiye’yi savunmayı düşünmek boşunadır. Fransa bir an önce Mısır’a yerleşmelidir”. Bonapart, Fransa’nın Dışişleri Bakanı ve Fransa’nın ünlü politikacısı Talleyran ile anlaşarak Mısır’ın işgali fikrini “Direktuvar Meclisi”nde kabul ettirmiştir. Napolyon’un Mısır Seferi’nin amacı; İngiltere’yi sömürgelerinde mağlup etmek ve Fransa’ya Akdeniz’de bir müstemleke (sömürge/dominyon) sağlamaktı. Meclis’in onayından sonra Fransa donanması hızla hazırlıklara başlamıştır. Paris’te bulunan Osmanlı Sefiri (Büyükelçi) Esseyyid Ali Efendi Fransa’nın Tulon’daki donanma hazırlıklarını İngiltere’yi istila için yaptığını İstanbul’a bildirmişti. 19 Mayıs 1798 tarihinde büyük bir donanmayla Doğu Akdeniz’e doğru hareket eden Napolyon, Yunan adalarına (Yedi Yunan Adası/İyon Adaları: Korfu, Zanta, Ayamavra, İtaki, Pakso, Çuka, Kefalonya) gemilerle subay ve silah bırakarak bu adalarda yaşayan Rumlar arasındaki Rum milliyetçiliğinin körüklenmesini emretmiştir. Fransız donanması Tulon’dan ayrılmasından 45 gün sonra, 2 Temmuz 1798 tarihinde Mısır’ın Akdeniz kıyısındaki İskenderiye şehrine asker çıkarmıştır. Osmanlı idarecileri bu oldubitti karşısında çok şaşırmıştır. Çünkü Mısır, Yavuz Selim’den beri yabancı bir devletin hâkimiyetine girmemişti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Fransa’nın Mısır’ı işgal edeceğine ihtimal vermediği için özel bir tedbir de almamıştı. Osmanlı Devleti bu esnada Vidin’de Pazvantaoğlu isyanıyla, Hicaz’da Vahhabilik isyanıyla uğraşıyordu. Osmanlı bu durumda iken Napolyon’un İskenderiye’ye çıktığı haberi İstanbul’a ulaşmıştır. Napolyon, İskenderiye’ye ulaşır ulaşmaz ilk olarak Paris’ten getirilen iki matbaanın kurulmasını emretmiştir. Bu matbaada binlerce beyanname basılarak Mısır halkına dağıtılmıştır. Bu broşürlerde Fransızlar; “Mısır Mısırlılarındır” sloganını yayarak bir anlamda Arap/Mısır milliyetçiliğinin temellerini atmıştır. Ayrıca, Napolyon “padişahın dostu olduğunu, İslâm dinini çok beğendiğini, Hz. Muhammed’e hayran olduğunu, padişahın emirlerine saygı göstermeyen Kölemen (Memlûk) beylerini cezalandırmaktan başka niyetinin olmadığını” ilan ederek Mısır halkının tepkisinin ilk etapta önüne geçmeyi planlamıştır. Bu şartlar altında Bonapart, büyük bir direnişle karşılaşmadan, sadece kölemen beylerine karşı “Piramitler Muharebesi”ni kazanarak 25 Temmuz 1798’de Kahire’ye (Fustat) girerek Mısır’a hâkim olmuştur. İşgale Karşı Osmanlı Devleti’nin Tutumu: Rusya ve İngiltere ile İttifak Osmanlı devlet adamlarının bir kısmı hemen Fransa’ya savaş açılması fikrindeyken III. Selim “düşmana bir şey yapamayacaksak harp açmak neye yarar” düşüncesiydi. Ona göre, “harbe hazırlık yapılacak ancak harp ilanı hususunda vakit kazanılmaya çalışılacak, acele edilmeyecekti”. Bu fikir Babıâli’de kabul görmüş, Osmanlı idaresi harp için şu tedbirleri almıştır. a) Mısır beyleri Fransa’ya karşı savunmada kalacaktır. b) Osmanlı’nın Akdeniz’deki bütün kıyı şehirleri saldırıya karşı uyanık olacaktır. c) Garp Ocakları (Cezayir, Tunus, Trablusgarp) Fransız ordusunun Fransa ile olan bağlantısını kesecektir. d) Rusya ile görüşmeler başlatılacaktır. e) İngiliz donanması Türk limanlarına uğrarsa iyi karşılanacaktır. Amiral Nelson komutasındaki İngiliz donanması, 1 Ağustos 1798’de Fransız donanmasını İskenderiye şehri açıklarındaki Ebuhır’da (Ebukır) mağlup etmiştir. 17 Fransız gemisinden 13’ü batırılmış ve esir alınmıştır. Böylece Fransız kuvvetlerinin Fransa ile bağı kesilmiş, Napolyon Mısır’da kıstırılmıştır. Bu İngiliz zaferi Osmanlı’da sevinçle karşılanmıştır. Ancak Akdeniz bir anda Fransız hâkimiyeti yerine İngiliz hâkimiyetine girme tehlikesiyle karşılaşmıştır. Bu durumda Fransa’nın yenileceğine ve Napolyon’un Mısır’dan çıkarılacağına kesin gözüyle bakan Padişah III. Selim ve danışmanları, Fransa’ya karşı harp açmaya karar vermiştir. Osmanlı-Rus Antlaşması: Osmanlı idaresi Fransa’ya karşı tek başına zafer kazanmanın zor olduğunun farkında olduğundan Fransa’nın rakiplerinin gücünden faydalanmanın gereğine inanıyordu. Bu devletler Rusya ve İngiltere olacaktı. Rusya, Napolyon’un Mısır’ı işgal için hazırlık yaptığı esnada onun niyetini öğrenmişti. Bu sebeple Rusya, Karadeniz’deki filosunu hazır tutuyordu. Osmanlı’nın istemesi üzerine bu donanmayı Osmanlı’nın hizmetine sokacağını bildirmişti. Osmanlı idarecileri Rusya’nın teklifini başta kibarca reddetmiş, Rusya’nın bir emrivaki ile boğazlardan geçmesi ihtimaline karşı da boğazların tahkim edilmesine başlamıştı. Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi üzerine, Osmanlı-Rusya görüşmeleri 28 Temmuz 1798’de başlamış fakat daha antlaşma yapılmadan Rus donanması bir oldubitti ile İstanbul Boğazı’na gelmiş, Osmanlı idaresi 5 Eylül 1798’de Rus donanmasının Büyükdere Limanı’nda demirlenmesine müsaade etmek zorunda kalmıştır. 19 Eylül’de, Rus donanması ve Osmanlı donanması Akdeniz’e birlikte gönderilmiştir. Amaç, Yedi Ada ve Arnavutluk sahillerini Fransa’ya karşı savunmaktı. Devam eden görüşmeler 23 Kasım 1798’de Osmanlı-Rus Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmıştır. Osmanlı-Rus Antlaşması, 14 açık madde ve 24 kapalı madde olmak üzere iki bölümden müteşekkildi. Açık bölüme göre; 1-Antlaşma savunma içindir. 2-Antlaşma 8 yıl geçerli olacaktır. 3-Rusya ve Osmanlı devletleri birbirinin toprak bütünlüğünü korumaya kefildirler. 4- Rusya’nın dostu Osmanlı’nın da dostu, Rusya’nın düşmanı Osmanlı’nın da düşmanıdır (mütekabiliyet/karşılıklılık esası). 5-Fransa Mısır’da kaldıkça Rusya, Osmanlı’ya yardım edecektir. Yardım ya para ya da asker ve donanma verme şeklinde olacaktır. Kapalı bölüme göre; 1-Osmanlı’ya yardım edecek Rus filosu 12 gemiden oluşacaktır. 2-Rus filosunun İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçip Akdeniz’e açılmasına müsaade edilecektir. (En önemli maddesi) 3-Osmanlı ve Rus donanmaları Fransa’ya karşı beraber savaşacaklardır. 4-Rus donanması Osmanlı sahillerinde iyi karşılanacaktır. 5-Rus donanması harp sonunda tekrar Karadeniz’e dönecektir. 6-Fransa yeniden Osmanlı’ya saldırır veya Osmanlı topraklarında halkı isyan ettirmeye teşebbüs ederse Rusya 80 bin kişilik askerî kuvveti Osmanlı Devleti’nin hizmetine sunacaktır. 7-Taraflardan biri diğerinin yardımını alamayacak bir coğrafyada savaşacak olursa, savaşın dışında olan devlet diğerine 2 bin süvari ve 12 bin piyade yerine yıllık toplam 1,5 milyon kuruş verecektir. NOT: Bu dostluk antlaşması Osmanlı Devleti için büyük önem taşır. Osmanlı bu antlaşmaya kadar “siyaseten yalnız kalma” prensibine bağlıyken bu antlaşma ile Avrupa’nın denge siyasetine kaymış oluyordu. Türklerin kadim hasmı sayılan Rusya ile antlaşma yapmak Osmanlı toplumunda hassas bir konu olduğundan Osmanlı devlet adamları bu antlaşmaya mesafeli durmuşlardır. Konu Meclis- i Vükelâ’da (Hükûmet) tartışılmıştır. Hükûmet kararı Sadrazam ve Şeyhülislâm tarafından da imzalanmıştır. Halk bu mazbatayı ve imzaları doğru bulmamıştır. Rus donanmasının İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçmeye başlaması üzerine Osmanlı kamuoyu bir anda III. Selim düşmanı oluvermiştir. Bu antlaşmanın devletlere sağladığı çıkarlar  Rusya ilk defa boğazlardan geçmiştir.  Rusya Akdeniz’de ticari çıkarlar elde etmiştir.  Osmanlı Devleti, Fransa’yı Mısır’dan kovacak yardımı sağlamıştır.  Osmanlı Devleti, Rusya ile anlaşmak suretiyle boğazlara yapılması muhtemel bir Rus saldırısını engellemiştir.  Osmanlı Devleti, yıkılışa kadar sürecek olan denge siyasetine başlamıştır. Osmanlı-İngiliz Antlaşması: Osmanlı-Rusya görüşmelerinin devam ettiği esnada Osmanlı-İngiltere görüşmeleri de devam ediyordu. Neticede Osmanlı-İngiliz antlaşması 5 Ocak 1799’da imzalanmıştır. Antlaşma 13 maddedir. Antlaşma Osmanlı-Rus Antlaşması’nı da kabul etmiştir. Osmanlı-İngiliz Antlaşması’nın odağını 10. madde meydana getirmiştir. Bu maddeye göre; “Osmanlı Devleti Akdeniz’de bütün limanlarını Fransa’ya kapatacak, buna karşılık İngiltere ise donanması ve askeriyle Osmanlı Devleti’ne yardım edecektir”. Bu antlaşma ile İngiltere, Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasını devam ettirmiştir. İngiltere, Osmanlı’nın denge siyasetinde en önemli aktör haline gelmiştir. 21 Ocak 1799 tarihinde Osmanlı Devleti ile Sicilyateyn (İki Sicilya Krallığı: 1-Napoli, 2-Sicilya) arasında da bir antlaşma imzalanmıştır. Fransa’ya Karşı Mısır’da Harbin Başlaması Osmanlı Devleti ittifak antlaşmalarını yapmış ve hazırlıklarını tamamlamıştı. Türk ve Rus donanmaları, 19 Eylül 1798’de Akdeniz’e birlikte açılmışlardı. Osmanlı Devleti ve müttefikleri ilk önce Yedi Ada’dan Fransa’yı çıkarmak amacıyla Fransa’ya karşı harekete geçmişlerdi. Osmanlı Devleti 25 Eylül 1798’de Fransa’ya resmen harp ilan etmiştir. Yapılan deniz savaşlarında Zanta, Korfu, Ayamavra, İtaki, Pakso, Çuka ve Kefalonya Adası Fransızlardan geri alınarak tekrar Osmanlı mülkü yapılmıştır. (Not: Bu adalar, 21 Mart 1800 tarihli Osmanlı-Rusya antlaşmasıyla “Birleşik Yedi Ada Cumhuriyeti” adını almıştır. Bu devlet, Osmanlı himayesinde ve Rusya garantörlüğünde bulunacaktı. Bu devlet üç yılda bir Osmanlı Devleti’ne 75 bin guruş cizye verecekti. (Bu devlet 1815 Viyana Kongresi ile ortadan kaldırılmıştır). Napolyon’u Mısır’dan çıkarmak için Osmanlı Devleti’nin yaptığı genel hazırlıklar şunlardı:  Hicaz Emirliği, Şam Eyaleti, Trablus Eyaleti, Kudüs Sancağı, Nablus Sancağı ve Mısır Seraskerliği Cezzar Ahmet Paşa’nın idaresine verilmiştir. Amaç, kısa sürede Mısır’ı kurtarmak için zaman kazanmaktır. (Cezzar: Deve kasabı, mecazi anlamda zâlim).  Tırhala (Yunanistan’ın Tesalya bölgesinde bir şehir) Mutasarrıfı Köse Mustafa Paşa komutasındaki bir ordunun deniz yolu ile İskenderiye’ye gönderilmesi kararlaştırılmıştır.  Sadrazam Koca Yusuf Paşa komutasında bir ordunun karadan Suriye’ye yardım etmesi için hazırlıklar başlamıştır.  Fransa’nın Mısır’daki Müslüman ahaliyi kandırmasını önlemek için bir bildiri yayınlanmıştır. Bu bildiride vurgulanan hususlar şunlardır: “Fransızlar kâfir ve âsidirler. Onların asıl amacı Mekke ve Medine’yi tahrip etmektir. Bu sapkınlarla mücadele etmek farzdır”. Sefer İçinde Sefer: Napolyon’un Mısır’dan Suriye’ye Hareket Etmesi Osmanlı Devleti Napolyon’a karşı harp hazırlıkları yaparken Napolyon da Mısır’dan bir çıkış yolu bulabilmek için Suriye üzerine harekete geçmiştir. Napolyon’un Suriye Seferi’nin görünür sebebi; Hindistan’ı fethedip orada İngiltere’yi yenerek Fransa’yı hâkim kılmaktı. Napolyon’un bu hayali ile elindeki kuvvetler arasında bir uyumsuzluk olduğu açıktı çünkü 25 bin kişilik ordu ile bu amaca ulaşması çok zordu. Üstelik Napolyon’un İran ve Hindistan coğrafi ve sosyolojik yapısı hakkındaki bilgileri sınırlıydı. Napolyon’un Suriye Seferi’nin gerçek sebebi ise sıkışmış olduğu Mısır’dan bir an evvel kurtulma isteği idi. Napolyon Suriye Seferi’ne çıkmadan evvel, 26 Ağustos 1798’de, Akka’daki Cezzar Ahmet Paşa’ya bir mektup göndermiştir. Napolyon bu mektupta; “Mısır beylerini yenmekle Osmanlı’ya yardım ettiğini, amacının Müslümanlarla savaşmak olmadığını” söyleyerek Osmanlı coğrafyasında kalmak konusunda izin istemiştir. Cezzar Ahmet Paşa’nın bun mektuba cevap vermemesi üzerine Napolyon, birisi 19 Ekim 1798’de ve diğeri daha sonra olmak üzere Cezzar Ahmet Paşa’ya iki mektup daha göndermiş ancak Cezzar Ahmet Paşa bunlara da cevap vermemiştir. Napolyon tüm ümidini Osmanlı ile anlaşmak suretiyle Mısır’da kalmaya bağlasa da Osmanlı Devleti, Mısır’daki Napolyon’a karşı iki koldan hareket etmeyi planlamıştır. 1. Kol, karadan Suriye yoluyla Mısır’a, 2. Kol ise denizden Rodos’tan İskenderiye’ye hareket edecekti. Bunu öğrenen Napolyon, Mısır’ı korumak için oranın coğrafi giriş kapısı niteliğindeki Suriye’yi savunmaya karar vermiş, bir an evvel Suriye’ye hâkim olarak hem Mısır’ı korumak hem de Doğu Akdeniz limanlarına sahip olmak için harekete geçmiştir. Napolyon, toplam mevcudu 25 bin kişi civarında olan ordusunun 18 bin kadarını Suriye seferinde görevlendirmiştir. Aralık 1798 tarihinde Mısır’dan Suriye’ye doğru hareket eden Fransız ordusu 20 Şubat 1799’da El Ariş’i, 24 Şubat 1799’da Gazze’yi, 28 Şubat 1799’da Yafa’yı işgal etmiş, şehirlerde yağma ve katliam yapmıştır. Bu esnada Napolyon ordusunda veba hastalığı baş göstermiştir. Akka’da Osmanlı-Fransız Mücadelesi Napolyon 24 Mart 1799’da Akka’ya ulaşarak şehri kuşatmıştır. Cezzar Ahmet Paşa’nın Anadolu’dan gelen Nizam-ı Cedid Ordusu ile Napolyon’a karşı savunma savaşı yapması, Akka’nın sağlam surlarla çevrili olması ve Fransız ordusunun sahra toplarının başarısız olması nedeniyle Napolyon amacına ulaşamamıştır. Napolyon’un tek zaferi Akka’ya yardıma gelen Kölemen kuvvetlerini yenmek olmuştur. Akka’dan bir an evvel kurtulmak isteyen Napolyon son çare olarak Lübnan’daki Dürzîleri kışkırtmayı düşünmüştür. Cebel-i Dürz Hâkimi olan Emir Beşir’e haber göndererek kendisine yardıma gelmesi karşılığında toprak vaat etmiş fakat mektubuna cevap alamamıştır. Tüm ümitleri tükenen Napolyon, 5 Mayıs 1799’da Akka’dan çekilme emri vermiştir. Akka’da aldığı mağlubiyet Napolyon’un ilk mağlubiyeti olarak kabul edilmektedir. Napolyon’un başarısızlığını örtmek için uydurma haberler yaydığı rivayet edilmektedir. O, “aslında Osmanlı ordusunu yendiğini fakat Mısır’a deniz yoluyla yardıma gelen Türk ordusuna engel olmak için Suriye’den çekildiğini” beyan etmiştir. Napolyon, Suriye’den Mısır’a döndüğünde, Rodos’tan hareketle İngiliz donanmasının yardımıyla Mısır’a ulaşıp Ebukır’a çıkmış olan Mustafa Paşa kuvvetlerinin üzerine yürüyerek 25 Temmuz 1799’da bu orduyu yenip Mustafa Paşa’yı esir almıştır. Bu zafer Napolyon’a Mısır’da zaman kazandırmıştır. Bu esnada Avrupa’da Fransız ordusunun Avusturya’ya yenildiği haberini alan Napolyon, kendi yerine Kleber adlı komutanı bırakarak 23 Ağustos 1799’da Paris’e dönmüştür. Kleber kısa süre sonra Mısır’ı boşaltmak için Osmanlı Devleti ve müttefiklerine bazı tekliflerde bulunmuştur. 20 Ocak 1800 tarihinde bu teklifler şartname/sözleşme haline getirilmiştir (El-Ariş Sözleşmesi). İngilizler, Fransızların şartlarını kabul etmemiş, bu nedenle harp yeniden alevlenmiş, Osmanlı ordusu 14 Haziran 1800 tarihinde Fransa ordusuna mağlup olmuştur. Bu harpte Kleber’in öldürülmesi üzerine Fransız ordularının başına General Menou (Monu) geçmiştir. Osmanlı ve İngiliz orduları Fransız ordusunu sıkıştırarak 2 Mart 1801’de yenmiştir. 30 Ağustos 1801 tarihli mütareke ile Fransızlar Mısır’dan çekilmeyi kabul etmiş, bu sayede Mısır 3 yıl 2 ay süren Fransız işgalinden sonra tekrar Osmanlı idaresine girmiştir (2 Temmuz 1798-30 Ağustos 1801: 3 yıl 2 ay). Mısır’da Osmanlı-Fransız Mücadelesinin Sonuçları  Napolyon’un bu seferi ile Doğu Akdeniz Sorunu (Mısır sorunu) Avrupa’nın büyük sorunları arasına girmiştir.  Üç yıl iki ay boyunca Avrupa siyasetinin odak noktası Akdeniz olmuştur.  Napolyon seferden umduğunu bulamamış ne Mısır Fransız toprağı ne de Akdeniz Fransız gölü olmuştur.  Napolyon ilk mağlubiyetini Akka’da Cezzar Ahmet Paşa’ya karşı almıştır. Bu zafer Osmanlı Nizam-ı Cedid ordusunun da ilk zaferi kabul edilmektedir.  Seferde Mısır’a gitmiş olan Fransız bilginler Mısır’ın tarihi zenginlikleri ile ilgili önemli çalışmalar yapmışlardır.  Seferden en kârlı çıkan devlet İngiltere olmuştur. İngilizler Doğu sömürgeleri üzerindeki Fransız tehlikesini bertaraf etmişlerdir.  Ebukır’da Fransız donanmasını yakan İngiltere donanması Akdeniz’de üstünlük sağlamıştır.  Rusya, Osmanlı ile imzaladığı 1798 antlaşması ile Osmanlı boğazlarından her iki istikamette geçme hakkına sahip olmuştur. Rus gemileri, bu olay sırasında ilk defa boğazlardan geçmişlerdir.  Osmanlı Devleti, topraklarını artık tek başına koruyamayacağını kabul ederek “Denge Politikası”nı kabul etmiştir. Bunun açık göstergesi ise Napolyon’a karşı İngiltere ve Rusya ile ittifak yapmasıdır.  Bu sefer esnasında Yedi Ada’yı işgal eden Fransızlar Rum/Yunan milliyetçiliğinin yükselmesine neden olmuş, Mısır’ın işgali sürecinde ise Arap/Mısır milliyetçiliğinin temellerini atmışlardır. Fransa’nın Mısır’dan Çıkarılmasından Sonra Osmanlı Siyaseti Fransa’nın Mısır’dan çekilmesi ile Fransız tehlikesi sona ermiş ancak Osmanlı için yükselen tehlike İngiltere ve Rusya’dan gelmeye başlamıştır. Çünkü İngiltere’nin Mısır’a yerleşme niyeti anlaşılmış, Rusya’nın Yedi Ada’da Rumlar arasında ulusçuluk propagandası yaptığı öğrenilmiştir. Osmanlı Devleti bu iki tehdide karşı, denge siyaseti gereği, tekrar eski dostu Fransa’ya yakın durmayı uygun bulmuştur. Bunun üzerine Fransa ile bir barış yapmak üzere Paris Elçisi Esseyyid Ali Efendi görevlendirilmiştir. Bu arada İngiltere’yi yalnız bırakmak isteyen Napolyon ise Rusya’ya yanaşmıştır. Napolyon bu planla hem İngiltere’yi yenecek hem de “doğu rüyası”na erişmiş olacaktı. Rusya’nın da daimî bir “doğu rüyası” görmekte oluşu, Fransa-Rusya ittifakını kaçınılmaz kılmıştır. Osmanlı’nın paylaşımı için planların yapıldığı bu esnada, 1801’de Rus Çarı I. Paul (Pol) öldürülmüştür. Çarı’ı, Fransızlarla yakınlaşmayı istemeyen Rusların öldürttüğü muhtemeldi. Bu nedenle I. Pol’ün yerine geçen Alexsandr, 1801’de hemen İngiltere ile bir antlaşma yapmış, bu sayede Napolyon’un Osmanlı’yı paylaşma projesi sonuçsuz kalmıştır. Netice olarak; Fransa’nın Osmanlı Devleti nezdinde kaybettiği imtiyazlı durumu geri kazanmak isteyen Napolyon’un isteğiyle Fransa-Osmanlı arasında 25 Haziran 1802 tarihinde “Paris Muahedesi” imzalanmıştır. Böylece Fransa-Osmanlı münasebetleri, dört yıl aradan sonra, tekrar dostluk seviyesine yükselmiştir. Bu dostluğu pekiştirmek isteyen Napolyon, III. Selim’e gönderdiği özel mektuplarda onun ıslahatçı karakterini övmüştür. III. Selim, İngiltere ve Rusya’ya karşı tekrar Fransa’ya dayanmayı siyasi bir zaruret olarak görmüştür. Bu tutuma bakarak, Osmanlı devlet adamlarının Fransa sempatisinin hissî bir durum olmadığı, İstanbul üzerindeki Rus tehlikesine dayandığı anlaşılmaktadır. OSMANLI YENİLEŞME TARİHİ (Islahat- Çağdaşlaşma-Modernleşme) Bu başlık altında, Türkiye’nin son iki yüzyıl içerisinde geçirdiği yenileşme çabalarının aşamaları incelenecektir. Osmanlı ve Batı medeniyetlerinin yüzleşmesi söz konusu olduğuna göre, öncelikle dilimize dışarıdan gelmiş ve Osmanlı toplumunda sürekli bir tartışma konusu olmuş olan “Laisizm”, “Sekülarizm”, “asrileşme”, “Çağdaşlaşma” gibi kavramları incelemek gerekmektedir.  Laisizm - Latince bir kavram olan laicus/laos kelimesi “halk” demektir. - Hristiyan/Katolik dünyada laicus/laos, halksallaştırma, halk için yapma anlamında kullanılmıştır. - Roma Devleti’nde din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara ise “Laici” deniliyordu. - Günümüz Fransızcasında “laicisme”/laisizm, “din adamlarının dışındaki kişi ve kurullara dünya işlerinde üstün yetki verme” anlamına gelmektedir. - Türkçeye Fransızcadan geçmiş olan bu kelime bizde “laik” şeklinde ifade edilmekte olup “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamında kullanılmaktadır. Bu terim, anlamı bakımından “Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısına yabancı, ithal” bir terimdi. Çünkü İslâm geleneğinde din adamları sınıfı olmadığı gibi Osmanlı’da da din- devlet ayrımı düşüncesi yoktu. Osmanlı’da “din-devlet bileşimi” doğal bir metot kabul edilirdi. İkisinin birbirinden ayrılması ya da ikisinin ayrı ayrı güçler olmasının aksine ikisinin bir arada bulunması “devlet maslahatı” kavramıyla özdeş idi. Oysa Katolik anlayışa göre “Tanrının hakkı Tanrıya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” verilmeliydi. Yani dinî alan ile dünyevî alan kesinlikle birbirine karıştırılmamalıydı.  Sekülarizm Latincede “saeculum”, Fransızcada “sekülerism”, İngilizcede “secularity”, Arapçada “asr” şeklinde ifade edilip bizdeki “çağ” kelimesiyle aynı anlamı taşır. Sekülarizm, Türkçeye lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı şekilde çevrilebilmektedir. Bu terim Batı medeniyetinde laisizm’e eş olarak kullanılmıştır. Dilimizde çok yer etmemiş olan Sekülarizm, bizdeki “çağdaşlaşma” sözcüğüne hem anlam hem de köken bakımından daha yakındır.  Laisizm, Katolik Hristiyanlığa ait bir düşünce biçimi iken Sekülarizm, Protestan Hristiyanlığa ait bir düşüncedir.  “Laisizm” kilise ile dünyevî rakiplerinin karşı karşıya gelmesini ve birbirinden iyice ayrılmasını ifade ederken “Sekülarizm”, katı kurum ve kurallar karşısında çağın gereklerine uygun kurum ve kurallar geliştirme anlayışına daha yatkındır.  Laisizm, kesin ve sert bir din-dünya ayrımını öngörürken, Sekülarizm din ve dünya işlerinin ilişkisini ayarlamada daha esnek olup bu iki olgunun uzlaşarak değişimini öngörmüştür. Bu bilgelerden hareket edildiğinde, Laisizm terimi Osmanlı’da bazı çevrelerce dinsizlik olarak değerlendirilmesi nedeniyle toplumsal temel bulmakta zorlanmıştır. Sonuç olarak, Laisizm ve Sekülarizm terimleri ayrı sözcük köklerinden olsalar da ihtiva ettikleri anlam ve tavsiye ettikleri düşünce şekilleri bakımından birbirine yakın kavramlardır.  Asrileşmek/Muasırlaşmak Asrilik, Osmanlı’nın son döneminde “çağa uymak, çağı yakalamak” anlamında kullanılmıştır. Asrilik, anlam olarak laisizmden ziyade Sekülarizm’e yakın bir kavram olarak algılanmışsa da Batı karşıtı toplumsal gruplar tarafından “züppelik”, “köksüzlük” hatta “dinsizlik” şeklinde anlaşılmıştır. Ziya Gökalp, Asrilik kavramını bu olumsuz anlamından kurtarmak için asrilikten türetilmiş olan “muasırlaşmak” kavramını kullanmıştır. Ziya Gökalp, bu terimi “Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak şeklinde eserine isim olarak kullanmış, eserinde “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Avrupa medeniyetindenim” ifadelerini kullanmıştır. Mustafa Kemal (ATATÜRK) ise bu kavramı “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” şeklinde kullanmıştır. “Muasırlaşmak” teriminin toplumsal kabulünün zayıf olması nedeniyle bunun yerine, toplumda anlam derinliği, tarihsel kökeni ve teknik özellikleri çok da bilinmeyen, “laisizm” terimi kullanılmaya başlamıştır. “Laisizm” teriminin Osmanlı toplumunda kesin olarak hangi tarihten itibaren kullanılmaya başladığını tespit etmek güçtür. Osmanlı/Türk modernleşme sürecinde “Asrileşmek” terimi ile eş anlamlı olarak kullanılagelen diğer bir tabir ise “Çağdaşlaşma”dır. Çağdaşlaşma, “gelenekselleşmiş bir toplumsal sistemde kutsal alanın daraltılması” anlamında kullanılmıştır. “Çağdaşlaşma” tarihinin başlangıcı olarak 18 yüzyıl başları, Lale Devri, yaygın olarak kabul görmüştür. Osmanlı/Türk çağdaşlaşma sürecinin kilometre taşları sayılabilecek öncü şahsiyetlerin İbrahim Müteferrika, Namık Kemal ve Ziya Gökalp olduğu kabul edilmektedir. Müteferrika, Batı düşüncesinin ve biliminin ilk kez farkına vararak bunu Usûl’ül Hikem fî Nizâm’ül Ümem adlı eserinde dile getirmiştir. Namık Kemal, Tanzimat’ın yol açtığı ikili sosyal ve siyasal yapının yanlışlığını ilk kez fark edip incelemeye yönelmiş, Ziya Gökalp ise ilk kez laik ulus-devlet teorisini ortaya koymuştur. 19. yüzyılda genel olarak çağdaşlaşma felsefesinin taraftarları “aydın, ilerici” olarak; karşıtları ise “yobaz, gerici, mürteci” olarak görülmüştür. Bu kavramların Osmanlı toplumunda temel ayrıştırıcı rol oynadığı olayların başında 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) gelir. Bu olay ile “mürteci” kavramı teknik olarak kullanılmaya başlamıştır. Mürteci terimi, Arapça “ricat etmek” (geri çekilmek, geri gitmek) kelimesinden türetilmiş olup “geriyi isteyen ve savunan, geri taraftarı” anlamıyla saltanat taraftarlarını işaret etmek için kullanılmıştır. OSMANLI DEVLETİ’NDE ISLAHAT DÜŞÜNCESİNİN ORTAYA ÇIKMASI Osmanlı düzeninin bozulmaya başlaması, “Yeni Avrupa”nın ortaya çıkmasıyla açıklanabilir. “Yeni Avrupa”yı oluşturan unsurlar; İstanbul’un fethi, Avrupa’daki bilimsel gelişmeler ve en önemlisi de Gutenberg’in matbaayı icat etmesiyle Avrupa’da yüzbinlerce kitabın basılması sonucu oluşan ortamdır. Bu ortamı destekleyen gelişme ise Coğrafi Keşifler olmuştur. Osmanlı’nın duraklaması, daha doğrusu Batı’nın ilerlemesi, “Yeni Avrupa” anlayışına Osmanlı’nın yabancı kalmasıyla başlamıştır. Osmanlı iktisadî yapısının Avrupa kapitalizmi karşısında tutunamayışı ise duraklamanın başta gelen faktörlerindendir. Osmanlı’nın duraklama göstergelerinin iç nedenleri; idarî alandaki bozulmalar, Askerî sistemdeki bozulmalar, iktisadî alandaki bozulmalar şeklinde sınıflandırılabilir. Sonuç olarak, Osmanlı Devleti 18. yüzyıla Avrupa’dan daha geride girmiştir. Devlet idarecileri sorunlarla yüzleşmek ve aksaklıkları giderebilmek için 18. yüzyıldan itibaren bir dizi yenileşme çabaları içerisinde bulunmuşlardır. Bu çabaların Lale Devri’nde başladığı kabul edilmektedir. 17. YÜZYIL OSMANLI ISLAHATINA GENEL BAKIŞ Islahat kelimesi “iyileştirme-düzeltme” anlamına gelmekle beraber terim olarak “17 yüzyılda, Osmanlı Devleti’ni eski gücüne kavuşturmak için yapılan yeniliklerin tümü”nü kastetmektedir. Islahat, 17. yüzyıl değişim projesini ifade eder. Çünkü 17. yüzyılda henüz Avrupa örnek alınmamış, bozulmalar, devletin iç dinamikleri ile aslına (Kanun-ı Kadim) döndürülmek suretiyle giderilmeye çalışılmıştır. Yani “17. yüzyıl ıslahatı yeniden şekil vermeyi değil aslına döndürmeyi ifade eder. Bu yüzden, teknik anlamıyla, Osmanlı’da sadece 17. Yüzyıl yeniliklerine “ıslahat” denilmesi uygun olur. “Çağdaşlaşma” diyebileceğimiz dönem ise Avrupa’nın örnek alınmaya başlandığı dönem olan Lale Devri (1718-1730) ile başlatılmalıdır. 17. Yüzyıl Islahatının Genel Özellikleri  Batıya açılma ve ondan yararlanma düşüncesi henüz oluşmamıştır. Batı model alınmamış, Kanun-ı Kadim’e ulaşma hedeflenmiştir.  Genelde askerî ve ekonomik alanda ıslahat yapılmıştır.  Yeniçeri Ocağı’nın karşı duruşuyla karşılaşmıştır.  Islahatın uygulanmasında kuvvete başvurulmuştur.  Köklü çözümler üretememiştir.  Devlet projesi olamamış, devlet adamları ile sınırlı kalmıştır.  17. yüzyıl ıslahatçı devlet adamlarının önde gelenleri şunlardır: Sultan I. Ahmed, Kuyucu Murad Paşa, II. Osman (Genç Osman), IV. Murad, IV. Mehmed, Köprülü Ailesi, Tarhuncu Ahmed Paşa. 18. yüzyıl başında yaşanan Lale Devri, Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edilmesinin başladığı bir dönüşüm evresi değil aynı zamanda toplumsal dönüşümün de başlangıcı olmuştur. Tarihî, toplumsal ve teknik boyutlarıyla hâlâ tartıştığımız Lale Devri (1718-1730), Türkiye’nin oluşumuna giden çağdaşlaşma anlayışına geçişi ifade etmektedir. 19. yüzyıl başlarından itibaren arka arkaya yaşanan mağlubiyetlerin zamanla devletin bekasını tehdit eder hale gelmesi, askerî alanda köklü ıslahat yapma ihtiyacının daha yüksek sesle dile getirilmesine ve Avrupa’dan teknik yardım alınmasını da içeren somut projelere zemin hazırlamıştır. Askerî alandaki III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd çalışması ve II. Mahmud’un Sekbân-ı Cedîd, Eşkinci Ocağı, Vaka-i Hayriye ve Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye çalışmaları bu temel üzerine inşa edilmiştir. Aslında bu süreç Osmanlı açısından zihinsel anlamda ve uygulamalar anlamında bir tezatı da içerisinde barındırmaktadır. Çünkü Osmanlı Devleti bir yandan Avrupa’yı Osmanlı’nın bekasına yönelmiş bir tehdit olarak algılarken diğer yandan da devletin kurtuluşunu sağlayacak askerî ıslahatlar konusunda Avrupa’yı hem model hem de uzman personel kaynağı olarak görmüştür. Başarılar Dilerim… Doç. Dr. Necati ÇAVDAR

Use Quizgecko on...
Browser
Browser