Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract (Pages 41-60) PDF
Document Details
Uploaded by PoisedVigor
Tags
Summary
This document excerpt likely discusses various aspects of Islamic teachings, principles, and social relations. The text emphasizes the importance of righteousness and avoiding wrongdoings, including practical examples from Islamic perspectives.
Full Transcript
Tebliğin Hakk’a ve Halka Bakan Yönleri _______________________________________________ 63 o, kendi ticarî hayatının bu şekilde yerleşik ve yaşanır hâle gelmesini temine çalışmalıdır; daha doğrusu çalışmak mecburiyetindedir. İşte “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in, bir de böyle bir yönü vardır...
Tebliğin Hakk’a ve Halka Bakan Yönleri _______________________________________________ 63 o, kendi ticarî hayatının bu şekilde yerleşik ve yaşanır hâle gelmesini temine çalışmalıdır; daha doğrusu çalışmak mecburiyetindedir. İşte “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in, bir de böyle bir yönü vardır. Bu sayede Müslüman, tefeciliğin, karaborsanın, ihtikârın ve diğer ticarî münkerâtın beline darbe vurmuş olacak ve o cemiyet içinde dinin yasak ettiği şeyler neşv ü nemâ ile gelişme zemini bulamayacaklardır. Evet, İslâm’ın da, her sistem gibi, hayatın bütün sahalarına ait getirmiş olduğu prensipleri vardır. Ticarette, ailede, sosyal münasebetlerde vs. Meselâ aile; İslâm’a göre ailede nikâh şarttır. Nesil, nikâh yoluyla çoğalmalıdır. İslâm’ın yaşandığı ortamda zina ve fuhşun yeri yoktur. Çünkü zina ve fuhuş, cemiyeti tahrip eden en korkunç hastalıklardandır. İslâm ise, cemiyet hayatını tahribe yönelik her türlü eylemin karşısındadır. Aile içinde, ana-baba ve çocukların birbirlerine karşı tutum-davranış ve mesuliyetleri de İslâmî prensiplerle zapturapt altına alınmıştır. Aile ve yuvanın korunması hususunda İslâm çok hassastır. Dolayısıyla yuva mefhumunu yıkmaya yönelik her zihniyet ve anlayış, İslâm’ı karşısında bulur. Zaten neslin heder olmaması için de bu birlik şarttır. Burada da görüldüğü gibi mü’min; bir taraftan, İslâm’ın emrettiği hususları hem kendi hayatında hem de diğer fertler arasında pratiğe dökmeye gayret ederken, diğer taraftan da İslâm’ın menettiği ve yasakladığı hususları şahsî yaşamından ve cemiyet hayatından uzaklaştırma durumundadır ki; bu da iyiliği emredip kötülükten menetme yollarından biridir. Netice itibarıyla; bütün bu değişik yollarla mü’min, kendine düşen vazifeleri yerine getirdiği zaman, kendini de içinde yaşadığı cemiyeti de faziletlerle donatacaktır ki işte o zaman faziletli milletten söz edilebilecektir. Kâmil insan mânâsına faziletli insan.. bu insanlardan meydana gelmiş cemiyet.. bir merhale daha ötede, bu cemiyetlerin örgülediği bir dünya.. işte 64 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni mü’minin bir dantelâ gibi işlediği ve cihanın da beklediği dünya bu dünyadır. Böyle bir dünyanın kurulması da, yine “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in işlettirilmesine bağlıdır. İstediğimiz, arzu ettiğimiz böyle bir dünyada fertler, sürekli birbirlerine faydalı olmaya çalışır; milletler, kendi lehine hem dünyayı hem de ahireti cennet hâline getirmek için uğraşır. Bu dünyada her zaman bir yarış söz konusudur; faziletler yarışı. Faziletler yarışının yapıldığı bir cemiyet ve dünyada, “ben” değil, “biz” anlayışı hâkimdir. “Ben susuzluktan öldükten sonra, isterse dünyaya bir damla yağmur yağmasın.” şeklindeki salak ve bencil düşünce, bir daha dirilmemek üzere öldürülüp gömülecek; yerine “Susuzluktan birisi ölecekse şayet, ilk ölen ben olmalıyım.” düşüncesi filizlenip neşv ü nemâ bulacak ve her tarafta mürüvvet dalgalanıp duracaktır. “Herkes mutlu olsun, sırası gelirse ben de olurum; fakat muhakkak herkesten sonra…” anlayışı, cemiyeti ve insanları birbirine raptedip bağlayacak; her tarafta dostluk duygusu yaşanacak, düşmanlık ve kavga unutulacaktır. Esasen bu söylenenler, bizim ruh yapımızı meydana getiren mukaddeslerden mukaddes düşünce sistemimizde zaten var. İnsanlar o sistemi anladıkları ve onu ruhlarına işleyip yaşadıkları ölçüde bu fazilet dünyası birdenbire zuhur edecektir. Şu kadar var ki, bu neticeyi bütün dünyanın bilmesi, öğrenmesi, hatta pratikte görmesi şarttır. Bu da yine “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”le olacaktır. Bugün hem fert, hem aile, hem de cemiyet planında böyle bir vazife, kendisine uzanacak o mübarek elleri bekliyor. 6. TEBLİĞ VE FERT - TOPLUM MÜNASEBETİ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde: “ َا ْ ْ ِ َ ْ َ ِ ا ْ ْ ِ َن ِ ْ ِ َ א ِ ِ َو َ ِ ِهMüslüman o insandır ُ ُ َ ُ ُ ki, diğer Müslümanlar onun elinden ve dilinden selâmettedir, teminat altındadır.”35 buyurmaktadır. Bu hadisten anlaşılan o ki, Müslüman hiç kimsenin malına, ırzına, namusuna, şeref ve haysiyetine kem gözle bakamaz ve yine Müslüman, hiç kimsenin can güvenliğini tehdit edici bir davranışta da bulunamaz. Bir kadının, dinin mahrem saydığı uzuvlarına ancak kocasının dokunma hak ve salâhiyeti vardır. Öyleyse, bir başkasının o kadınla münasebeti nasıl caiz olabilir ki? Kadının açık-saçık gezmesi, tamamen kendisini ilgilendiren bir vebaldir. Ancak, onun öyle gezmesi, yabancının ona bakmasına mazeret teşkil etmez. Meseleye bu kadar hassas yaklaşmak zorunda olan bir Müslümanın, –rica ederim– bakmanın ötesinde dinin büyük günah saydığı bir haramı irtikâp etmesi düşünülebilir mi? Münferit sürçmeler, her toplumda ve her zaman olagelmiştir; mesele kast ve temadiyle alâkalıdır. 35 Buhârî, îmân 4, 5; Müslim, îmân 64-65. 66 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Ben öyle gençler tanıdım ki, çarşıda, pazarda zarurî olarak gezerken dahi, gözüne bir haram ilişecek olsa, o günaha keffaret olur düşüncesiyle harçlığını tasadduk edip tevbe kapısına koşuyorlardı. Esasen her Müslüman, ahlâk itibarıyla böyle olmalıdır. Zira Müslüman, diğer Müslümanların kendisinden emin olduğu insandır. Evet, Müslüman bir başkasına ait tek lokmaya dahi el uzatamaz. Yanında yeryüzü dolusu altın olsa ve bütün bunlar bir başkasına aitse, ondan bir gram dahi istifade etmeyi düşünmez, düşünemez. Zira o, emniyet ve güven insanıdır. Zaten İslâm topluluğu, böyle fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur. Böyle bir topluluktan hiç kimsenin endişe etmeye de hakkı yoktur. Yukarıdaki hadisin mefhum-u muhalifi de işaret etmektedir ki, kâfir, bir başkası onun elinden ve dilinden emin olmayan insandır. İnsanlık, bugün ilhadı temsil eden ne kadar insan varsa, onlardan hangi ölçüde endişe etse haklıdır. Çünkü bunların hiçbirinde tam emniyet hissi yoktur. Zaten tarihî hâdiseler de bunun canlı birer şahidi değil mi? Hâlbuki Müslümanlık, kendi müntesiplerini faziletlerle donattığı içindir ki, Müslümanın ahlâk ve ruh yapısı, diğer insanlardan çok farklı olmaktadır; olmalıdır da. Zira onun içinde yaşadığı cemiyet, ahlâksızlığın her çeşidine karşı kapısını kapamış ve dinin münker kabul ettiği bütün çirkinliklere karşı bir tavır belirlemiş sayılır. Durum böyle olunca, Müslümanların meydana getirdikleri toplum veya milletler sefil arzuların kol gezdiği topluluklardan elbette çok ayrıdır ve her zaman çevrelerine burcu burcu bir lâhûtîlik neşrederler. Evet, evvelâ böyle olmak, sonra da bu oluşu başka yerlere taşımak, işte Müslümanın en birinci vazifesi..! Demek oluyor ki, bu vazife evvelâ fert planında icra edilmeli, sonra da cemiyet ve devlet planında ele alınmalıdır. Hiç şüphesiz aydınlık bir topluluk nuranî insanların bir araya Tebliğ ve Fert - Toplum Münasebeti ________________________________________________________ 67 gelmesiyle teşekkül ve tekevvün eder. Böyle bir tekevvün ise, artık fertleri değil, kitleleri ve milletleri topluca kendine cezbeder. İşte, bu küllî hakikati en parlak bir biçimde izah ve ispat eden misallerden birisi Necaşî’nin Müslüman oluşu hâdisesi: Necaşî, Habeş hükümdarıdır. Bir milletin başında ve o milleti temsil ederken kendisine dehalet edip sığınan bir avuç Müslümanı himayesine almış ve zamanla onların söz ve davranışlarından, hareket ve tavırlarından, nasiyelerinde ışıldayan nur ve sinelerinde çarpan imandan hakikate giden aydınlık yolu sezmiş ve derhal Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olmuştu. Bu o sarayda yapılan emr-i bi’lmâruf’un bir semeresi olmakla beraber, o bir avuç topluluğu meydana getiren fertlerin, Necaşî’ye diyecekleri şeyleri, evvelâ kendi dünyalarına söylemiş olmalarının da bir neticesiydi. Başka bir ifadeyle, Necaşî’nin gözlerini kamaştıran, onların dudaklarından dökülen sözler olduğu kadar, bizzat kendi şahsiyetlerine sindirdikleri ve onların mânevî yanlarını teşkil eden faziletleriydi. Necaşî’nin, Efendimiz’e yazdığı mektup, baştan sona edeple doludur. Daha sözünün başında: “Allah Resûlü’ne, Necaşî’den…” demesi yani, o günkü âdete göre, büyüklüğünü kabul ettiği şahsın ismini öne geçirmesi; mektubun muhtevası, hem onun ruhunda aniden nasıl bir mevcelenme meydana geldiğini göstermesi bakımından, hem de ifadelerdeki edep bakımından tekrar tekrar okunmaya değer bir metindir. Hele ona ait şu söz ne kadar çarpıcıdır: “Yâ Resûlallah, istersen hemen gelirim. İstersen burada kalır kavmimi irşad ederim…”36 Bir başka gün ise o, inkisar içinde, iki büklüm ve şöyle demektedir: “Keşke şu saltanata bedel, Allah Resûlü’nün yanında bir hizmetçi olsaydım!”37 36 37 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/207; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/132; İbn Hibbân, es-Sikât 2/9. Bkz.: Ebû Dâvûd, cenâiz 56; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/461. 68 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Necaşî’yi bu hâle getiren, bir grup sahabede gördüğü İslâmî yaşantı ve onların dudaklarından dökülen “lâl ü güher” sözlerdi. Hâdiseyi anlatanlar, meseleyi şöyle naklederler: “Mekke, Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Kimse canından, malından, ırzından, namusundan emin değildi. İşte bu esnada, Habeşistan’a hicret izni verildi. Oraya hicret edildi ve Müslümanlar, Habeşistan’da beklenenin çok üstünde bir alâka gördüler ve aziz birer misafir gibi ağırlandılar. Fakat Mekke müşrikleri, onlara bütün dünyayı dar etme azmindeydiler. Aralarında görüştüler ve Habeşistan’a bir heyet göndermeye karar verdiler. Başlarında da, daha sonraların büyük sahabisi, siyasî dâhi Amr b. Âs (radıyallâhu anh) vardı. Onlar Necaşî’yi Müslümanlar aleyhine kışkırtacaklar, o da onları himaye etmeyi bırakacaktı. Böylece Müslümanların ümitlerine bir darbe daha vurmuş olacaklardı. Hükümdar, onları uzun uzadıya dinledi. Mekke müşrikleri, akıllarına gelebilen bütün iftiraları ortaya döktü ve Necaşî’ye tesir etmeye çalıştılar. Ama Necaşî, mürüvvet âbidesi bir insandı. Kendisine dehalet etmiş bu insanları böyle sudan bahanelerle dışarıya atamazdı. Bu düşüncelerini bizzat Kureyş’ten gelen heyete de söyledi. Onları dinlemedikçe bu konuda bir hükme varmayacağını açıkça ifade etti. Nihayet Müslümanlardan bir grup saraya davet edildi. Başlarında Cafer b. Ebî Talib (radıyallâhu anh) vardı. Mekke’nin en soylu insanlarından olan Cafer, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcasının oğluydu. Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh) de büyük kardeşiydi. Müslümanlar, sözcü olarak onu seçmişlerdi. Aralarında bir birlik ve vahdet vardı. Sanki tek vücut, tek bünye gibiydiler. Ve onların bu birbirlerine bağlılıkları gözden kaçacak gibi de değildi. Hükümdarın huzuruna girenler secde ederlerdi. Bu, o günün protokolü sayılırdı. Ama Müslümanlar, krala secde Tebliğ ve Fert - Toplum Münasebeti ________________________________________________________ 69 etmediler. Çünkü bir Müslümanın Allah’tan başkasına secde etmesi caiz değildi. Onların bu davranışı müşrik heyetini sevindirmişti. Şimdi Necaşî kızıp, bunları huzurundan kovabilir diye düşünüyorlardı. Ama Necaşî, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bir fazilet timsaliydi. Günümüzde demokrasiyi temsil ettiklerini söyleyenler, keşke on dört asır evvel yaşamış bu Habeşli’deki demokrasiyi temsil edebilselerdi! İşte o zaman söylediklerinde bir hakikat payı bulunabilirdi! Necaşî, Müslümanlara bazı sorular sordu. Cevabı Cafer verdi: “Biz, cahil bir kavimdik. İçki içer, kumar oynar, zina eder, insan öldürürdük. Bütün kötülükleri irtikâp eder; fakat tek faziletli iş işlemezdik. (Yirminci asrın cahiliyesi de öyle değil mi?). Allah (celle celâluhu), içimizden bir peygamber gönderdi. O bize doğru yolu gösterdi. Bizi her türlü kötülükten çekip çıkardı ve her türlü faziletle donattı...” Cafer, daha neler anlattı, neler söyledi! Necaşî, kendinden geçmiş onu dinliyordu. Hz. İsa (aleyhisselâm) ve Hz. Meryem hakkındaki kanaatlerini sordu. Cafer, huşû içinde ona Meryem sûresini okudu. Âyette anlatılanlar Necaşî’nin bamteline dokunmuştu. Hıçkırıklarını tutamamış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Sonunda eğildi ve yerden ince, gözle zor görülecek kadar küçük bir çöp aldı ve tarihe; “Dur, beni dinle!” diyecek çaptaki şu sözleri söyledi: “Allah’a yemin ederim ki, sizin peygamberinize nazil olanlarla, Hz. İsa’ya inenler arasında şu çöp kadar dahi fark yoktur..!” Evet, fark yoktu. Çünkü bütün peygamberlere gelen vahiyler aynı kaynaktan fışkırıp geliyordu. Necaşî, müşrikleri getirdikleri hediyelerle birlikte geriye çevirdi. Müslümanları himaye edeceğini ilan etti.38 Çünkü Müslümanlarda, çok kısa bir müddet görüşmesine rağmen, 38 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/202, 461, 4/252, 5/290-291; et-Tayâlisî, el-Müsned s.46. 70 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni çok büyük fazilet ışıltıları müşâhede etmişti ve bu da onun din olarak İslâm’ı seçmesine yetmişti. Evet, tekrar başa dönecek olursak, bu kudsî ve ulvî vazife, fert planında ele alınıp yapılmazsa, fazilet toplumunun meydana gelmesini beklemek, hayalden öte bir değer ifade etmez. Zira fert ve cemiyet arasında çok ciddî bir alâka vardır. Cemiyet fertlerden meydana gelir. Dolayısıyla faziletle donatılmış fertlerden meydana gelen bir cemiyet de faziletli bir cemiyet olacaktır. Öte yandan fertler kazandıkları faziletleri nasıl korumak zorunda iseler cemiyetler de, aynı şekilde daha önce kazanmış oldukları faziletleri koruma zorundadırlar. Yukarıda da kısaca temas ettiğimiz gibi, insanın kazandığı faziletler ezelî olmadığı gibi ebedî de değildirler. Ortada bir keynûnet söz konusudur. Dolayısıyla, elde edilen fazilet ve hayırlı oluş, o fazileti kazandıran şartların devamını iktiza etmektedir. Bu mevzuda nebilerin dışında da hiç kimse garanti altında değildir. Onlara da bu garanti, ileride iradeleriyle elde edecekleri fazilet, mücadele ve zaferine peşin bir ücret olarak verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, ilâhî ilmiyle onların istikbalde varacakları noktaları bilmiş ve ilâhî avanslarla daha önceden onları mükâfatlandırmıştır. Öyleyse nebilerin dışında kalanlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, kazandıkları ve elde ettikleri makamları her zaman korumak zorundadırlar. Aksi hâlde her zaman düşüşler ve elde edilenleri kaybedişler söz konusu olabilir. Buradan varmak istediğimiz netice şudur: Emr-i bi’lmâruf’un fert ve cemiyete kazandırdığı faziletler, yine emr-i bi’l-mâruf ile korunacak ve devam edecektir. Aksi hâlde yavaş yavaş bir gerileme başlayacak ve bu gerileme, o konudaki kusurlu toplumun tükenişiyle neticelenecektir. Böyle bir duruma düşmemek için, metafizik gerilimin daima canlı tutulması gerekmektedir. Bu ise yine “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”le mümkündür. Yani bu kudsî vazife hem hayattır, hem de hayatı koruyacak şarttır. İşte, belki de bu Tebliğ ve Fert - Toplum Münasebeti ________________________________________________________ 71 sebeple, Nebiler Serveri, bazı kişilerden biat alırken veya başka bir ifade ile onların biatlarını kabul ederken, “emr-i bi’lmâruf”u biat şartı olarak söylemiştir. Meselâ Cerir b. Abdullah el-Becelî’nin (radıyallâhu anh) biatını bu şartla kabul etmişti ki, bu büyük sahabi bize bu hususu şöyle anlatır: ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍِ ْ ُ ِ ّ َא َ ْ ُ َر ُ َل ا ّٰ َ َ ِإ َ אم ا َّ َ ة َو ِإ َאء ا َّ َכאة َوا ُّ ْ ِ ُכ “Ben, Allah Resûlü’ne biat ettim. Benden söz alırken şu şartlarla biatımı kabul buyurdu: Namaz kılacak, zekât verecek ve önüne gelen herkese nasihat edeceksin.”39 Bu, apaçık “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapacaksın demekti. Ayrıca bu kudsî vazife, insanı diğer ibadetlerin faziletlerinden de hissedar kılar; çünkü “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l -münker” yapan bir insan, kendini bütünüyle bu vazifeye adamış bir fedai, evvelâ yaptığı bu vazife ile zaten faziletlerle donatılmış ve her türlü fazilete motive olabilecek hâle gelmiştir. Sonra o, nebilerin yaptığı ve nebilerin hayatının gayesi olan bir işi, hem de işlerin en çetinini, en ağırını yapmaktadır. Elbette ki, üstünlüğü de o seviyede olacaktır. Bakın, Kur’ân, bu kudsî vazifenin ağırlığına Hz. Lokman’ın evlâdına yaptığı tavsiyeleri anlatırken nasıl işaret buyuruyor: ِ ِِ َ ْ َא ُ َ َّ أَ ا َّ َ َة َو ْأ ُ ْ ِא ْ َ ْ ُ وف َوا ِ ِ َ ْ َ ٰ א أَ َ א َ َכ ِإ َّن ٰذ َכ “Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker yap, sana isabet eden belâlara da sabret. Muhakkak ki bunlar, işlerin en zor olanlarındandır.”40 Burada da görüldüğü gibi, Hz. Lokman oğluna evvelâ namazı dosdoğru kılmasını, ardından da “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapmasını öğütlüyor. Ve sanki oğluna şunları söylemek istiyor: ِ ا כ ِ وا ْ ْ َ َ ُْْ ِ َ ِْ ِم ا ْ ُ ُ ر 39 40 Buhârî, îmân 42, mevâkît 3, zekât 2, şurût 1; Müslim, îmân 97. Lokman sûresi, 31/17. 72 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni “Oğlum, namazı olmayan insanın cihadı da olmaz. Namaz bütün ibadetlerin kabul şartıdır. Onun için evvelâ sen, Rabbine karşı bu kulluğunu tam olarak yerine getir. Sonra da, sendeki bu dinamikle etrafına iyiliği emredip yaymaya, kötülüğü de menedip engellemeye çalış. Sen bunu yaparken, muhakkak ki, başına çeşitli gaile ve belâlar gelecektir.. onlara da daha işin başında sabretme azminde ol.” Evet, hiçbir dava adamına, musibet ve belâ sürpriz değildir; aksine o, beklenen bir hâdisedir. Çünkü bugüne kadar bunun istisnası görülmemiştir; görülmemiştir, zira bu iş ancak büyüklerin altından kalkabileceği veya mükâfatını ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdir edebileceği büyük işlerdendir. Ve bu büyük işler, onları ahirette büyüklerin yanına yükseltecek, getirecek ama, onlar burada, büyüklere mahsus ve onların ayırıcı vasfı olan belâ ve musibetlere dûçâr olacaklardır. Bu durumda da onlara, yine büyüklere yakışır sabır gerekmektedir. Bu vazifenin ehemmiyetini ve aynı zamanda ağırlığını Efendimiz bir hadislerinde şöyle beyan buyurur: “Ümmetimin en hayırlısı, cahiller arasında cihada ve belâya maruz kalan kimselerdir.”41 Ve başka bir hadis de bu hükmü teyit eder mahiyettedir: أَذا ِ ا ِ ِإذا כאن א ِ א ا אس و ٌ ْ َ ْ ُ َ َ َ ُ ْ َ َ َ َّ ً َ ُ َ َ َ ُ ْ ُ ْ َ أَذا א ِ ا אس و ا ْ ُ ْ ِ ِ ا َّ ِ ي ِ ْ ُ َ َ َ ُ ْ َ َ َ َ َّ ُ َ ُ َ “İnsanların cefasına katlanarak onların arasında bulunan mü’min, onlardan ayrı durup, cefalarına katlanmayan insandan daha çok ecir kazanır.”42 Evet, çirkef bir cemiyetin içinde bulunup da “emr-i bi’lmâruf nehy-i ani’l-münker” yapma, bir kenara çekilip kendini ibadet ü taate vermekten daha üstün bir ibadettir. Eğer bu kudsî vazife, şahsî ibadetlerden daha üstün olmasaydı, Allah َ 41 42 ِ ed-Deylemî, el-Müsned 2/174. Tirmizî, kıyamet 55; İbn Mâce, fiten 23. Tebliğ ve Fert - Toplum Münasebeti ________________________________________________________ 73 Resûlü evinden dışarıya çıkmaz; daima Cenâb-ı Hak’tan gelecek tecellîlere gönlünü mâkes yapmakla meşgul olur ve insanların arasına hiç mi hiç girmezdi. Ve yine eğer bu vazife diğer amellerden, bilhassa uzletten daha hayırlı olmasaydı, bizzat Efendimiz: “ א أَ ُّ َ א ا ْ َّ ِ ّ ُ َ َ ْ ِ ْرEy örtüsüne bürünen Nebi! ْ ُ ُ Kalk ve insanları inzar et!”43 hitabına muhatap olmazdı. Evet, din bütünüyle nasihattır. Din, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”dir. Allah Resûlü, ashabına bu fermanı vermiştir. O: “Din nasihattir.” deyince sahabi: “Kimin için (nasihattir)?” diye sormuş, Efendimiz de: “Allah için, Kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların imamları için ve bütün Müslümanlar içindir.” cevabını vermişti.44 O hâlde mü’min, durup dinlenmeden Rabbini anlatacak ve onun en büyük meselesi de yine Rabbini anlatmak olacaktır. Hem o, kendisini öylesine bu işe verecektir ki, Rabbini anlatamadığı gün uykuları kaçacak, iştahtan kesilecek ve o günü yaşamamış kabul edecektir. Ve yine onun en büyük dertlerinden biri de Allah Resûlü’nü anlatmak olacaktır. O’nun bu kudsî dava uğrunda yaptıklarını, katlandıklarını anlatacak; anlatacak ve inanan insanların O’nu örnek almalarını sağlayacaktır. Keza, Rabbinin kendisine bir nâme, bir davetiye olarak gönderdiği Kitabullah’ı anlatacaktır. O Kitap ki, Rabbimiz onu bize rehber ve yol gösterici olarak göndermiştir. O Kitap ki, şeref ve haysiyetimiz ona emanet ve ona bağlılığımızla orantılıdır. Tarihin şehadetinden biz bunu anlıyoruz. İslâm âlemi, ne zaman ona sarılmış ve onun hükümlerini içine sindirerek yaşamışsa, hep zirvelerde dolaşmış; ne zaman da elini ondan gevşetmişse derbeder olmuştur. Burada, bir tahassürümü ifade etmeden geçemeyeceğim. Tahassür dedim, zira düşündükçe beni iki büklüm eden bir vak’anın rapor edilmesi, benim için cidden tahassürdür. 43 44 Müddessir sûresi, 74/1, 2. Müslim, îmân 95; Tirmizi, birr 17; Ebû Dâvûd, edeb 59. 74 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Günümüz Müslümanı, Kitabullah’ın dilinden anlamaz hâle gelmiştir. Kur’ân bir vadide, onlar başka bir vadidedir. Kur’ân’a bağlılık tamamen şekilciliğe dönüşmüştür. Kur’ân’ı biraz aşağıda tutan birini görünce ikaz eden ve Kur’ân’ın her zaman göbekten yukarıda tutulması gerektiğini söyleyen –ki dinin böyle bir emri yoktur, bu sadece bir edep ve saygı ifadesidir– insan görürsünüz ki, yaşantısı Kur’ân’a taban tabana zıttır. Kur’ân’ına sahip çıkmayan, onun temsil edilmesini hayatının gayesi bilmeyen bir insan, unvanı ne olursa olsun, ahirette, Kur’ân’a karşı takındığı bu tavır ile cezalandırılacaktır. O, dünyada iken Kur’ân’ı alıp bir mahfazaya yerleştirmiş, sonra da bir duvara asmış olsa bile, kim bilir belki kendisi de, ahirette kafa ve ayaklarından asılmak suretiyle, dünyadaki günahının cezasını ödeyecektir. Ah! Bir kerecik olsun gayb perdesi aralansa da, vaiziyle, müftüsüyle, yazarıyla, düşünürüyle, okuruyla, dinleyeniyle, okuldaki muallimiyle ve cemaatiyle bu insanlar, Kur’ân’dan kopuk kalmalarının cezasını ve akıbetini tablolar hâlinde görüverseler... Ama ihtiyarın elden alınması mânâsına gelen böyle bir tecellî, imtihan sırrına muhaliftir. Ahirete ait tabloyu görmek için perde-i gaybın aralanması dedik; aslında, dünyadaki akıbeti görmek için birazcık düşünmek kâfidir zannediyorum. Kur’ân’dan uzak kalışımızın faturasını kimlere ve nasıl ödediğimiz, gün gibi âşikâr değil mi? Öyle ise, acaba daha hangi zilleti bekliyoruz ki, bizim Kur’ân’a sarılmamıza vesile olsun? Ve hangi büyük mezellettir ki, bizi Kur’ân’a koştursun? Hayır, bu gidişe bir “Dur!” demeli ve tek kurtarıcının “Kitabullah” olduğunu bütün âlem-i İslâm bilmelidir. Şanı Yüce Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem), bize bunu anlatmak için gelmiştir. Ve insanlık O’nu anladığı ölçüde insanlığa yükselecektir. Netice itibarıyla insan, ferdî planda yaptığı bu kudsî vazife sayesinde, imana uyanmalarına vesile olduğu şahısların Tebliğ ve Fert - Toplum Münasebeti ________________________________________________________ 75 bütün sevaplarının yekûnüne denk sevap kazanabilir. Bunun mânâsı şudur: Diyelim ki siz, bir insanı namaz, oruç, zekât veya irşad gibi mevzularda ikna ettiniz ve o şahsın bu amelleri işlemesine vesile ve vasıta oldunuz. Şimdi o şahsın işlediği ve işleyeceği bütün bu amellerden hâsıl olan sevabın bir misli de size kaydedilecektir. Zira: ِ ِ ِ “ ِإ َّن ا َّ َّال َ َ ا ْ َ ِ َכ َ אBir hayra ْ delâlet eden onu işleyen gibidir.”45 inşirah-bahş düsturu Söz Sultanı’na aittir. Ayrıca sizin irşadınızla yola gelen bir şahsın, diğer insanları irşad ile elde ettiği neticelere ait sevaplar da, yine sizin defterinize kaydedilecektir. İşte, bu yolda, yapılan küçük bir amel insana böyle küllî sevaplar kazandırmaktadır ki bu da “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in ne kadar önemli olduğunu gösterir. Allah Resûlü bir başka hadislerinde: “Kim güzel bir çığır açarsa, açtığı çığırın bir misli sevabı da onadır.”46 buyurarak bu gerçeği bir başka zaviyeden dile getirir. Evet, hadisin belirttiğine göre onun açtığı çığırdan yol tutup gidenler, ister kişinin yakınları, akrabaları, isterse tamamen yabancı ve tanımadıkları olsun, bir şey değişmez. Zira güzel bir çığır açma, dinî yönden içtimaî hayatımızın ölü bir noktasına hayat nefhetme, orayı canlandırma ve bunu cemiyete mâl etme; biz ölüp gitsek dahi, defterimizin o noktasının açık kalmasını sağlayacaktır. Aslında, diğer hasenat çeşitlerini de buna kıyas edebiliriz... Unutmamalıyız ki bir gün hepimizi cansız bir ata bindirip, karanlık bir çukura indirecekler. Üstümüze toprak örtüp başımıza da bir taş dikecekler. Dost, kardeş, arkadaş, yâr, yârân ve ana-baba kim varsa, bize dünyada iken en yakın olanlar dahil hepsi, bizi orada bırakıp gideceklerdir. Hâlbuki açtığımız o güzel çığırdan gelen sevaplar oluk oluk üzerimize 45 46 Müslim, imâret 133; Tirmizî, ilim 14; Ebû Dâvûd, edeb 114-115. Müslim, zekât 69; Tirmizî, ilim 15; İbn Mâce, mukaddime 14. 76 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni akacak, kabrimizde nurdan seylaplar meydana getirecek; uhrevî âlemimiz ak ve apaydın olacaktır. Bu durumda bizler cismaniyetimiz yönüyle ölmüş olsak bile, dünyada iken attığımız tohumlar itibarıyla, dipdiri ve kıyamete kadar yaşamış olacağız. Düşünün bir kere, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ebedî âleme göçeli on dört asır gibi bir zaman oldu. Buna rağmen yeryüzünde O’nun kadar diri, O’nun kadar canlı ve her gün hasenât defterinin bütün sayfaları baştan sona açılan ve asla kapanmayan o ölçüde kim vardır? O’ndan sonra da, derecesine göre içtimaî yapıya altın kerpiçler koyanlar gelir ki, bu işin de şimdiye kadar milyonlarca namzedi olmuştur; olmuştur ve hepsi de vesile oldukları oranda sevaba hak kazanmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, bu denli engindir. Yeter ki insan, kendini o rahmete ulaştıracak yola girmiş olsun. Efendimiz bir hadislerinde: ِ ِم ا ْ ِ א ِِ ِ َ َ ْ َ َ ُכ ُّ ا ْ َ ِّ ُ ْ َ ُ َ َ َ َ ِإ َّ ا ْ ُ َ ا ِ َ َ ِ َّ ُ َ ْ ُ َ ُ َ َ ُ ُ ِإ “Herkesin amel defteri vefatıyla kapanır, mühürlenir. Ancak murabıtın amel defteri kıyamete kadar nemalanır durur.”47 buyururlar. Evet “murabıt”; kendisini hak yoluna adamış, davasından başka hiçbir şey düşünmeyen insandır. O, memleketine sızacak bütün tehlike deliklerini tıkamayı hayatının gayesi edinmiş ve bununla beraber kendisine akseden yümün ve bereketi de, başkalarına intikal ettirmeyi en büyük vazife telakki etmiştir. İşte böyle bir insanın amel defteri asla kapanmaz, her an nemalanıp durur. Nitekim İslâm tebliğ tarihi içerisinde öyleleri vardır ki, binlerce tohum atmış; fakat bir tek tebessüm goncası göremeden gitmişlerdir. Ama öyleleri de vardır ki, elli 47 Tirmizî, fezâilü’l-cihâd 2; Ebû Dâvûd, cihâd 15; Dârimî, cihâd 33. Tebliğ ve Fert - Toplum Münasebeti ________________________________________________________ 77 sene sonra attığı tohumlar yeşermiş, her taraf bahara dönmüştür. Ve bütün bunların sevabı, onların kabirlerini bir ışık merkezi hâline getirmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, onların amelini nemalandırmış; onları kabrin fitnesinden koruyup muhafaza etmiş ve oraya oluk oluk nurlar göndermiştir. Demek ki o insanlar, sadece cismaniyet itibarıyla ölmüş, sevap cihetiyle yaşamaktadırlar. Hatta o insanlar, böyle bir amele muvaffak olamayan sözde diri insanlardan daha canlı bir şekilde yaşamaktadırlar. 7. İMAN VE NİFAK BAĞLAMINDA TEBLİĞ Mü’min, hak ve hakikat adına içinde yaşadığı topluluğa, en yakın çevre ve daireden başlayarak fazilet dersi veren insandır. Bu onun mü’min olmasının zarurî bir neticesidir. Bir bakıma, Müslümanların onun elinden ve dilinden emin olmaları bu neticeyi doğurur.48 Diğer taraftan bütün Müslümanlar, hadisin ifadesiyle bir organizma bütünü gibidirler.49 Organizmayı meydana getiren uzuvlardan birinde bir arıza meydana geldiğinde, bütün vücutta bir inilti ve ızdırap duyulur. Aynı zamanda uzuvların teker teker arızasız ve kusursuz oluşu, bütün bir vücudun da arızasız ve kusursuz oluşunu netice verir. Öyle ise mü’minlerin birbirlerinin dertleriyle dertli ve lezzetleriyle mütelezziz olmalarından daha tabiî ne olabilir ki!.. Evet, onlar, bir vücudun uzuvları gibidirler. Hele bu elem veya lezzet ebedî âlemi ilgilendiriyorsa, mü’min nasıl olur da kardeşinin Cennet’e veya Cehennem’e gitmesine karşı bigâne kalabilir? Onun içindir ki mü’minin, bir başka mü’mine karşı bu kudsî vazifeyi, yani “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l48 49 Bkz.: Buhârî, îmân 4, 5; Müslim, îmân 64-65. Bkz.: Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66. İman ve Nifak Bağlamında Tebliğ __________________________________________________________ 79 münker” vazifesini yapması onun mü’min olmasının ayrılmaz lâzımıdır. İşte bu mânâya işaret içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: ِ ِ وف אء َ ْ ٍ ْ ون ِא ُ َ ِ ْ ُ ْ َوا ْ ُ ْ ِ ُ َن َوا ُ אت َ ْ ُ ُ ْ أَ ْو ُْ َْ َ ُُ َ َو َ ْ َ ْ َن َ ِ ا ْ ُ ْ َכ ِ َو ُ ِ ُ َن ا َّ َ َة َو ُ ْ ُ َن ا َّ َכא َة َو ُ ِ ُ َن ِכ ا ِإن ا ۨأُو ِئכ ا ور ِ ٌ َ ٌ َ َ ّٰ َّ ُ ّٰ ُ ُ ُ َ ْ َ َ َ ٰۤ َ ُ َ َ َ ّٰ “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velileridirler. İyiyi emreder, kötülükten alıkorlar. Namaz kılar zekât verir, Allah’a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakîmdir.”50 Evet, ister erkek, ister kadın bütün mü’minler birbirlerinin dostudur. Bu dostluğun muktezası da, Allah’ın hoşgördüğü mârufları emredip, çirkin gördüğü münkerattan da birbirlerini sakındırmalarıdır. Zaten dost dosta başka türlü de davranamaz. Ancak mü’min bunları yaparken kendini de unutmaz. İslâm’ı önce kendi içine sindirir, onu tabiatının bir yanı hâline getirir; namazını dosdoğru kılar, zekâtını tastamam verir ve her meselede Allah ve Resûlü’ne itaat eder. Cemiyet içinde herkes böyle olunca da zaten cemiyet kendiliğinden nizam ve intizama girmiş olur. O cemiyeti ve cemiyeti meydana getiren fertleri, rahmet bütün enginliği ile kuşatır ve onun çevresinde Rahmânî bir atmosfer hâsıl olur. Bu ulvî mazhariyetin tam karşısında da muhlis mü’minlerin tam mukabili olan münafıkları Kur’ân şöyle resmeder: ِ َ ون ِא ْ ُ ْ َכ ِ َو َ ْ َ ْ َن َ ُ ُ ْ َ ٍ ْ َ ْ ِ ْ ُ ُ ْ َ אت ُ َ ِ اَ ْ ُ َא ِ ُ َن َوا ْ ُ َא ِ وف َو َ ْ ِ ُ َن أَ ْ ِ َ ُ َ ُ ا ا ّٰ َ َ َ ِ ُ ِإ َّن ا ْ ُ َא ِ ِ َ ُ ا ْ َ א ِ ُ َن ا ْ َ ْ ُ ُْ َْ “Münafık erkek ve münafık kadınlar da birbirlerindendir. Kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar ve cimrilikte 50 Tevbe sûresi, 9/71. 80 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bulunurlar. Onlar Allah’ı unuttular (bu yüzden) Allah da onlara unutma muamelesinde bulundu. Doğrusu münafıklar, fasıkların ta kendileridir.”51 Görüldüğü gibi, âyet münafıklar için “dost” tabirini kullanmıyor ve sadece birbirlerinden olduklarını haber veriyor. Çünkü münafıklar arasında hiç kimseye karşı dostluk söz konusu değildir. Onları birbirine bağlayan tek bağ menfaattir. Menfaatlerine zerre kadar zarar gelecek olsa, hemen aynı gruplar arasında kıyasıya vuruşma başlar. Onun için âyet, gayet veciz ve mucizevî bir ifade ile onların ruh hâletlerini ele verir ve “Bazısı, bazısından” der. Yani onların hepsi de aynı habislerdir. Onların bir diğer ortak vasıfları ise, “Onlar münkerâtı emrederler.” Yaptıkları müstehcen neşriyatla, ele geçirdikleri sinema ve televizyon aracılığı ile gençleri manyetize edercesine sürekli kötülük telkininde bulunurlar; insanlar da âdeta onların emirlerine boyun eğerler. Zira propaganda vasıtaları, insanları tesir altına alacak kadar güçlü ve kuvvetlidir. Başı dönmüş ve bakışı bulanmış güruh ve yığınlar, münafıkların asla vazgeçmeyecekleri piyonları ve sömürü vasıtalarıdırlar. Sömürü güçlerini ayakta tutabilmek için vermeyecekleri taviz ve insanlığa karşı yapmayacakları hiçbir melanet yoktur. Çünkü onlar münafıklardır ve dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bu ayırıcı vasıflarıyla derhal tanınırlar. Zira onlar sürekli kötülüğü emreder, iyilikten de insanları alıkorlar. Evet, onların ortak vasıflarının ikincisi, “Mârufu engeller, iyiliğe mâni olurlar.” Cemiyeti psikolojik bir baskı altına alarak, faziletli yaşamak isteyen herkesi “gericilik”le yaftalarlar. Namaz kılan, oruç tutan, onların nezdinde mürteci; kadınların onlardan farklı olan giysileri ve başlarına taktıkları, onlara göre en korkunç irtica alâmeti ve bir uğursuzluk emaresidir. Millet sevgisinden mi bahsettiniz; artık siz onlara göre birer faşistsiniz. 51 Tevbe sûresi, 9/67. İman ve Nifak Bağlamında Tebliğ __________________________________________________________ 81 Evet, bütün güzel şeyler onların yanında münkerdir. Âdeta milletin mâruf kabul ettiği her şeye karşı onların alerjisi vardır; vardır çünkü bu, nifakın bir muktezasıdır.. ve nifak iç-dış bütünlüğüne eremeyen insanların düştüğü derekedir. Kur’ân’ın ifadesiyle onlar Cehennem’in en dibine namzet zavallılardır. ُّ َ َ“ َ ْ ُ ْ أHayır, hayır, onlar hayvan değil, hayvandan da aşağıdırlar.”52 tam onları çerçeveleyen bir resimdir. Bu itaplarla mü’minler, sorumluluklarını yerine getirerek kendilerini bu duruma düşmekten korumalıdır. Korumak için de sürekli birbirlerine iyiliği emredip ona teşvikte bulunmalı kötülüklerden de birbirlerini sakındırıp onlardan vazgeçirmeye çalışmalıdırlar. Kendi hayatları adına nifaka düşmekten tir tir titredikleri gibi, dostlarının da böyle bir akıbete dûçâr olmasından titremeli ve hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları cemiyeti uyanık ve müteyakkız tutmalıdırlar. Evet, işte bunlar yukarıda da işaret ettiğimiz gibi onların mü’min olmalarının ayrılmaz bir vasfıdır. Zaten, huzurlu bir toplum olabilmek için, münkerin en küçüğünün dahi yaşamasına fırsat verilmemelidir. Aksine, önce küçük görünen bir münker, kısa zamanda öyle yayılır ve öyle sâri bir illet hâline gelir ki, bazen bütün bir cemiyeti, bütün bir milleti, hatta topyekün insanlığı tehdit eden, mahv u perişan olmalarına sebebiyet veren bir veba hâlini alabilir. İçtimaî bozukluklar hep küçük görünen münkerâtın yaygınlaşmasından meydana gelmiştir. Tarihe bu zaviyeden baktığımızda, tekerrürü aynı akıbeti doğuracak nice içtimaî tefessühler görmemiz mümkündür. Zikredeceğimiz şu hadis, bu tür kokuşmaların tarihî tahlili açısından çok mühimdir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “İsrailoğullarına, içtimaî çöküntü şöyle girmiştir: Bir kişi diğerinde gördüğü bir kötülük üzerine, “Ey filan, bu işi terket, 52 A’râf sûresi, 7/179. 82 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bu sana helâl değildir.” derdi. Ertesi gün de gelir, o adam aynı münkeri işliyor olmasına rağmen, onunla dostluğunu devam ettirir; onunla beraber oturup kalkar, beraber yer içerdi. Bunun üzerine Allah onların kalblerini birbirlerine çaldı.” Sonra da Allah Resûlü: ِ ِ ا ِ ِ ٰ َ َכ َ وا ِ ِ ۤ ِإ ِائ ود َو ِ َ ا ْ ِ َ َ ٰذ ِ َכ ِ َ א َ אن َد ُاو َ َ ْ َ ْ َ ْ ُ َ َّ َ ُ כא ُ ا َ َ َ َא َ ْ َن َ ْ ُ ْ َכ ٍ َ َ ُ ُه َ ِْئ َ َ א َכא ُ ا َ ْ َ ُ َن َ ُ َ ْ َ َ َ ْ ا َو َכא ُ ا َ ون “İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud’un ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların baş kaldırmaları ve aşırı gitmelerinden dolayı idi. Onlar birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları bu iş ne kötü idi.”53 âyetini okuyarak şöyle buyurdu: “Hayır, vallahi, muhakkak mârufu emredip münkerden nehyetmelisiniz ve yine muhakkak zalimin elinden tutup onu hak çizgisine getirmelisiniz.”54 Burada, kötülüğe pasaport veren bir kısım İsrailoğulları’nın durumu dile getirilirken, mü’minler aynı akıbetten sakındırılmakta ve böyle bir duruma düşmemeleri için tenbihte bulunulmaktadır. Zaten bu gibi vak’aların rapor edilmesinde her zaman bir kısım hikmetler söz konusudur. Vak’a şu şekilde de tahlil edilebilir: İşlenen bir münker görülmüştür. Münker işleyeni ikaz eden şahıs, zatında o münkerin karşısındadır.. ve ilk gün o münker işleyeni ikaz etmiştir. Ancak, devamlılık ve sebat isteyen böyle bir mevzuda o hiç de öyle davranmamış; münker işleyenin o işte ısrar etmesine karşılık, diğeri metafizik gerilimini koruyamamış ve o şahsa yanaşarak onunla yemiş-içmiş, sohbet etmiş ve dostluğunu devam ettirmiştir. Kalbiyle buğzetme, imanın varlığına son işaret ve alâmetken o, bu kadarcık bir canlılık bile gösterememiştir. 53 54 Mâide sûresi, 5/78, 79. Tirmizî, tefsîru sûre (5) 6; Ebû Dâvûd, melâhim 17; İbn Mâce, fiten 20.