696898142-Thomas-More-Utopia-İş-Bankası-Yayınları.pdf

Full Transcript

THOMAS MORE XXVII UTOPIA INGILIZ E ASLINDAN ÇEVİRENLER: ,\Al\AI IA'I l'IN EYÜl\OCLU VEDAT GÜNYOL- MlNA URGAN - (MiNA URGAN'JN İNCELEMESİYLE)...

THOMAS MORE XXVII UTOPIA INGILIZ E ASLINDAN ÇEVİRENLER: ,\Al\AI IA'I l'IN EYÜl\OCLU VEDAT GÜNYOL- MlNA URGAN - (MiNA URGAN'JN İNCELEMESİYLE) TÜRKiYE $BANKASI Kültür Yayınları Genel Yayın: 424 Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin be­ nimsenmesiyle başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifade­ nin zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir mil­ letin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zeka ve anlama kudretini o eser­ ler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli ve me­ deniyet davamız için müessir bellemekteyiz. Zekasının her cep­ hesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletler­ de düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işliyen ve si­ nen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, za­ manda ve mekanda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüpanesi bu yönden zen­ ginse o millet, medeniyet aleminde daha yüksek bir idrak sevi­ yesinde demektir. Bu itibarla tercüme hareketini sistemli ve dik­ katli bir surette idare etmek, Türk irfanının en önemli bir cep­ hesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hiz­ met etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemiyen Türk münevverlerine şükranla duyguluyum. Onların himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz ciltlik, hususi teşeb­ büslerin gayreti ve gene devletin yardımı ile, onun dört beş mis­ li fazla olmak üzere zengin bir tercüme kütüpanemiz olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden elde edeceği büyük fayda­ yı düşünüp de şimdiden tercüme faaliyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okuru için mümkün olamıyacaktır. 23 Haziran 1941 Maarif Vekili Hasan Ali Yücel HASAN ALİ YÜCEL KLASİKLER DİZİSİ THOMAS MORE UTOPIA ÖZGÜN ADI UTOPIA İNGİLİZCE ASLINDAN ÇEVİRENLER SABAHATTİN E YüBOGLU, VEDAT GÜN Y OL , MİNA URGAN ©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLAR!, r999 Sertifika No: 11213 GÖRSEL YÖNETMEN BİROL BAYRAM DÜZELTİ ALİ ALKAN İNAL GRAFİK TASARIM UYGULAMA TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI I. BASIM r964, ÇAN YAYINLAR! TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLAR!'NDA I. BASIM EKİM r999, İSTANBUL XVI. BASIM OCAK 2013, İSTANBUL ISBN 978-975458-739-5 (KARTON KAPAKLI) BASKI KİTAP MATBAACILIK SAN. TİC. LTD. ŞTİ. DAVUTl'AŞA CADDESİ NO: 123 KAT: I TOl'KAl'I İSTANBUL (0212) 482 99 10 Sertifika No:16053 Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: 2'4 BEYOÔLU 34433 İSTANBUL Tel. (0212) 252 39 91 Fax. (0212) 252 39 95 www.iskultur.com.tr.00 HASAN ·.ALi · YÜCEL KLASiKLER DiZiSi xxvıı THOMAS MORE UTOPlA İNCİLİZCE ASLINDAN ÇEVİRENL.Flt SAl\AI IATTİN EYÜl\UCi LU , VWAT lJÜN\'OL. MİNA URGAN \MiNA URGAN'JN İNCELEMESİYLl:J TÜRKiYE $BANKASI Kültür Yayınları İçindekiler Utopia 1. Bölüm.........3 il. Bölüm......39 Utopia Şehirleri ve Başkent Amaurote Üstüne.. 42 Y önetim Görevlileri..................44 Bilimler, Sanatlar, Uğraşlar.......................................................46 Utopia'lıların Yaşayışları ve Karşılıklı İlişkileri.....50 Utopia'lıların Gezileri ve Başka Konular.............55 Köleler, Hastalar, Evlenme ve Çeşitli Başka Konular.....74 Savaş Üstüne................81 Utopia'da Dinler..............................................89 Thomas More'un Yaşamı ve Utopia'nın İncelenmesi Giriş........................................................109 Thomas More'un Yaşamı........117 Thomas More'un Davası ve Ölümü................................. 137 Utopia'nın Birinci Bölümü Üstüne.........155 Utopia'nın İkinci Bölümü Üstüne............................167 Platon'un Devlet'i ile More'un Utopia'sı.........195........ Utopia'nın Günümüzde Değerlendirilmesi.......................201.. Kaynakça......................................................................223 UTOPIA Thomas More Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu Vedat Günyol Mina Urgan.,.;,, l. Bölüm Eşine az rastlanır üstün zekasıyla tanınmış, yenilmez İn­ giltere Kralı Sekizinci Henry ile değerli Kastilya Prensi birkaç yıl önce ciddi şekilde bozuşmuşlardı. Bu işi görüşmek ve dü­ zeltmek üzere o tarihte sözcü olarak Felemenk'e gitmiştim. Yanımda iş ve yol arkadaşı olarak eşsiz insan Cuthbert Tuns­ tall vardı. Kral o sırada kendisine, herkesin alkışları arasın­ da, Canterbury başpiskoposluğunu vermişti. Burada onun övgüsünü yapmaya kalkmayacağım. Dostluğumun bir dal­ kavukluk sayılması korkusuyla değil, övgülerimin onun bil­ ginliğine ve erdemine erişemeyecegi düşüncesiyle. Kendisi öyle parlak bir ün kazanmış bulunuyor ki onu övmek, ata­ sözünün dediği gibi, güneşi fenerle göstermeğe benzer. Görüşmelerin yapılacağı Bruges şehrinde Prens Char­ les'ın gönderdiği birbirinden seçkin sözcüleri bulduk. Bruges valisi bu heyetin başındaydı. Mont-Cassel hakimi George Thamasia ise aynı heyetin dili ve yüreğiydi. Konuşma ustalı­ ğı, sanatından çok, doğuşundan gelen bu adam devlet işle­ ·rinde en bilgin danışmanlardan biri sayılıyordu. Kişisel yeti­ sine eklenen görmüş geçirmişliği, onun çok usta bir diplomat olmasını sağlamıştı. Kongrenin ilk iki oturumunda birçok konu üstünde an­ laşmaya varılamadı. Bunun üzerine İspanyol sözcüleri 3 Thomas More Prens'in ne diyeceğini öğrenmek için Brüksel'e gittiler. Ben de bu arada Anvers'e gitmek fırsatını buldum. Anvers'te pek çok insanla tanıştım, ama bağlandığım en hoş insan Anversli Peter Giles oldu. Yurttaşları arasında çok saygın bir yeri olan bu dürüst genç, kültürü ve ahlakıyla da­ ha da büyük saygıya layıktır. Bilgisi ne kadar derinse, huyu da o kadar iyi. Yüreği herkese açık; ama dostlarına o kadar candan, o kadar vefalı bir sevgiyle bağlıdır ki, kendisine dostluğun pürüzsüz bir örneği dense yeridir. Alçakgönüllü, gösterişsiz, sade ve ölçülü bir insan. Nükteli konuşmasını bi­ lir ve şakası hiç kabalığa kaçmaz. Uzatmayalım, bu gençle öyle hoş, öyle tatlı bir ahbaplık kurduk ki; beni yurdumdan, evimden, karımdan ve çocuklarımdan dört ayı aşkın bir za­ man ayıran gurbet pek acı gelmedi bana. Bir gün Notre-Dame'a gitmiştim. Halkın gözdesi olan bu kilise bizim en güzel mimarlık şaheserlerimizden biri­ dir. İbadetten sonra otele dönerken birden Peter Giles'le karşılaştım. Yaşlıca bir yabancıyla konuşuyordu. Güneş­ ten yanmış teni, uzun sakalı, üstünden düşecek gibi duran yeleği, hali tavrıyla bu yabancı bir gemi kaptanına benzi­ yordu. Peter. beni görür görmez, bir cevap vermeğe hazırlanan yabancıdan bir an uzaklaştı, yanıma sokulup beni selamla­ dıktan sonra: "Bu adamı görüyor musunuz?" dedi, "Onu doğruca size getirmek üzereydim." "Dostum," dedim, "sizinle geldikten sonra kim olsa sevi­ nirdim." "Tanısanız," dedi Peter, "yalnız gelmesini de isterdiniz. Bilinmez ülkeler ve insanlar üstüne size ondan daha etraflı, daha ilginç bilgiler verebilecek birini bulamazsınız dünyada. Böyle şeylere ne kadar meraklı olduğunuzu bilirim. " "Yanılmamışım," dedim, "ilk bakışta bir kaptana ben­ zetmiştim kendisini." 4 Utopia "Yine de yanılmışsınız. Gemiyle gezmesine gezmiş, ama Palinurus gibi değil, Odysseus gibi, daha doğrusu Platon gi­ bi. Dinleyin bakın nasıl: Raphael Hythloday, bu adı ilk alan ailenin oğlu, oldukça iyi Latince ve çok iyi Yunanca bilir. Kendini sadece felsefeye verdiği için Atina'nın dilini Roma'nın dilinden daha yararlı görmüş, önemli konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Ci­ cero'dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz'miş. Gençli­ ğinde varını yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaş­ ma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo Vespucci ile kader birliği etmiş. Bu büyük denizcinin şimdi her yerde anlatılan dört yolculuğunun son üçünde bir an yanından ayrılmamış. Ama Avrupa'ya onunla dönmemiş. Amerigo, onun yalvarıp yakarması üzerine, yirmi dört adamıyla birlikte Yeni Kastil­ ya'da kalmasına izin vermiş. Böylece kendi isteğiyle kalmış o kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölmek korkusu falan yok. Bir mezarda çürümek şerefıne de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: 'Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı'ya giden bir yol vardır.' Bu serüvenci yaradılışıy­ la bir yerde ölüp kalmamış olması büyük bir talih doğrusu. Her neyse, Vespucci gittikten sonra beş Kastilyalıyla birçok ülke dolaşmış. Bir mucize olarak Taprobana kıyılarına düş­ müş, oradan Calicut'a ulaşmış nasılsa ve Portekiz gemilerine rastlayıp görmekten umudunu kestiği memleketine dön­ müş." Peter bunları anlatınca, bana böyle yaman bir insanı ta­ nıtmak istemesinden ötürü kendisine teşekkür ettim. Sonra Raphael'e yaklaşıp ilk görüşmenin gerektirdiği sözleri ettim ve onu Giles'le birlikte kaldığım yere götürdüm. Orada bah­ çeye çıkıp bir çayırda oturduk ve konuşma başladı. Raphael önce, Vespucci gittikten sonra nasıl arkadaşla­ rıyla birlikte yerWerin dostluğunu kazandıklarını, tatlılıkla nasıl anlaşıp bir arada güzel güzel yaşadıklarını anlattı. Memleketinin ve kendisinin adını unuttuğum bir prens on- 5 Thomas More ları çok sevmiş ve korumuş. Onun sayesinde yolları boyun­ ca kayıklar, arabalar bulmuşlar. Sadık bir rehber prensin em­ riyle hep yanlarında kalmış, onları öteki prenslere tanıtmış. Günlerce yolculuk ettikten sonra köylere, kasabalara, ol­ dukça iyi düzenli şehirlere varmışlar, birçok ustalar, güçlü devletler görmüşler. Ekvatorda, güneşin doğduğu yerden batnğı yere kadar boydan boya ve oldum olası ateşten bir gök altında yanan ıs­ sız ovalar varmış. Orada her gördükleri şey dehşete düşürü­ yormuş onları. Başıboş topraklarda tek yaşayanlar en vahşi hayvanlar, en korkunç sürüngenler ve o hayvanlardan da vahşi insanlarmış yalnız. Ekvatordan uzaklaşınca tabiat yu­ muşuyormuş biraz. Sıcak daha az bunaltıcı, toprak daha ye­ şil ve güler yüzlü, hayvanlar belasızmış. Daha ötelerde ise ka­ radan ve denizden ticaret yolları olan şehirlere, kasabalara rastlamışlar. Bunların uzak ülkelerle de alışverişleri varmış. Bütün bu keşifler Raphael'le arkadaşlarını coşturdukça coşturmuş. Yolculuk heveslerini süsleyen bir şey de, her kal­ kan gemiye, nereye giderse gitsin, hiç zorluk çıkarılmadan alınmaları olmuş. İlk rastladıkları gemilerin dipleri düz, yelkenleri hasırdan, papirüs yapraklarından ya da deridenmiş. Daha sonra uçla­ rı sivri ve kenevir yelkenli tekneler görmüşler. Sonunda tıpa­ tıp bizimkilere benzer gemilere de binmişler. Bunların kap­ tanları gökleri ve denizi oldukça iyi bilen, usta denizcilermiş, ama pusuladan hiç haberleri yokmuş. Bizim Kastilyalılar on­ lara ucu mıknatıslı iğneyi gösterince adamcağızlar şaşkına dönmüşler, bu iyiliği nasıl karşılayacaklarını bilememişler. Zavallılar denize hep korka korka çıkarlarmış ve yalnız ya­ zın engine açılmaya yürekleri varırmış. Şimdiyse artık, pusu­ la elde, rüzgarlara kafa tutar olmuşlar. Kış gezilerinde güven­ leri artınca tehlike de artmış. Çünkü bu güzel buluş onları belalardan kurtaracak yerde, ölçüsüzlük yüzünden daha da büyük belaların kucağına atabilirdi. 6 Utopia Raphael'in dünyayı dolaşırken gördüklerini burada an­ latmam çok uzun sürer. Zaten bu kitabın amacı da o değil. Belki başka bir kitapta bu işi ele alırım ve Raphael'in gördü­ ğü uygar ulusların törelerini, akıllıca toplum düzenlerini et­ raflıca anlatırım. Bu konular üstüne onu sorulara boğuyorduk, o da mera­ kımızı gidermeye can atıyordu. Artık yeniliğini yitiren o dev­ leri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllalar, Selene­ ler, sürüyle insan yiyen Laistrygonlar, daha bilmem hangi ca­ navarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur. Doğrusunu isterseniz, Raphael bu yeni uluslarda bizim­ kiler kadar kötü düzenler, kurumlar görmüş; ama ihtiyar Av­ rupa'nın şehirlerini, uluslarını, krallıklarını uyarabilecek, ye­ niden yaşatabilecek birçok yasaya da rastlamış. Bütün bun­ lar, dediğim gibi bir başka kitabın konusu olacak. Burada yalnız Raphael'in Utopia halkı ve devleti üstüne anlattıkla­ rıyla yetineceğim. Önce konuşmamızın nasıl bu mutlu ada üstüne geldiğini söylemeliyim okuyucuya. Raphael anlattıklarına derin düşünceler de katıyordu. Türlü devlet biçimlerini açıklarken, her birinde neyin doğru neyin eğri, neyin iyi neyin kötü olduğunu şaşırncı bir kesin­ likle çözümlüyordu. Bunca ulusun yasalarından, törelerin­ den bu kadar bilgince söz ettiğini duyunca insan Raphael'in görüp geçtiği her yerde bütün bir ömür geçirdiğini sanabilir- di. Peter hayranlığını saklayamadı: "Doğrusu, sevgili Raphael," dedi, "niçin bir kral yanına girmediğinize şaşıyorum. Hangisine başvursanız sizden hoş­ lanır ve yararlanır. Boş zamanlarında bütün bu bildiklerinizi seve seve dinler; değişik memleket ve insan örneklerinden de­ ğerli dersler alırdı. Üstelik siz dt! hem kendinize, hem de ai­ lenize, dostlarınıza parlak bir durum sağlardınız." "Ailemden yana pek kaygım yok," dedi Raphael, "onla­ ra karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu 7 Thomas More ihtiyarlığında, ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şey tuta­ maz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlam­ ken her şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye dil­ leri varmaz herhalde; daha fazla para kazanmak için benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler." "Yanlış anlamayın," dedi Peter; "ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek iste­ dim." "Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Ba­ kanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler." "Bakan ya da başka şey," dedi Peter; "benim istediğim si­ zin halka, insanlara daha yararlı olınanız ve kendiniz için da­ ha mutlu bir hayat sağlamanız." "Daha mutlu mu dediniz? Duygularıma, tabianma aykı­ rı bir durumda nasıl mutlu olabilirim? Ben şimdi özgür bir insanını, dilediğim gibi yaşıyorum. Zengin saraylıların kaçı aynı şeyi söyleyebilir? Hem kralların gözüne girmek isteyen o kadar çok insan var ki. Ben ve benim yaradılışımda üç dört kişi saraya girmezsek, kral eksikliğimizi hissetmez, merak et­ meyin." O zaman ben söze karışnm: "Siz paraya, devlet koltuğuna düşkün değilsiniz, orası belli. Bana da sorarsanız, sizin gibi bir insana, bir impara­ torluğun başındaki insanlardan daha fazla saygı duyarım. Ama bana öyle geliyor ki, sizin kadar büyük yürekli, ol­ gun düşünceli bir adam rahatlığı pahasına da olsa zekası­ nı kamu işlerinde kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın yolu da büyük bir kralın danışmanları arasına girmektir. Çünkü siz nasıl olsa şerefinize ve doğruluğa ay­ kırı tek söz edemezsiniz. Bildiğiniz gibi kral öyle bir kay­ naktır ki; iyilik de, kötülük de oradan sel gibi akar halkın üstüne. Devlet işlerine alışkın olmasanız dahi bunca bilgi­ niz ve zekanızla en cahil bir krala bile çok yararlı bir ba­ kan olabilirsiniz." 8 Utopia "İki yönden aldanıyorsunuz, dostum Morus," dedi Rap­ hael; "hem iş, hem de kişi yönünden. Bende gördüğünüz üs­ tünlükten çok uzağım. Ama yüz kez daha üstün de olsam, benim rahatımı kaçırmamın devlet işlerine bir yararı olmaz. İlkin şundan ötürü: Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu sanatları ne anlarım, ne de anlamak isterim. Yalnız barı­ şa yararlı sanatlar kralların pek umurunda değildir. İş yeni ülkeler kazanmaya geldi mi, bütün yollar iyidir onlar için: Din, iman, akıl dinlemezler; ne günaha girmekten çekinirler, ne kan dökmekten. Buna karşılık kazandıkları memleketle­ rin halkını iyi yönetmekle pek uğraşmazlar. Kralların danıştığı insanlara gelince: Bunların bir kısmı ağızlarını açmaz, çünkü söyleyecek sözleri yoktur, kendileri akıl danışmak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, işe yarayacaklarını da bilirler; ama her zaman gözde olan yetki­ linin düşüncesini paylaşırlar, ortaya attığı budalalıkları alkış­ larlar. Bütün bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla, kralın tuttuğu adamın desteğini kazan­ maktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yal­ nız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler. Bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama içgüdüsünü verir: Karga da, may­ mun da kendi yavrularına gülümser yalnız. Y ükselme tutkusunun, para kaygısının ya da kendini be­ ğenmişliğin ağır bastığı bu danışma kurullarında yapılan ne­ dir? Biri çıkar da geçmiş zamanlardan ya da yabancı ülkeler­ den örnek getirip yeni bir düşünce ileri sürecek olursa, bütün dinleyenlerin akılları başlarından gider; hepsini, hele kendi­ sini beğenmişleri bir telaştır alır, akıllılık ünlerini yitirmekten, budala sayılmaktan korkarlar. Kafalarını eşeleye eşeleye bu düşünceleri çürütecek kanıtlar ararlar, bellekleri bu çürütme­ yi beceremedi mi, şu beylik İafın ardına sığınırlar: 'Bizim ba­ balarımız böyle demiş, böyle yapmışlar. Keşke biz de baba­ larımız kadar akıllı olabilsek.' Böyle der ve büyük bir keha- 9 Thomas More net yumurtlamış gibi böbürlenerek yerlerine otururlar. Onla­ ra bakacak olursanız, atalarından daha akıllı bir adam çıktı mı, insanlık batar. Bununla beraber atalarımızdan kalan en güzel kurumla­ rı yaşatmakta, geliştirmekte hiç de ateşli değiliz. Biri onları düzeltmeye, yenileştirmeye kalktı mı ilerlemeye katılmamak için eskiye sarılırız. Her yerde bu küflü, bu saçma, bu böbür­ lü kafaları görmüşümdür. Bir kez de İngiltere'de... " "Nasıl," dedim; "İngiltere'ye gittiniz mi?" "Evet, birkaç ay kaldım," dedi. "Batılı İngilizlerin kra­ la karşı açtıkları bir savaştan biraz sonraydı. Savaş başkal­ dıranların korkunç bir kırıma uğramasıyla bitmişti. O sı­ rada Canterbury Başpiskoposu ve İngiltere Başbakanı sa­ yın John Morton'a büyük minnet bağlarıyla bağlanmış­ tım. John Morton, (bunları yalnız size söylüyorum, sevgi­ li Peter, çünkü Morus dostumuz bunu çok iyi bilir), evet Morton, yüksek mevkiinden çok, karakteri ve erdemiyle saygı uyandıran bir insandı. Orta boylu bedeni yaşının ağırlığı altında eğilmemişti. Yüzü hiç de sert olmadığı hal­ de, saygı uyandırıyordu insanda. Kendisine kolay yaklaşıl­ dığı halde, ciddi ve ağırbaşlıydı. İş için gelenleri hiç de kı­ rıcı olmamakla beraber, bazen oldukça kaba bir lafla de­ nerdi; bu saldırı karşısında hazırcevaplık ve küstahlığa kaçmayan bir sertlik gösterenler hoşuna giderdi. Böyle bir denemeyle herkesin değerini anlar ve adamına göre iş ve­ rirdi. Konuşması yalın ve güçlü, hukuk bilgisi derin, anla­ tışı tatlı, belleği eşsizdi. Doğuştan gelen yetilerini iş göre­ rek, okuyup öğrenerek geliştirmişti. Kral söylediklerine çok önem veriyor ve onu devletin en sağlam dayanakların­ dan biri sayıyordu. Delikanlılık çağında kolejden saraya geçmiş, en büyük olaylara karışmış, kaderin fırtınalı deni­ zinde durmadan sallanmış, her gün karşılaştığı tehlikeler içinde yaman bir sakınma gücü edinmiş, dünyayı bilmenin ta kendisi olmuştu nerdeyse. 10 Utopia Bir rastlantı beni bu bilgin din adamının sofrasında yasa bilgisiyle üp salmış laik bir aydın kişiyle karşılaştırdı. Bu adam, bilmem nasıl, hırsızlarıı karşı yasanı,n gösterdiği sert­ liği övmeye başladı. Hırsızların nasıl onar yirmişer, şurada burada darağaçlarına asıldığını sevine sevine anlatıyordu: 'Böyleyken ne iştir anlamıyorum,' dedi; 'sadece birkaç hırsız asılmaktan zor paçasını kurtardığı halde, bugün İngil­ tere'de yine de hırsızdan geçilmiyor.' Kardinalin evindeki söz özgürlüğünden yararlanarak de­ dim ki: 'Bu sizi hiç şaşırtmamalı. Ölüm cezası böylesi diırumlar­ da hem haksız, hem yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalan­ dırmak için çok ağır, lursızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü hak etmedikten başka, açlıktan öl­ memek için çalan adama en korkunç işkenceleri de yapsanız yine çalar. Bu konuda İngiltere'nin ve daha birçok memleke­ tin adaleti, öğrencileri yetiştirecek yerde, döven kötü öğret­ menlere benziyor. Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi ol­ maz mı?' 'Toplum bunu düşünmüş,' dedi yasacı; 'zanaat da, tarım da halka birçok geçim yolları sağlamış. Ama öyle insanlar var ki, çalışmaktansa adam soymayı daha akıllıca buluyor­ lar.' 'İşte bunu söylemenizi bekliyordum,' dedim. 'Size iç ve dış savaşlardan eli ayağı sakat dönenlerden söz etmeyece­ ğim. Ama sorarım size: Kaç asker Cornouailles ve Fransa sa­ vaşlarında, kral ve yurt uğruna neler yitirmedi; göz, kol, ba­ cak, nelerinden olmadı. Bu zavallıların artık eski zanaatları­ nı yapacak haHeri yoktu..Yeni bir zanaata geçµıeye de yaşla­ rı elverişli değildi artık. Bırakalım bunları: Savaş her zaman olmaz diyelim. Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristok- 11 Thomas More radarın çokluğudur. Bu yararsız, bu bal vermez arılar başka­ larının alınteriyle geçinmekte, topraklarında çalışanlardan daha fazla yararlanabilmek için onları derisine kadar yüz­ mekte, bunW1 dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler. Ama iş keyif için para harcamaya geldi mi, bu adamların yapmayacağı delilik yoktur. Bu uğurda varlarını yoklarını havaya savurup dilenciliğe kadar düşerler. Üstelik kendileriy­ le birlikte başka işlerde hayatlarını kazanamayacak bir sürü aylak uşağı da yoksulluğa sürüklerler. Uşaklar hastalanır ya da efendileri ölecek olursa kapı dışa­ rı edilirler. Çünkü aristokratlar boş oturan uşakları besleı; ama hasta uşakları beslemezler. Çok kez de mirasçılar babala­ rının beslediği uşakları besleyecek durumda olmazlar. Bütün bu insanlar çalmak cesaretini gösteremezlerse, açlıktan ölme­ ye katlanmak zofW1dadırlar. Başka ne yapabilirler? İş ara­ maktan sağlıkları da, sırtlarındaki elbiseler de yıpranır. Sapsa­ rı suratlar ve yırnk pırnk elbiselerle zenginlere başvurdukları zaman kimse yüzlerine bakmaz. Köylüler bile iş vermez onla­ ra. Onlar da bilirler ki, keyifleı; cümbüşler içinde yaşamış, kı­ lıç kalkan kullanmaya, halka yukarıdan bakmaya alışmış bir adam kolay kolay kazma kürek kullanmaya, boğaz tokluğu­ na yoksul bir çiftçinin hizmetinde çalışmaya alışamaz.' Bu sözlerime şöyle karşılık verdi yasacı: 'İşte devlet asıl böylesi insanları beslemeye ve çoğaltmaya çalışmalı. Böyleleri işçilerden, çiftçilerden çok daha yürekli, çok daha zevkli insanlardır. Yürekçe de, kafaca da onlar güç­ lüdür. Savaş oldu mu oı:du öyleleriyle kurulur ancak.' 'Öyleyse,' dedim, 'size göre hırsızlar ne kadar çoğalırsa, ordular da o kadar şanlı şerefli, başarılı olur. Bu aylaklar tü­ kenmez bir asker kaynağı demek sizce. Gerçekten de hırsız­ lar hiç kötü asker olmuyorlar, üstelik askerler de hırsızlıktan hiç de çekinmezler. Her iki meslek arasında çok benzerlikler vardır. Ne yazık ki bu toplum yasası yalnız İngiltere'yi değil, bütün ulusları kemirmektedir. 12 Utopia Fransa daha belalı bir salgının pençesindedir. Memleketi baştan başa devletin parayla tuttuğu, alaylara ayırdığı sayı­ sız sürüler sarmış, kuşatmıştır. Barış zamanlarında hem de. Kısa süreli duraklamalara barış denebilirse... Bu berbat sis­ temi kuranlar, sizde sürü sürü aylak uşaklar besleyenlerle ay­ nı kafadalar. Bu korkak ve kuşkulu politikacılara göre dev­ letin güvenliği hep silah altında tutulacak, büyük, zorlu, sa­ vaş görmüş kimselerden kurulu bir orduya bağlıdır. Halk arasından toplanacak askerlere güvenmezler. Savaşları da nerdeyse askerin görgüsü artsın diye yaparlar: Sallust'un de­ diği gibi, bu koca insan mezbahasında askerin yüreği ya da eli barış yüzünden yumuşamasın diye. Fransa bu yırtıcı hayvanları beslemenin ne tehlikeli bir şey olduğunu başına gelenlerle öğreniyor. Oysa Romalıların, Kartacalıların, daha nice eski ulusun tarihine bir göz atsa ye­ terdi. Hep ayakta duran bunca ordu ne işine yaradı Fran­ sa'nın? Toprakları talan edildi, şehirleri yıkıldı, imparator­ lukları battı. O nerdeyse beşikten yetişme askerler bir işe de yarasalardı bari. Usta Fransız askerleri toplama İngiliz asker­ leriyle birkaç kez karşılaştılar. Ne sonuç aldıkları üstünde durmayacağım; çünkü beni dinleyenlere hoş görünmek iste­ diğim sanılabilir. Gelelim sizin uşak askerlere. Bunlar işçi ve çiftçilerden da­ ha cesur, daha gürbüz olur diyorsunuz. Yoksulluk yüzünden bedence ve ruhça iyice çökmüş olanlar dışında, işçi ve çiftçi­ leri aylak bir uşağın yıldıracağını hiç sanmıyorum. Uşaklar daha iri yarı, daha gürbüz olabilirler; çünkü zenginler çürü­ tecekleri insanları öyleleri arasından seçerler. Ama bu sağ­ lam, bu yakışıklı delikanlıların aylaklık içinde uyuşmaları, kadın işlerinde yumuşamaları yazık değil mi? Onları şerefli bir zanaata sokup, ellerinin emeğiyle yaşamaya alıştırıp çalış­ kan ve yararlı kişiler arasına katmak daha doğru olmaz mı? Neresinden bakarsak bakalım, bu aylak uşak sürülerinin memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta 13 Thomas More bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman eli­ nizdedir. Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır. Oysa insan savaştan önce barışa önem vermeli, barış üstüne kafa yormalı. Soylular sınıfı ve uşak takımı sizi kaygılandıran çapulcu­ lukların tek nedenleri değildir. Yalnız sizin adaya özgü bir be­ la daha var başınızda.' 'Nedir o?' diye sordu Kardinal. 'Bütün İngiltere'yi saran koyun sürüleri. Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tokgözlü olan bu hayvanlar, sizin memleketinizde öyle açgözlü, öyle doymak bilmez olmuş­ lar ki, insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip sü­ pürüyorlar.' Gerçekten en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında soylular, zenginler, hatta pek sayın rahipler bi­ le toprak için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları, türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor; işsiz güçsüz otu­ rup keyif çatmak, devlete bir yarar getirmeden halkın sır­ tından geçinmek gözlerini doyurmuyor adamların. Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp ki­ liseyi bırakıyorlar yalnız, onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan, en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi. Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıka­ rıyor: Kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de türlü yollardan tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylü­ ler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk çocukları, dulları, yetimleri, ana !;>abaları ve torunlarıyla yollara düşer­ ler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağla­ yarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O za­ man kap kacaklarını, pılı pırtılarını yok pahasına satarlar. 14 Utopia Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyru­ ğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek iste­ yenler de çıkabilir: Onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları halde, kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmaya bir tek çoban yeter. Bu kötü yolun bir başka sonucu da yiyecek fiyatlarının artmasıdır. Bununla da kalsa iyi: Otlaklar çoğaldıktan sonra korkunç bir salgın sürülerle koyunu öldürüverir. Tanrı sanki böylece sömürgenlerirnizin doymaz pintiliğini cezalandır­ mak istemiş. Keşke bu belayı koyunların değil, kendilerinin başına indirseydi. Bunca sürü yok olunca yün fiyatları öyle yükselir ki, en yoksul dokumacılar yün satın alamaz olurlar. Alın size bir sürü işsiz daha. Gerçi koyun sayısı pek çabuk artar, ama fiyatları yine de düşmez; çünkü satıcılar azalmış­ tır. Y ün ticareti birkaç zengin fırsatçının eline geçmiştir; on­ lar da satmakta acele etmez, büyük kazanç olmadıkça sat­ mazlar yünleri. Aynı sebeple başka hayvan fiyatları da arttı, hem daha da fazla; çünkü sütçülük, yağcılık, tarım yapılma­ yınca bu işlerde kullanılan hayvanlar hiç yetiştirilmez oldu. Büyük beyleriniz koyunlara verdikleri önemi öküze, ineğe vermiyorlar tabii. Uzak yerlerden bir deri bir kemik kalmış hayvanları çok ucuza satın alıyorlar, otlaklarında besleyip ateş pahasına satıyorlar. Korkarım İngiltere'nin daha çok çekeceği var bu yürek­ ler acısı yolsuzluklar yüzünden. Şimdiye kadar hayvan bes­ leyiciler fiyatları yalnız sattıkları yerde yükseltebildiler. Ama satın aldıkları yerde hayvan azalma ve çoğalmalarına vakit bırakılmazsa, İngiltere'nin hayvan sayısı farkına varılmadan azalır ve memleket korkunç bir kıtlığa düşer sonunda. Böy­ lece bir avuç vicdansızın cimriliği yüzünden adanıza zengin­ lik getirmesi gereken şey yoksulluk getiriyor. 15 Thomas More Ulusça duyulan darlık herkesi masraflarını kısmaya ve hizmetçisine yol vermeye zorluyor. Kapı dışarı edilenler ne­ reye gidiyorlar? Dilenmeye ya da çalabilirlerse, çalmaya. Bu yoksulluk nedenlerine, gösteriş için çılgınca harcanan paralar da ekleniyor. Uşaklar, işçileı; köylüleı; hemen bütün sınıflar giyeceklerinde, yiyeceklerinde görülmedik bir lükse kaçıyorlar. Bir de o fuhuş yerleri, ayyaşlık, cümbüş ve türlü kumar yuvaları. Buralara dadananlar bütün paralarını kap­ tırır ve kayıplarını kapamak için hırsızlık yoluna girerler. Adanızı bu toplum vebalarından, bu suç ve yoksulluk to­ humlarından kurtarın. Öyle yasalar çıkarın ki; köyleri, çift­ likleri yıkan beyler ya hepsini yeniden yapmak ya da topra­ ğı yeniden çiftlik kuracak insanlara bırakmak zorunda kal­ sınlar. Zenginlerin cimri bencilliğini frenleyin. Sömürme, te­ kel kurma hakkını alın ellerinden. Aylak insan bırakmayın memleketinizde. Tarımı büyük ölçüde geliştirin. Yün işlikle­ ri ve daha başka üretim kolları yaratın. Yoksulluk yüzünden bugüne dek hırsızlık, serserilik ya da uşaklık eden, aşağı yu­ karı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan oralara gidip yarar­ lı bir çalışma yoluna girsin. Bütün bu anlattığım dertlere Ça­ re bulmazsanız, adaletinizle övünmeyin: İnsafsızca, budala­ ca yalan söylemiş olursunuz. Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pen­ çesinde bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan giren kö­ tülük tohumları acı meyvelerini verdiği zaman ölüm ceza­ sına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir, biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yarat­ mak.' Ben böyle konuşurken yasacı hasmım bana karşılık ver­ meye hazırlanıyordu. Tartışmaktan çok parlak sözler etmek, bildiklerini tekrarlamak, benimle bir bellek yarışmasına çık­ mak üzereydi. 16 Utopia 'Çok güzel konuştunuz,' dedi. 'Bir yabancı olduğunuz için bu söyledikleriniz kulaktan dolmadır. Size daha sağlam bilgiler vermek isterim. Konuşmamın düzeni şu olacak: Ön­ ce sizin söylediklerinizi özetleyeceğim. Sonra olayları bilme­ mekten gelen aldarunalarınızı belirteceğim. Sonunda da ka­ nıtlarınızı çürütüp tuz buz edeceğim. Verdiğim bu sırayla başlıyorum. Aldanmıyorsam söyledikleriniz dört... ' 'Sözünüzü burada kesiyorum,' dedi birden Kardinal. 'Bu girişe bakılacak olursa, konuşmanız bir hayli uzun süreceğe benzer. Bugün için sizi bu yorgunluğa katlan­ maktan kurtaracağız. Ama söylevinizi bir alacak sayıyo­ rum. Gelecek toplantımızda, karşı tarafın da bulunması şartıyla, tamamını isteriz. Gelebilirseniz, yarın ikinizi de beklerim. Şimdilik, Raphael dostum sizden şunu öğren­ mek isterim: Hırsızlığa ölüm cezası vermek niçin yersizdir ve siz halkın güvenliğini hangi ceza ile sağlamayı düşü­ nürsünüz? Herhalde hırsızlığı hoş görmeli diyecek değil­ siniz. Sizce darağacı bugün hırsızlığı önlemeye yetmediği­ ne göre, hırsızları hayatlarını yitirmekten başka neyle korkutabilirsiniz? Yasayı dinletmek için daha sağlam yol nedir sizce? Daha az sert bir ceza vermek hırsızların cüre­ tini artırmaz mı?' 'Ben şuna inanıyorum ki,' dedim, 'toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamadığı sürece, bir insanı para çaldığı için öldürmek doğru değildir. Diyeceksiniz ki, toplum ölüm cezasını verirken beş on para çalmanın değil, adaletin ve yasaların öcünü almaktadır. Ben de buna karşı bu ilkeyi söyleyeceğim: Summum jus summa injuria (Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.) Yasa koyanın aklı o kadar yanılmaz, o kadar kesin midir ki, buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin? Yasa bütün suçları bir kaba koyacak, çalmakla öl­ dürmeyi aynı gözle görecek kadar katı ve duygusuz değil­ dir. Doğruluk boş bir laf değilse, bu iki suç arasında dağlar kadar ayrılık vardır. 17 Thomas More Tanrı öldürmeyi yasak etmiş, bizse birkaç para için adam asıyoruz, olacak şey mi bu? Denebilir ki, Tanrı'nın yasak ettiği, özel bir kişinin başka­ sını öldürmesidiı; yasaları uygulayan yargıcın öldürmesini değil. Evet, ama insanların Tanrı buyruklarina aykırı yasalar çıkarmasını, ırza geçmeyi, zinayı, yalan yere yemin etmeyi kitaba uydurmalarını kim önleyebilir? Nasıl önler? Tanrı bi­ ze yalnız başkasını değil, kendimizi öldürmeyi bile yasak et­ miş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak birbirimizi bo­ ğazlayabiliyoruz! Bu korkunç adalet anlayışı yargıçları ve cellatları Tanrı buyruğunun üstüne çıkarabilecek, onlara ya­ sanın öldür dediğini öldürme hakkını verecek! Bundan şu olmayacak sonuç da çıkarılabilir ki, Tanrı adaletinin insan adaletine uydurulması, insanların isteğince yasalaşması gerekir ve Tanrı'nın buyruklarına ne zaman uyulup ne zaman uyulmayabileceğini hangi durumda olursa olsun insanlar kararlaştırabilecektir. Musa'nın yasası bile, köleler ve katı yürekliler için kon­ muş olan bu korkutma ve öç alma yasası bile bir şey çalma­ yı ölümle cezalandırmıyor. Bizse Tanrı'yı baba sayan, rahme­ te, merhamete dayanan İsa yasası altında daha az insanca davranmak, dilediğimiz zaman insan kardeşimizin kanına girmek hakkını nasıl verebiliriz kendimize? İşte bu düşüncelerle çalana ve öldürene aynı cezanın ve­ rilmesini haksız buluyorum. Bu cezanın saçma olduğu kadar, halkın güvenliği bakımından zararlı olduğunu da kolayca anlatabilirim. Çalmakla öldürmenin aynı cezayı aldığını gö­ ren ne yapar? Soymakla yetinebileceği adamı öldürüı; kendi kellesini korumak için öldürür. Kendini ele verecek olanı or­ tadan kaldırmış, suçunun bilinmesini daha kolayca önlemiş olur. Neye yaradı yasanın sertliği? Hırsızı darağacıyla korku­ tarak katil yapmış olduk. Şimdi, üstünde çok durulan bu sorunun çözümüne geli­ yorum: En iyi cezalandırma yolu hangisidir? 18 Utopia Bana kalırsa, en iyi yolu bulmak, en kötüsünü bulmak­ tan çok daha kolaydır. İnsanları yönetmekte pek ileri gitmiş olan Romalıların ceza sistemini bilirsiniz. Onlar ağır suçlula­ rı süresiz köleliğe, taş ocaklarında, madenlerde zorla çalış­ maya mahkum ederlerdi. Bu ceza yolu adaletle halkın yara­ rını uzlaştırmış oluyor. Ama bana sorarsanız, bu konuda İran'a bağlı bir ulus olan Polyleritlerde gördüklerimi başka hiçbir sisteme değişmem. Polyleritlerin yurdu bir hayli uygar ve birçok kurumları pek akıllıcadır. İran kralına her yıl ödedikleri vergi dışında özgür yaşar ve kendi kendilerini yönetirler. Denizlerden uzakta, dağlarla çevrili bereketli bir toprağın ürünleriyle ye­ tinirler. Kendileri yabancı memleketlere binde bir gider, ya­ bancılar da onların memleketine pek gelmezler. Sınırlarını genişletme hevesleri yoktur, hiçbir dış tehlike de onları kay­ gılandırmaz. Krala verdikleri para yurtlarını istilaya uğra­ maktan korur. Bolluk içinde rahat rahat yaşarlar; ne ordula­ rı var, ne aristokratları. Boşuna şan şeref peşinde koşmadan mutluluklarını sağlamakla uğraşırlar. Varlıklarını komşula­ rından başka bilen yoktur çünkü dünyada. İşte bu memlekette bir kimsenin hırsızlık ettiği ortaya çı­ kınca çaldığı şeyi sahibine (başka yerlerde olduğu gibi krala değil) geri vermesi sağlanır. Çaldığı şey bozulmuş ya da yok olmuşsa, hırsızın mallarına el koyup o şeyin değerinin karşı­ lığı alınır, üst tarafı karısına ve çocuklarına bırakılır. Suçlu ise halkın hizmetinde çalıştırılır. Hırsızlığın ağırlaştırıcı nedenle­ ri yoksa, suçlu ne zindana atılır, ne zincire vurulur; serbest olarak çalıştırılır. Tembellik edeni ya da ayak direyeni döv­ mekle yetinirler. İşlerini gereğince yapanlara hiçbir kötülük edilmez. Akşam yoklama yapılır ve mahkumlar işyerindeki kulübelerde geceyi geçirirler. Katlandıkları ceza sadece dur­ madan çalışmaktır. Yaşamaları için gerekli her şey verilir kendilerine. Toplumun yararına çalıştıkları için toplum da onları besler. Bu besleme işinde töreler yer yer değişir. Bazı 19 Thomas More yerlerde mahkılmların yiyeceği, giyeceği halkın sadaka ve yardımlarıyla sağlanır. Bu yol sakat gibi görünse de halkın insanlığı sayesinde en bereketli olanıdır. Başka yerlerde bu iş devlet parasıyla görülür ya da belli kişilere bu ödevi yükle­ menin yolu bulunur. Bazı yerlerde mahkfunlar halk hizmet­ lerine verilmez. İşçiye ihtiyacı olan her yurttaş, bir gün için, ücret karşılığı birkaç mahkfun tutar. Onlara serbest işçiler­ den daha az para verir. Tembellerini dövmek hakkı da var­ dır mahkum kiralayanların, böylece mahkılmlar hiç işsiz kalmaz, yiyeceklerini, giyeceklerini kendi emekleriyle kaza­ nır, her gün hazineye de bir gelir sağlarlar. Bütün mahkfunlar giydikleri bir örnek elbisenin rengiyle hemen tanınırlar. Saçları toptan değil, kulaklarının biraz üs­ tüne kadar tıraş edilir. Kulaklarından biri de ucundan kesilir. Dostları onlara yiyecek, içecek ve mahkfun yiyeceği getirebi­ lir. Ama para getiren de, para alan da ölüm cezası giyer. Öz­ gür bir yurttaş hiçbir nedenle köle sayılan mahkfundan para alamaz. Hiçbir mahkfun silah taşıyamaz. Bu iki suçun da ce­ zası ölümdür. Her il kendi mahkılmlarına belli bir damga vurur. Bu damgayı silmek, ilin sınırlarını aşmak ve başka ilin köleleriy­ le konuşmak da ölümle cezalandırılır. Kaçmayı tasarlamak, kaçmak kadar tehlikelidir. Böylesi bir tasarıya katılan köle hayatını, hür insan özgürlüğünü kaybeder. Yasa, bu tasarıyı haber vereni ödüllendirir: Özgürse para, köleyse özgürlük verir ona. Haber veren suç ortağı da olsa ceza görmez ve böylece kötü yola sapan, kurtuluş yok diye sonuna kadar gitmeyip suçunu açıklayabilir. Polyleritlerde ceza sistemi budur. Hem büyük bir insan­ lık, hem de büyük bir yarar var bu sistemde. Yasa vuruyor, ama insanı değil, suçu öldürmek için vuruyor. Mahkuma karşı o kadar insaflı davranıyor ki, onu namuslu olmaya, topluma ettiği kötülüğü yaşayacağı yıllarda ödemeye zorlu­ yor. Onun için mahkılmların eski hayatlarına döndükleri he- 20 Utopia men hiç görülmez. Polyleritlerin bundan yana korkuları yoktur ve çokları yola çıkarken rehberlerini bu mahkfun kö­ leler arasından seçer ve her ilde yenileriyle değiştirirler. Ger­ çekten de niçin korksunlar? Yasa değil hırsızlığı, hırsızlığı dü­ şünmeyi bile kölenin elinden alıyor: Elinde silah yok, para ise ölümün ta kendisi onun için. Yakalandı mı her şey bitecek, kaçmak da imkansız. O kılıkla nereye saklanabilir? Çıplak dolaşamaz ya? Başka kılığa girebilse, o zaman da yarı kesik kulağı ele verecek kendisini. Kölelerin birleşip devlete karşı gelmeleri de olacak şey de­ ğildir. Böyle bir işi başarabilmek için elebaşıların başka iller­ deki köleleri de kazanmaları gerekir. Oysa bu yol da iyice ka­ palıdır. Toplanmaları, konuşmaları, hatta selamlaşmaları ölüm cezası getirecek insanlar nasıl söz birliği edebilirler bü­ tün yurtta? Düşüncelerini arkadaşlarına bile açmaktan kor­ karlar; çünkü bilip de susmak ölum getiriyor, ele vermek ise çok kazançlı. Öte yandan hepsinin içinde şu umut var: Ce­ zalarına boyun eğip ileride dürüst bir insan olabilecekleri inancını yaratabilirlerse, günün birinde özgürlüklerine kavu­ şacaklardır. Çünkü her yıl birçok köle aklı başına gelmiş bi­ rer yurttaş olarak serbest bırakılır. Niçin İngiltere'de de böyle bir ceza sistemi uygulanma­ sın? Bilgin rakibimin hayran olduğu ölüm adaletinden çok daha iyi değil mi böylesi?' Sayın bilginin cevabı hazırdı: 'Böyle bir sistem İngiltere'de uygulanırsa, imparatorluk dağılır ve batar,' dedi. Sonra başını salladı, dudaklarını kıvır­ dı ve sustu. Salondakiler bu yaman yargıyı coşkunlukla al­ kışladılar. Kardinal ise şunları söyledi: 'Peygamber değiliz ki bu sistemi denemeden önce İngilte­ re'ye uyup uymayacağını söyleyebilelim. Bana kalırsa, ölüm yargısı verildikten sonra, kral cezanın uygulanmasını bir sü­ re için durdurabilir. Mahkumların kutsal yerlere sığınma im­ kanını da ortadan kaldırırsa, bu süre içinde yeni ceza sistemi 21 Thomas More uygulanır. Deneme iyi sonuç verirse bu yol tutulur, vermezse ölüm cezası yerine getirilir. Böylece adaleti sadece biraz ge­ ciktirmiş, denemenin tehlikelerini de önlemiş oluruz. Daha da ileri giderek diyebilirim ki, serseriliği ortadan kaldırmak için daha yumuşak, daha akıllıca tedbwlere başvurmamız ye­ rinde olur. Bu belaya karşı yasa çıkardığımız halde serserilik azalmak şöyle dursun, bugün her zamankinden daha çok arttı.' Kardinal bunları söyler söylemez, biraz önce benim söy­ lediklerime dudak bükenler, hayranlıklarını nasıl anlatacak­ larını bilemez oldular. Hele Kardinal'in serserilik üstüne söy­ lediklerini övdükçe övdüler. Konuşmanın sonrasını anlatmasam daha iyi olur belki. O kadar gülünç şeyler söylendi ki, ama anlatayım biraz; çün­ kü konumla ilgili bunlar. Masada deli taklidi yapmayı marifet sayan asalaklardan biri vardı. Bu işi o kadar iyi beceriyordu ki, insan gerçekten deli sanabilirdi onu. Saçma sapan, soğuk şakalara girişti mi, herkes söylediklerine değil, kendisine gülüyordu. Bununla beraber arada bir akıllıca bir söz de çıkıyordu ağzından. Ata­ sözünün dediği gibi: Çok saçmalayan sonunda bir doğru laf da eder. Davetlilerden biri benim hırsızlar, Kardinal'inse serseriler üstünde durduğumuzu söyledi. 'Ama iki türlü insan daha var ki,' dedi, 'toplum onların hayatını sürdürmesini sağla­ mak zorundadır; çünkü onlar yaşamak için çalışamayacak durumdadırlar: Hastalar ve ihtiyarlar.' Bizim soytarı bunun üzerine: 'O işi bana bırakın,' dedi. 'Yaman bir planım var bu ko­ nuda. Doğrusunu isterseniz, o miskinler sürüsünden kurtul­ maya can atıyorum: Gözlerden uzak bir yere kapamalı hep­ sini. Ağlayıp sızlanmaları, yalvarıp yakarmaları sinirlerimi bozuyor. Hoş, bu kasvetli teranelerle benden metelik kopar­ dıkları olmamıştır ya. İki şeyden biri oluyor çünkü: Ya pa- 22 Utopia ram oluyor, canını vermek istemiyor ya da canını vermek is­ tiyor, param olmuyor. Şimdi uslandılar artık: Benim geçtiği­ mi gördüler mi, boşuna yorulmamak için seslerini kesiyorlar. Sadaka konusl:l.llda benim bir rahip kadar kısır olduğumu biliyorlar: Şimdi dinleyin benim verdiğim kararı: Bütıü:n yaşlı ve has­ ta dilenciler bölünüp dağıtılacak: Erkekler rahip kardeş ola­ rak erkek manastırlarına, kadınlar da rahibe hemşire olarak kadın manastırlarına. Oldu bitti.' Kardinal bunu hoş bir şaka sayıp gülümsedi, ama öteki ler bayağı ciddiye aldılar. Dinbilimci bir rahipse bu şakadan aşırı bir şekilde hoşlandı. Asık suratı birden gevşeyerek ra­ hipler ve manastırların durumu üstüne nükteli sözler etti, sonra soytarıya dönerek: 'Biz dilenci kardeşlerinizin rızkını sağlamazsanız, dilenci­ liği ortadan kaldırmış olmazsınız' dedi. 'Sayın Kardinal bunun çaresini buldular,' dedi: 'Serserile­ rin bir yere toplatılıp çalıştırılması gerektiğini söylediler ya! Dilenci rahipler dünyanın ilk serserileridir.' Bu sert saldırı üstüne bütün gözler Kardinal'e dikildi. O kızmış görünmeyince herkes soytarıyı alkışladı. Sayın dinbi­ limciyse taş kesildi olduğu yerde. Yüzüne karşı atılan bu taş öfkesini kabarttıkça kabarttı ve birden ateş püskürmeye, kü­ fürler savurmaya başladı. Demediği kalmadı soytarıya: Al­ çak, rezil, iftiracı, melun. Ayrıca Kutsal Kitap'tan çıkardığı korkunç tehditlere de başvurdu. O zaman bizim soytarı ağırbaşlı insan numarası yapma­ ya başladı: 'Kızmayalını pek sevgili rahip kardeş. Kitap ne der: Sab­ rınızla ruhlarınızı dizginleyeceksiniz.' Dinbilimci hemen atıldı arkasından: 'Kızmıyorum, kerata; daha doğrusu günaha girmiyorum. Kitap çünkü ne der: Kızın, ama günaha girmeyin. Kardinal tatlı bir sitemle rahibi yumuşatmak istedi. 23 Thomas More 'Hayır,' dedi rahip; 'susamam, susmamalıyım. Y üce göre­ vim coşnıruyor beni ve nice Tanrı adamları bu kutsal öfke­ lere kapılmışlardır. Şu söz de oradan gelir: Tanrım, senin evi­ ne bağlılık yedi beni. Kilisede şunu söylerler ilahilerde: İlyas, Tanrı evine çıkarken alay etmeye kalkışanlar, saçı dökülmüş peygamberin öfkesini çektiler üstlerine. Bu alaycı, bu soyta­ rı, bu yüzsüz herif de belki aynı belaya çarpılacak.' 'Herhalde iyi bir niyetle konuşuyorsunuz,' dedi Kardinal; 'ama bana öyle gelir ki, bir deliyle saçma sapan bir çatışma­ ya girmemek daha dindarca değilse bile, daha akıllıca olur.' 'Efendimiz, bundan daha akıllıca davranamam. Süley­ man, insanların en akıllısı ne demiş: Deliye deliliğine uygun olarak karşılık verin. İşte, benim yaptığım da bu. Kendine gelmezse hangi uçurumlara düşeceğini gösteriyorwn kendi­ sine. İlyas'la alay edenler çok kalabalıktı, bir tek insanla alay ettikleri için hepsi birden cezaya çarptırıldılar. Bir de arala­ rında birçok dazlağın bulunduğu bütün rahiplerle alay eden bir tek adamın göreceği cezayı düşünün. Ama onu asıl kor­ kutacak olan şudur. Papa'nın bir fermanı var. Bu fermana göre bizimle alay edenler aforoz edilir.' Kardinal işin çıkmaza girdiğini görerek, bir işaretle soy­ tarıyı uzaklaştırdı ve konuşma konusunu tatlılıkla değiştirdi. Hemen sonra da işlerini bahane ederek bütün davetlileri uğurladı. Aziz Morus, bu uzun hikayeyle yordum sizi. Doğrusu siz istememiş olsaydınız ve gösterdiğiniz ilgiyi gereğince karşıla­ mayı ödev bilmeseydim, bu kadar uzun konuşmak utandı­ rırdı beni. Kısaltabilirdim, ama davetlilerin düşünüşlerini ve karakterlerini belirtmek istedim size. Tek başıma görüşlerimi açıklayınca, herkes dudak büktü sözlerime. Kardinal benden yana çıkınca övmeler başladı. Dalkavuklar bir soytarının şa­ kalarını nerdeyse ciddiye alacaklardı, Kardinal sadece gü­ lümsedi diye. Böylesi saray adamlarının bana ve düşüncele­ rime değer vereceklerini sanır mısınız yine de?" 24 Utopia "Anlattıklarınızı gerçekten büyük bir zevkle dinledim," dedim Raphael'e. "Düşüncenizin derinliği ölçüsünde de hoş konuşuyorsunuz. Sizi dinlerken bir an kendimi İngiltere'de sandım. Çünkü ben çocukken bu iyi yürekli Kardinal'in ko­ nağında yetiştim. Onunla birlikte hayatımın ilk yıllarını ha­ tırladım. Dostluğumu zaten kazanmıştınız, ama bu büyük insan için söylediğiniz güzel sözler beni büsbütün bağladı si­ ze. Bununla birlikte sizin için yine de aynı şeyi düşünüyorum ve krallara, saraylara karşı duyduğunuz tiksintiyi yenmek is­ terseniz, görüşlerinizle insanlara büyük yararlar sağlayabile­ ceğinize inanıyorum. Kişisel tiksinmelerimizi halkın yararına aşmak, her iyi yurttaş gibi sizin için de bir görev sayılmaz mı? Platon der ki: Günün birinde filozoflar kral ya da kral­ lar filozof olursa, insanlık o zaman mutluluğa kavuşur. Filo­ zoflar krallara öğüt vermeyi bile küçümserlerse, o mutluluk­ tan çok uzaktayız demektir." "Filozoflara haksızlık ediyorsunuz," dedi Raphael; "doğ­ ruyu saklayacak kadar bencil değillerdir. Birçoğu düşündük­ lerini yazdılar: Dünyayı yönetenler isteselerdi, bu kitaplarda doğru yolu ararlardı. Ne yazık ki peşin yargılarla bağlanmış, düşünceleri ta çocukluktan sakat ilkelerle yoğrulmuştur. Pla­ ton bunu bilmiyor değildi; kralların kendileri filozof olma­ dıkça başkalarını dinlemeyeceklerini anlamıştı. Kral Diony­ sios'un sarayındaki hazin denemesinden çıkan sonuç buydu. Diyelim ki ben de bir kralın bakanı oldum. Ona en doğ­ ru yolları gösteriyorum; yüreğinden ve ülkesinden kötülük tohumlarını söküp atmaya çalışıyorum. Beni sarayından kovmaz ya da dalkavuklarının alayları karşısında yalnız bı­ rakmaz mı dersiniz? Fransa kralının bakanıyım, örneğin. Kral en akıllı politi­ kacıları da çağırmış, sarayında düzenlediği bir gizli toplantı­ ya kendisi başkanlık ediyor. Bu soylu, bu yaman kişiler kafa kafaya vermiş şurıları görüşüyorlar: Kral efendileri hangi oyunlar, hangi entrikalarla Milano'yu ellerinde tutabilir; hep 25 Thomas More kendisinden kaçan Napoli'yi nasıl kendine bağlayabilir; en sonunda Venedik'i nasıl alaşağı edip bütün İtalya'yı avucu­ na alabilir ve nasıl Felemenk, Brabant, Burgonya ve daha önce kazanılmış nice ülkeleri tahtının çevresinde toparlaya­ bilir? Biri kalkıyor diyor ki: Venedik'le bir anlaşma yapıp.işimi­ ze geldiği sürece bozmayalım. Kuşkularını gidermek iÇin ona biraz açılalım, hatta parsanın birazını ona bırakalım. Sonra­ dan nasılsa onu da elinden alacağız. Bir başkası bu işte Almanları kullanmayı, bir üçüncü İs­ viçrelileri parayla kazarımayı öne sürüyor. Biri yüce impara­ toru altınla avlamaktan, öteki Aragon kralına Fransa'nın ol­ mayan Navarre Krallığı'nı peşkeş çekmekten, bir başkası, Kastilya kralına bir anlaşma umudu verip sarayında büyük paralarla casuslar beslemekten söz ediyor. Derken en zor, en belalı, en çözülmez sorun, İngiltere so­ runu geliyor ortaya. Bu kördüğüm karşısında, her türlü ihti­ mali önlemek için şöyle bir karara varılıyor: Bu devletle ba-. rış koşullarını konuşmak, hep gevşek durması gereken dost­ luk bağlarını biraz sıkmak; ona ağızdan Fransa'nın en iyi dostu demek, yürektense onu en tehlikeli düşman saymak. İskoçyalıfarr hep ileri karakol nöbetçileri gibi tetikte tutmak ve İngiltere'de bir kıpırdama görülür görülmez ilkin onları ileri sürmek. Sürgündeki bir prensle gizliden gizliye anlaşıp İngiltere tahtındaki haklarını koruyacakmış gibi görünmek ve gereğinde onu kralın kötü niyetleıfoe karşı kullanmak... İşte böyle büyük hesapların yapıldığı bir kral toplantısın­ da, savaştan başka düşünceleri olmayan o derin politika de­ haları karşısında ben ortaya çıkıp hepsinin dolaplarını dü­ zenlerini bir yana bırakıp şöyle diyorum: İtalya'yı rahat bı­ rakıp Fransa'da kalalım, bu memleket bile bir tek insanın yönetemeyeceği kadar büyüktür; kral onu daha da büyütme­ ye çalışmamalıdır. Dinleyin, baylar, Akhorialılar böyle bir durumda bakın nasıl bir karara vardılar: 26 Utopia Utopia adası karşısında, Euronston kıyılarındaki bu memleket bir gün savaş açtı; çünkü kral, eski bir evlenme dolayısıyla komşu mernleketirt miras olarak kendine kaldığı­ nı ileri sürüyordu. Komşu krallık yenilip Akhorialıların uy­ ruğuna girdi. Ama çok geçmeden görüldü ki, o komşu mem­ leketi elde tutmak, orasını savaşla ele geçirmekten hem çok daha zor, hem çok daha pahalı. İkide bir ya orasını korumak ya da bir ayaklanmayı bastırmak için ordular yollamak ge­ rekiyordu. Böylece vergi yoluyla alınan paralar boşa harca­ nıyor, üstelik de kan gövdeyi götürüyordu. Niçin bunlar? Bir tek insanın boş gururu için. Akhorialılar savaştan başını kal­ dıramaz oldular, arada bir kavuştukları barış da savaştan da­ ha az belalı değildi; çünkü savaş askerlerin ahlakını bozmuş­ tu: Hepsi talan etmeye, adam öldürmeye alışmışlardı; yurt­ larına dönünce rahat durmuyorlardı. Bu yüzden dirlik dü­ zenlik kalmıyor, yasalar sayılmaz oluyordu. Asıl neden ise şuydu: Kafasını iki memleketin sorunlarına dağıtmış olan kral ne birini yönetebiliyordu, ne ötekini. Akhorialılar bu kötü duruma, çektikleri bunca sıkıntıya bir son vermek iste­ diler, büyük bir halk kurultayı toplayarak krala dediler ki: İki devletten birini seç; iki tahtta birden oturamazsın, koca bir ulusu bir kralın yarısı yönetemez; hiç kimse bir başka efendinin buyruğundaki katırcıyı tutmaz. Bu iyi kral hak vermiş ulusuna, yeni krallığını dostların­ dan birine bırakmış, o da sonra kovulmuş oradan. Kendisi eski yurduyla yetinmiş. Şimdi dönelim benim işe. Bu hikayeden sonra daha da ileri gidip kralın kendisine anlatsam ki, kendi yüzünden ulusları birbirine düşüren bu savaş tutkusu, hazinesini tüke­ tip halkını perişan ettikten sonra Fransa'yı büsbütün batıra­ bilir. Desem ki ona: Devletli efendimiz, mutlu bir rastlantıya borçlu olduğunuz barıştan yararlanın; babalarınızın yurdu­ nu işleyin; onu rahatlığa, mutluluğa kavuşturun; halkınızı se­ vin ve onun sevgisi de sevinç versin size. Halkın zorbası de- 27 Thomas More ğil, babası olun. Bırakın öteki krallıkları: Size miras kalanı yeter de artar bile size. Böyle bir konuşmayı Fransa kralı nasıl karşılardı dersi­ niz, sevgili Morus? " "Çok kötü karşılardı," dedim. "Dahası var," dedi Raphael; "Fransa'nın dış politikasını gözden geçirdik. Bu konuda bakanların aradığı, efendileri­ nin şanı şerefiydi. Şimdi para işlerine gelelim. İçeride nasıl bir yönetim ve adalet yolu tuttuklarına bakalım. Biri çıkar, kra­ la der ki: Devlet paranın değerini verirken artırsın, alırken in­ dirsin. Böylelikle kral hem borçlarını kolayca öder, hem de hazinesini hemen doldurur. Bir başkası, yalancıktan bir sa­ vaş ihtimalinden söz edip yeni bir vergi koyalım, der: Para­ lar toplandıktan sonra kral barıştan yana olduğunu söyler ve bu mutlu kararın kiliselerde büyük törenlerle kutlanmasını ister. Halk bayram eder, halkının kanı dökülmesin diye sa­ vaştan vazgeçen merhametli kralını göklere çıkarır. Bir başkası krala çok eskiden konmuş, ama unutulup git­ miş, küf tutmuş bir yasayı hatırlatır: Kimse bu yasayı bilme­ diği için herkes çiğnemektedir. Ona uygun olarak yeniden cezalar uygulanmaya başlandı mı, bir gelir kaynağı, hem de şerefli bir kaynak sağlandı demektir. Bir başkası şöyle bir yolu daha kazançlı görür: Yüksek­ çe para cezaları isteyen yeni yasaklar çıkaralım; bu yasak­ ların çoğu halkın yararına olsun. Kral bu yasaklardan çı­ karlarına zarar gelecek kişilere büyük paralar karşılığı ola­ rak kaçamak yolları versin. Böylece hem halkın duası ka­ zanılır, hem de yasağı çiğneyenlerle yasaktan kurtulmak is­ teyen imtiyazlılardan bol bol para koparılır. İşin güzel yanı da şu ki, yasaktan kurtulmak isteyenlerden ne kadar çok para alınırsa, kral o ölçüde halkın saygı ve sevgisini kaza­ nır: Bakın, derler, ne kadar iyi yürekli bir kral: Sevdiği in­ sanları korumuyor, halka zarar verme hakkını pek pahalı­ ya satıyor onlara! 28 Utopia Bir başkası krala yargıçlarla anlaşmayı, çıkarlarını onla­ ra sağlatmayı salık verir: Efendimiz der, yargıçları sarayına çağırmalı, sofrada onlarla hazinesini ilgilendiren sorunları tartışmalı. Bir dava ne kadar haksız olursa olsWl, onu haklı gösterecek bir yargıç bu!Wlur: Ya her iddianın tam tersini sa­ vwuna alışkanlığıyla, ya yenilik, aykırılık hevesiyle ya da krala yaranmak isteğiyle. O zaman bir tartışmadır başlar; değişik, çelişik görüşler apaçık bir gerçeği bulandırırlar; hak­ kın ta kendisi haksız gibi gösterilir. Kral bu çatışmadan ya­ rarlanıp sorunu kendi çıkarına göre kestirip atar. Çatışmaya yol açanlar utançlarından ya da korkularından kralın dü­ şüncesine katılırlar ve işte o zaman yargıçlar cesaretle ve vic­ dan rahatlığıyla yargılarını verirler. Kralın istediğini kitaba uydurmaktan kolayı mı var? Ya yasalarda yeri bu!Wlur ya da bir yasanın sözleri gereğince yorumlanır. Dine, devlete bağlı bir yargıç için de kralın hakkı bütün hakların üstünde değil midir? Politika ahlakının ilkeleri şunlardır ve devleti yönetenler bunlarda anlaşmışlardır: 'Bir ordu besleyen kralın ne kadar parası olsa azdır.' 'Kral, istese bile, haksızlık edemez.' 'Kral uyruklarının ve mallarının ortaksız sahibidir: Uy­ ruklar herhangi bir şeyden, kralın keyfi istediği ölçüde yarar­ lanabilir.' 'Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.' 'Zenginlik ve özgürlük devlete başkaldırmaya, hor bak­ maya götürür. Özgür ve zengin adam haksızlığa, zorbalığa kolay katlanamaz.' 'Yoksulluk ve açlık yürekleri çökertir, ruhları körletir, insanları acı çekmeye, köle olarak yaşamaya alıştırır: Öy­ lesine ezer ki onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri kalmaz.' Böylesi düşüncelere karşı ayaklanıp kralın heybetli ba­ kanlarına şöyle desem: 29 Thomas More Bu düşünceleriniz korkunç: Kral için yüz karası, halk için cehennem arıyorsunuz. Efendinizin şerefi ve sağlığı kendi­ sinin değil, halkın zengin olmasına bağlıdır. İnsanlar kralları insanların yararı için başa getirdiler, kralların yararı için de­ ğil. Kendilerini rahat yaşatacak, saldırıdan, sövgüden koru­ yacak güçlü bir dayanak istediler. Kralın en kutsal ödevi, kendisininkinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Sa­ dık bir çoban gibi kendini sürüsüne vermeli, onu en besleyi­ ci otlaklara sürmelidir. Halkın yoksulluğunu, krallığın güveni saymak kabaca ve açıkça yanlıştır: Kavgalar, kan dökmeler en çok dilenciler arasında olmuyor mu? Bir devrimi en candan isteyen kim­ dir? Bugün en yoksul durumda olan değil mi? Devleti yık­ makta en fazla atılganlık gösterecek olan kimdir? Yitirecek bir şeyi olmayıp da sadece kazanç sağlayacak olan değil mi? Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutu­ nabilecekse, bıraksın krallığı, insin gitsin tahtından. Bu yol­ larla belki kral adını elinde tutar; ama ne yiğitliği kalır, ne büyüklüğü. Kral yüceliği dilencilerin değil, zengin ve mutlu insanların başında kalmakla kazanılır. Büyük yürekli Fabricius bu soylu düşünceyle söylemişti şu sözü: 'Kendim zengin olmaktansa, zenginlere baş olmak isterim. Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir.' Hastasını iyi etmek için ona daha ağır hastalıklar aşıla­ yan bir hekim bilgisizin, budalanın biri değil de nedir? Ey siz­ ler ki insanları ancak hayatlarını zehir ederek yönetmesini biliyorsunuz, sizler özgür insanlara baş olmaya yeterli değil­ siniz, saklamayın bunu! Ya da bilgisiz kalmaktan, kendinizi beğenmişlikten, tembellikten vazgeçin! Halk bu yüzden sev­ miyor, saymıyor devleti. Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın; devletin giderlerini gelirleriyle denkleşti­ rin; kötülük kaynaklarını kurutun; saçma ve barbarca bir 30 Utopia düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkenceler arayacak yerde, kötülüğü daha tohurndayken ön­ leyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın! Unutulmuş, küflü, paslı yasaları diriltip halkın ayağına çelme takmayın. Bir kusur için alacağınız para cezası hiçbir zaman yargıcın haksız ve ayıp sayacağı kadar ağır olmasın. Makarialıların şu güzel töresi hep aklınızda olsun: Utopia'nın komşusu olan Makaria'da kral tahta oturdu­ ğu gün tanrıya kurbanlar keser ve hazinesinde hiçbir zaman bin altın lira ve o değerde gümüş paradan fazlasını bulun­ durmayacağına yemin eder. Bu geleneği, milyonlar biriktir­ mekten çok, halkını rahat ettirmeye çalışan bir kral kurmuş­ tu. Kendinden sonra geleceklerin cimrileşmesini, halkın sır­ tından zenginleşmelerini önlemek istemişti. Bin altın bir iç ya da dış savaş için yetecek, ama halkın parasını elinden alma­ ya yol açmayacaktı. Krala bu yasayı koyduran daha çok ikinci tehlikeydi. Bundan başka şunları da düşünmüştü: Darlık zamanlarında halkın gündelik işlerinin yürümesini sağlayacak bir parayı elde tutmak; bir de vergilerle toplana­ bilecek parayı sınırlamakla kralın yasa yoluyla halkı soyma­ sını, haksızlıklara, yalan dolana yol açmasını önlemek. Böyle bir kral elbette kötüleri ürkütecek, iyileri kendine bağlayacaktı. Şimdi söyleyin, dostum; çıkarları ve sistemlerigereği tam tersini düşünenlere böylesi öğütler vermek sağırlara masal anlatmak olmaz mı? " "Öyle olur şüphesiz," dedim; "ama buna hiç de şaşmam; çünkü bana sorarsanız, kimsenin dinlemeyeceği besbelli olan öğütleri vermek boşunadır. Bugünün bakanları, politikacıla­ rı yanlış düşünceler, peşin yargılarla yoğrulmuş insanlardır: Onların inançlarını birden nasıl yıkabiliı; kafalarına, yürek­ lerine en doğru, en haklı ilkeleri bir konuşmayla nasıl soka­ bilirsiniz? Bu filozofça konuşma dostlar arasındaki bir söy­ leşide yerindedir; ama kral önünde büyük devlet sorunları­ nın görüşüldüğü bir toplantıda yersizdir. " 31 Thnmas More "Ben de onu söylemiştim," dedi Raphael; "kralların sa­ rayında felsefenin yeri yoktur. " "Evet, ama okul felsefesinin yeri yoktur: Zamanı, yeri, insanları hesaba katmayan felsefenin. Bu kadar kırıcı olma­ yan bir başka felsefe daha vardır: O hangi tiyatroda, hangi oyunda oynadığını bilir, rolünü ölçülü biçili bir ustalıkla oy­ nar. Sizin kullanacağınız felsefe de budur. Plautus'un bir komedyası oynanırken, kölelerin keyifle gülüştükleri bir sırada, siz filozof kılığıyla ortaya çıkar da Se­ neca'nın Octavia'da Neron'a verdiği dersi okursanız, alkış­ lanacağınızı hiç sanmam. Halka böylesi bir gülünç tragedya sunmaktansa, sessiz bir rolde kalmanız daha yerinde olur. Okuduğunuz parça oyundan yüz kat daha değerli de olsa, bu olmayacak ekleme her şeyi bozar. İyi bir oyuncu hangi ro­ lü oynuyorsa, bütün ustalığını o rolü tam gereğince oyna­ makta kullanır; parlak bir söylev çekebilmek için oyunun bütünlüğünü bozmaz. Kralın önünde devlet işleri konuşulurken de böyle dav­ ranmak gerek. Kötü düşünceleri kafalardan bir anda söküp atamıyorsunuz, haksızlıkları bir vuruşta ortadan kaldıramı­ yorsunuz diye halka hizmet etmekten vazgeçmek doğru mu­ dur? Bir fırtınada kaptan, rüzgara söz geçiremiyorum diye gemiyi bırakır mı? Sizin ilkelerinizin tam karşıtlarıyla yetişmiş insanlar kar­ şısındasınız: Bütün düşündüklerinin saçma ve haksız oldu­ ğunu yüzlerine vurursanız, elbet dinlemezler sizi. Dikine de­ ğil, yanlamasına gideceksiniz. Doğruyu yerinde ve ustalıkla söyleyeceksiniz. Çabalarınız iyilik getirmese bile, kötülüğün azalmasını sağlar hiç olmazsa. Her şeyin iyi olması için bü­ tün insanların iyi olması gerekir: O da yarın öbür gün ola­ cak işlerden değil." Raphael şöyle karşılık verdi bana: " Dediğiniz gibi yaparsam ne olur, bilir misiniz ? Başkala­ rını delilikten kurtarayım derken kendim sapıtırım. Sizinle 32 Utopia konuştuğumdan başka türlü konuşacak olursam, yalan söylemiş olurum. Bazı filozoflar yalan söylemekte haklı ola­ bilirler, benim yaradılışım buna elverişli değil. Konuşmamın devlet adamlarına ağır ve acı geleceğini biliyorum; ama her­ kesi afallatacak kadar aykırı düşünceler ileri sürdüğümü de sanmıyorum. Platon'un Dev/et'indeki görüşleri ya da Uto­ pialıların bizimkilerden çok daha üstün bazı düşünüşlerini öne sürsem, başka bir dünyadan geliyormuşum gibi karşı­ lanabilirim: Çünkü burada herkesin malı mülkü olabilir, oradaysa bütün mallar mülkler ortaktır. Ama benim söyle­ diklerimde yadırganacak, her yerde söylenmeyecek, hatta yararlı olmayacak ne var? Benim yaptığım, tehlikeyi göster­ mek ve aklı başında olanı ondan uzaklaştırmak. Kendileri­ ni körü körüne uçuruma atanlardan başkasına aykırı gel­ mez söylediklerim. Herkese aykırı gelir, alaya alınır, saçma bir yenilik sayılır diye insanlığın acı gerçeklerini ortaya atmamak korkaklık ya da kötü bir sıkılganlıktır. Öyle değilse İncil'i hiç açmamalı ve İsa'nın yolunu Hıristiyanlardan saklamalı. İsa havarilerine susmayı ve gizlemeyi yasaklıyor ve şöyle diyordu onlara sık sık: 'Benim alçak sesle kulağınıza söylediklerimi, siz yüksek sesle, ulu orta söyleyeceksiniz.' İsa'nın söyledikleriyse, bizim dünyamıza benim konuşmamdan daha da aykırı gelecek şeylerdi. İsa'nın usta sözcüleri sizin demin dediğiniz gibi yanlama­ sına bir yol tuttular; insanların kötü alışkanlıklarını Hıristi­ yanlığa uydurmaktan kaçındıklarını görünce, İncil'i insanla­ rın kötü alışkanlıklarına göre eğip büktüler. Bu ustaca ma­ nevra nereye götürdü onları? İnsanların vicdan rahatlığıyla kötülük edebilmelerini sağlamış oldular. Kralların yanında benim alacağım sonuç daha parlak ol­ mayacak. Çünkü ya benim düşüncem hiç kimseninkine uy­ madığı için işe yaramayacak ya da birçoklarıyla anlaşaca­ ğım; o zaman da Terentius'ta Mitio'nun dediği gibi 'çılgın- 33 Thomas More larla çılgınlık' edeceğim. Sizin yanlamasına yolun nereye çı­ kacağını kestiremiyorum. İnsan iyiyi gerçekleştiremezse, kö­ tüyü yumuşatmalı hiç olmazsa diyorsunuz. Ama bunlar öy­ le işler ki, ya girmem diyeceksiniz, ya girip suç ortağı olacak­ sınız. En korkunç düşüncelere katılmanız, bir vebadan daha tehlikeli kararlara oy vermeniz gerekecek, bu yüz karası gö­ rüşleri yalancıktan beğenmekse, bir casus ya da bir hainin yapabileceği bir iş olacak. Demek ki, o yüksek yerlerde devlete yararlı olmanın yo­ lu yok. Erdemin ,kendisini bozacak bir hava eser orada. Çev­ renizdeki insanlar sizin derslerinizle iyileşmek şöyle dursun, kötülükleriyle sizi baştan çıkarırlar. Hiç bozulmadan kalırsa­ nız, ötekilerin ahlaksızlığına, budalalığına paravanlık etmiş olursunuz. Sizin yanlamasına yolla, kötüyü iyiye çevirebile­ ceğimizi ummak boşunadır. İşte onun için tanrısal Platon bilgeleri devlet işlerinden uzak durmaya çağırır ve bu öğüdünü şu güzel benzetmeyle destekler: 'Bilgeler sürekli bir yağmur boşanırken sokaktaki kalabalığa evlerinize girin de ıslanmayın diye bağırırlar. Ses­ leri duyulmazsa, sokağa çıkıp herkesle birlikte boşu boşuna ıslanmazlar; başkalarını budalalıktan kurtaramayınca evle­ rinde oturup kendilerini korurlar tek başlarına.' Şimdi, sevgili dostum Morus, içimi açıp en mahrem dü­ şüncelerimi söyleyeceğim. Malın mülkün kişisel bir hak ol­ duğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal ada­ let ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez. Ama siz aslan pa­ yını kötülere bırakan bir toplumda doğru bir yan bulursanız, büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken doymak bil­ mez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sö­ mürten bir devlet mutlwolabilir derseniz o başka. Utopia'nın kurumlarını başka uluslarınkiyle karşılaştırın­ ca bir taraftaki bilgeliğe ve insanlığa hayran olmaktan, öbür taraftaki akılsızlığa ve barbarlığa vahlanmaktan kendimi alamıyorum. 34 Utopia Utopia'da yasalar sayıca çok azdır. Yönetim bütün yurt­ taşları aynı ölçüde yararlandırır. Herkes değerinin karşılığını görür. Ortak zenginlik öyle eşitçe dağıtılır ki, herkes bütün yaşama kolaylıklarına bol bol kavuşur. Başka her yerde 'senin benim' ilkesiyle, karmaşık olduğu kadar da kötülüğe elverişli bir toplwn düzeni kurulmuştur. Binlerce yasa çıkarılır, yine de ne herkes ev sahibi olur, ne kimsenin mülkü korunabilir, ne de başkasınınkinden kolay­ ca ayrılabilir. Her gün sürüyle açılan ve bir türlü bitmek bil­ meyen davalara bakın. Bunları düşünürken Platon'a candan hak veriyorum ve mülk ortaklığını istemeyen uluslara yasa hazırlamaya yanaş­ mamış olması beni hiç de şaşırtmıyor. Bu büyük dahi çok önceden görmüş ki, insanları mutluluğa ulaştırmanın tek yo­ lu, eşitlik ilkesini uygulamaktır. Oysa mülkün tekelde Ne mutlak olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz sanırım, çünkü orada herkes türlü yollarla kazanabildiği kadar kazanmakta haklı görür kendini ve ulusun zenginliği ne kadar büyük olursa olsun, eninde sonunda başkalarının yoksulluğuna göz yumacak küçük bir azınlığın eline geçer. Çok kez zenginin mutluluğuna ermek daha çok yoksulun hakkıdır. Cimri, ahlaksız, yararsız nice zenginler yok mu? Buna karşılık dürüst, kendi halinde, zanaatı ve durmadan çalışmasıyla devlete, yarar görmeden yararlı olan sayısız yoksul var. İşte bütün bunlar beni kesin olarak şu inanca gö­ türdü ki, mülk sahipliğini ortadan kaldırmak memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturmanın biricik yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe ya­ rar sınıf yoksulluk, açlık, wnutsuzluk içinde yaşayacaktır. Kötülüğü hafifletecek çareler bilmiyor değilim; ama bun­ lar hastalığı iyi edemeyecek ilaçlardır. Örneğin şunlar: Bir kişinin elde edebileceği toPrağı ve parayı sınırlandır­ , mak. 35 Thomas More Zorbalığa ve bozgunculuğa karşı sert yasalar koymak. Yükselme tutkusu ve entrikaları kötüleyip cezalandır- mak. Devlet görevlerini parayla satmamak. " Ben de Raphael'e dedim ki: "Sizin düşüncelerinize katılmak şöyle dursun, bence tam tersine, mülk ortaklığını uygulayan memleket dünyanın en yoksul memleketi olacaktır. Halkın yiyecek, giyecek ihtiyaç­ larını nasıl karşılayacaksınız? Herkes işten kaçacak ve baş­ kasının emeğiyle geçinecek. Yoksulluk tembelleri işe sürse bi­ le, yasa herkesin hakkını başkalarına karşı korumayacağı için durmadan başkaldıranlar olacak ve sizin devlette kan gövdeyi götürecek. Kargaşalığın önüne nasıl geçeceksiniz? Memurlarınızın sözde bir üstünlüğü olacak sadece: Korku, saygı veren şeyi almış olacaksınız onlardan. Kimseyi kimseden üstün sayma­ yan, bu hep bir sıradan insanların nasıl bir devleti olabilece­ ğini düşünemiyorum bile. " "Böyle düşünmenize şaşmıyorum," dedi Raphael; "hayal gücünüz böyle bir devleti tasarlamaya yetmiyor ya da yanlış tasarlıyor onu. Ben Utopia'da beş yıl yaşadım ve bu yeni dünyayı eskisine haber vermek için geldim. Siz de oraya git­ miş, orada nasıl yaşandığını görmüş olsaydınız, dünyanın hiçbir yerinde daha düzenli bir yer olmadığını söylerdiniz be­ nim gibi." Peter Giles söze karıştı ve dedi ki Raphael'e: "Bu yeni dünyada bizimkinden daha gelişmiş uluslar ol­ duğuna inandıramazsınız beni. Tabiat bizim dünyamızda kafaları daha düşük bir mayadan yaratmış olamaz ya. Üste­ lik bizim arkamızda eski bir uygarlık örneği var. Uzun bir ge­ lişme içinde gerek ihtiyaçlar, gerek hayatı güzelleştirme iste­ ği nice buluşlar doğurmuş. Ayrıca rastlantılardan doğma ni­ ce buluş daha var ki, en keskin dehalar bile düşünemez on­ ları." 36 Utopia "Eskilik konusunda," dedi Raphael, "bu yeni dünyanın tarihlerini okumadan doğru bir yargıya varamazsınız. Bu ta­ rihlere göre, bizim dünyamızda daha insan yokken orada şe­ hirler varmış. Dahilerin ya da rastlantıların getirdiği buluş­ larsa, dünyanın her yerinde olağan şeylerdir. Zekaca yeni dünyalılardan üstün olduğumuzu kabul edebilirim. Ama ça­ lışmada, işçilikte, ustalıkta bizi çok geride bırakmışlar. Size bunu bir örneğiyle anlatayım. Bizim gelişimizden önce Utopialıların Avrupa'dan hiç ha­ beri yokmuş. Yalnız on iki yıl kadar önce fırtınadan bir ge­ mi batmış adanın önlerinde. Mısırlı ve Romalı bazı yolcula­ rı dalgalar kıyıya atmış. Bu yolcular ölünceye kadar Utopi­ a'dan ayrılmak istememişler. Bu olaydan çok yararlanmış Utopialılar. Kurtulan yabancılardan Roma'nın bilimleri ve sanatı üstüne bütün bildiklerini öğrenmişler. Bu bilgileri ge­ liştirerek, öğrenemediklerini de kendileri çıkarmışlar. Böyle­ ce bir rastlantıyı değerlendirip eski dünyanın bütün marifet­ lerini benimsemişler. Belki bizlerden daha başka düşenler de olmuştur oraya. Ama zamanla unutulmuşlar herhalde. Belki benim gelişimi de unutacaklar bir gün. Oysa bu mutlu adalılar benden çok yararlandılar, Avrupa'nın en güzel buluşlarını benden öğre­ nip kendilerine mal ettiler. Ama bizler kim bilir kaç yüzyıl sonra ancak onların en güzel kurumlarını benimseyebileceğiz? Aynı zeka, aynı ola­ naklarla onlarınki kadar rahat bir toplum düzeni kuramayı­ şımız bundan işte. Onların kafaları durmadan yeni buluşla­ ra yöneliyor, yararlı her şeyi geliştirip uygulamanın yolunu arıyorlar. " "Peki," dedim, "bize bu mutlu adayı iyice anlatın. En kü­ çük ayrıntılarına kadar her yanıyla gösterin onu bize. Taşını toprağını, ırmaklarını, nehirlerini, insanlarını, kurumlarını, yasalarını serin önümüze dilediğiniz gibi. Bilmediğimiz her şeyi öğrenmeye can atıyoruz, inanın buna." 37 Thomas More "Hay hay," dedi Raphael; " bütün bunlar hep gözümün önünde henüz. Ama çok zaman ister bu iş." "Öyleyse," dedim "gidip yemek yiyelim önce. Sonra bol bol vaktimiz olur. " "Nasıl isterseniz," dedi Raphael. Eve gidip yemek yedik, sonra yine bahçede ay­ nı yere oturduk. Hizmetçilere kimseyi yanı­ mıza sokmamalarını tembih ettim ve Peter'le birlikte kendisini can kula- ğıyla dinlemeye hazır olduğu- muzu söyledim Raphael'e. Merakımız karşısında bir an durup kendini toparladı ve şöyle başladı söze. 38 II. Bölüm "Utopia adası, ortalarına düşen en geniş yerinde iki yüz mildir. Bu genişlik adanın iki yanına doğru bir hayli sürüp gi­ der, sonra uçlara doğru azalmaya başlar. Öyle ki, ada beş yüz millik bir yarım-çember olur ve iki ucunun arası aşağı yukarı on bir mil çeken bir hilal biçimini alır. Hilalin ortası geniş bir körfezdir. Toprak hilalin sırtına doğru yükselir ve rüzgarları keser. Onun için de körfez dalgasızdır ve az çok durgun bir gölü andırır. Bu körfez her yerine gemilerin yana­ şabileceği bir tek geniş liman gibidir. Körfezin girişi tehlikeli­ dir. Çünkü bir yanda sığ kumluklar, öbür yanda da nerdey­ se suyun yüzüne çıkan sarp kayalar vardır. 39 Thomas More Tam ortada, çok uzaklardan gözüken ve gözüktüğü için de tehlikeli olmayan bir kayalık vardır. Utopialılar bu kayalı­ ğın başına bir kale yapmışlar ve içine bir alay asker yerleştir­ mişlerdir. Öbür kayalar su altında olduklarından gemiler için birer tuzaktır. Bu kayalar arasındaki yolları yalnız Utopialılar bilir. Bir Utopialı kılavuz olmadan hiçbir yabancı gemi bura­ dan içeriye giremez. Kaldı ki, kıyılarda fenerler olmasa ken­ dileri bile zor girerler. Bu fenerlerin yerini değiştirecek olsalaı; en kalabalık düşman filosu yolunu şaşırıp kayalara çarparak batabilir. Adanın öbür yanında birçok liman var. Ama orada gerek doğa, gerek insan eli öylesine savunma olanakları ya­ ratmıştır ki, bir avuç asker bütün bir ordunun karaya çıkına­ sına engel olabilir. Söylenenlere inanılacak olursa, burası eski­ den bir ada değilmiş. Adanın durumu da bunu düşündürü­ yor. Eskiden buraya Abraxa denirmiş, ama Kral Utopus ora­ yı fethedince Utopia olmuş. Bu akıllı kral ele geçirdiği ülkenin kaba ve vahşi halkını uslu, uygar, kibar insanlar haline getir­ di. O kadar ki, Utopialılar bugün dünyanın en üstün ulusu ol­ du. Utopus burasını elde eder etmez, adayı karaya birleştiren 1 5 millik berzahı yardırdı ve böylece Abraxa toprakları Uto­ pia oldu. Bu dev işin başarılmasında Utopus kendi ordusu­ nun askerleriyle ada halkını bir arada çalıştırdı. Çünkü yerli­ lerin bunu zorla kölelere yaptırılan bir angarya diye görmele­ rini istemiyordu. Bunca insan gücü bir araya gelince, bir çır­ pıda başarı kazanıldı. Bu işi saçma görüp alaya alan komşu devletler, sonradan şaşakaldılar ve korkmaya başladılar. Utopia adasının 54 büyük ve güzel şehri vardır. Hepsin­ de aynı dil konuşulur. Aynı töreler, aynı kurumlar, aynı yasa­ lar yürürlüktedir. 54 şehrin hepsi aynı plan gereğince kurul­ muştur ve hepsinde bölge özelliklerine göre biçimlenen aynı devlet yapısı vardır. Şehirlerin arası en az 24 mildir ve yürü­ yerek bir günde birinden öbürüne gidilir. Her yıl, her şehir­ den üç yaşlı başlı, bilge kişi gelip Amaurote'de toplanır ve memleket işlerine bakar. Amaurote adanın başkentidir. Çün- 40 Utopia kü orta yerdedir ve herkesin kolayca toplanmasına elverişli­ dir. Her şehrin tarım için en az 20 millik bir toprağı vardır. Genel olarak, toprak genişliği şehrin uzaklığıyla orantılıdır. Hiçbir şehir yasanın çizdiği sınırları artırma hevesine düş­ mez. Halk kendini toprağın sahibi değil, çiftçisi, işçisi diye görür. Tarlaların ortasında her türlü tarım aracıyla donatıl­ mış çiftlik evleri vardır. Bu evlerde her mevsimde, şehrin nö­ bet sırasıyla yolladığı işçi orduları oturur. Her çiftçi birliğin­ de kadın erkek en az 40 kişi ve iki köle vardır. Her toplulu­ ğun başında birer aile babası ve anası olarak, aklı başında, ölçülü bir kadınla bir erkek bulunur. Her 30 çiftçi ya da aile birliği bir philarch tarafından yönetilir. Her yıl, her birlikten 20 çiftçi şehre döner. Bunlar iki yıllık tarım nöbetini bitirmiş olanlardır. Bunların yerine 20 kişi tarım ödevi yapmaya ge­ lir. Yeni gelenler, çiftlikte bir yıl çalışmış olanlardan ders gö­ rür, toprağı işlemesini öğrenir ve ertesi yıl kendileri de başka­ larım yetiştirir. Böylece çiftçinin toptan acemi olması önlenir ve halkın yiyeceği bilgisizlik, görgüsüzlük yüzünden tehlike­ ye düşmez. Bu her yılki yenileşmenin ve nöbet değiştirmenin bir ama­ cı da yurttaşların hayatını çetin el kol işlerinde uzun süre yıp­ ratmamaktır. Bununla beraber, tarım işlerinden hoşlanan ba­ zıları köyde daha uzun süre kalma izni alabilirler. Çiftçiler toprağı işler, hayvan besler, odun keser ve bunları karadan, denizden şehre taşır. Tavukları çoğaltmakta çok akıllıca bir buluşları vardır. Yumurtaları kuluçka altına koymazlar, ge­ rekli sıcaklığı kendileri sağlayıp civciv çıkartırlar ve civcivler kabuğunu delince tavuklar değil, insanları ana bilip onların ardından giderler. Pek az at beslerler, ama besledikleri atlar yaman olur. Gençler onları binicilik, savaş talimleri ve yarış­ larda kullanırlar. Tarım ve ulaştırma işlerine yalnız öküzler koşulur. Utopialılar derler ki, öküz atla boy ölçüşemez, ama ondan daha sabırlı, daha dayanıklıdır. Öküz daha az hastala­ nır, daha ucuza mal olur, üstelik işe yaramaz olunca eti yenir. 41 Thomas More Ekip biçtikleri ile bol bol ekmek yaparlar. Üzümün, elma­ nın ve armudun suyundan şarap yapıp içerler. Sadece su ya da bal ve meyanköküyle kaynatılmış su içtikl ri de olur. Her şehrin ve köylerinin yiyeceği içeceği en ince hesaplarla belir­ lenmiştir. Bununla beraber, çiftçiler harcadıklarından çok da­ ha fazlasını yetiştirmeye çalışırlar. Artan yiyecek içecekler komşu memleketlere yollanır. Köyde bulunmayan eşyayı, kap kacağı çiftçiler şehirden sağlarlar. Bunlar için şehir yöne­ ticilerine başvurur ve dilediklerini karşılıksız ve beklemeksi­ zin alırlar. Bu işleri her ay, şehre tatile geldikleri zaman ya­ parlar. Hasat zamanı gelince, aile birliklerinin başları phi­ larchlar şehir yöneticilerine haber salar, ne kadar işçiye ihti­ yaçları olduğunu bildirirler. Bunun üzerine hasatçılar belli bir zamanda sürü sürü gelir ve hava güzelse, bir günde ürün­ leri kaldırıverirler. Utopia Şehirleri ve Başkent Amaurote Üstüne Bir Utopia şehrini bilen, hepsini bilir. Çünkü bölge özel­ likleri dışında, bütün şehirler birbirine benzer. Onun için si­ ze herhangi bir şehri anlatabilirdim, ama Amaurote şehrini seçiyorum. Çünkü orası Millet Meclisi'nin ve hükümetin bulunduğu yerdir. Bundan ötürü de bütün öteki şehirlerden daha ünlü ve önemlidir. Ayrıca orada tam beş yıl yaşadığım için, en çok orasını severim. Amaurote alçak bir tepenin tat­ lı yamacında ve dört köşemsi bir biçimde kurulmuştur. Şe­ hir tam tepenin biraz altından başlar ve Anydra ırmağının kıyılarına kadar iki mil uzar, nehre yaklaştıkça da genişler. Anydra ırmağı Amaurote'un 24 mil yukarılarında ufacık bir kaynaktan doğar. Bu cılız su aktıkça ve başka ırmaklar­ la birleştikçe büyür ve şehrin karşısında genişliği yarım mi­ li bulur. Ondan sonra da genişledikçe genişler ve 60 mil öte­ lerde okyanusa dökülür. Denizle şehir arasında, şehrin altı mil kadar yukarısında ırmak suları, günde altı saat yükselip 42 Utopia alçalır. Yükselme zamanı,.denizin suları Anydra'nın yatağı­ na otuz mil kadar gire:r·ve nehri kaynağına doğru iter,.o za­ man Anydra'nın suları tuzlanır. Ama alçalma başlayınca 'SU­ iar temizlenir, şehre tatlı su gelir ve denize kadar bozulma­ dan akar. Anydra'nın iki kıyısı bir taş köprüyle birleşir. Muhteşem kemerler üstünden geçen bu köprü, şehrin denize uzak olan yukarı ucunda kurulmuştur. Gemiler bu köprünün altından kolayca geçebilirler. Şehirde bundan daha küçük bir ırmak da vardır. Tatlı tatlı akan bu nehir, şehrin kurulduğu tepeden çıkar ve şehri ortasından geçip Anydra ile birleşir. Amauro­ telular bı:t ırmağın kaynağını büyük taşlarla çevirip şehrin sı­ nırları içine almışlardır. Düşman kuşatacak olursa, suyu kes­ mesin ya da zehirlemesin diye. Kaynağın en yüksek yerinden künklerle alınan su, dört bir yana dağıtılıp şehrin en kuytu köşelerine kadar ulaştırılır. Künklerin gidemediği yerlerde yağmur sularını toplayan ve şehir halkının ihtiyaçlarını kar­ şılayan büyük sarnıçlar vardır. Şehir çepeçevre yüksek ve kalın duvarlarla çevrilidir. Yer yer de kuleler ve kalelerle donatılmıştır. Surların üç yanında derin, geniş, ama çitler, dikenli çalılarla dolu susuz hendek­ ler vardır. Dördüncü yanındaki hendekse ırmağın kendisidir. Sokaklar ve meydanlar, hem ulaştırmayı kolaylaştıracak, hem de rüzgardan korunacak biçimde düzenlenmiştir. Evle­ rin rahatlığına diyecek yoktur, hepsi temiz ve güzeldir. So­ kaklar boyunca, karşılıklı ve yan yana uzanırlar. Evlerin ar­ kasında geniş bahçeler vardır. Her evin bir kapısı sokağa, bir kapısı bahçeye açılır. Her iki kapı da bir dokunuşta açılacak kadar hafiftir. Kilitler, anahtarlar yoktur. İsteyen girebilir. Çünkü evde hiçbir şey özel değildir, ne varsa herkesin malı­ dır. Utopialılar ev bark konusunda ortaklık ilkesine bağlıdır­ lar. Özel mülk düşüncesini kökünden yok etmek için her on yılda bir ev değiştirirler ve herkesin oturacağı ev kura ile bel­ li olur. 43 Thomas More Şehirliler bahçelerine büyük bir önem verirler. Üzümler, meyveler, çiçekler ve türlü bitkiler yetiştirirler. Bu işi o kadar bilgi ve zevkle yaparlar ki, ben şimdiye kadar hiçbir yerde bu bahçelerden daha bereketlisine, daha verimlisine ve gö­ ze daha güzel görünenine rastlamadım. Bahçeye düşkün­ lükleri sadece kendi zevkleri için değildir. Şehrin mahallele­ ri arasında en bakımlı bahçeyi kimler yapacak diye bir ya­ rışma vardır. Doğrusu yurttaşlar için bundan daha hoş, da­ ha yararlı bir uğraş düşünülemez. Utopia'yı kuran bunu çok iyi anlamış olacak ki, herkesin aklını bahçelere çelmek için ne gerekiyorsa yapmış. Utopialılar şehrin genel planını Uto­ pus'un yaptığını söylerler. Ama bu devlet kurucusu tasarla­ dığı bütün yapıları ve güzel yerleştirmeleri bitirememiş ve bir insan ömrünü aşan bu işleri kendinden sonraki kuşakla­ ra bırakmış. Adanın fethinden beri, özenle saklanan ve 1 760 yıllık bir tarihi kucaklayan tutanaklardan öğrendiğimize göre, başlangıçta evler çerden çöpten, alçacık birer kulübeymiş; duvarları kerpiç, saçaklı damları sazlarla örülüymüş. Şim­ diyse evler üç katlı taş ya da tuğla duvarlı, derli toplu ve iç­ ten sıvalıdır. Tavanlar düzdür, ucuz, yanmaz ve yağmura karşı kurşundan daha dayanıklı bir maddeyle kaplıdır. Rüzgara karşı camlı pencereler vardır. Çünkü Utopia'da cam çok kullanılır. Bazı yerlerde cam yerine amber ya da yağla saydamlaştırılmış ince bezler kullanıldığı olur. Böyle­ ce ev hem rüzgardan korunmuş, hem de daha fazla ışıklan­ mış olur. Yönetim Görevlileri Otuz aile her yıl, eski dilde syphogrant, yeni dilde phi­ larch denilen bir baş seçerler. On syphogrant, 300 aile ile birlikte, eski dilde tranibore, yeni dilde baş philarch denilen birisinin buyruğu altındadırlar. 200 syphogrant, en dürüst, 44 Utopia en uygun kimseyi seçeceklerine ant içtikten sonra, halkın gösterdiği dört adaydan birini, gizli oyla başkan seçerler. Şe­ hir dörde bölünmüş olduğu için, her bölümün bir adayı ku­ rultaya sunulmuştur. Başkan zorbalığa kaçmadığı sürece, ömrü boyunca yerinde kalır. Traniboreler ise, her yıl seçilir­ ler, ağır bir neden olmadıkça da değiştirilmezler. Bütün öbür görevler de bir yıllıktır. Traniboreler her üç günde bir, gere­ kirse daha sık, başkanla birlikte toplanır, memleket işlerini görüşürler. Yurttaşlar arasında binde bir çıkan anlaşmazlık­ lara çarçabuk çare bulurlar. Kurultayın her toplantısında iki syphogrant hazır bulunur ve bu iki halk temsilcisi her top­ lantıda değişir. Kamuyu ilgilendiren işler, kurultayda üç gün tartışıldıktan sonra karara bağlanır. Kurultay ve büyük halk toplantıları dışında, bir araya gelip memleket işlerini konuş­ mak ölümle cezalandırılan bir suçtur. Bu da başkanla trani­ borelerin kolayca bir araya gelip, halkı zorbaca yasalarla ezmeye ve rejimi değiştirmeye kalkışmalarını önlemek için olsa gerektir. Önemli sorunlar önce syphograntın seçim bölgelerine sunulur. Syphograntlar durumu ailelerine anlatırlar. O za­ man sorun halk kurultayı önüne getirilir; ondan sonra da syphograntlar aralarında görüşüp kendi düşüncelerini ve halkın isteğini yüksek kurultaya sunarlar. Bazı sorunlar da bütün ada halkının önüne getirilir. Yüksek kurultayın uydu­ ğu şu kural da anılmaya değer: Bir öneri geldiği zaman, he­ men o gün üstünde tartışılmaz. Tartışma gelecek toplantıya bırakılır. Böylelikle kimse ilk aklına gelen şeyleri gelişigüzel ortaya atmaz ve halkın yararını unutarak kendi düşüncesi­ ni savunmaya kalkışmaz. İnsan çok kez öne sürdüğü bir dü­ şünceden vazgeçmeyi kendine yediremez. Yanıldığını açığa vuramaz. Kendi ününü kurtarmak için halkın yararını feda eder. Ayaküstü düşünmenin yarattığı bu büyük tehlike böy­ lece önlenmiş ve kurultay üyelerine düşünmek için bol bol vakit bırakılmıştır. 45 Thomas More Bilimler, Sanatlar, Uğraşlar Kadın erkek bütün Utopialılar usta birer tarımcı olmak zorundadırlar; tarımı çocuk yaşta okulda öğrenir ve şehre yakın köylere, tarlalara geziye götürülüp öğrendiklerini ye­ rinde görürler. Orada çalışanları seyredeı; kendileri de çalış­ malara kanlırlar. Bu tarını çalışmaları onların beden güçleri­ ni de geliştirir. Bütün Utopialıların katılmak zorunda olduğu tarım dışında, herkes özel bir iş eğitimi görür. Kimi dokuma­ cılık öğreniı; kimi duvarcılık, testicilik, kimi demircilik ya da dülgerlik. Başlıca zanaatlar bunlardır. Bütün adalılar birör­ nek giyinirler. Yalnız kadınla erkeğin, bekarla evlinin kılıkla­ rı değişir. Giysilerde hem güzellik, hem de rahatlık aranır. Ay­ nı giysi yazın da kışın da giyilebilir. Her aile kendi giyecekle­ rini kendi yapar. Kadın erkek, yukarıdaki zanaatların birini öğrenmek zorundadır. Kadınlaı; daha güçsüz oldukları için, yün ve keten işlerinde çalışırlar daha çok. Zor işleri erkekler görür. Genel olarak herkes ana babasının zanaatında yetişir. Çünkü en tabii olarak tutacakları yol budur. Ama bir başka zanaata heves ve yeteneği olan çıkarsa, o zanaatla uğraşan bir başka aileye evlatlık olarak girer. Babası da, hükümet de onun dürüst bir aile babasının hizmetine girmesine yardım ederler. Bir zanaatı edindikten sonra bir başkasını öğrenmek isteyen olursa, ona da bu olanak verilir. Şehrin ihtiyaçlarına aykırı düşmemek şartıyla, yurttaş öğrendiği her iki zanaat­ tan birini benimsemekte özgür bırakılır. Syphograntların başlıca ve hemen hemen tek görevi, kim­ senin aylaklığa, tembelliğe düşmemesini ve herkesin zanaatı­ nı canla başla yapmasını sağlamaktır. Utopialıların sabahtan akşama kadar koşu hayvanları gibi işe sarıldıklarını da san­ mamalı. Böyle yorucu bir hayat, ruh için de, beden için de iş­ kenceden ve kölelikten beterdir. Oysa Utopia'dan başka yer­ lerde işçinin yürekler acısı durumu budur. Utopialılar günün ve gecenin yirmi dört saatini eşit parçalara bölmüşlerdir. Yir- 46 Utopia mi dört saatin yalnız altı saati işe ayrılmıştır: Üç saat öğleden önce yemeğe kadar; üç saat de iki saatlik dinlenmeden son­ ra, akşam yemeğine kadar. Akşam saat sekizde yatarlar ve tam sekiz saati uykuya verirler. Bizim öğle dediğimiz saat on­ lar için birdir. Çalışma, uyku ve yemek saatleri dış?

Use Quizgecko on...
Browser
Browser