TOPLUMSAL DEĞİŞME KURAMLARI 6 PDF
Document Details
Uploaded by SelfSatisfactionBlankVerse
Anadolu Üniversitesi
Tags
Summary
This document discusses social change theories, analyzing how societies evolve over time. It explores the interplay between historical events, cultural contexts, and the development of social structures. This document also examines the factors that contributed to societal changes like modernization.
Full Transcript
Bölüm 6 öğrenme çıktıları Modernleşme Kuramları Modern Toplum, Batı Avrupa Deneyimi ve Toplumsal Değişme 1 Tarihler, Toplumlar, Toplumsal Değişme 1 Değişmeye ilişkin kabul ve açıklamaların tarihe, topluma ve kültüre göre farklılaştığını kavrayabilme Modernleşme Kuramları 3 2 2 Modernite dene...
Bölüm 6 öğrenme çıktıları Modernleşme Kuramları Modern Toplum, Batı Avrupa Deneyimi ve Toplumsal Değişme 1 Tarihler, Toplumlar, Toplumsal Değişme 1 Değişmeye ilişkin kabul ve açıklamaların tarihe, topluma ve kültüre göre farklılaştığını kavrayabilme Modernleşme Kuramları 3 2 2 Modernite deneyimini Batı Avrupa’nın yaşadığı tarihi, siyasi ve kültürel değişim süreci içinde tarihsel olarak çözümleyebilme 3 Klasik sosyolojinin çıkış ve kuruluş dinamiklerini 19. yüzyıl Avrupa sorunları ile ilişkisi içinde kavrayabilme 4 İki savaş arası dönemdeki sorun alanları ile II. Dünya Savaşı sonrasındaki yeni toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenin kuruluşu arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilme 5 Modernleşme kuramları ile yeni uluslararası ekonomik ve siyasi düzenin ihtiyaç ve taleplerini ilişkilendirebilme 6 Modernleşme kuramlarının tanımlarını, kavramlarını ve toplumsal değişme anlayışlarını açıklayabilme Anahtar Sözcükler: • Feodalizm • Reform • Sömürgecilik • Aydınlanma • Fransız İhtilali • Milliyetçilik • Sosyalizm • Birinci Dünya Savaşı • İkinci Dünya Savaşı • Modern Toplum • Geleneksel Toplum • Modernleşme • Endüstrileşme • Kalkınma 140 Toplumsal Değişme Kuramları GİRİŞ Modern sosyal bilimlerin birbirlerinden bağımsız birer disiplin olarak ortaya çıktığı ve kurumlaştığı 19. yüzyıldan itibaren sosyoloji doğrudan çalışma konusu olarak toplumu, toplumun yapısını ve işleyiş mekanizmalarını kendisine inceleme nesnesi olarak seçmiştir. Sosyolojinin kurucusu ve isim babası olan Auguste Comte’dan itibaren sosyoloji, toplumu kendisine inceleme alanı olarak seçerken dikkatini iki yöne odaklamıştır: toplumsal gerçekliğin yapılaşmış, kurumlaşmış yanı ile canlı, değişim halinde olan yanı. Bu anlamda A. Comte’dan hareketle söylediğimizde sosyoloji bir yandan toplumun yapısına, onun örgütlenme dinamiklerine, sosyal statiğe diğer yandan ise toplumun değişim içerisinde olan canlı, dinamik, değişken yapısına, sosyal dinamiğe odaklanır. A. Comte ile birlikte 19. yüzyıldan itibaren sosyolojide başlayan bu dinamik ve statik sosyoloji ayrımı, sosyoloji bilimi çok farklı alan ve konularla zenginleşmesine rağmen, bugün esas itibariyle kendisini korumaktadır. Hem toplumsal gerçekliğin işleyiş mekanizmaları hem de değişimi, bu değişimin dinamikleri, seyri, sonuçları sosyolojinin en baskın ilgi alanlarını oluşturmaya devam etmektedir. Bir başka biçimde söylenirse, sosyoloji, toplumun yapısal işleyişine, grup dinamiklerine, örgütlenme kalıplarına odaklandığı kadar, ondan daha baskın bir biçimde toplumsal yapının, örgütlenme dinamiklerinin değişimine odaklanmaktadır. Çok kaba ve düz bir ifade ile söylersek sosyoloji, toplumsal değişme odaklı bir bilimdir diyebiliriz. Hatta sosyolojinin esas dikkatinin yapısal olanla, yerleşik olanla, kurumlaşmış olanla değişen, değişmekte olan, yenilenmekte olan arasındaki gerilime odaklandığını rahatlıkla ifade edebiliriz. dikkat Sosyoloji daha önce bir çok kez vurgulandığı üzere bir yönüyle sosyal statiği, diğer yönüyle ise sosyal dinamiği konu edinir. Yani hem toplumun görece durağan, örgütlü yapılarını mercek altına alır hem de dinamik, değişken unsurlarını irdeler. TARİHLER, TOPLUMLAR, TOPLUMSAL DEĞİŞME Değişme bizatihi iyi ve kötü, olumlu ya da olumsuz mudur? Tarih, çok farklı toplum ve kültürlerde çok farklı dönemlerde değişimin olumsuz olarak kabul edildiği gibi, olumlu olarak görüldüğüne de işaret etmektedir. Geleneksel Çin’de, klasik dönem Çin İmparatorluk tecrübesinde değişim olumlu olarak görülmez. Eski bir Çin bedduasında, “değişimin geldiği zamanlarda yaşayasın” denmektedir. Modernleşme dönemi Çin’inde ise, 19. yüzyıldan başlayarak ‘Kültür Devrimi’ne ve günümüzün modern Çin’ine baktığımızda, değişim bir zorunluluk, hırsla istenen bir modernleşme hedefi, yeniden üretimin olmazsa olmazı haline gelmiştir. Toplumsal değişmeye ilişkin bu kabul ve değerlendirmelerin değişip dönüşmesinde ne etkili olmuştur? Önümüzdeki soru bu. Çin Kültür Devrimi ya da tam adıyla Büyük Proleter Kültür Devrimi, Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Mao Zedong’un iktidardaki son 10 yılı içinde (1966-1976) devrimci coşkuyu canlandırmak amacıyla başlattığı harekete verilen isimdir. İlk yerleşik uygarlıklar, günümüzden beş altı bin yıl öncesinde Doğu’da, Doğu Akdeniz’de, Mezopotamya’da, Çin ve Hindistan’da ortaya çıkmışlardır. Bu uygarlık tecrübeleri zaman zaman Mısır uygarlığı örneğinde olduğu gibi üç dört bin yılı bulan uzun ömürlülüğü yakalamışlardır. Çin ve Hint uygarlıkları da çok uzun ömürlü uygarlıklar olarak tarihte yerlerini almışlardır. Uygarlık, insanoğlunun içinde yaşadığı tabii ve toplumsal çevre ile girdiği ilişkilerinde karşılaştığı zorlukların üstesinden gelme çabası içerisinde yaşanabilir, hayatını sürdürebilir olmayı temin ettiği bir toplumsal, siyasi, ekonomik çözüm düzeyi olarak tanımlanabilir. Bu anlamda uygarlıklar toplumların tarih içerisinde karşılaştığı sorunlara karşı geliştirdikleri toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel çözümlerin kurumlaşmasıdır. Toplumsal çözüm yönündeki uygulamalar yeni sorunların üstesinden gelme kapasiteleri ölçüsünde kurumlaşır, yerleşir, uzun 141 Modernleşme Kuramları ömürlü hale gelir. Eski Mısır uygarlığında devlet ve toplum örgütlenmesi, Mezopotamya’da birbiri arkasından gelen uygarlık tecrübeleri, Çin ve Hint uygarlıkları, görece daha çağdaş tecrübeler olarak İslam ve Osmanlı örnekleri belirli bir siyasi, ekonomik ve toplumsal çözümün uzun tarihe yayılan kurumlaşma örnekleridir. Toplumsal çözümün, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutlarıyla uzun tarih dönemlerine yayılarak yerleşiklik kazanması, bu kurumlaşmanın yaşandığı toplumlarda değişimin olumsuzlanması yönünde değerlendirmeleri beraberinde getirmiştir. “Değişimin geldiği zamanlarda yaşayasın” şeklindeki Çin deyişi, tam da bu anlamda belirli bir toplumsal çözümün uzun tarihlere yayılacak ölçüde kurumlaşmasının tezahürü olarak görülebilir. Bu örneklerde toplumsal çözümün kurumlaşması ve süreklilik kazanması değişime olumsuz bakmayı getirmiştir. Çözümün kendisini tekrar edebilmesi halinde ya da ilave çözüm önerilerini gerektiren yeni toplumsal ekonomik şartlar söz konusu olmadığında, toplumlar yeni arayışlara ihtiyaç duymazlar. Değişimi olumlu olarak görmezler. Bu anlamda zikredilen uygarlık tecrübelerinde değişimin görece olumsuzlanması, kurumlaşmanın verdiği tatmin, doygunluk durumuyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. dukları tez ve değerlendirmelerinin gelişmesine yol açmıştır. 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinde, şarkiyatçı açıklamalarda ve daha özelde de toplum modelleri tartışmaları kapsamında sosyolojide ortaya çıkan bu tezler, tam da yukarda açıklaya geldiğimiz anlamda toplumsal çözümün kurumlaşmasının çok uzun tarihlere varan bir ömürlülüğe ulaşmasının yol açtığı değerlendirmelerdir. Sosyoloji bilimi bize, toplumun canlı ve değişken olduğunu, yeni toplumsal sorunlar karşısında yeni strateji ve çözümler geliştirerek varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Bu anlamda toplumsal değişme, belirli bir toplumsal çözümün kurumlaşma düzeyinin yüksekliği ve tekrarlanabilirliği ölçüsünde toplumların içinde yaşadıkları tarih döneminde ortaya çıkan kriz ve yenilenme ihtiyacına bağlı olarak olumlu ya da olumsuz olarak kabul görmektedir. Toplumsal çözümün kurumlaşma düzeyinin yüksekliği ve uzun ömürlülüğü değişime ilişkin olumsuz yönde kabulü getirirken, değişme ihtiyacı içinde olan, bir kriz durumunun yaşandığı toplumlarda değişim talepleri, dolayısıyla değişimin olumluluğu öne çıkmaktadır. Bu anlamda “değişim”in olumsuzlanması, geleneksel doğu toplumlarında görülürken, Ortaçağ sonlarında-Yeniçağ başlarında Batı Avrupa’da yenilenme talepleri, değişimin olumluluğu yönünde kabul ve değerlendirmeleri getirmiştir. Türk Dil Kurumunun Genel Türkçe Sözlüğünde uygarlık “bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet” biçiminde tanımlanmış. Sosyal bilimler literatüründe ise, uygarlık, genel olarak, ulaşılmış bir durumu ya da düzenli toplumsal yaşam koşulunu anlatmak üzere kullanılmaktadır (Williams, 2005, s. 70). Toplumsal çözümlerin çok uzun tarihlere yayılacak ölçüde kurumlaşması, yukarda zikredilen uygarlık tecrübelerinin (Çin, Hint, Eski Mısır ve İslam toplumlarının) “değişime kapalı”, “gelişme dinamizminden yoksun” ve “durgun toplum” ol- 142 Resim 6.1 Mısır Uygarlığının En Önemli Simgelerinden Piramitler Toplumsal Değişme Kuramları Öğrenme Çıktısı 1 Değişmeye ilişkin kabul ve açıklamaların tarihe, topluma ve kültüre göre farklılaştığını kavrayabilme Araştır 1 İlişkilendir Anlat/Paylaş W. Geothe, Faust adlı eserinde modern toplum, gelişme ve eski toplumsal düzen konularını nasıl ele almaktadır? Araştırınız. Gelişmecilik idelojisinin dönemin Batı düşüncesindeki etkilerini analiz etmek için Berman, M. (2004). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker: İstanbul: İletişim Yayınları adlı eserden yararlanabilirsiniz. Doğu toplumlarında toplumsal değişimin nasıl ele alındığını anlatınız. MODERN TOPLUM, BATI AVRUPA DENEYİMİ VE TOPLUMSAL DEĞİŞME Toplumsal değişme konusunun toplum tanımlamalarında ve toplumun incelenmesinde merkezi bir olgu olarak ortaya çıkışı modern dönemle birliktedir. Modern dönem derken 1500-1800 tarihleri arasında ortaya çıkan ve bugün de devam eden tarihsel dönemi kastediyoruz. 1500’lerle birlikte dünya tarihinde, uygarlıklar arası ilişkilerde yaşanan bir dizi tarihi, siyasi ve toplumsal hadisenin tetiklemesi ile Batı Avrupa’da bugünkü modern dünyayı hazırlayan tarihi süreç yaşanmaya başlamıştır. Bu sürecin kendisinin ve kaynaklarının açıklanmasının ve tartışılmasının yeri burası değil. Salt toplumsal değişmenin nasıl merkezi bir olgu ve tanımlayıcı bir dinamik olarak, bir açıklama kıstası olarak sosyal bilimlerde, daha özelde sosyolojide ortaya çıkmasının kaynağına işaret etme anlamında burada çok kısa olarak Batı Avrupa deneyimine, değişme talep ve değişim süreçlerine değinilecektir. Ortaçağ Batı Avrupa toplumları feodalizm olarak adlandırılan sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bir düzen içerisinde idi. Feodalizm, kendine yeterlilikle tanımlanan, küçük üretim ve siyasi birimlerin oluşturduğu bir sosyo-ekonomik düzendir. Feodal beyliklerin oluşturduğu, aşırı bölünmüş bir toplumsal ve siyasi birimler toplamından oluşan feodal toplumda, ortak bilinç ve bütünsellik kilise kurumunun temin ettiği ideolojik temel aracığıyla sağlanmakta idi. Feodalizm ya da Ortaçağ Batı Avrupa düzeni, 1453’te İstanbul’un fethi, 1492’de Amerika kıtasının keşfi, 1497/98’de Ümit Burnu’nun bulunuşu, Köylü ayaklanmaları ve Reform gibi bir dizi tarihi ve siyasi hadise ile birlikte sarsılmaya başlar. Köylü ayaklanmaları, Reform eski toplumsal ve ekonomik düzene itiraz etrafında ortaya çıkan hareketlerdir. Dönemin tarihi, siyasi, ekonomik şartlarının sürdürülebilir olmaktan çıktığı noktada, bir kriz hali ortaya çıkmış, var olan otoritelere, Vatikan’a ya da Feodal Prenslere itirazlar yükselmiştir. Birkaç yüzyıllık bir tarihsel süreçte, içine düşülen çözülüş ve kriz durumundan, yeni bir toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenle çıkılmıştır. Küçük birimler etrafında oluşmuş, parçalı siyasi yapıdan, feodalizmden önce mutlak monarşilerin sonra ulus-devletlerin oluşturduğu yeni bir siyasi düzene geçilmiştir. Güçlü bir siyasi merkezi aygıt olarak modern devlet ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde deniz aşırı yayılmanın, ya da diğer bir adlandırma ile sömürgeciliğin getirdiği ve beslediği bir ticarileşme, çok hızlı bir biçimde feodal ekonomik düzenin kendine yeterlilikle tanımlanan sınırlarını aşan yeni bir üretim düzenini, ekonomik düzeni doğurmuştur. 143 Modernleşme Kuramları Köylü ayaklanmaları, Feodal Ortaçağ’da, genel itibariyle, köylüler ile toprak sahibi aristokratlar arasındaki ekonomik uyuşmazlıkların sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bunun dışında, bazı salgın hastalıklar, nüfusun azalışı ve toplumun sosyal dengesinin bozulması da zaman zaman köylü ayaklanmalarına sebep olabilmiştir. Bu ayaklanmalarda köylüler, toprak sahiplerine karşı bazı haklar öne sürmüşlerdir. Belçika, İngiltere ve Almanya gibi örneklerde karşımıza çıkan bu ayaklanmalar, feodal üretim tarzının çözülmesinde önemli oranda rol oynamışlardır. Müstemlekecilik ya da kolonyalizm de denilen sömürgecilik, genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesidir. 1500’lerden itibaren Batı Avrupa coğrafyası kriz durumundan, eski geleneksel yapının çözülüşü durumundan sürekli bir gelişme ve yayılma hamlesi ile yeni bir toplumsal, ekonomik ve siyasi düzen kurma başarısı göstermiştir. Bu tarihi süreç içerisinden “değişim” hep içinde bulunulan kriz durumundan çıkış, ileriye doğru atılış, yenilenme anlamına gelmiş, olumlu bir kabulün ötesinde yeni tarihsel durumu, toplumsal gelişmeyi tanımlayıcı bir niteliğe bürünmüştür. 1800’lere gelindiğinde, 1640 ve 1688 İngiliz Devrimleri, 1789 Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi ile Batı Avrupa’daki yeni toplumsal, ekonomik ve siyasi düzen gelişmesini tamamlamış, bütün içeriğini kazanmıştır. Modern toplum, modern devlet ve modern ekonomi bütün kurum ve uygulamaları ile ortaya çıkmış ve kurumlaşma, yerleşik hale gelme sürecine girmiştir. Avrupa tarihinde, Eski Çağ Yunan ve Roma tecrübeleri, Ortaçağ Hıristiyanlık tecrübesine bir üçüncü evre olarak modern dönem eklenmiştir. Bu yeni tarihsel dönemde şehir örgütlenmesi, endüstri devrimin bir çıktısı olarak yeni bir üretim düzeninin kuruluşu modern toplumun tanımlayıcı özellikleri haline gelmiştir. Şehir örgütlenmesi yeni siyasi ve toplumsal düzenin merkezinde yer alırken, üretim 144 yeni ekonomik düzenin merkezi dayanak noktasını oluşturmuştur. Bu iki tanımlayıcı kıstasa eşlik eden ise toplumsal değişmedir. Modern uygarlığı, modern devlet ve toplumu tanımlayıcı bir kıstas, motto olarak değişim çok merkezi bir olgu haline gelmiştir. 1500 sonrası tarihsel gelişme 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşırken değişim vurgusu, değişim ekseninde tarih, toplum, ekonomi açıklamaları Batı düşüncesinde egemen hale gelmiştir. 18. yüzyıl Batı Avrupa düşüncesinde Aydınlanma hareketi değişim taleplerini eski düzen eleştirisi ile birlikte merkeze taşırken, 1789 Fransız Devrimi değişim talep ve önerilerini uygulamaya koymuştur. Yine bu yıllarda sosyolojinin öncü ismi Saint-Simon, bilimin ve endüstrinin imkânlarının akılcı bir düzenlemesi ile iktisadi ve toplumsal gelişme üzerine odaklanmış, kendisinden sonraki gelişme ideolojisinin kurucusu olarak düşünce tarihindeki yerini almıştır. Değişme, toplumsal gelişme endüstri devrimi sonrasında hem bir yoğunluk kazanmış hem de başlı başına bir ideoloji (gelişmecilik ideolojisi) haline gelmiştir. internet Sosyolojinin öncü isimleri arasında yer alan Saint Simon’un hayatı ve düşünceleri hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek istiyorsanız http://www.felsefe.gen.tr/saint_st_simon_ kimdir.asp linkini inceleyebilirsiniz. İngiltere’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir aşamayı temsil eden ve parlamento ile taç (kraliyet ailesi) arasındaki iktidar paylaşımına dayalı kavgaya “İngiliz Devrimi” adı verilmektedir. Bu iktidar paylaşımının ilk ayağı 1640 tarihlidir. Diğeri ise 1688’de gerçekleşmiştir. Saint-Simoncu düşünüşlerin beslediği Geothe’nin Faust’u gelişmecilik, değişimcilik, ilerlemecilik düşüncesinin merkezi tema olarak işlendiği bir metindir. 19. yüzyılın temel düşünsel mottosu, Aydınlanma hareketinden gelen “ilerlemecilik” olmazsa olmaz kabul haline gelmiştir. 19. Toplumsal Değişme Kuramları yüzyıl boyunca değişme olgusu ve temasının ele alınması, toplum ve tarih açıklamalarında sosyolojiden başlayarak tüm sosyal bilimlerde yaygınlaşmıştır. Saint-Simon, Comte, Le Play, Marx, Durkheim, Tönnies, Weber gibi kurucu sosyologlar kuşağının hemen tamamında değişim, ilerlemecilik, gelişmecilik toplum, tarih, ekonomi açıklamalarının temel teması olmuştur. Değişim temasının yaygınlığı salt sosyoloji ile sınırlı olmamıştır. Tarihten, ekonomiye, felsefeden antropolojiye sosyal bilimlerin tüm şubeleri modern toplum, devlet, ekonomi ve içinden geçilen tarihsel evreyi değişim ekseninde açıklamışlardır. Değişim, modern uygarlığın dinamik karakterini tanımlayan baş özellik haline gelmiştir. Başa dönersek, değişim farklı toplum, kültür ve tarih dönemlerinde uygarlıkların, toplumların geliştirdikleri toplumsal çözümün kurumlaşma düzeyine, tekrarlanırlık, sürdürülebilirlik durumuna göre olumsuzlanabilirken; bir kriz ve çözülüş durumundan çıkış, yeni bir toplumsal çözüm arayışına yol verme, yeni toplumsal, siyasi ve ekonomik düzenin kurulması ile sonuçlandığında olumlanabilmekte, gelişmenin muharrik gücü olarak tanımlanabilmektedir. 19. yüzyıl modern toplumun kurumlaştığı, yerleşik hale geldiği dönemdir. Değişim düşüncesi, bütün bu yüzyıl boyunca toplumu, tarihsel ilişkileri, dünya ya da uygarlık tarihini ve düşüncenin gelişimini açıklama teşebbüslerine temel olmuştur. dikkat Toplumlar mevcut sorunları ile baş edebildikleri sürece yerleşik kültür ve kurumların değişimine sıcak bakmazlar. Ekonomik, politik ya da kültürel kriz anlarında ise değişim kolektif bir talep ile ivedilikle gerçekleştirilmesi gereken bir unsur olarak öne çıkar. Resim 6.2 1749-1832 tarihleri arasında yaşayan Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe, ünlü eseri Faust’ta değişimcilik ve ilerlemecilik düşüncelerini merkezi temalar olarak işlemiştir. Aydınlanma Hareketi, 18. yüzyılda Kıta Avrupası’nda ortaya çıkmış ve insanları esasta “kötü” ve bu niteliği ile “köleleştirici” olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafenin (dolayısıyla da dinin) temsil ettiğine inanılan “eski düzen”den kurtararak, yine esasta “iyi” ve “özgürleştirici” olduğu çekincesiz kabul edilen “aklın düzeni”ne sokmayı temel amaç olarak benimsemiştir (Çiğdem, 1997, s. 13-14). Toplumsal değişme olgusunun kendisi, değişme olgusunun olumlu ya da olumsuz kabulü kadar tarihseldir. Çok farklı tarihsel ilişkilerde, insani ve toplumsal etkinliğin seyrine göre değişim olumlu olarak tanımlanırken, olumsuz da tanımlanabilir, algılanabilir. Farklı tarihi süreç ve gelişmeler söz konusu olduğunda kabul ve tanımlamada değişim cereyan eder. Dolayısıyla değişimin kendisine bizatihi olumluluk ya da olumsuzluk atfedilemez, içinde cereyan ettiği tarihi süreçle ilişkisi içinde ele alınması gerekir. Sadece uygarlıkları karşılaştırdığımızda değil, bizzat Avrupa deneyiminin tarihi seyrine baktığımızda da değişim olgusunun çeşitli dönemlerde farklı değerlendirmelere konu edildiği görülecektir. 19. yüzyıl değişime olan inanç ve özgüven etrafında biçimlenmiştir. Hatta 19. yüzyıl değişimin bütün bir tarihin muharrik gücü olarak algılandığı dönemdir. Koşullar değiştiğinde, 20. yüzyılın ilk yarısında değişime bakışın gözden geçirildiğine tanık olunur. 145 Modernleşme Kuramları araştırmalarla ilişkilendir XIX. yy. dünyasının ekonomisi, başlıca Britanya Endüstri Devrimi’nin tesiri altında teşekkül etmişse, siyaset ve ideolojisi de esas itibariyle Fransızlarca oluşturulmuştu. Britanya, bu ekonominin demiryolları ve fabrikaları için bir model örnek sağlamış, Avrupalı olmayan ülkelerin geleneksel ekonomik ve toplumsal yapısını çatlatan iktisadî patlayıcı maddeyi getirmiştir; fakat devrimlerini Fransa yapmış ve onlara fikirlerini Fransa vermişti. O kadar ki, şu ya da bu türden üç renkli bir bayrak, hemen her yeni doğan devletin arması olmuştur. Ve 1789 ile 1917 yılları arasında Avrupa (hatta dünya) siyaseti, geniş ölçüde, 1789’un, ya da ondan daha bile kundakçı olan 1793’ün, ilkelerinden yana ve onlara karşı mücadeleden ibaret kalmıştır. Dünyanın çoğu yerlerine liberal ve radikal demokratik siyasetin sözcülüğünü ve sorunlarını Fransa getirdi. Milliyetçiliğin ilk büyük örneğini, kavramını ve kelime dağarcığını Fransa sağladı. Çoğu ülkelere temel kanunlarını, bilimsel ve teknik örgütlenme örneğini, ölçülerde metrik sistemi Fransa getirdi. Çağdaş dünyanın ideolojisi, o güne dek Avrupalı fikirlere karşı direnen eski uygarlıklara, ilk kez Fransa’nın etkisiyle nüfuz etti. Bu, Fransız Devrimi’nin eseriydi. Kaynak: Hobsbawm, E. J. (1989). Devrim Çağı 1789-1848. çev. Jülide Ergüder ve Alâeddin Şenel, Ankara: V Yayınları Değişime İnanç ve Özgüven Çağdaş toplum ve uygarlık iki temel devrim etrafında şekillenir. Endüstri devrimi ve 1789 siyasi devrimi. Siyasi bir devrim olarak 1789 Fransız Devrimi ile doruğa çıkan eski düzenin tasfiyesi süreci modern siyasi bir yeni model olarak ulus-devletin gelişimi ile tamamlanmıştır. Bu iki devrimin sonucunda merkezi devlet güç kazanmış; merkezi devletin uygulama ve siyaset etme kapasiteleri artmış; ekonomi üretim ve ticaret ekseninde olağanüstü gelişmiştir. Merkezi devlet toplumsal ilişkileri, üretim ve ticareti düzenlemede, üretim ve ticaretin gelişmesinde içerde güçlü bir aktör haline gelmiştir. Aynı şekilde bir kaç yüzyıldır oluşmakta olan dünya pazarına, sömürge dünyasına müdâhil olma, orada etkinlik kurma anlamında da modern devlet merkezi bir rol üstlenir. İki devrimin sonucunda Batı Avrupa kökenli ulusdevletler uluslararası ilişkilerde başat aktörler haline gelirken, elde ettikleri ekonomik güçle ulusal sınırlar içinde de daha fazla nüfusu refah içerisinde besleyebilme imkânını kazanmışlardır. Bu etkinlik ve başarı dönemin toplumsal ve siyasi aktörlerini, ulus-devletleri, sanayi ve ticaretin taşıyıcı aktörü olarak sermaye sınıfını, ortalama insanın kendini, ülkesini, içinde yaşadığı toplumu kavramada olağanüstü bir özgüvenle yüklenmesini getirmiştir. Bu özgüven gelişmesini, hatta hiç abartmasız ifade edersek patlamasını, düşünce düzeyinde bunu Resim 6.3 Fransız Devrimi sırasında, halk meclisleri, Batı düşüncesinde beyaz adamın, Avrupa’nın, modern 20 Haziran 1789’da, yeni bir anayasa ilan edilene kadar uygarlığın diğerlerine karşı üstünlüğü ekseninde tanım- meclisi terk etmeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. layan üstünlük ideolojilerinin yaygınlaşmasında görebi- Bu, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği vazgeçilmez ilkeler liriz. Ekonomide bırakınız yapsınlar, etsinler, geçsinler olarak öne çıkaran Fransız Devrimi’nin temelini (laissez-faire) yaklaşımının egemen olması; ilerleme oluşturan olaylardan biridir. 146 Toplumsal Değişme Kuramları anlayışının tüm tarihin, dünya tarihinin, uygarlıkların karşılaştırılmasına ve toplumsal gelişmenin açıklanmasına temel olması yine bu dönemde kazanılan özgüvenin sonucudur. Laissez-faire, malların ve hizmetlerin etkili bir şekilde üretilmesi, dağıtılması ve paylaştırılması için olduğu kadar bireysel seçimi en üst düzeye çıkarmak için, bireysel üreticiler ile bireysel alıcılardan oluşan serbest ve rekabetçi piyasanın önemini savunan ve devlet tarafından yapılan düzenlemelerin en az düzeyde olması gerektiğini ileri süren iktisadi yaklaşımın adıdır (Marshall, 1999, s. 452). İçerde modern kurumların inşâı ve kurumlaşması, dışarda fiziki işgalin ötesine geçilerek sömürgelerin ekonomik işleyişin ya da ticari ilişkilerin parçası kılınması anlamında kazanılan siyasi ve ekonomik etkinlik, 19. yüzyıl Batı düşüncesinde yükselen özgüvenin ve üstünlük ideolojilerinin kaynağını oluşturmuştur. Bütün bu özgüven ve üstünlük algısı ile ilişkili siyasi ve ekonomik başarıya karşılık, 19. yüzyıl Avrupası çeşitli sorun ve çelişkileri de yaşamaktadır. Dönemin toplumsal ve siyasi düzenine içkin bu sorun ve çelişkiler, 19. yüzyılda yakalanan başarı ve etkinliği, özgüveni sarsmamakla birlikte, sonraki dönemde (I. ve II. Dünya Savaşı arasında ve aynı şekilde II. Dünya Savaşı sonrasında) belirleyici olmuştur. Bir başka biçimde söylenirse, iki savaş arası dönemin kriz üretmesinde, II. Dünya Savaşı sonrasında önceki dönemlerin sorun alanlarından çıkışın temin edilerek belirli bir toplumsal ve ekonomik düzen geliştirilebilmesinde 19. yüzyıl sorun ve deneyimleri etkili olmuştur. Toplumsal değişme kuramları da bu tarihsel bağlamda yenilenerek yeni bir açıklama dili içinde ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan 19. yüzyıl deneyimlerine, sorun ve gerilim alanları anlamında, dikkat çekmek gerekmektedir. 19. yüzyıl Avrupa’sında Sorun ve Gerilim Alanları 19. yüzyıl boyunca değişim olgu ve temasının açıklayıcı bir kavram haline gelmesinin yanında, dönemin Batı Avrupa toplumlarını tarihsel olarak biçimlendiren, etkileyen tarihi ve siyasi gerilimler söz konudur. Bunlar sırasıyla, 1. Ulus devletlerin yükselişi, kurumlaşması ve birbirleri aleyhine Avrupa üzerinde etkinliklerini artırma mücadelesi, 2. Sınıf çatışmaları, sınıf temelli talep ve düzen önerileri, 3. Dünya pazarı için, Avrupalı merkezlerin güç mücadelesi, sömürge edinme yarışı. Bu üç gerilim alanı, bir yandan 19. yüzyıl Avrupa siyasi ortamına damga vururken, diğer yandan da 19. yüzyıl uluslararası ilişkiler sisteminin sorunlu ve gerilimli bir içerikle donanmasına katkı sağlamıştır. Ortaçağ düzeni 1500’lerden itibaren çözülmeye, yerine yeni bir siyasi örgütlenme biçim ve modeli ortaya çıkmaya başlamıştı. Eski Ortaçağ toplumsal ve ekonomik düzeni çözülmüş, yeni Avrupa farklı siyasi merkezler etrafında toplanma eğilimi içine girmişti. Bugünkü çağdaş Avrupa siyasi haritası büyük ölçekte 16. yüzyıldaki siyasi bölünüşün sonrasında yeniden bütünleşmek suretiyle kuruluşun ürünüdür denilebilir. İlk oluşan ulus-devlet örgütlenmeleri İspanya, Portekiz, Fransa, Hollanda ve İngiltere olmuştur. Almanya çok geç bir tarihte, 19. yüzyılda ulus-devlet haline gelecektir. Aynı şekilde İtalya da benzeri süreci 19. yüzyılda yaşamıştır. Harita bu şekilde oluşurken, bütün bu ulus-devlet esaslı modelde örgütlenen siyasi aktörler birbirleri aleyhine, içerde ulus-devlet yapısını güçlendirme ve dışarda, Avrupa siyasetinde daha etkin aktör olma mücadelesine girmişlerdir. Bu mücadele hem ulus-devleti güçlendirme hem de diğerleri aleyhine nüfuz alanlarını artırma yönünde gelişmiştir. Bu sorun ve gerilim alanı 19. yüzyıl Batı düşüncesinde “milliyetçilik” akımlarının yaygınlaşmasını, Pan-Cermen, Pan-Slav örneklerinde “pan hareketleri”nin yükselişini getirmiştir. 19. yüzyıla damgasını vuran bu sorun ve gerilim alanı, zaman zaman sert hamlelerle gelişmiştir. Fransa-İngiltere, Almanya-Fransa savaşları, Napolyon Savaşları hemen bütünüyle bu yöndeki çekişmelerin bir neticesi olarak değerlendirilmelidir. “Pan” ön eki “bütün”, “tüm” ve “birlik” anlamlarına gelir. Bu durumda Pan-Cermen hareketi, Cermen ırkının birliğini, bütünlüğünü savunan milliyetçi hareketleri adlandırmak için kullanılır. Benzer şekilde PanSlavizm de Slavların bir araya gelerek ayrı bir ulus-devlet kurmaları ülküsü ile hareket eden bir ideoloji olarak karşımıza çıkar. 147 Modernleşme Kuramları Ulus-devletlerin Avrupa kıtası üzerindeki nüfuz mücadelesi 19. yüzyıl Avrupa siyasetinde birinci gerilim alanını oluştururken, sınıf temelli yeni siyaset ve toplumsal düzen önerisi ve talepleri ile orta çıkan toplumsal hareketler Batı Avrupa’da ikinci ve çok temel bir sorun ve gerilim alanını ortaya çıkarmıştır. Sanayi devrimi sonrasında şehirler hızla devasa üretim merkezleri, üretimin ulusal pazara ve dünya pazarına sevk edildiği lojistik merkezleri, aynı şekilde birer finans ve siyaset merkezleri haline gelmişlerdir. Sanayinin ihtiyaç duyduğu yüksek emek, kırsal yapının hızla çözülmesi ve yoğun bir nüfusun şehirlere yığınlar halinde doluşmasını getirmiştir. Eski yaşama şartlarından kopan şehre yeni eklenen bu nüfus, yeni yaşama şartlarında, yeni üretim düzeni içerisinde yeni bir sınıf halinde gelişmeye başlamıştır. O günkü sanayi, üretim düzeni, çalışma ilişkileri içinde zor şartlarda yaşamını sürdüren bu sınıf (işçi sınıfı) üretimdeki gücünü ve önemini kavradığı, kendi sınıf örgütlülüğünü geliştirdiği ölçüde hak taleplerini, daha iyi yaşama taleplerini yükseltmeye, bunun da ötesinde mevcut düzenin eleştirisini yapmaya, yeni bir siyasi ve toplumsal düzen önerisi dile getirmeye başlamıştır. 19. yüzyılda bütün Batı Avrupa ülkelerini saran işçi sınıf hareketleri endüstrileşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmış, çok güçlü bir dalga olarak zaman zaman, 1848 işçi ayaklanmalarında olduğu gibi, var olan toplumsal düzende sarsıcı etkiler yaratmıştır. 1789 sonrasında Avrupa’da 1830 Lyon, 1848 Paris, Almanya–Fransa Sedan Savaşını müteakip 1871 Paris Komün ayaklanmalarında olduğu gibi Avrupa’da ritmik dalgalar halinde sınıf temelli hareketlere tanık olunmuştur. 19. yüzyıl düşüncesinde milliyetçilik akımlarının yükselişinin yanında ikinci bir akım olarak sosyalizmin yükselişi bütünüyle bu sınıf hareketlerinin ortaya çıkışı ile ilgilidir. Sonuçta başarısız olmalarına karşın, sınıf hareketleri, radikal yönelimleri, örgütlenme ve eylemlilikleri ile 19. yüzyıl Avrupa yerleşik siyasi ve ekonomik düzenini tehdit edici boyutlarda yaygınlık ve etkinlik kazanmışlardır. Bu anlamda, siyasi aktörlerce baş edilmesi gereken temel bir sorun alanı olarak görülmüşlerdir. 148 Resim 6.4 Sanayileşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan işçi sınıfı ayaklanmaları 19. yüzyıl Avrupası’ndaki temel gerilim alanlarından birini oluşturmuştur. Kaynak: https://www.worldsocialism.org/spgb/socialiststandard/2010s/2015/no-1325-january-2015/page-history1834-canut-revolt-lyon 19. yüzyıla damgasını vuran üçüncü sorun alanı, sömürge edinme yarışı olarak adlandırılan, merkezinde Avrupalı aktörlerin olduğu dünya egemenliği çekişmesidir. Her bir aktör, sömürge alanlarında kendi etkinliğini artırma yönünde mücadele etmiş, bu mücadele de Avrupalı aktörler arası gerilimi çatışmalı hale getirmiştir. Sömürgelerde etkinlik arayışı, 19. yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşmış, özellikle Batı Avrupa siyasetine gecikerek katılan Almanya ve İtalya’nın uluslararası sistemde daha etkin rol alma talepleri ile yükselmiştir. Sömürge edinme, uluslararası sistemde daha etkin rol alma arayışı sert bir egemenlik mücadelesine, emperyal bir çekişmeye dönüşmüştür. 19. yüzyılın sonlarına gelirken Batı düşüncesinde siyaset terminolojisine egemen olan emperyalizm kavramı, biraz da bu çekişmenin en üst düzeye tırmanmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Ulus devletlerin güç mücadelesi, sınıf hareketleri ve Avrupalı siyasi aktörlerin dünya egemenliği için girdiği çekişme, toplumsal değişmenin yönünü, değişmeye inancı olumsuz yönde etkileyebilmiş, özgüveni sarsmış değildir. Ancak bu sorun ve gerilim alanları I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ve Avrupalı güçlerin merkezinde olduğu uluslararası sistemde bir kriz dönemi yaşanmasının kaynağını oluşturmuştur. Avrupa krizi, dünya krizi halini almıştır. İki savaş arası dönemde Avrupa’da yaşanan bu kriz, Aydınlanma hareketinden itibaren yürürlüğe giren toplumsal değişmeye ve ilerlemeye yönelik kitlesel inancı ciddi bir biçimde sarsmıştır. Toplumsal Değişme Kuramları İki Savaş Arası dönem: Kriz ve Toplumsal Değişme Anlayışının Değişmesi ‘20. yüzyılın ilk yarısını tanımlayıcı olgu nedir?’ diye sorduğumuzda cevap krizdir. Avrupa merkezli bu kriz ekonomik, siyasi ve düşünsel boyutta hayli kapsamlı yaşanmış bir krizdir ve dönemin toplumsal değişme anlayışını da, siyasi ve ekonomik paradigmalarını da derinden etkilemiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında krize kaynaklık eden sorunlar, sırasıyla: 1. I. Dünya Savaşı, 2. Rus Devrimi, 3. Sömürgelerde ayaklanma ve 4. 1929 ekonomik krizidir. Birinci Dünya Savaşı, 19. yüzyılın sorun ve gerilim alanlarından olan Avrupalı aktörlerin sömürgeleştirilmiş coğrafyalarda nüfuz kurma mücadelesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Almanya’nın modern devletler sistemine geç katılması, hırsla hem Avrupa hem de uluslararası sistemde etkin rol alma talepleri, diğer güçlerle sert karşılaşmayı doğurmuş, karşılaşma I. Dünya Savaşı ile neticelenmiştir. I. Dünya Savaşı, maddi ve manevi kayıpları olağanüstü yüksek bir savaş olmuştur. Büyük bir nüfusun kaybı, şehirlerin savaşla birlikte tahribi yüksek bir mali tablo ortaya çıkarmıştır. Savaş sadece maddi kayıplara neden olmamış, toplumda, siyasi merkezlerde yoğun bir özgüven kaybı ve çöküş duygusunun yaşanması ile neticelenmiştir. I. Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914’te başlayan ve 11 Kasım 1918’de sona eren Avrupa merkezli bir küresel savaştır. Dönemin büyük güçleri iki ayrı gruba ayrılarak savaşmışlardır. İtilaf ve İttifak Devletleri. Savaş, Osmanlı Devleti’nin de içinde yer aldığı İttifak Devletleri’nin mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve beraberinde kitlesel bir yıkım ve kayıp getirmiştir. İki savaş arası dönemde krizin egemen olmasında belirleyici olan ikinci temel sorun Rus devrimidir. Savaş koşullarında, 1917’de Rusya’da patlak veren Bolşevik Devriminin kriz ortamının oluşmasında önemli etkileri olmuştur. Bu etkilerden ilki, Rus Devrimi’nin, Batı’dan çok büyük bir parçanın kopması anlamında, önemli bir bölünmeyi başlatmış olmasıdır. Çok geniş bir coğrafya, nüfus Avrupa devletler sisteminden kopuşu seçmiştir. Rus Devriminin ikinci etkisi, devrimin Avrupa siyasi merkezleri üzerinde kopmanın ötesinde bir tehdit etkisi de yaratmış olmasıdır. Rus Devriminin ilk döneminde, Avrupa’nın merkezinde olduğu uluslararası sisteme karşı, tüm Batı-dışı coğrafyaları da kapsayacak şekilde Dünya Devrimi çağrısında bulunması, modern ekonomik, siyasi ve toplumsal düzene alternatif bir düzen önerisi ile gelerek, sert bir kapitalizm ve emperyalizm eleştirisi yapması Avrupa’da tehdit algısı yaratmıştır. I. Dünya Savaşı’nın maddi ve manevi kayıplarına Rus devriminin yarattığı bu siyasi ve manevi tehdit algısı da eklenmiştir. Batı karşıtı, anti-emperyalist ayaklanmalar, iki savaş arası yılların krizin egemen olduğu bir evreye dönüşmesini belirleyen bir başka unsurdur. Sömürgelerde ortaya çıkan Batı karşıtı ayaklanmalar, uzun yüzyıllardır yerleşik bir siyaset uygulaması haline gelen sömürge idaresine, sistemine itiraz ekseninde ortaya çıkmışlardı. I. Dünya Savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında tüm Batı-dışı coğrafyalar, Latin Amerika dâhil, tüm Batı dışı coğrafyalar, Fas’tan Endonezya’ya, Hindistan’dan Orta Asya’ya sömürgeciliğe karşı ayaklanma halindedir. O kadar ki, bu yılların Batı düşüncesinde “sömürgelerin kara derili insanlarının ayaklanıp, Beyaz adamın kurduğu makine medeniyetine son vereceği” görüş ve değerlendirmeleri dillendirilmeye başlanacaktı. Bu üç temel sorun alanı, 1929’da Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan ekonomik kriz ile daha da zenginleşmiştir. 1929 krizi bütün bir dönemi krizle damgalayan sonuncu olgu olmuştur. Bu dört noktada ortaya çıkan sorun alanları, Avrupa’da 19. yüzyılın özgüven yüklü, değişime, ilerlemeye olan inancını derin bir biçimde sarsmıştır. 19. yüzyılın kendinden emin toplumsal değişme anlayışları, ilerlemeci ve tek çizgili tarih anlayışları egemen olmaktan çıkıp düşünsel iklimden, bilim çevrelerinden geri çekilmek zorunda kalmıştır. İlerlemeci tarih felsefelerinin yerini döngüsel (dairevi ya da çevrimsel) tarih anlayışları alırken, Batı düşüncesinde çöküş duygusu egemen olmaya başlamıştır. Aydınlanma hareketinden beri modern uygarlığa duyulan ve gelecekte daha mükemmel bir toplumsal düzenin kurulacağına dair inanç geri çekilirken, uygarlıkların ölümlü olduğuna, sonluluğuna ilişkin açıklamalar bu dönem Batı düşüncesinde sıkça telaffuz edilir hale gelmiştir. Oswald Spengler, 1914 149 Modernleşme Kuramları tarihli çalışmasına Batı’nın Çöküşü başlığını vermiştir. Fransız Edebiyatçı Paul Valery, Avrupa’dan söz ederken, Asya’nın burnundaki şu küçük çıkıntı değerlendirmesini yapmıştır. İki savaş arası dönem ekonomide piyasa ekonomisi anlayışının, “laissezfaire” yaklaşımının terk edildiği, kamu müdahalesi uygulamalarının öne çıktığı dönem olmuştur. internet Antikçağ’dan günümüze gelene kadar ortaya konan farklı tarih anlayışları ile ilgili ayrıntılı bilgi elde etmek için http://web.deu.edu.tr/ ataturkilkeleri/ai/uploaded_files/file/dergi%20 18-19%20yeni/01-%20Kubilay%20Aysevener.pdf linkindeki makaleyi okuyabilirsiniz. Dairevi, döngüsel ya da çevrimsel tarih anlayışlarına göre tarih döngüsel bir seyir izler. Yani tıpkı insanlar gibi, uygarlıklar da çocukluk, gençlik ve yaşlılık çağlarından geçerler. Doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Dolayısıyla bu bakış açısında, sürekli bir ilerleme, gelişme fikri saklı değildir. Aksine, ilerlemeci tarih anlayışının açık bir reddi söz konusudur. Eski Sorunlar Yeni Çözümler Birinci Dünya Savaşı sonunda, 1919 Versailles görüşmeleri ile merkezinde İngiltere’nin yer aldığı yeni bir uluslararası ilişkiler sistemi görece bir denge içinde tanımlanmıştı. Ancak bu denge kısa sürmüştür. 20 yıl sonra, 1939’da Almanya, adeta nerde kalmıştık dercesine eski taleplerini, uluslararası sistemde daha etkin rol alma ve sömürgelerden, dolayısıyla dünya pazarından daha fazla pay alma talebini yenileyerek yeni bir meydan okumaya yöneldi. Kriz dönemi şiddetle aşılarak, II. Dünya Savaşı’na girildi. II. Dünya Savaşı, bir önceki büyük savaş ile karşılaştırıldığında daha fazla nüfusun harekete geçirildiği, savaşın daha yaygın bir şekilde yürütüldüğü, daha yüksek teknoloji, daha fazla şiddet kapasitesi ile yüksek askeri, toplumsal, ekonomik ve manevi kaybın yaşandığı bir savaş oldu. Neticede Almanya’nın yerleşik düzene itirazı bir kez daha baskılanarak, geri çekilmesi sağlandı. 150 II. Dünya Savaşı sırasında müttefik güçler arasında savaş sonrasındaki yeni uluslararası düzene ilişkin olarak başlatılan görüşmeler, Potsdam, Kahire, Tahran ve Yalta Konferansları ile belirli bir mutabakata dönüşmüştü. II. Dünya Savaşı sonrasında müttefikler, I. ve II. Dünya Savaşlarının yarattığı yüksek yıkım ve maliyeti göz önünde bulundurarak, tekrar bir savaşın yaşanmamasına odaklanmıştı. Yeni uluslararası düzende hem eski sorunlar (gerilim alanlarını görece bir çözüme kavuşturma) hem de uluslararası sistemi yeni bir krize evrilmeyecek şekilde tahkim etme ihtiyacı merkeze alınmıştı. Tam da bu anlamda II. Dünya Savaşı sonrası yeni uluslararası ilişkiler sistemi, eski sorunları aşmaya ve yeni kriz alanlarının ortaya çıkmasını engellemeye yönelik olarak kurulmuştu. II. Dünya Savaşı, 1939-45 arasında gerçekleşen küresel nitelikli bir savaştır. I. Dünya Savaşı’nın çözümsüz bıraktığı anlaşmazlıklarla belirlenen yirmi yıllık gergin bir dönemin ardından patlak veren savaşta Almanya, İtalya ve Japonya’nın oluşturduğu Mihver devletleriyle Fransa, İngiltere, ABD, SSCB ve daha sınırlı bir konumla Çin’in oluşturduğu Müttefik devletler karşı karşıya gelmiştir. Yükselen Nazi tehdidine karşı genel bir mücadele niteliğini kazanan savaşın sonunda dünya güç dengesi yeniden biçimlenmiştir. Savaş sonunda SSCB ve bazı Doğu Avrupa Ülkeleri yeni topraklar kazanırken Japon ve İtalya İmparatorlukları yıkılmıştır (https:// www.turkcebilgi.com/ikinci_d%C3%BCnya_ sava%C5%9F%C4%B1). Merkezinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunduğu yeni uluslararası ilişkiler sisteminin ilk öne çıkardığı politik düzenleme, sömürge sorununa ilişkindi. Uzun yüzyıllar boyunca geliştirilmiş ve yerleşik bir siyasi uygulama haline gelmiş olmasına rağmen, sömürge sisteminin, özellikle I. Dünya Savaşı öncesinden başlayan ayaklanmalar sebebi ile sürdürülmesi maliyetli hale gelmişti. Yeni politika arayışının işaret fişeği, Amerikalı diplomatların “eski trafik levhaları” ile gidilemeyeceği, sömürgelerin “gunbot politikaları” ile yönetilemeyeceği ifadeleri ile atıldı. Bu politika uluslararası siyaset terminolojisine “dekolonizasyon”, sömürgelerin bağımsızlaşması olarak girdi. Savaş sonrasında uygulamaya konulan bu politika ile eski sömürgele- Toplumsal Değişme Kuramları rin bağımsız ulus-devletler şeklinde örgütlenerek, uluslararası ilişkiler sisteminin parçası olması hedeflendi. Gunbot politikası, güçlü bir devletin gönderdiği savaş gemileri ile güçsüz bir devleti tehdit etmesini ifade etmektedir. Dekolonizasyon, sömürgelerde, sömürge idaresinin sona erdirilerek yerli halkın kendi bağımsız ulus-devletini kurması politikası idi. Savaş sonrasında başlayan bu dekolonizasyon süreci 1960’lı yıllar da dâhil olmak üzere uzun bir sürece yayıldı. Savaş sonrasında eski sömürgeler birbiri arkasına ulus-devletler haline gelmeye başladı. O günün terminolojisi ile ifade edersek ulus-inşa süreci işlemeye başlamıştı. Sömürgelerin bağımsızlık kazanması, öncelikle sömürge coğrafyalarındaki halkın direncinin, sömürge idarelerine karşı ayaklanma ve kendi düzenini kurma çabasının ürünüdür. Bu anlamda önemli bir örnek olarak Cezayir Bağımsızlık savaşını verebiliriz. Bağımsızlık Savaşı sırasında Cezayirliler, sömürgecilere karşı mücadelede 1.5 milyon şehit vermişlerdi. Bununla birlikte dekolonizasyon politikası, tüm sömürge dünyasını yeniden biçimlendirmek, yeni ilişkiler sisteminin parçası kılmaya yönelikti. Birçok sömürge bölgesinde ortaya çıkan yeni ulus-devletler bu yönelimin ürünüydü. 1960’ta bir gecede 17 Afrika ülkesinin bağımsız ulus-devletler olarak ilan edilmesi bu yönelimin tipik bir sonucuydu. Resim 6.5 Cezayir, 1954-1962 yılları arasında gerçekleşen bağımsızlık savaşı ile bir Fransız sömürgesi olmaktan çıkmış ve bağımsız bir ulus-devlet haline gelmiştir. Cezayir’in bağımsızlığı ile sonuçlanan süreç, 20. yüzyılın en dikkate değer silahlı mücadeleleri arasında yer almaktadır. Kaynak: http://www.warscapes.com/blog/today-historyalgeria-and-vian-accords. Dekolonizasyon politikası ile, 19. yüzyıl sonu ve iki savaş arası dönemin sömürgecilikten kaynaklı sorunları tehdit olmaktan çıkarılmıştı. Bunun da ötesinde eski sömürge coğrafyasında, ortaya çıkan bir başarısızlık, gelişme sorunu varsa bunun sorumlusu artık, uluslararası sistem ya da sömürgeciler değildi. Bu anlamdikkat da II. Dünya Savaşı Dekolonizasyon, sömürsonrasındaki dekolonizasyon politikası ile geci devletlerin sömürgegüç ilişkilerinde çok leştirdikleri coğrafyalarda önemli bir sorun ala- yaşayan insanların sömürge nı olarak ortaya çıkan idaresinin sona erdirilmesi sömürge meselesi çö- ile kendi bağımsız ulus-devzüme kavuşturulmuş letlerini kurma sürecidir. oluyordu. Modern uluslararası ilişkiler sisteminin karşılaştığı en önemli sorun alanlarından birisi de, Avrupalı aktörlerin Batı-dışı coğrafyalarda birbirleri aleyhine girdikleri sömürge edinme ve nüfuz alanları oluşturma mücadelesinin dünya savaşlarına varan çatışmalara dönüşmesi idi. II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan yeni uluslararası ilişkiler sistemi, bu temel sorunu bir çözüme ulaştırmaya yönelmişti. Bu amaçla, Birleşmiş Milletler (BM) örgütü kuruldu. Birleşmiş Milletler, güçlü aktörler arasında bir ortak yönetim mekanizmasının kurulması anlamına geliyordu. Ayrıca, sömürge edinme yarışının yarattığı sorunları giderebilmek için eski sömürü alanlarının ortak çıkarlar etrafında bütünleştirilmesi gerekiyordu. Bu bütünleştirme ihtiyacı ise, II. Dünya Savaşı sonrasında hızla gelişen çok uluslu şirket örgütlenmeleri ile karşılandı. II. Dünya Savaşı sonrasında eski ve yerleşik sorunları çözmeye yönelik yeni politika arayışları üç ana unsur üzerinde durmuştur: 1. Ortak bir yönetim mekanizması etrafında tek bir uluslararası ilişkiler sistemi, 2. Yeni uluslararası ilişkiler sisteminin alt yapısını oluşturacak ekonomik ilişkiler sistemi, 3. Batı Avrupa öncülüğünde ortaya çıkmış modern ilişkiler sisteminde geleneksel Batılı aktörlerin konumunun korunması. Merkezinde ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devletlerinin bulunduğu yeni dünya düzeninde sömürge ve paylaşım sorunlarının çözüme kavuşturulması, ekonomik ilişkiler sistemi ile sömürünün güçlü aktörler arasında ortaklaştırılması Batı 151 Modernleşme Kuramları Avrupa ve Kuzey Amerika ekonomisinde büyük bir büyüme ile neticelenmiştir. Eski sömürge sistemi dekolonizasyon siyaseti ile tasfiye olmuş; ama yeni siyasi ve ekonomik ilişkiler sistemi ile Batıdışı coğrafyaların merkez ülkelerce sömürülmesi temin edilmiş bulunmakta idi. Bu kazanımın sonucu çevrenin, çevre ülkelerin, eski sömürge bölgelerinin merkez ülkelerce sömürüsünün bir anlamda sürekli hale getirilmesi, önemli bir Batı içi sorununun (19. yüzyıl sınıf sorununun) da aşılmasını getirmiştir. 19. yüzyılın sınıf temelli toplumsal hareketlerinin sosyal devlet uygulamaları (iş güvencesi, sosyal güvenliğin sağlanması, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerinin sunulması) aracılığı ile sisteme ortak edilmeleri sonucunda toplumsal taleplerini ve alternatif düzen önerilerini geri çektikleri görülmektedir. Bir bakıma, II. Dünya Savaşı sonrasında sınıf temelli toplumsal hareketlerin geri çekilmesinin kaynağında, kısmi çıkarlarla sisteme dâhil edilmeleri bulunmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasında, modern uygarlığın çekirdek ve kurucu bünyesinde, neredeyse yapısal hale gelen ulus-devletler arasındaki çekişme, sömür- ge edinme yarışı ve sınıf çatışmaları sorunları yeni yapı ve araçlarla çözüme kavuşmuş bulunmaktaydı. Bu çözüm noktası, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yer alan modern toplumların yeniden güçlenmelerine ve zenginleşmelerine yol açmıştır. Zenginleşen ve güç ilişkilerinde hiyerarşik olarak merkezde konumlanan modern toplumların kendilerine yönelik algıları, toplumsal değişme anlayış ve açıklamaları yeniden bir değişime uğramıştır. Bir özgüven kazanımının ötesinde, yeni sistemin sürdürülebilirliği ihtiyacı sosyal bilimlerde ciddi bir karşılık bulmuştur. Sosyal bilimler, yeni siyasi ve ekonomik uluslararası ilişkiler sisteminin ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda kelimenin tam anlamıyla işe koşulmuştur. Toplumsal değişmeye, tarihe, toplumlar arası ilişkilere bakış ve açıklama biçimi II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden biçimlenmiş ve modernleşme kuramları toplumsal değişme açıklamalarının merkezine oturmuştur. Bunun da ötesinde modernleşme ve endüstrileşme teması, ulus-devlet inşa süreci, ikisadî gelişme ve büyüme, hemen hepsi birbirleri ile ilişkili olarak, modernleşme kuramları ile sosyal bilimlerin neredeyse ana paradigması haline gelmiştir. Öğrenme Çıktısı 2 Modernite deneyimini Batı Avrupa’nın yaşadığı tarihi, siyasi ve kültürel değişim süreci içinde tarihsel olarak çözümleyebilme 3 Klasik sosyolojinin çıkış ve kuruluş dinamiklerini 19. yüzyıl Avrupa sorunları ile ilişkisi içinde kavrayabilme 4 İki savaş arası dönemdeki sorun alanları ile II. Dünya Savaşı sonrasındaki yeni toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenin kuruluşu arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilme Araştır 2 İlişkilendir Anlat/Paylaş Modern Toplum ve uygarlık öncesinde Ortaçağ’da nasıl bir toplumsal ve ekonomik düzen vardı? Araştırınız. Luraghi, R. (2011). Sömürgecilik Tarihi. çev. Halim İnal, İstanbul: E Yayınları adlı kitabı inceleyerek sömürgecilikle Batı Avrupa’nın iktisadi ve siyasi yükselişi arasındaki ilişkileri tartışabilirsiniz. 19. yüzyılın özgüven ve üstünlük duygusu ile dolu tarih, siyaset ve ekonomi anlayışları ile I. Dünya Savaşı sonrasının çöküş psikolojisinin egemenliğindeki anlayışları karşılaştırınız. 152 Toplumsal Değişme Kuramları MODERNLEŞME KURAMLARI Modernleşme kuramları II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilimler alanında doğdu. Daha özelde sosyolojide güçlü bir karşılık buldu. Sosyolojinin hemen yanında, iktisat, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplin ve alanları yer aldı. Çoğu kez bu bilim dalları birlikte yol aldı. Özellikle “bölge araştırmaları” çalışmalarında birçok bilim alanı birlikte çalıştı. Modernleşme kuramları II. Dünya Savaşı sonrasında modernliğin çekirdeğinde yer alan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da sosyal bilim çevrelerince geliştirildi. Modernleşme kuramları, toplumsal değişme açıklamalarının hemen bütününü etkiledi ve değişme süreçlerini açıklayan ana paradigma haline geldi. Ana akım sosyolojiler ve merkez ülkelerin merkez üniversiteleri modernleşme kuramlarını satın aldılar ve modernleşme, endüstrileşme, bölge araştırmaları, ulus-inşa süreci gibi konularda yoğun bir bilgi üretimi gerçekleşti. 1950’lerde doğan modernleşme kuramları 1960’larda görece eleştirilere uğrasa da ana akım açıklama biçimi ve paradigması olmaya devam etti. Bu merkezde oluş, 1970’lere kadar devam etti. Değişmeye olumluluk ya da olumsuzluk atfetmenin tarihlere, toplumlara, kültürlere göre değişebildiğini yukarda Avrupa deneyimi üzerinden ifade ettik. Bu anlamda değişmeye ilişkin açıklama ve kabuller tarihseldir, tarihsel ilişkilerin, siyasi, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin değişmesine bağlı olarak değişir. Yeni şartlar, yeni sorun alanları ve yeni çözüm arayışları yeni açıklamaları doğurur. 19. yüzyılda değişime bağımsız bir güç atfeden, değişimi bir tür kutsallık halesi ile kavrayan toplumsal değişme kabul ve açıklamaları egemendi. Değişimin, ilerlemenin, daha mükemmel olana doğru ilerleyişin, tarihin hareket ettirici gücü olduğuna inanç tamdı. Toplum, tarih, toplumsal değişim, şehirleşme, deniz aşırı yayılma, toplum modelleri, toplumlararası ilişkiler, uygarlık tarihi değişim ekseninde kavranıyor ve açıklanıyordu. İki savaş arası dönemde toplumsal şartların değişmesi, yukarda ifade edildiği gibi değişim açıklamalarını hemen bütünüyle değiştirdi. II. Dünya Savaşı sonrasında siyasi, kültürel, ekonomik iklim bir kez daha değişmiş, yeni bir tarihsel döneme girilmişti. Ulusal ve uluslararası bağlamda, toplumsal alanın aktörleri arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler bu dönemde yeniden düzenlenmişti. Yeni tarihsel durum yeni değişme açıklamalarını, kuramsallaştırma çabalarını da beraberinde getirdi. II. Dünya Savaşı sonrasında merkez ülkelerce geliştirilen yeni uluslararası ilişkiler sisteminin önünde çözülmesi, bir sisteme kavuşturulması gereken bir kaç sorun alanı bulunmaktaydı: Bunların başında dekolonizasyon siyaseti ile bağımsızlıklarını kazanan yeni ulus-devletlerde ulus inşa süreçlerinin yönetilmesi gelmekteydi. Bu yeni ulusdevletlerin hem siyasal sistemlerinin düzenlenmesi hem de siyasal birimler olarak uluslararası ilişkiler (BM) sistemine katılmasının sağlanması gerekiyordu. İkinci olarak, yeni ulus-devletlerin ekonomik ilişkiler aracılığıyla, uluslararası ilişkiler sistemine dâhil edilmesi gerekiyordu. 1950’lerde doğan modernleşme kuramlarındaki anahtar kavramların, modernleşme, endüstrileşme, kurumsal gelişme, ulus-inşa süreci ve azgelişmişlik gibi kavramlar olması, modernleşme kuramları ile yeni uluslararası ilişkiler sisteminin ihtiyaç ve taleplerinin örtüştüğünün göstergesidir. II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve Kuzey Amerika, I. ve II. Dünya Savaşlarının yarattığı kriz iklimini geride bırakmıştır. Yeniden yapılandırılan uluslararası ilişkiler sistemi, toplumsal istikrarı temin etmiş ve refahı artırmıştır. Bu ise hem toplum katmanlarında hem de siyasi aktörlerde bir özgüven patlamasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda iki savaş arası dönemin özgüven kaybı, çöküş duygusu ve döngüsel tarih anlayışlarının egemen olduğu iklimi geri çekilmiştir. Ekonomik refahın ve siyasi gücün yeni imkânlarla zenginleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında bir yanıyla 19. yüzyılın özgüven yüklü iklimini, üstelik sınıf savaşları ve emperyal çekişme gibi birçok sorunu da geride bırakmış olarak, yeniden getirmiş gözükmektedir. Özgüven ikliminin yeniden gelmesi neticesinde Batı düşüncesinde ve biliminde 19. yüzyılın evrimci, ilerlemeci toplumsal değişme ve tarih anlayışları reenkarnasyona uğrayarak yeniden canlanmışlardır. Bu anlamda 19. yüzyılın ruhu, yeni zamanların ruhu olan modernleşme paradigmasına sızmıştır. Öyle ki, 19. yüzyılda ilkel toplumlardan uygar Batılı toplumlara doğru olan toplumsal değişmenin yönü, modernleşme kuramında geleneksel toplumların modern Batılı toplumlara doğru evrilmeleri şekline dönüşmüştür. A. Comte, H. Maine ve L. H. Morgan’ın çalışmalarında toplumsal değişme, toplumların başlangıçtaki geri ya da azgelişmiş bir durumdan, nihaî ve gelişmiş bir duruma doğru evrilmeleri şeklindedir. Modernleşmenin getirdiği geleneksel/modern ayrımının kavramsal kökenleri, Maine’nin toplumsal ilerleme- 153 Modernleşme Kuramları nin doğrusal gelişiminin statüye dayalı ilişkilerden sözleşmeye dayalı ilişkilere doğru olduğu açıklaması, F. Tönnies’nin Cemaat/Cemiyet (Gemeinschaft/ Gesellschaft) ayrımı ve M. Weber’in otoritenin geleneksel ve rasyonel kaynaklarını tartışmasına kadar gitmektedir (Coşkun, 1989, s. 296). Modernleşme kuramı, ABD’deki bir grup gelişme uzmanının, Marksist toplumsal gelişme değerlendirmesine bir alternatif ortaya koyma gayretlerinin sonucu olarak, 1960’ların başında yaygın biçimde kullanılmaya başlanan bir terim ve yaklaşımdır (Marshall, 1999, s. 508). Toplumsal değişme açıklamaları, dikkat modernleşme ku19. yüzyılın ilerlemeci tarih ramları ile, biraz anlayışında dönüşüm ilkel da 19. yüzyıl tarih toplumlardan uygar Baaçıklamaları ile bentılı toplumlara doğrudur. zeşerek, toplumsal Modernleşme kuramında değişmeye yön verici ise, benzer bir biçimde, bir misyon yüklengeleneksel toplumların miştir. Modernleşme modern Batılı toplumlara kuramları, II. Dünya doğru evrilmesi öngörülür. Savaşı sonrası toplumlararası ilişkilerde bu yön verici misyonla yüklü olarak görev üstlenir. Bu anlamda modernleşme literatüründe modernleşme konusunda izlenecek model konusu merkezi bir yer tutar: Modernleşmenin bugüne kadar yapılmış tanımlarının hemen hepsi endüstri ile endüstrinin nitelik ve süreçleri ile ilgilidir. Terim olarak modernleşme, dünya toplumlarının unilinear (tek taraflı) bir gelişme çizgisini izleyen bir değişme sürecini takip ettikleri, gerçek gelişmenin ancak endüstrileşmiş Batı ülkelerinin sundukları modelleri aynen benimseme ölçüsünde tamamlanmış olacağı anlamını taşımaktadır. Modernleşme sürecinde izlenecek model konusu, literatürde geniş yer tutmaktadır. Tek bir model söz konusudur. Bu da gelişmiş Batı endüstri toplumlarının gelişme modelidir. Kuramın önde gelen isimlerinden olan Eisenstadt modernleşmeyi tarihsel olarak Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da geliştirilmiş olan toplumsal, ekonomik ve siyasal sistemlere doğru bir gelişme süreci şeklinde tanımlamaktadır. Takip edilecek model 154 konusunda W. E. Moore da Eisenstadt’a katılır, ona göre, modernleşme, geleneksel ya da çağ öncesi bir toplumun, Batı dünyasının ‘ileri’, ekonomik bakımdan bolluk içinde ve siyasal açıdan göreli bir istikrarı olan ulusların nitelediği teknoloji tipleri ve bunlarla birlikte gelen toplumsal örgütlenme doğrultusunda gelişmesidir (Coşkun, 1989, s. 297). 19. yüzyılda Batı düşüncesinde toplumsal değişmeyi ve toplumlararası ilişkileri açıklamada sıklıkla başvurulan eski, durağan, ilkel toplumsal durumdan gelişmiş, modern duruma doğru olan, doğu-batı, barbarlık-uygarlık gibi dikotomiler modernleşme kuramları ile yeniden vücut bulmuştur: Modernleşme kuramcıları toplumları geleneksel/modern ayrımı içerisinde ele almaktadırlar. Gelişme çizgisinin başlangıç noktasında Batı-dışı geleneksel/kırsal/ tarımsal toplum, nihaî noktasında da modern/kentsel/endüstriyel Batı toplumu bulunmaktadır. Bu ikili ayrımdan hareket eden modernleşme kuramcıları geleneksel toplum ile modern toplum arasında belirgin farklar görmüşlerdir. Modern ve geleneksel toplum arasında ortaya çıkan temel farklılık ise, bilimsel ve teknolojik bilginin genişlemesine bağlı olarak insanın tabii ve sosyal çevresi üzerinde kurduğu egemenlikte görülmektedir. Bu anlamda modern ve geleneksel insan aras?