🎧 New: AI-Generated Podcasts Turn your study notes into engaging audio conversations. Learn more

Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract[21-40].pdf

Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...

Full Transcript

Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 43 çıkmalarına rağmen, bizim ısrarla bu uyarıları devam ettirmemiz gerekir. İnsanlık semasının ayları, güneşleri mesabesinde olan başta peygamberler olmak üzere evliyâ, asfiyâ da hep böyle davranmışlardır. Meselâ; Hz....

Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Onun Kazandırdıkları _________________________________ 43 çıkmalarına rağmen, bizim ısrarla bu uyarıları devam ettirmemiz gerekir. İnsanlık semasının ayları, güneşleri mesabesinde olan başta peygamberler olmak üzere evliyâ, asfiyâ da hep böyle davranmışlardır. Meselâ; Hz. Nuh (aleyhisselâm), boğulmak üzere olduğunun farkında olmayan, onun için de gemiye binmemede ısrar eden oğlunun karşısında, nasıl çırpınmış ve aralarına giren bir dalganın oğlunu alıp götürmesi karşısında nasıl sarsılmış ve sessiz bir feryada gömülmüştü,18 öyle de, günümüzde, aynı türden yüzlerce hâdise karşısında aynı heyecan yaşanmalıdır!.. Putlara tapan bir baba karşısında Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) derdi, ızdırabı ve ona hakikatleri anlatabilmek için her çareye başvuruşu,19 günümüzün muhabbet fedailerine mutlaka bir şeyler anlatmalıdır. Hele, kendisini kırk yıl himaye etmiş amcası Ebû Talib’in öleceği anda başucunda durup: “Amcacığım, bir kere beni tasdik et, ahirette sana şefaat edeyim.”20 diyerek kıvrım kıvrım kıvranan dertli ve mahzun Nebi’nin bu hâli, gözlerimizin önünden hiç gitmemelidir. ... Ve yine O; kavmi O’nu kovmuş ve her türlü hakarete maruz bırakmışken, O hep muhabbet ve sevgiyle mukabele etmiş; etmiş ve kazanan da kendisi olmuştur.21 Çünkü arkasından milyarlarca insanın ebedî hayatı kazanmasına giden yol, bu katlanma köprüsünden geçerek devam etmiştir. Evet, bu kudsî vazife, tam şefkat ve muhabbet fedailerine göre bir vazifedir. Yaşatma arzusuyla yaşama zevkini terk edenlerin vazifesi.. içinde bulunduğu cemiyetin fertlerine Cennet’e giden yolu gösteremediği takdirde, Cennet’te 18 19 20 21 Bkz.: Hûd sûresi, 11/42-43. Bkz.: En’âm sûresi, 6/74. Buhârî, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1, eymân 19; Müslim, îmân 41. Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 49/152; İbn Adiyy, el-Kâmil 6/111. 44 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni dahi huzur bulamayacak kadar yüce himmetler taşıyan şefkat âbidelerinin vazifesi.. “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur. Milletimin imanını selâmette görmezsem, Cennet’i de istemem. Orası da bana zindan olur...”22 diyen fedailerin vazifesi.. ve “Yâ Rab, vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, oraya başka kulun girmesin!” diyen sıddîklerin vazifesi... Evet, pratikte tatbiki çok zor olan bu sözler, bir anlık ruh hâlini ele verse dahi, ummanlara sığmayan bir şefkati anlatması bakımından da çok mühimdir... Allah Resûlü, ümmetinden bir kısmının Cehennem’e gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp “Ümmetim! Ümmetim!” diyeceği rivayet edilir. Bu nasıl bir şefkattir ki, o esnada O’na; Cennet’i, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutturacak ve O gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayıp duracaktır. Evet, O’na “Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!” deninceye kadar O, başını yerden kaldırmayacak ve hep “Ümmetî! Ümmetî!” diye inleyecektir.23 İşte bu o büyük zatın ümmetine karşı eşsiz şefkat ve merhametinin ifadesidir. Yine bu, O’nun, en büyük muhabbet fedaisi olması demektir. Evet, kendi beşerî hazlarını, aile mutluluğunu, dünyevî meşguliyetlerini insanların derdiyle dertlenme yolunda unutmayan ve candan, cânândan geçmeyenin muhabbet fedaisi olması mümkün değildir. Tam bir muhabbet fedaisi olmadan da “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’lmünker” vazifesini hakkıyla yerine getirmek imkânsızdır. 22 23 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller). Buhârî, tefsîru sûre (2) 1, tevhid 36; Müslim, îmân 322, 326, 327. 3. TEBLİĞ EN KIYMETLİ HEDİYEDİR Tebliğ vazifesine, hediyeleşme bağlamında bir teşbihle yaklaşacak olursak, şunlar söylenebilir: Sizler yakınlarınıza, bayramlarda veya düğünlerde hediyeler götürürsünüz. Götürmeden evvel de, götüreceğiniz hediyenin isabetli olması için hassas davranır ve hediye götüreceğiniz şahsa götürülecek hediyenin seçimi mevzuunda bir hayli düşünürsünüz. Bu, gayet normal ve hatta faydalı bir davranıştır. Çünkü hem hediyeleşecek, hem de götürdüğünüz hediye ile bir ihtiyacı karşılamış olacaksınız. İçtimaî hayatı paylaştığınız aynı yolun yolcusu insanlara gidip, onlarla sohbet etmeyi plânlarken de, en az hediye tercihinde gösterdiğiniz hassasiyet kadar hassas davranmalısınız ki, o insanlara en çok ihtiyaç duydukları şeyleri sunabilesiniz. Unutmamalıyız ki, bugünün insanının en çok muhtaç olduğu şey; bir çift güzel söz ve nasihattir. Ve yine bugünün en kıymetli hediyesi, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”dir. Bu sebeple, bu vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirebilmek için öncelikle muhatabımız olan şahsı veya şahısları iyi tanımalı ve onların boşluk noktalarını, muhtaç oldukları 46 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni hususları çok iyi tespit etmeliyiz. Aksi hâlde kametine uymayan ve ona şirin görünmeyen atlas bir cübbe de olsa, ona sevimsiz bir elbise giydirme gibi olacaktır ki, yapılan şey iyilik olmasına rağmen kötülük tesiri icra edecektir. Çeşitli ideolojik ve fikri saplantılara dûçâr olmuş bir insanın, düşüncelerini berraklaştırmadan, onu semalarda dolaştırmanın hiçbir mânâsı olamaz. Kalbi küsuf tutmuş bir insanın gönül aynasında yıldızlar, ışıklarının serbest oyunlarını nasıl oynasınlar ki! Bu itibarla da, herhangi bir insana yaklaşmada o şahsın boşluklarını tespit çok mühimdir. Ta ki, söylenen sözler onu düşündürsün, sarssın ve kendine getirsin. Bazen sizin ızdırap dolu bir iniltiniz, onun kendine gelmesine ve boşluğunu duymasına sebep olabilir. Her hâlde, bir insanı kendine getirici o iniltiden, o ızdırap yüklü feryattan veya bir çift güzel sözden daha kıymetli hediye de olamaz! Öyle bir söz veya inilti ki, onun daha sonraki bütün yanlış gidişlerine “Dur!” diyecek ve onu istikamete sevk edecektir. Kötüden iyiye yönlendirici, insanın önünde iyiden şehrahlar açıcı bu hediye, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in ta kendisidir. Ve bence hediyelerin de en kıymetlisi odur. Buhârî ve Müslim, ittifakla şu hâdiseyi naklederler: “Hayber muhasarası günlerce sürdü. Müspet hiçbir netice alınamıyordu. Hayber yahudileri bütün güçleriyle direniyorlardı. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o, Allah ve Resûlü’nü; Allah ve Resûlü de onu sever.”24 buyurdu. Bu bir sahabi için müjdelerin en büyüğüydü. Herkes bu pâyenin kendisine ait olmasını arzu ediyordu. Evet, onlar mü’min kardeşini her meselede kendi nefislerine tercih edebilirlerdi. Meselâ, son nefeste ve en çok muhtaç olduğu bir anda ağzına götüreceği bir yudum suyu, yanındaki kardeşi “Su!” diye 24 Buhârî, fezâilü ashâb 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 32-35. Tebliğ En Kıymetli Hediyedir___________________________________________________________________ 47 inlediği için, ona götürülmesini isteyebilirdi.25 Malını, mülkünü, her şeyini, mü’min kardeşine seve seve verebilirdi.26 Ama bugün söylenen söz, Allah ve Resûlü tarafından sevilme garantisinin müjdesiydi. Hiç kimse onu kaçırmak istemez ve o mevzuda kardeşini kendine tercih edemezdi. Velhâsıl herkes, bu pâyenin kendisine nasip olmasını istiyordu. Hatta Hz. Ömer (radıyallâhu anh) gibi nadide bir fıtrat, konuyla alâkalı bize şunları söyleyecektir: “Hiçbir imaret teklifini gönlüm arzu etmemişti. Bana da şu vazife verilse, diye gönlümden geçirdiğim hiçbir mesele yoktu. Ama sadece o gece, sancağın bana verilmesini çok arzu ve ümit ettim. Çünkü bu işin arkasında Allah ve Resûlü tarafından sevilme garantisi vardı.”27 Sahabe, sabaha kadar uyuyamamış, herkes heyecanla “Acaba bu pâye kime nasip olacak?” diye düşünmüştü.. ve ertesi gün sabah namazında da herkes ön saflarda bu beklentiyle yer almaya çalışmıştı. Zira sancak, namazdan sonra sahibini bulacaktı. Namazdan sonra Allah Resûlü cemaatine döndüğünde, bütün gözler, İki Cihan Serveri’nin üzerine kilitlenmiş ve O’nun iki dudağı arasından dökülecek sözcükleri beklemekteydi. Evet, biraz sonra dudaklar kımıldayacak ve bu cennet kokulu ağızdan bir tek cümle çıkacaktı. Çıkacak cümle çok önemliydi, zira onda dünyanın en tâli’li insanının adı geçecekti. Heyecanların doruk noktaya ulaştığı bu kertede nihayet beklenen an geldi ve Allah Resûlü, o müşfik ve ürperti hâsıl eden sesiyle “Ali nerede?” dedi. Artık iş anlaşılmıştı. Bu tâli’li insan Hz. Ali (radıyallâhu anh) idi. Fakat bir şans daha vardı, çünkü Hz. Ali, gözlerinde çok ciddî ağrı olduğundan dolayı, hasta idi. Bu ümitle 25 26 27 el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084. Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3, nikâh 7, büyû’ 1; Tirmizî, birr 22. Buhârî, fezâilü ashâb 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 32-35. 48 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni cevap verirler: “İşte şurada hasta yatıyor ey Allah’ın Resûlü!” Efendimiz ise, onu yanına çağırdı ve mübarek parmaklarını ağzına götürdükten sonra onun gözlerine sürdü. O ağrıyan gözler, birden şifa buldu ve Hz. Ali, hayatı boyunca bu ağrıyı bir daha duymadı. Evet, neticede sancak tâli’li sahibini bulmuş.. ve Hz. Ali sancağı eline almış, Hayber’e doğru harekete geçmişti. Sonra aniden durdu ve Allah Resûlü’ne, “Ey Allah’ın Resûlü! Onlarla hangi şey üzerine savaşayım? Onlara nasıl bir teklif götüreyim?” dedi. İki Cihan Serveri de, ona şu cevabı verdi: ‫ا ْ ِ ْ َ ِم‬ ِ ُ ّٰ ‫َ ْ َي ا‬ ِ َّ ‫ا‬ َ ‫اد‬ ِ ِ ‫ـ ِل ِ א‬ ْ ُ ُ ْ َّ ُ ْ َ َ َ ْ َ ِ ّٰ ‫ِّ ا ّٰ ِ ِ ِ َ ا‬ ِ َ ْ ْ ِ َْ َ ‫כ ِ أَن כ ن כ‬ ُ ْ ُ َ َ َ ُ َ ْ ْ َ َ ٌَْ َ ‫ِإ‬ ‫َ َ ْن‬ ِ َّ َ ‫رِ ْ َכ‬ َ ُ ِ َ ‫ِ َא‬ ‫ُ ً َوا ِ ً ا‬ َ َ ْ ُ ْ ُ‫ا‬ ِ َ ‫وأ‬ ُْ ْ ْ َ ‫َِכ َر‬ “Bölgelerine girinceye kadar teennî ile hareket et (hemen savaşma). Sonra onları Müslümanlığa davet et. Eğer kabul ederlerse, senden mallarını ve kanlarını korumuş olurlar. Ahirete ait hak ve hukukları ise, Allah’a kalmış bir iştir. Yâ Ali! Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla birinin hidayete ermesi, (yeryüzü dolusu) kızıl deveyi Allah yolunda infak etmekten daha hayırlıdır.”28 O günden bugüne, nerede ve ne zaman bir İslâm ordusu muharebeye girecek olsa, her nefer, kulağında Allah Resûlü’nün bu mesajını duyar gibi olur ve duyduğu bu emre göre hareket etmeyi kendisi için bir vecibe telakki eder. Bizden önceki devirlerde, bir yandan bu ve benzeri hadisler, diğer yandan da Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) tatbikatları nazara alınarak, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi sistematize edilmişti. Yani irşadı düşünülen beldeye, ordudan evvel irşad ekipleri giriyor, orada hakkı neşredip havayı Müslümanların lehine yumuşatıyorlardı. 28 Buhârî, fezâilü ashâb 9; Müslim, fezâilü’s-sahabe 32-35. Tebliğ En Kıymetli Hediyedir___________________________________________________________________ 49 Eğer bu yolla İslâm’ın neşri ve yayılması netice veriyorsa, o belde kendiliğinden İslâm diyarı sayılıyor; şayet karşı taraf direnip orada İslâm’ın neşrine mâni olmak istiyorsa o zaman da “Fatihan” duruma müdahale ediyor; ediyor ve yukarıda zikrettiğimiz prensipler dahilinde davranıyorlardı. Yani evvelâ onlara İslâm tebliğ ve telkin ediliyor; zira biliyorlardı ki, onların vasıtalarıyla bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infaktan daha hayırlıdır. Evet, netice itibarıyla bir Müslümanın, insanlık adına takdim edeceği en güzel hediye, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini yerine getirmesi olmalıdır. Evet, itidali bozmadan, hangi şart ve zeminde olursa olsun, mülâyemet ve müsamaha ile, asla yılgınlığa, bezginliğe de düşmeden bu vazifeyi yapmak, hediyelerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. 4. TEBLİĞ DEVAMLILIK İSTER “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi, devamlılık ve sebat ister. Bir âyette bu durum şöyle anlatılmaktadır: ِ ّٰ ‫وف و َ َن ِ ا ْ َכ ِ و ُ ِ َن ِא‬ ِ ِ ِ ْ ِ ْ ُ‫ُכ ْ َ أُ ٍ أ‬ ‫אس ْ ون ِא‬ ُ ْ َ ُْ َّ َ َْْ َ َ َّ َ ْ ْ ُ ُْ َْ َ ُُ َ “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.”29 Bu âyette geçen ifadelere biraz dikkat edilecek olsa, yukarıdaki tespitlerin Kur’ânîliği daha iyi anlaşılacaktır. ‫ כ‬ifadesi, “oldunuz” mânâsına gelir. Âyet-i kerimede, ُُْْ “öyle idiniz” değil de; “oldunuz” mânâsına gelen bir kelimenin seçilişi mânidardır. Demek ki, ortada bir “keynûnet” (sonradan olma) söz konusu. Yani ezelde böyle değildiniz, sonradan oldunuz. Zaten ezelde olunan bir keyfiyet, zâil olmaz. Ancak sonradan elde edilen durumlardır ki zâil olur giderler. Öyleyse o durumun devamlılığı, o hâli kazandıran şartların mevcudiyetine bağlıdır. ٍ ُ‫“ ُכ َ أ‬Siz ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.” Bu oluş, َّ َ ْ ْ ُ ْ sonradan kazanılan arizî bir durumdur. Dolayısıyla elden gitmesi de her zaman mümkündür. Çünkü hayırlılık, bizim zatımızdan değildir ve olamaz da. Bizim ile Moskova’da veya 29 Âl-i İmrân sûresi, 3/110. Tebliğ Devamlılık İster ____________________________________________________________________________ 51 dünyanın herhangi bir yerinde doğan insanın zatında hiçbir farklılık yoktur. Hepimiz, bir damla sudan yaratılmış varlıklarız. Ancak, bizim mânevî yapımızı ve mahiyetimizi hayırlı kılan bir faktör ve arızî bir tesir vardır ki, bizleri diğer insanlardan daha farklı kılmaktadır. Burada “biz”den maksat da bütün ümmettir. Bu ümmet, ezelde hayırlı kılınmadı. Hayırlı oluş, onun zatına yerleştirilmiş ve ondan ayrılması mümkün olmayan bir keyfiyet de değildir. Bazı şartlar vardır ki, bu ümmet o şartları yerine getirmiş ve hayırlı olmuştur.. olmuştur ama bir defa hayırlı olması, devamlı öyle kalacağını garanti etmez. Eğer bu ümmet, kendisini hayırlı yapan şartları terkederse mazhar olduğu o hâl ve durumunu da kaybeder. Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri hayırlı kılan birinci şartı, ‫ون‬ َ ُ َُْ ِ ‫ ِא‬ifadesiyle “Siz emr-i bi’l-mâruf nehy-i ِ ‫وف َو َ ْ َ ْ َن َ ِ ا ْ ُ ْ َכ‬ ُْ َْ ani’l-münker yaparsanız hayırlısınız.” demektir. Şimdi, bu birinci şart mahfuz, onun içinde bir de âyete, mefhum-u muhalifini nazara alarak mânâ vermeye çalışalım ki, o da şudur: “Eğer siz emr-i bi’l-mâruf yapmazsanız, insanların en şerlisi olursunuz.” Zaten Efendimiz’den rivayet edilen birçok hadis-i şerif ve sahabeyle alâkalı hâdiseler de bu mânâyı teyit etmektedir. Meselâ; bir zamanlar milletlere, atının üzengisini öpmek şerefini bir bahşiş olarak veren bu millet, emr-i bi’lmâruf yaptığı sürece hep aziz olarak kalmıştır. Ne zaman ki bu vazifeyi terk etmiş, işte o zaman üzengi öper hâle gelmiştir. Zannediyorum değişik içtimaî platformlarda zerre kadar itibarı olmayan İslâm âleminin dûçâr olduğu mezelletin asıl sebebi de bu hayatî vazifedeki kusuru olsa gerek. Evet, bu vazife yapılmadığı için vahyin bereketi kesilir.. düşünceler tutarsız, muhakemeler yetersiz hâle gelir.. söylenen her söz kuru ve yavan olur.. bütün cazibesi, müphemliğine bağlı bir sürü laf edilir; ancak bunların içinde pratiğe dökülebilecek bir hakikat reşhası dahi bulunamaz... İşte bunlar, vahyin 52 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bereketinin kesilmesinin birer alâmetidir. Zaten düşünce ve tefekkürde ilham kalmayınca, her türlü kültür ve teknik planında da bir gerileme, bir baş aşağı gidiş başlar. Aslında bugün her sahada başkalarına muhtaç ve hep başkalarının eline bakan bir asalak olmak, vahyin bereketinden mahrum Müslümanların değişmeyen kaderi olmuştur. Zaten düşüşün başlamasıyla bizim iç deformasyonumuz aynı zamana rastlar. Biz meselenin bu yönünü ileride daha geniş bir şekilde ele alacak ve çeşitli misalleriyle açıklamaya çalışacağız. Şimdi, âyetteki kayıtlara birer birer temas etmek için sadede dönüyoruz: “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan hayırlı bir ümmetsiniz.” âyeti, “emr-i bi’lmâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesinin devamlılık istediğine işaret ettiğini vurgulamıştık. Bu hususu teyit eden bir hadiste de aynen şöyle denilmektedir: ِ ِ‫ِ َِِ א‬ ِِ ِ ْ َ ْ َ ْ َ ‫َ ْ َرأَى ْ ُכ ْ ُ ْ َכ ً ا َ ْ ُ َ ِّ ْ ُه ِ َ ه َ ِْن‬ َ ِ ِ ْ ‫َ ِ َ ِ َ ْ ِ ِ و ٰذ ِ َכ أَ ْ ُ ا‬ ‫אن‬ ْ ْ َ ْ َ ‫َ ِْن‬ َ َ َ “Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. İmanın en zayıfı da budur.”30 Münker; İslâm’ın çirkin gördüğü her şeydir. Onun için bir Müslüman, dinin çirkin gördüğü bir durumla karşılaştığında ilk yapacağı iş, o münkeri değiştirmektir. Değiştirme keyfiyeti, münkerin durumuna göre farklı olabilir. Ne var ki bu konuda esas olan onun değiştirilmesi adına gayret gösterilmesidir. Zira o, devamlılık isteyen bir mevzudur. Bir mü’mine düşen şey de, öncelikle yapabildiği ölçüde o münkeri eliyle değiştirmesi; eliyle değiştirmeye gücü yetmiyorsa, –ister sözlü isterse yazılı– diliyle; buna da imkânı yoksa münkere 30 Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11; Ebû Dâvûd, salât 239. Tebliğ Devamlılık İster ____________________________________________________________________________ 53 kalbiyle buğzetmesidir ki, imanın en zayıfı da bu son davranıştır. Bunun gerisinde imandan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü görülen bir münkere rıza göstermek, imandan tam nasip alamama emaresi sayılmıştır. Kalbiyle buğz etme meselesini şu şekilde anlamamız da mümkündür: İnsan, kalben kızıp öfkelendiği bir insanla aynı mecliste bulunmamak için elinden gelen gayreti gösterir. Onunla hiçbir düşünce ve fikri paylaşmak istemez. Zira sevgi ve nefret bir kalbte aynı anda bulunmaz. Çünkü insan, nefret ettiği bir insana kalbî temayül gösteremez. Durum böyle olunca, münkere karşı buğzeden bir mü’min, kendi metafizik gerilimini korumuş olur. Ama işin sadece bu kadarıyla iktifa etmek, mü’minden istenen aksiyonun tamamı değildir. Kalben yapılan bu buğzu, dil ile veya el ile yapılacak bir eylem, bir fiil takip etmelidir. Ama kalbte bu kadarcık bir nefretin varlığı dahi, münkerin münker olduğuna inanmanın bir alâmet ve işaretidir. İslâm dininin tasvip etmediği bir münkeri, hiçbir mü’min sevip tasvip edemez. Mü’min, bu münkeri işleyenlerle vatandaşlık münasebeti içinde olsa bile, bu kusuru görmezlikten gelemez. Aksi hâlde, o da onlara iltihak etmiş sayılır. Onun içindir ki mü’min, daima metafizik bir gerilim içinde olmalıdır. Zaten hem âyet ve hem de söz konusu ettiğimiz hadis bize bunu ders vermektedir. Evet, zaman olur insan bu vazifeyi, kendi hanımına ve çocuklarına karşı eliyle ve diliyle yapar. Orada hem el, hem de dil konuşur. Fakat bazen elin konuşamayacağı yerlerde, bu vazifenin dil ile yapılması icap eder. Yakın akrabaya karşı ekseriyetle uygulanacak olan metot budur. Bunu da yapamıyorsa, onlarla arasındaki kalbî irtibatı yeniden gözden geçirir. Buna bir mânâda boykot da denebilir. Çünkü münker işleyen, Rabbiyle irtibatını kesmiş demektir. Mü’min, Rabbiyle 54 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni irtibatını kesen birisine karşı, ona bir alâka ve bir kadirşinaslık ifadesi olarak bir içtinap tavrı takınacaktır. Çünkü o, insanlarla olan münasebetini, o kişilerin Cenâb-ı Hak ile olan irtibatlarına göre ayarlamak zorundadır. Rabbinden ve Allah Resûlü’nden irtibatını koparmış bir insanla, irtibat çizgisinin gözden geçirilmesi lâzımdır. Evet, sahabe işte böyle yapıyordu. Meselâ Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Bedir esirleri hakkında görüş beyan edilirken söyledikleri bunun en çarpıcı ifadesidir. Gerçi söylenilen bu şeyler Allah Resûlü tarafından uygulanmasına müsaade edilmeyecek ve istişare heyeti bu görüşleri kabul etmeyecektir ama sahabenin münkere karşı tavrını göstermesi açısından önemlidir. Şöyle demektedir Hz. Ömer: “Yâ Resûlallah, herkese akrabasını teslim et ve herkes kendi eliyle akrabasının işini bitirsin. Hz. Hamza’ya kardeşini ver, onu o öldürsün. Ali, kardeşi Akîl’in hakkından gelsin. Bana da, benim kendi yakınlarımı ver, onları da ben öldüreyim. Çünkü bugün elimizde esir olanlar, İslâm’a en büyük düşmanlığı yapanlardır. Onların hayatta kalması doğru değildir.”31 Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi gerçi istişarede bu görüşler kabul edilmeyecektir ama, bir mü’minin münkere karşı tavrını ifade etmesi açısından uyulmasa da üzerinde durulmaya değer bir üslûptur. Ezcümle; mü’min alâka ve irtibatını, karşısındaki insanın Rabbiyle olan münasebetlerini ölçü birimi yaparak ayarlar. Rabbinden kopuk insanlarla şahıslarından ötürü o da irtibat kuramaz ve hakikî mânâda onlarla dost olamaz. Bunun en asgarî seviyedeki alâmeti, münkere kalben buğzetmektir. Ve aynı zamanda bu kalbî infial de, süreklilik istemektedir. Öyle ise biz de, sahabe gibi davranmak zorundayız. Bir yerde, terazinin bir kefesinde Allah (celle celâluhu) ve Resûlüllah’a 31 Müslim, cihad 58; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/30-32. Tebliğ Devamlılık İster ____________________________________________________________________________ 55 (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait muhabbet, diğer kefesinde de bize yakın fakat Allah’tan uzak insanlara muhabbet varsa; hiç tereddüde düşmeden, Allah ve Resûlullah’a ait muhabbetin bütün ağırlığıyla kalbimizde kendisini hissettirmesi gerekir. Mesele sadece muhabbet meselesi de değildir. “Emr-i bi’lmâruf nehy-i ani’l-münker” yoluyla, hak ve hakikat her şeyin üstünde tutulacak, elin yettiği yerde el, dilin yettiği yerde de dil kullanılacaktır. Bütün bunların olmadığı yerde ise, kalbî alâka kesilecek ve karşı tarafla bütün dostluk bağları yeniden gözden geçirilecektir. Ve bilinecektir ki, şahsına ait olmak üzere birine karşı duyulan alâka, Allah ve Resûlü’ne karşı duyulan alâkaya zıtsa, hep kendi aleyhine işleyecek ve onu yiyip bitirecektir. İşin diğer bir yanı da bu vazifenin şümûlüdür.. yani bu “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi aynı zamanda devamlılık içinde devletin de sorumlulukları arasındadır. Devlet, münkerâtı eliyle düzeltme konumunda olan bir kuruluştur. Devlet fuhşu, içkiyi, kumarı, ihtikârı ve çeşitli münker faaliyetleri eliyle düzeltmeye kâdirdir. Ferdin elinin uzanmadığı, uzanamayacağı öyle yerler vardır ki, oraya ancak devlet elini uzatabilir. Herhangi bir fert zina eden, içki içen veya kumar oynayan başka bir ferde ceza veremez. Onu eliyle bu münkerden menedemez. Ferdin müdahale edebileceği çerçeveye, yukarıda temas etmiştik. Burada biz, tamamen dış dünyanın insanlarından bahsediyoruz. Böyle bir durumda bu yüce vazife, devlet tarafından yerine getirilmelidir. Zaten bu vazife, devletin vazifeleri cümlesindendir. Devlet, devlet olarak kaldığı müddetçe bu vazifeyi yerine getirmek zorundadır. Devlet, meselede gevşeklik gösterirse halk onu uyarır ve seçimlerde ona vazifesini hatırlatır. Bu da, bir bakıma “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in bir cephesini teşkil etmektedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan bir tabloyu burada kayda değer buluyorum: Sa’d b. Ebî Vakkas (radıyallâhu 56 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni anh), Cennet’le müjdelenen on sahabiden birisidir.32 Hz. Ömer (radıyallâhu anh) zamanında İran’ı fetheden ordunun da başında bir başkomutandır. Daha sonra fethettiği bu ülkede eyalet valisi olmuştu. Kapısına diktiği bir kapıcı yüzünden halk onu Hz. Ömer’e şikâyet eder ve valinin halkla aracısız görüşmesi gerektiğini ileri sürerler. Hz. Ömer, başka bir şikâyetleri olup olmadığını sorunca da, Sa’d b. Ebî Vakkas’ın namazı tadil-i erkân ile kılmadığını ifade ederler.33 Tabiî ki bu, onların düşüncesidir. Sa’d b. Ebî Vakkas gibi bir sahabinin, namazını tadil-i erkân ile kılmadığını kabul etmemiz mümkün değildir. Ancak burada bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, halkın devleti nasıl denetlediğini göstermektir. Halk, devleti devamlı ve kesintisiz olarak denetler, devlet de aynı şekilde halkı kontrol altında tutar. Böylece denge ve adalet korunmuş; halkla beraber devlet de münkerâta girmekten kurtulmuş olur. Bugün, İslâm âlemini bu kriterler çerçevesinde değerlendirdiğimizde, ne halkın, ne de devletin kendine düşen vazifeyi yaptığını söylemek mümkün değildir. Öyle ki, insanlar, ahlâksızlığın hemen her çeşidini irtikâp ederken, devletler buna kayıtsız kalmakta; hatta değişik ad ve unvanlar altında onları korumaya yönelik kanunlar vaz’etmektedirler. Bugün, değişik ülkelerde devletler eliyle işletilen münkerât, bunun apaçık örneğidir. Kaldı ki ahlâksızlıkları önlemek devletin asıl görevidir. Hatta bu sorumluluğunu yerine getirmek için, cezaî müeyyideler de kullanmalıdır. Fert, hırsızı cezalandıramaz, zina edene had tatbik edemez.. evet o, cezaî müeyyidelerden hiçbirini kendi adına kullanamaz. Aksi hâlde anarşi olur; sokağa dökülen herkes, önüne gelene ceza tatbik etmeye kalkarsa, nizam adına kargaşa hâkim olur. 32 33 Tirmizî, menâkıb 25; Ebû Dâvûd, sünnet 8; İbn Mâce, mukaddime 11. Buhârî, ezân 95; Müslim, salât 158. Tebliğ Devamlılık İster ____________________________________________________________________________ 57 Buradan şu neticeye varmak mümkündür: “Emr-i bi’lmâruf nehy-i ani’l-münker”in bir devlete ait sınırı vardır; ve o sınırda ancak devlet icraatta bulunabilir. Fert o sınıra giremez. Bir de fertlere ait bir sınır vardır ki, o da fertlerin bu vazifeyi kalbleri ve dilleriyle yerine getirmeleridir. Meselâ; zinanın, hırsızlığın, ihtikârın, tefeciliğin kötü olduğunu anlatıp, bu gibi hastalıkların cemiyet içinde yayılmasına mâni olmaya çalışmak; herkese düşen bir vazife ve içtimaî sorumluluktur. O hâlde el ile müdahale, daha ziyade devlet ricalini alâkadar ederken; dil ile müdahale bütün mü’minleri alâkadar edebilmektedir. Ama bu görev, memleketin ulema sınıfını diğerlerinden daha çok alâkadar etmekte ve daha çok onlara düşmektedir. Üçüncü durumda kalanlar ise, yani kalben buğz ile yetinenler, âciz ve zavallılardır. Eğer bütün bir millet, dünyada işlenen münkerâta karşı sadece buğzetmekle yetiniyorsa, o millet de âciz ve zavallı demektir. Bu vazifeyi böyle taksim ettiğimiz gibi, fert üzerinde de bu üç taksimi yapmamız mümkündür. Yerinde öyle bir durum olur ki, orada fert vazifesini eliyle yapar. Diyelim ki, bir kumarhane işletiliyor ve buranın devletten ruhsatı yoktur. O şahsa gidip, bu durumu terk etmezse devlete şikâyet edeceğini söylemek, bir bakıma münkeri el ile izale etmek demektir. İşletilen kumarhane devlet tarafından ruhsatlı bir yer ve ferdin bundan vazgeçirmeye gücü yetmiyorsa, o zaman da bu şahsa yaptığı işin kötülüğü dil ile anlatılmalıdır. Bu da mümkün olmazsa, onunla münasebetlerini yeniden gözden geçirip kalben alâkayı kesmekle beraber başkalarının onunla alâkalarını gözden geçirmelerini sağlamak bir sorumluluktur ve dördüncü bir şıkka ise asla cevaz yoktur. Bütün bu açıklamalarda görüldüğü gibi, tevcihlerden hangisiyle meseleyi ele alacak olursak olalım âyetin, “siz oldunuz” dediği devamlılık, her hâlükârda mevcuttur. 58 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Kuvvetin işlemediği, devletin bu mânâda vazife yapmadığı, milletin topyekün bu kudsî vazifeyi ihmal ettiği bir zamanda, dil ve kalble bu vazifeyi yapmak hepimiz için bir vecibedir. Ama şunu da unutmayalım ki; “Medenilere galebe ikna iledir, icbar ile değildir.” 5. TEBLİĞİN HAKK’A VE HALKA BAKAN YÖNLERİ “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” ya Allah (celle celâluhu) için yapılan bir vazife ya da Allah tarafından vaz’edilip insanlar arasındaki müşterek hukuk hesabına yapılması gereken bir vazifedir. Evvelâ, tebliğ ve irşad da diyebileceğimiz böyle bir sorumluluk, herkesin Allah’a karşı yapması gerekli olan bir vazifedir. Öyleyse inanan her fert, kendini bununla mükellef bilmeli ve namaza koşuyor gibi bu vazifeye de koşmalıdır. Hususiyle “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in ihmale uğradığı, ortalığı münkerâtın işgal ettiği bir zaman ve zeminde, bu vazife şahsî farzların dahi ötesinde bir önem arz etmektedir. Çünkü o yapılmadığı takdirde ne namazdan, ne hactan, ne zekâttan… bahsetmek mümkündür. Bilhassa mâruf ve iyi olanın menedilip, münkerin teşvik gördüğü karanlık dönemlerde bu vazife, topyekün bir milleti alâkadar eden sorumluluklar sırasına girer. Şahsen ben, günümüzde bu vazifeden daha âli ve yüce bir vazife bilemiyorum. Bundan dolayı hayatını bu vazifeyle dopdolu geçirenlerin dünyası da, ahireti de mamur olacağı kanaatini taşıyorum. İster anlatarak, ister kitap yazıp telifatta 60 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni bulunarak, herkes kendine düşen bu vazifeyi yapmak zorundadır. Ancak, kim hangi usûl ve metotla çalışırsa çalışsın; “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yaparken, tamamen hasbî ve tamamen siyaset üstü davranmalıdır. Zaten yapılan işin tesir ve devamlılığı da ihlâs ve siyaset üstü olmakla doğru orantılıdır. İhlâs ve samimiyet olmadan yapılacak böyle kudsî bir vazife, asla istenen neticeyi vermeyecektir; netice vermesi bir yana ahirette sahibine vebal olacaktır. O hâlde, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini yapanlar, ِ ّٰ ‫כ َن َכ ِ َ ُ ا ّٰ ِ ِ ا ْ ُ ْ א َ ُ َ ِ َ ِ ِ ا‬ ُ َ ِ َ َ ‫“ َ ْ َ א‬Kim Allah’ın َ َ yüce adını yüceltmek istikametinde mücadele-mukatele ederse, işte o Allah yolundadır.”34 hadisi fehvâsınca, Allah (celle celâluhu) adının yücelmesi uğruna yapılan mücadele, verilen kavganın sadece Allah için olacağını düşünüp, başka emel ve gayelerin bu hâlis işe karışmamasına dikkat etmeli ve “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini bu temel prensip üzerine kurmalıdırlar. Millet ve insanlık yolunda bugün açılan her müessese ve ileride şartların gerektirdiği ölçüde kurulacak olan daha başka ne gibi teşekküller olacaksa, bütün bunlarda asıl gaye; hep bu kudsî vazifeyi kudsiyetine yakışır seviyede yerine getirmek olmalıdır. Milletimize ulaştırılacak her hizmet hamlesi yetişen gençliğin, mânevî boşluklarını doldurucu ve onların ruh yapılarını aslî hüviyet ve safvetine döndürücü mahiyette olmalıdır ki, ilhad ve anarşinin neşv ü nemâsına ve içimizde kök salmalarına meydan verilmiş olmasın. Bizim her hizmet hamlemiz onlar için bir dalgakıran olmalıdır. Fikir, düşünce ve faaliyet adına onları durdurmanın, sadece durdurma değil; bitirip tüketmenin de tek çaresi budur. Şunu da mutlaka ifade etmeliyim ki; eğer biz bugün bu boşluğu dolduramaz, ilhad ve anarşiye karşı kollarımızı bir ma34 Buhârî, ilim 45; cihâd 15; Müslim, imâret 149-151. Tebliğin Hakk’a ve Halka Bakan Yönleri _______________________________________________ 61 kas gibi açıp, “Burası çıkmaz sokak, buradan geçemezsiniz!” diyemezsek ecdadımızın, kendisine düşmanlık besleyenleri, vatana ve vatan sınırlarına sokmamak için verdiği kavgaların, yaptığı muharebelerin hiçbir anlamı kalmaz. Onlar göğsünü, düşmanların top, gülle ve süngülerine karşı siper edip bu uğurda yüz binlerce şehit vermişlerdi. İşte böyle önemli bir mücadelenin mânâsı kalmaz, derken ben, bunu kendi akıbetimiz açısından söylüyorum; yoksa elbetteki onlar, amellerinin mükâfatını, zerresi dahi zâyi olmadan göreceklerdir. Evet eğer bizler, bütün düşünce, ahlâk ve levsiyat kapılarını ardına kadar onlara açarsak, ecdadımızın, mücadele edip de ölüp ölüp dirildiği o cansiperâne mücadelelerin ne anlamı kalır ki?. Ve bizim bu davranışımız, verilen onca şehidin kanını yerde bırakmak değil de ya nedir? Hayır, Çanakkale’de erkeğiyle, kadınıyla savaşıp mücadele veren ve her şeylerini –canları dahil olmak üzere– bu uğurda feda eden üç yüz bine yakın insanın kanı yerde kalamaz! Palandöken’de Rus’un kırıp geçirdiği, Ermeni’nin kahpece arkadan vurduğu iki yüz binden fazla insanın, karlar üstünde tevhid yazan kanı yerde kalamaz! Yoksa, Nene Hatunların, Sütçü İmamların ve daha binlerce kahramanın elleri yakamızda olacaktır ki, bu mesuliyetten kendimizi kurtarmamız çok zordur. Öyle ise, onların, ülkeyi yabancı çizmelere çiğnetmemek için seve seve canlarını verdikleri bir dava uğruna, bizler de aynı fedakârlığı göstermek mecburiyetindeyiz. Ancak, dün onların verdiği mücadele ile bizim vermemiz gereken mücadele, keyfiyet bakımından farklılık arz etmektedir. Biz bugün, düşmanlarımızın kullandığı usûl ve metotlarla onlara karşılık vermek durumundayız. Dün atalarımız silaha karşı silahla mücadele vermişlerdi. Onlara düşen oydu, bize düşen de budur.. ve ecdadımızın yere düşen kanını yerde bırakmamanın yegâne yoludur. O hâlde, bugünkü şartlar ve kullanılan mücadele metotları itibarıyla sen, İslâmî düşüncenin yeşermesi, ibadet neşvesinin 62 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni gelişmesi için dinî duygu ve düşüncenin köpürtüle köpürtüle yaşandığı ocaklar inşa etmenin yanında, onların kuruldukları devrelerde eda ettikleri fonksiyonu eda edebilecek müesseseler kuracak ve bu müesseselerle yetişen nesillerin imdadına koşacaksın. İslâm ruh ve şuuruyla gençliğin iç âlemini donatacak ve kat’iyen inanacaksın ki, mâneviyatsız bir neslin yapacağı müspet hiçbir iş yoktur. Zira din adına en büyük aksiyon sahibi şahsiyetleri yetiştirmek, senin bu gayretine bağlıdır. Sistemli çalışabilirsen İmam Rabbânîler, İmam Gazzâlîler, Şah-ı Nakşibendler, Fatihler, Yavuzlar... vb. cihangirlerle beraber, Farabîler, İbn Sinalar, Muhyiddin İbn Arabîler, Mevlânalar gibi nice düşünce ve vilâyet kutupları senin asrında ve senin neslin içinde de yetişebilecektir. O güllerin bizim bahçemizde de yetişmesine mâni hiçbir şey yoktur. Yeter ki bağban ve bahçıvan kendine düşeni yerine getirebilsin... Yukarıda da söylediğimiz gibi, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in, insanlar arasında müşterek hukuk adına yapılması gereken ayrı bir yönü daha vardır ki, bu aynı zamanda toplum olarak yaşamanın da getirdiği bir sorumluluktur. İslâmî ahlâk ve düşüncenin duyulur, hissedilir, yaşanır hâle gelmesini temin etmek, bu kısma dahil içtimaî bir mesuliyettir. Müslümanın çarşı-pazarına ait değişmez prensipler bu cümleden sayılacağı gibi, fertler arasında karşılıklı korunması gereken haklar da bu cümledendir. Şimdi bu hususu biraz daha açalım. İslâm’ın kendine göre bir ticaret ve iktisat ahlâkı vardır. Müslüman, ticarî ve iktisadî hayatını bu ahlâk çerçevesinde götürme mecburiyetindedir. O, riba alıp-veremez, ihtikâr yapamaz, spekülatif faaliyetlere giremez. O, zümreleri kayırıcı ve orta sınıfı ortadan kaldırıcı her türlü ahlâk dışı davranışların dışında kalmak mecburiyetinde, alışverişinde de ölçü ve dengeyi korumak zorundadır. Müslüman, İslâm’ın geçerli mal olarak kabul ettiği şeyin dışında, hiçbir şeyi emtia kabul edemez. Yine

Use Quizgecko on...
Browser
Browser