Şefkat Güneşi PDF
Document Details
Uploaded by ImportantResilience
2013
Reşit Haylamaz
Tags
Summary
This book, "Buzdan Dağları Eriten Şefkat Güneşi" explores the life of the Prophet Muhammad ﷺ, offering insights for readers. It aims to provide a comprehensive understanding of his teachings and actions.
Full Transcript
Buzdan Dağları Eriten Şefkat Güneşi Reşit Haylamaz Buzdan Dağları Eriten ŞEFKAT GÜNEŞİ Copyright © Işık Yayınları, 2013 Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.’ye aittir. Eserde yer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş’nin önceden yazılı izni olmaksızın, elektronik, me...
Buzdan Dağları Eriten Şefkat Güneşi Reşit Haylamaz Buzdan Dağları Eriten ŞEFKAT GÜNEŞİ Copyright © Işık Yayınları, 2013 Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.’ye aittir. Eserde yer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş’nin önceden yazılı izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır. Editör Sami ÜNAL Görsel Yönetmen Engin ÇİFTÇİ Kapak İhsan DEMİRHAN Epub Ahmet KAHRAMANOĞLU Dijital ISBN 978-975-278-938-8 Yayın Numarası 653 Basım Yılı Aralık 2013 Işık Yayınları Bulgurlu Mahallesi Bağcılar Caddesi No: 1 34696 Üsküdar/İSTANBUL Tel: (0216) 522 11 44 Faks: (0216) 522 11 78 www.isikyayinlari.com facebook.com/kitapkaynagi Önsöz B izim için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hayatının her karesi itibariyle adım adım takip etmemiz gereken yanıltmaz bir rehberdir. O (sallallahu aleyhi ve sellem), Kıyâmet kopacağı âna kadar nefes alıp verecek olan herkesin peygamberi olarak gelmiş ve yine her problemi çözebilecek potansiyelde çok yoğun bir hayat yaşamıştır. Bu açıdan bakıldığında O’nun risâlet günleri, sıkıştırılmış dosyalar gibidir; açtığınızda her sayfada önünüze yeni yeni pencere ve kapılar aralamakta, niyet ve nazarınızın duruluğu nispetinde size yeni yeni çözüm alternatifleri sunmaktadır. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yirmi üç yıl gibi bir süre içinde, Kıyâmet’e kadar devam edecek olan İslâm binasının temelini atmış ve her asra bakan yönüyle bu temelden uzanan açık uçlar bırakmıştır. Başka bir ifadeyle, Kıyâmet’e kadar yaşanacak her türlü problemin cevabı, O’nun “peygamber” olarak yaşadığı bu yirmi üç yıllık Saâdet Asrı’nda mevcuttur ki bunların çözümü de temeli o gün atılan bu dünyadan bize uzatılan söz konusu açık uçları keşfetmeye ve onlarla temasa geçip müspet adım atabilmeye bağlıdır. Bunun için ilk ve en temel eşik, O’nun bu dünyasını çok iyi bilmektir. Fakat başlı başına bu da yeterli değildir; zira herkes, “ibnü’l-vakt” olması yönüyle kendi yaşadığı asrın çocuğudur ve burada ikinci eşik olarak karşımıza, içinde yaşadığımız çağın iyi okunup bilinmesi çıkmaktadır. İşte, bunun adı “siyer felsefesi”dir1 ve bu açıdan bakıldığında dünden bugüne bizim dünyamız, Saâdet Asrı’nı bildiği hâlde gününü iyi okuyamayan insanımızın girdiği çıkmazlara çok şahit olmuş ve ne yazık ki bugün de aynı hatayı tekrar edip durmaktadır. Allah’ın imkan olarak lütfettiklerini, mirastan elde edilen ganimet savurganlığıyla yitirmekte ve asırların terakümüyle damla damla kazanılanları derya derya kaybetmektedir! Dün elde edilen bu nebevî sonuçlara ulaşabilmek, ancak bugün yürünen yolun da nebevî olmasıyla mümkündür. Aynı zamanda bu, “Ben o yolda yürüyorum!” demekle de olabilecek bir hususiyet değildir. Bunun için hedeflerde ayniyet söz konusu olması gerektiği gibi; aynı sancının çekilmesi, aynı tavrın belirlenmesi, aynı hassasiyetlerin hayata hayat kılınması, “sohbet-i cânân ile aynı kurbiyete talip olunması, aynı metodolojinin uygulanması, aynı metanet ve sabrın gösterilmesi, yüreğini kanatsa bile herkese aynı muamelenin gösterilmesi, kısaca baştan sona nebevî bir duruşun sergilenmesi gerekmektedir. Zira yürünen çizgideki ayniyet nispetinde bir hüsn-ü kabul söz konusu olacak ve hizmet olarak üretilen semereler, bir madalya gibi omuzlarda nebevî gömlek taşındığı sürece tahakkuk edecektir. Beşer karihasından çıkan alternatif tekliflerinin, üç-beş adım sonrasında iflas edişine bizler çok şahit olmuşuzdur; düşünce ve davası itibariyle uzun soluklu çözüm üretebilenler, hep bu nebevî çizginin kahramanları olagelmişlerdir! Dün böyle olduğu gibi bugün de farklı olmayacak ve yarınların kahramanları da şüphesiz bu nebevî çizginin sadık bendeleri arasından çıkacaktır! Bunun için, alın teri döküp fikir sancısı çekmemiz, birilerinin üretip de önümüze koyduğu sloganları bir kenara bırakıp hayatın her alanında faaliyet göstermemiz, Kur’ân’ı birkaç âyetten ibaretmişçesine dar bir alana hapsetme hastalığından kurtulmamız, Resûlullah’ın yaşadığı yirmi üç yıllık risâlet hayatının Bedir ve Hayber dışında kalan günlerine de bakmamız, kısaca Mescid’in dışına taşan adımlarıyla muhataplarını her yönüyle kuşatan bir peygamber olarak Allah Resûlü’nü yeniden tanımamız gerekmektedir. Unutmamak gerektir ki problemi üreten insandır ve insanın ele alınarak kendi kemâlât ufkuna ulaştırılabildiği yerde her türlü problem kendiliğinden çözülecektir. Ancak, birçok peygamber kıssasıyla Kur’ân’ın önümüze koyduğu bu iş, belki de dünyanın en zor işidir! Fakat, imkansız değildir; ortaya koyduğu yöntem ve metodolojiyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bize, çözülemeyecek problemin olmayacağını, hem de yüzlerce/binlerce örneğiyle fiilen göstermiş, arkada, şehrah hâlinde çözüm dolu bir miras bırakmıştır. Buna göre, Ebû Cehil bile olsa, her insanın gönlüne giden bir yol mutlaka vardır; önemli olan bu yolun keşfi ve âdâb itibariyle yolun erkânına riayettir! İşte, “Şefkat Güneşi”, bilhassa Mekkelileri nazara alarak Resûlullah’ın onlarla olan temaslarını keşfetmeye çalışan, bugünün problemlerini çözebilmek için dünün yöntem ve metodolojisini anlamaya matuf kaleme alınmış bir eserdir. Problemlerin çığ gibi büyüdüğü bir dünyada zuhûr etmiş olmasına rağmen Efendimiz’in, 23 yıl gibi bir zamanda, hangi metotlarla hareket ettiğini anlamaya, problemlerin bütününü çözmede ortaya koyduğu stratejiyi kavramaya matuf bir çalışmadır. Ana hatlarıyla eser, bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş olarak karşımıza çıkan ilk kısım, risâlet öncesinden itibaren Mekke’yi özetlemekte, kırk yıl “Emîn” diyen insanların, niçin birden değişiverdiğini ve düşmanca bir tavır içine girerek Allah Resûlü’nü hedef hâline getirdiğini anlamaya çalışmaktadır. Uygulanan her türlü şiddet ve kapısına dayanan savaşlar karşısında, nebevî duruşu ifade eden birinci bölüm; en zor şartlarda bile Resûlullah’ın, gönüllere girecek ne türlü yollar bulabildiğini genişçe ele almaktadır. Sulh, sükun, diyalog ve her şartta insanla temasın beraberinde getirdiği hizmet zemininin; yeni insana ulaşmada ne kadar ehemmiyetli olduğunu örnekleriyle ortaya koyan bu bölümde, bugüne kadar alışık olmadığımız değerlendirme, tansif, tanımlama ve yorumlarla Allah Resûlü’nün nezihlerden nezih dünyası keşfedilmeye çalışılmaktadır. Yeryüzüne adım atmış en şefkatli insanın müşfik dünyası ile şiddet ve savaşın yan yana duramayacağının ifade edildiği bu bölümde, realitenin aksine oluşan şiddet algısının sebeplerine de inilmekte ve bu algı ile gerçeğin arasındaki uçurumlara dikkat çekilmektedir. Aynı zamanda bu bölüm, yaşanan onca hâdiseden sonra tabii olarak aktif hâle gelen duygu ve hissiyatın, akıl ve muhakemeye baskın konuma geçtiği bu demlerde bile Allah Resûlü’nün, muhataplarının gönüllerine işleyen ne türlü adımlarının söz konusu olduğunu bize geniş bir şekilde anlatmaktadır. Asr-ı Saâdet’teki değişim ve dönüşümün hangi yol ve yöntemlerle gerçekleştiğinin ele alındığı ikinci bölüm, nebevî metodolojinin fark edilmeye çalışıldığı ve atılan her bir adımın günümüz açısından ifade ettiği mananın hecelenmek istendiği geniş alanı ifade etmektedir. İnsana ulaşmanın, gönülleri yumuşatmanın ve olumsuzluklardan topyekûn arınmanın yol ve yöntemleri olarak da algılayabileceğimiz bu bölüm, bugünkü dünyanın mevcut problemlerinin nasıl çözülebileceğini bize anlatması bakımından da ayrıca önem arz etmektedir. Zira bu bölümde yer alan ve dönüşümün kilometre taşları olarak tarif edebileceğimiz metodoloji, nebevî hassasiyetle hizmet üreten herkesin, birer elbise olarak üzerine giymesi gereken prensiplere ışık tutmakta ve yarınların aydınlık dünyasının, hangi temeller üzerinde yükseleceğini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Nihayet Mekke fethi esas alınarak, yirmi bir yılın semeresini ifade eden son bölümde ise bütün davet ve çağrılarına, elindeki her türlü imkânı kendileri için seferber etmesine rağmen müspet cevap vermeyenlerin bir kez daha ayağına gidişi resmedilmekte, Şefkat Güneşi’nin Mekke semalarında yeniden doğuşuyla birlikte kat be kat terâküm eden buzların eriyişinde yepyeni bir baharın tüllenişi anlatılmaktadır. Alın teri dökmeden neticeye gidilmek istenmemiş, toptancılık yapılmamış, ancak Mekke, toptan kazanılmıştır. Şüphesiz bunun arkasında, ilmik ilmik işlenen nice emek yatmaktadır. Aynı zamanda bu, kaybedeni olmayan mutlu sondur. Düne kadar kin ve nefretin başını çeken aktörler bile gelmiş; gelmekle de kalmamış, geleceğin şefkat kahramanları olarak tarih sahnesindeki müstesna yerlerini almışlardır! İşin burasında çok önemli bir ayrıntı söz konusudur; Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem), mutlu sona ulaştığı bu demlerde ashâbıyla vedalaşırken görmekteyiz! Muhatabı olduğu mahşerî kalabalığa Arafat’ta seslenirken, âdeta yirmi üç yıllık birikimi önlerine koymuş, hangi yol ve yöntemlerle bu sonucun elde edildiğini hatırlatmış ve bundan sonrasını da arkada bıraktıklarına emanet ederek kendi ufkuna yürümüştür! Arafat vadisinde yankılanan ve Nâm-ı Celîl-i Muhammedî olarak bildiğimiz O’nun bu beyanları2 bizim için, hem geleceğin aydınlık dünyasının haberlerini veren bir muştu, hem de vazife ve sorumluluklarımızı hatırlatan mukaddes bir emanettir. Şefkat Güneşi, çağımızın buzullarını da eritecek potansiyele sahiptir! Ve bugün de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve çıkacak emin elleri gözlemektedir! sellem), bu emaneti devralıp sahip 1 Muhteva, belli başlı tasarruflarla M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Yenilenme Cehdi” adlı kitabından (131 vd.) alınmıştır. 2 Son bölümde geleceği üzere, “Dikkat edin ve şunu iyi bilin ki Benden sonra ne bir peygamber gelecek ne de sizden başka bir ümmet söz konusu olacaktır! Ancak hiç şüphe yok ki bu din, gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Allah (celle celâluhû), yeryüzünde kerpiç ve tuğla benzeri su ile yoğrulmuş herhangi bir malzemeyle inşa edilmiş her eve; deve tüyü, keçi kılı veya koyun yünü cinsinden örülmüş her bir çadıra bu dini ulaştıracaktır ve yine onunla, insanları el üstünde tutulan birer aziz kılacak veya itibarını yitirmiş birer zelil hâline getirecektir. O izzetle İslâm azîz olacak ve yine o zilletle küfür de zelîl kalacaktır!” şeklinde tercüme edebileceğimiz Allah Resûlü’nün bu beyanını bize, altı sahâbe rivayet etmektedir ve bunların dördü, söz konusu beyanlarını O’ndan Vedâ Haccı’nda dinlediklerini söylemektedir. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 4/103 (16998); 6/4 (23865); Hâkim, Müstedrek 4/476 (8324), 477 (8326); Beyhakî, Kübrâ 9/181 (18399, 18400); Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 4/15; 6/7 (9807); 6/14; 8/262, 263; Taberânî, Kebîr 2/58 (1280); Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 2/79 (951); İbn-i Münde, Îmân 2/982 (1085); İbn-i Hıbbân 15/91 (6699); Hindî, Kenzu’l-Ummâl 1/469 (1345) Giriş Risâlet Öncesi ve İlk Yıllar R isâlet sonrasında Mekkelilerin ortaya koyduğu aşırı tepkiyi iyi anlayabilmek için risâlet öncesindeki fotoğrafın iyi çekilmesi gerekmektedir. Zira Mekkelilerin, Efendimiz’e peygamberlik gelmeden önceki tavır ve duruşlarıyla risâlet sonrasındaki tavır ve duruşları arasında taban tabana bir tezat söz konusudur; ismini bile telaffuz etmeden doğrudan “el-Emîn” diyen insanların bir anda karşısına geçerek O’nun en büyük düşmanı hâline gelmelerinin altında yatan sebepleri anlamadan Mekke yıllarını doğru okumanın imkanı yoktur. Özetlemek gerekirse: Efendimiz’in, altı kuşak önceki atası Kusayy İbn-i Kilâb3, Huzâalılardan devraldığı Mekke idaresine bir dizi yenilikler getirmiş ve Mekke’de Kâbe merkezli bir hayatı yeniden başlatmıştır. Mekke’yi âdeta yeniden inşa etmiş, Hazreti İbrâhîm’den bu yana devam etmekte olan hac ve umre ziyaretlerini sıhhatli bir zemine oturtabilmek için Kâbe etrafından başlamak suretiyle güçlerine göre kabileleri yeni bir iskâna tabi tutmuştur. Buna göre erkek nüfusu kalabalık olan kabileler Kâbe’nin etrafına yerleştirilirken, savaşan erkek nüfusu daha az olanlar ise vadilere doğru iskan edilmişlerdir. Bu iskânın en temel sebebi, hac ve umre maksadıyla Mekke’ye dışarıdan gelenlere iyi ve kusursuz hizmet üretebilmektir. Bunun için sikâye 4, kıyâde, rifâde, hicâbe, sidâne, sifâre, livâ, ukâb, kubbe, eşnâf, eysâr, emvâl-i muhaccere, e’inne, hukûmet, nedve ve meşveret gibi değişik hizmet sektörleri geliştirilmiş ve bu sektörlerden her birisi bir kabilenin uhdesine verilmiştir.5 Mekke idaresinde ortak karar alabilmek için her kabileden belli başlı isimler seçilerek Dârü’n-Nedve denilen bir meclis aktedilmiş ve o günden sonra Mekke idaresi bu meclisten yönetilmeye başlanmıştır. Tabii olarak bu meclisin başkanı, Mekke’yi fetheden bir kumandan ve güçlü bir idareci olarak Kusayy İbn-i Kilâb’ın kendisi olmuştur. Bu tanzimden itibaren Mekke’de bir hayır yarışı başlamış ve kabilelerin birbirlerine olan üstünlükleri, yaptıkları iyilik ve ürettikleri hizmetle ölçülür olmuştur. İlk nesillerde hayır duygusu aktif olsa da arkadan gelenler arasında haset ve kin duyguları ortaya çıkmış, daha önceleri “Kim daha çok hizmet üretecek?” şeklinde kendini gösteren hayır yarışının yerini, “Sen neden benim önüme geçtin?” veya “Neden sen daha öne çıktın?” gibi hasis duygular almıştır. Tabii olarak bu zemin, kavga ve gürültüleri de beraberinde getirmiş, kabileler arasında büyük anlaşmazlıkların kapılarını aralamıştır. Bu türlü problemlerin çoğu, bilhassa zamanla daha da güçlenen Benî Ümeyye ve Benî Mahzûm ile Mekke idaresinde söz kesme ve son sözü söyleme makamında olan Benî Hâşim arasında cereyan etmiştir. Hatta bu anlaşmazlıklarda orta yol bulunamadığı dönemlerde “hakem”e müracaat edilmiş ve söz konusu hakemler, her iki müracaatta da Benî Hâşim’in haklılığına hükmetmiştir. Mesele o kadar ciddidir ki amcası Hâşim’le aralarında yapılan “münâfere”6 neticesinde haksızlığına hükmedilen Ümeyye, ceza olarak 50 deve ödemek zorunda kalmış ve sürgün edildiği Mekke’den on yıllığına ayrılarak Şam’da7 yaşamak zorunda kalmıştır. 8 Şüphesiz ki bu, iki aile arasındaki ayrışmayı kalıcı hâle getirecek çok önemli bir hadisedir.9 Her geçen gün artan bu gerilimli sürecin içinde Benî Ümeyye ile Benî Mahzûm’un, zaman zaman Mekke idaresini devralma teşebbüsleri olsa da her birisi akîm kalmış, bir türlü hedeflerine ulaşamamışlardır. Bunun en temel sebebi, karşılarında Abdülmuttalib gibi güçlü bir idarecinin var oluşudur. Bilhassa Kâbe’yi yıkmak için ordusuyla birlikte gelen Ebrehe’nin başına gelenler ve bu süreçte onun ortaya koyduğu tavır ve duruş ile üst üste gördüğü üç rüyanın akabinde yerini tespit ettiği Zemzem Kuyusu’nun yeniden ortaya çıkarılmasında oynadığı misyon, Mekke Reisi Abdülmuttalib’in elini hiç olmadığı kadar güçlendirmiş, idarî ve siyasî gücüne ilahî bir boyut kazandırmıştır. Bu güç karşısında Benî Ümeyye ve Benî Mahzûm, Mekke idaresini devralma (günümüz tabiriyle darbe) teşebbüslerini ertelemek zorunda kalmışlardır. Ancak mücadele durmamış, o gün üstesinden gelemeyeceklerini gördükleri gücü, uzun vâdede mağlup edebilmek için gayretler yer altına inmiş ve Mekke idaresinin gerçekleştiği Dârü’n-Nedve’ye sızma faaliyeti başlatılmıştır. Yıllar sonra Habeşistan’a gönderdikleri elçilerini yönlendirirken kullandıkları ifadelere bakıldığında o günkü Ebû Cehillerin, ortam hazırlama konusunda ne kadar mâhir oldukları, insanları ikna edebilmek için hangi yöntemlere başvurdukları daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere o gün arkadan gönderdikleri elçilere Mekkeliler, Habeşistan Meliki’nden önce vezîr ü vüzerâ ve din adamlarıyla konuşmalarını söylemiş, yanlarında götürdükleri pahalı hediyelerle onların gönüllerini hoş ettikten sonra Melik’in huzuruna çıkmalarını talep etmişlerdi. Maksatları, herkesin “Evet!” dediği bir meselede Melik’e baskı kurmak ve konuyu riske etmeden istedikleri sonucu kolayca elde edebilmekti. Abdülmuttalib sonrasında Mekke Reisi olan Ebû Tâlib zamanında bu türlü faaliyetlerin daha da yoğunlaştığı ve Benî Hâşim karşıtlığında ittifak edenlerin sesinin daha gür çıktığı görülmektedir. Dâru’n-Nedve’ye dâhil olabilmenin belli başlı kuralları olduğu hâlde bu kuralları kendi adamları hakkında uygulamamış ve onları, bilhassa mücadelede saf dışı bırakmak istedikleri insanları eleyebilmek için başvurulan birer katı kural hâline getirmişlerdir. Mesela 40 yaşından önce kimsenin alınmadığı Dâru’nNedve’ye, geleceğin lideri olarak hazırladıkları Ebû Cehil’i, 30 yaşındayken dâhil etmişlerdir. Mekke’nin geleceğini kendi arzuları istikametinde dizayn eden, yarınların temelini atan bu planlamanın arkasındaki en önemli ismin, Kur’ân’ın da bu yönüyle nazara verdiği Velîd İbn-i Muğîre olduğu anlaşılmaktadır.10 Mekke’de şartların olgunlaştığı ve artık son hamlenin yapılacağı bir sırada hiç beklenmedik bir hâdise gerçekleşmiş, Muhammedü’l-Emîn’e peygamberlik vazifesi verilmiştir! Yıllardır Mekke koltuğuna göz dikip darbe hazırlıkları yapanlar için bu, hiç hesap edemedikleri bir durumdur ve o dakikadan itibaren her şey değişmiş, o âna kadar “el-Emîn” deyip dillerinden düşürmedikleri Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), düşman tanımında ilk sıraya yerleştirilmiş ve “baş düşman” ilan edilmiştir. Zira onlar için artık O (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke koltuğuna gittikleri yoldaki en büyük engel ve halledilmesi gereken ilk hedeftir. O’nu düşman ilan ederken 40 yıllık mâzisine bakılmamış, güven veren duruşu nazara alınmamış ve menfaat ekseninde öne çıkan siyasetin acımasız kurallarıyla meseleye bakılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi, bakışların bulandığı ve hissiyatın kontrolüne geçen bu çizgideki bir siyaset, şeytan bile olsa kendi yanında yer alan insanı melek; melek bile olsa karşı tarafta ilan ettiği yerdeki insanı da şeytan görmektedir. Dolayısıyla meleklerin bile gıpta ile baktıkları Mücessem Şefkat’i göremediler. Bu durumu, geleceğin lideri olarak kendisini Mekke koltuğunda görmeye başlayan bizzat Ebû Cehil’in kendisi açıkça ve hem de defalarca ifade etmiştir. Mesela Mugîre İbn-i Şu’be ile birlikte Mekke sokaklarında yürüdüğü bir sırada yolu Allah Resûlü ile kesişmiş ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Yâ Eba’l-Hakem! Seni Allah’a imana davet ediyorum; ne olur sen de gelsen, Allah ve Resûlü’ne iman etsen!” diyerek bu fırsatı değerlendirmek istemiş ve onları da imana davet etmişti. Ancak o, her zamanki küstah tavrını takındı ve Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’ne, “Yâ Muhammed! Bizim ilahlarımız hakkında ileri geri konuşmaktan ne zaman vazgeçeceksin! Şayet maksadın, üzerine düşenleri bize anlattığını öbür tarafta ispat etmekse, hiç yorulma! Ben Sana şehâdet ederim! Ancak şimdi benim keyfimi bozma! Şu da bir gerçek ki söylediklerinin doğru olduğunu bilsem bile, asla Sana inanıp tâbi olmam!” Öbür taraf diye bir “derdi” olmayan Ebû Cehil’in bu küstah tavrı karşısında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yine sükûtu tercih etmiş ve gerilimi tırmandırmama adına oradan ayrılmıştı. O’nun gidişini arkadan seyreden Mugîre İbn-i Şu’be, Efendiler Efendisi’ni kastederek Ebû Cehil’e, “O’nun hakkındaki gerçek kanaatin ne; hakikaten O’na inanmıyor musun?” diye sordu. Bunun üzerine Ebû Cehil, “Elbette inanıyorum!” dercesine bir bakış atfettikten sonra şunları söylemeye başladı: “Vallahi, O’nun söylediklerinin doğru olduğunu, aslında ben de biliyorum. Ancak neylersin ki Benî Hâşim’le aramızda hep rekabet var; bugüne kadar Benî Kusayy, “Hicâbe bizde!” dediler; “Tamam!” dedik. “Nedve bizim işimiz!” dediler; sesimizi çıkarmadık. “Sancaktarlık da bizim!” dediler; göz yumduk. “Sikâye de bize âit!” dediler; yine problem etmedik. Onlar yemek yedirdi; biz de yedirdik! O kadar ki onlarla aramızda hep at başı bir durum söz konusu oldu. E, şimdi onlar tutmuş, bir de “Nebî” de bizde!” diyorlar; vallahi, işte bunu, asla kabullenemem!”11 Ebû Cehil’in bu kanaati, sadece o anlık söylenmiş bir sözden ibaret de değildir; başkalarıyla bir araya geldiğinde de aynı kanaatini dillendirmekte, Allah Resûlü’nün doğruluğunu tasdik etmekle birlikte rekabet hissinden dolayı karşı çıkması gerektiğini ifade etmekten çekinmemektedir. Ebû Süfyân ve Ahnes İbn-i Şerîk ile birlikte yaşadıkları üç gecenin ardından bir araya geldiklerinde söyledikleri de aynı mahiyettedir. Bilindiği gibi her birisi bir diğerinden gizli ve bağımsız olarak gelmiş, namaz kılıp Kur’ân okuyan Allah Resûlü’nü daha yakından görüp, okuduklarını dinlemek istemişlerdi. Merak ediyorlardı; ancak, yaptıkları bu işten bir başkasının haberdar olmasını da istemiyor ve bunun için de el-eteğin çekildiği gece karanlığını tercih ediyorlardı. Manzara müthişti; hâl dili ve gönül şivesiyle Beytullah’a tulû’ eden Allah’ın en sevgili kulu, Cenâb-ı Hakk’la mülâki olmuş, Kâbe’de seyrine doyum olmayan bir vuslat yaşıyordu! Hayranlıkla baktı ve uzun uzun dinlediler; kulaklarına çarpıp gelen nağmeler, yaz sıcağında inen rahmet damlaları gibiydi! Kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varamadılar. Nihayet Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) namazını bitirip Kâbe’deki Kur’ân sesi kesilince, her biri evine dönmek için yola koyuldular. Kimsenin görmemesi için telaşlı ve tedirgin adımlarla yürüyorlardı! Yolların birleştiği noktaya geldiklerinde hiç beklemedikleri bir sonuçla karşılaştılar; kimsenin haberi olmasın diye azami gayret gösteren üçlü, göz göze gelmişti! Vicdanlarının sesine kulak verdiklerini söyleyemeseler de birbirlerine karşı mahcuplardı. Başlarını eğmiş, suçluluk psikolojisi içinde birbirlerine, “Bir daha böyle bir şey yapmayalım!” diyorlardı. “Zira eğer aramızda zayıf karakterli olanlarımız bizi bu hâlde görürlerse, kalplerine şüphe düşer ve onlar da gelip aynı şeyleri yaparlar!” Söylemek kolaydı ama akşam mülâki oldukları o manzarayı unutmanın ve duyduklarını yok saymanın imkânı yoktu. Sürekli beyinlerini meşgul eden bir hakikat yankılanıyordu. İçlerinden akıp giden hissiyatlarına engel olmaya imkân yoktu; bir defa daha gidip dinleselerdi ne çıkardı! İşin doğrusu, birbirinden bağımsız üçü de aynı şeyi düşünüyordu. Dolayısıyla ertesi akşam da gelmişlerdi! Gecenin ilerleyen saatlerinde yüz yüze geldiklerinde her hallerinde ayrı bir mahcubiyet okunuyordu. Gecenin karanlığında kızaran yüzler gözükmese de ortada her birisinin gördüğü bir realite vardı. Hele ses tonlarındaki eziklik, bir türlü yüz yüze gelemedikleri bu hakikat karşısında nasıl mağlup olduklarının haberini veriyordu. Bu kadar da olmazdı! Hani dün söz vermişlerdi? İlk geceki gibi yine sözleşip ayrıldılar; artık bir daha gelip dinlemeyecek ve böyle bir mahcubiyeti bir daha asla yaşamayacaklardı! Belki de henüz Ebû Cehil’in kalbi taş kesilmemiş, Ebû Süfyân’ın demokrat yanı ağır basmış ve Ahnes İbn-i Şerîk de sonraki günler kadar şerre kilitlenmemişti. Üst üste iki gece aynı ikazı alan arkadaşlarının bir daha gelmeyeceğini düşünen üç kafadarın bir sonraki geceki durakları da yine Kâbe idi; karanlık basıp da sokaklardan el-etek çekilince yine yola koyulmuş ve Efendiler Efendisi’ni dinlemeye gelmişlerdi. Üstelik o gece geç vakte kadar beklemiş, fecir vakti tulû’ edince, onlar da yola koyulmuştu; kendilerinden emin evlerine gidiyorlardı ki yolları aynı noktada üçüncü kez birleşiverdi! Bu kadar olurdu! Hem düşmanlık yapıp karşı koyacak, dinlememek için aralarında anlaşıp söz verecekler hem de gelip yine O’nu dinlemek için can atacak, üstelik üçüncü kez birbirlerini atlatacaklardı! Birbirlerini kınayarak konuşmaya başladılar ve ne pahasına olursa olsun artık bir daha böyle bir hâdise yaşamamak için ölümüne sözleştiler. Ertesi sabah Ahnes İbn-i Şerîk, asâsını kaptığı gibi soluğu Ebû Süfyân’ın yanında aldı. “Doğruyu söyle bana, ey Ebâ Hanzala!” diyordu. “Muhammed’den dinlediklerin konusundaki fikrin ne?” Ebû Süfyân, temkinliydi; kaç gündür açık verdiği arkadaşına “renk” vermek istemiyor, öncelikle onun kanaatini almayı daha selametli görüyordu. Onun için sorusuna mukabil soruyla karşılık verdi: “Peki, sen ne düşünüyorsun?” Ahnes İbn-i Şerîk açık sözlülüğü tercih etti ve “Ben, O’nun hak üzere olduğunu sanıyorum!” dedi. Başlangıcından beri ihtiyatı elinde tutan Ebû Süfyân, rahat bir nefes almıştı; ona döndü ve “Ey Ebâ Sa’lebe!” dedi. “Allah’a yemin olsun ki bugüne kadar çok şey işittim ve onlarla nelerin kastedildiği konusunda çok muârefe sahibi oldum; anlayacağın, hangi kelamla neyin kastedildiğini iyi bilirim!” Daha cümlesini bitirmemişti ki Ahnes araya girdi: “Al, benden de o kadar!” “Ancak bunlar, onların hiçbirisine benzemiyor!” Bununla onlar, hakikat nazarında Efendiler Efendisi’ni tasdik ediyor ve getirdiklerinin de hak olduğunu ikrar etmiş oluyorlardı. Ancak, bunu dışarı vurup ilan etmek öyle kolay değildi; zira dışarıda Ebû Cehil gibi bir aktör vardı! Bundan sonra Ahnes İbn-i Şerîk, Ebû Süfyân’ın evinden ayrıldı ve aynı şeyleri onunla da konuşmak için doğruca Ebû Cehil’in yanına gitti. “Ey Eba’l-Hakem!” diye başladı sözlerine. “Muhammed’den dinlediğin şeyler konusunda senin fikrin ne?” “Ne duymuşum ki?” diyerek pişkinliğe vurmak, kulağının üstüne yatmak istedi Ebû Cehil önce. Ancak Ahnes, kararlıydı: “Ey Ebâ’l-Hakem!” diye tekrarladı. “Muhammed konusundaki gerçek fikrin ne; O, doğru birisi mi yoksa yalan mı söylüyor? Çekinme! Bak, burada seni duyacak benden başka kimsecik yok!” Kaçamak bir cevapla başından savamayacağını anlamıştı Ebû Cehil, Ahnes İbn-i Şerîk’i. Kurt adam, kötü yerinden yakalanmıştı ve kitabın ortasından konuşmanın ötesini yutturamayacağı ortadaydı. Önce derin bir iç geçirdi ve ardından da şunları söyledi: “Allah’a yemin olsun ki Muhammed doğru söylüyor; zaten O, asla yalan söylemez! Fakat Kusay oğullarının sancaktarlık ve Zemzem konusundaki hizmetleri, perdedarlık ve dışarıdan gelen hacı adaylarına yemek verme fâikiyetlerine ilave olarak bir de peygamberlik meselesine sahip çıkmalarını düşündükçe kahroluyorum! Şimdi bir de peygamberlik gibi bir imtiyazı tekellerine alırlarsa, Kureyş’in hâli nice olur, bir düşünsene? Hâlbuki bizler ve Benî Menâf, bugüne kadar şeref konusunda hep birbirimizle yarışıp durduk; onlar ziyafetler tertip etti, biz de ettik! Onlar bazı yüklerin altına girip insanlara hizmet ettiler, bizler de benzeri şeyler yaptık! Ellerindeki imkânları başkalarına da açtılar, malımızdan başkalarını biz de sebeplendirdik! Neticede, artık onlarla at başı gitmeye başlamıştık ki şimdi onlar, “Bizim aramızda, semadan haber getiren bir Nebi var!” diyorlar. Söyler misin; bunun üstesinden biz nasıl geliriz? Vallahi biz, O’na asla inanmayacak ve hiçbir zaman da O’nu tasdik etmeyeceğiz!12 İşte bu, vicdanından gelen ses farklı olsa da menfaat ve siyasetin yönlendirdiği hissiyatla bakışı bulanan Ebû Cehil’in, akı kara, karayı da ak görmesinden başka bir şey değildi! Bu dakikadan itibaren onların, hakikati görmesine imkân yoktu. Kin ve nefretin baskısı altında kararan vicdanları sebebiyle nasihat alamaz hâle gelmiş, kaskatı kesilen kalblerine de sanki anahtar işlemez paslı kilitler vurulmuştu. Onlar için bu, zemherirde esen muvakkat meltemler mesâbesindeydi; zaman zaman ılgıt ılgıt esse de hemen arkasından fırtınalar kopuyor ve meltemlerin yerini, önüne geleni alıp götüren tufanlar alıyordu! Bu arada, hâlâ reisliği devam eden Ebû Tâlib’in Dâru’n-Nedve’deki konumu bir hayli zayıflamış ve Ebû Cehil ve avanesinin, yıllardır yapageldikleri hazırlıklar neticesinde sesi daha gür çıkmaya başlamıştır. Benî Hâşim’i Dâru’n-Nedve’de temsil eden Efendimiz’in bir diğer amcası Hazreti Abbâs da bu baskın ortam karşısında sesini duyuramaz olmuştur. Daha açık bir ifadeyle o günden sonra Dâru’n-Nedve, “ortak düşman”(!) karşısında yer alanların bir araya gelip kararlar aldıkları, kitleleri ikna edebilmek için yalan haberlerin üretildiği ve başta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün inananları itibarsızlaştırma adına daha uzun soluklu stratejilerin konuşulup karara bağlandığı bir merkez üssüne dönüşmüştür. Kabile hayatının en koyu tonuyla yaşandığı o günlerde reisler Dâru’nNedve’den beslenmekte ve onların dudağından çıkanın kanun telakki edildiği Câhiliyye anlayışında diğer fertlerin düşünme diye bir lüksleri bulunmamaktadır. Reisin dediği mutlak doğrudur ve ortada adı konulmamış koyu ve acımasız bir kast sistemi vardır! Dolayısıyla o dakikadan itibaren âdeta bütün Mekke, kin ve nefret soluklayan bir nevi Dâru’n-Nedve olmuştur; sözlü sataşmalar, hakaret ve küfürler, tazyikler, baskılar, baskınlar, ölüm tuzakları, ültimatomlar, muhtıralar, sürgünler ve değişik ihtilal teşebbüsleri gibi her türlü şiddet ve sindirme politikalarıyla Mekke, hemen her gün yeni bir filme, Ebû Cehillerin çevirdiği yeni bir dümen ve tezgâha şahit olmaktadır. 13 yıllık Mekke hayatının hemen her gününde bir gerginlik ve problem söz konusudur! Üstelik bu gerginlik, sadece gerginliği üretenlerle sınırlı kalmamış, dalga dalga toplumun bütününe yansımıştır; Allah Resûlü ile toplum arasında kalın duvarlar örülmüş ve O’nun ortaya koyduğu şefkat, merhamet, mülayemet, hilm ü silm gibi fazilet ifade eden duruşlar görülemez hâle gelmiştir. Şu da bir hakikat ki mü’minlerin rehberi Mekkeliler değil, Resûlullah’tır; o günkü Mekkelilerin ne türlü kötülüğe tevessül ettikleri ve şirretlik adına neler yaptıklarından ziyade bizim için, bütün olumsuzluklara rağmen Allah Resûlü’nün onlara nasıl davrandığı, kin ve nefretin her türüne, hiddet ü şiddetin envâi çeşidine rağmen Mekkelilere ulaşabilmek için nasıl bir metodoloji izlediği ve öldürmeye kilitlenmiş o günkü insanları, neticede yaşatma idealiyle cepheden cepheye koşan insanlar hâline getirirken hangi yollara başvurduğu önem arz etmektedir. Ve esas itibariyle, mevcut problemlerimizi O’nun metodolojisiyle çözebilme adına bizim için işin önem arz eden tarafı da budur. Mahzun Nebi Hakikat, gün gibi ayân olduğu hâlde körü körüne yapılanlar karşısında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok üzülüyor, göz göre göre Cehennem’e sürüklenen ve büyük kitleleri de arkasına takarak aynı istikamete sevk edenler için hüzünden iki büklüm oluyordu. Onların da elinden tutabilmek, onları da sahil-i selamete ulaştırabilmek için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), her fırsatı değerlendiriyor ve âdetâ arkasında, oturup konuşmadığı, muhatap olup da elinden tutmadığı ve gemisine alıp da kurtarmadığı bir tek insan bırakmak istemiyordu. Bilhassa tebliğin açıktan yapılmaya başlandığı bi’setin dördüncü yılından itibaren bu süreç daha da hızlanmış, Sultân-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’ye gelen herkesin yanına uğrar olmuştu; oturup onlarla da konuşuyor ve onları da imâna davet ediyordu. Bunun için Zü’l-Mecâz, Mecenne ve Ukâz panayırlarını mesken tutmuş, umre ve hac niyetiyle Mekke’ye gelenlerin yolunu gözler olmuştu; temas kurduğu herkese hakikat namına sesleniyor, göz göre göre ateşe koşan kelebekler misali körü körüne putlara kurban gidenleri de Cehennem yolundan çevirmek istiyordu. O’nun tek hedefi vardı; nefes alan her kul, Rabb-i Rahîmi’ni tanısın ve neticede O’nun rahmetiyle ebedî kurtuluşun kapılarını aralasın! Tabii olarak bu, kendi ikbalinden başka derdi olmayan o günkü Mekkelilerin anlamayacağı bir hedefti ve hemen harekete geçtiler. Baş aktör olarak Ebû Cehil ile Ebû Leheb gözüküyordu; münâvebeli olarak iz sürüyor ve tek bir insanın bile Allah Resûlü’nden istifadesine fırsat vermek istemiyorlardı. Bilhassa sözü edilen panayırların o günkü baş aktörü, Efendimiz’in de amcası Ebû Leheb idi; Ebû Cehil hiç ortada olmasa da zaten o, bu işi bitirmeye kendisini adamış, kırmızı devesinin üzerinde adım adım yeğenini takip ediyordu. Belki de Ebû Cehil, öz amcası olduğu için bu zeminlerde hususiyle Ebû Leheb’i öne çıkarıyor ve böylelikle, “Amcasının bile karşı çıktığı birisi ne kadar güvenilir olabilir?” algısını oluşturmaya çalışıyordu. O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) uğradığı herkese onlar da uğruyor ve -hâşâEfendimiz’in hilâf-ı vâki beyanda bulunduğunu söylüyor; O’na, yıldızlara bakarak haberler veren bir “sâbî13 kulpu takmak istiyorlardı. Beyanlarındaki gücü kabullenmekle beraber bunu sihirle izaha çalışıyor ve kehânet yakıştırmalarında bulunuyorlardı. İzafe etmeye çalıştıkları olumsuzlukların hiçbirisinin tutmayacağını onlar da biliyordu; ama Ebû Cehiller için bunun ne önemi vardı? Yalan yanlış bilgilerle âdetâ Allah Resûlü’nün etrafında duvar örüyor ve kimsenin bu tarafa geçmesine müsâade etmiyorlardı. O günlerde yaşadığı benzeri bir hâtırayı yıllar sonra dile getirirken Kinâneli bir tüccâr, ibret dolu ifadelerle hâdiseyi bize şöyle nakletmektedir: “Resûlullah’ı Zü’l-Mecâz panayırında, ‘Ey İnsanlar! ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ve siz de kurtulun!’ derken gördüm. Hemen arkasında, O’nun üzerine toz-toprak saçarak yürüyen Ebû Cehil vardı; âvâzı çıktığı kadar bağırıyor ve adım adım O’nu takip ediyordu. Bir taraftan da “Ey insanlar! Sakın ola ki bu adam, dininiz konusunda sizi aldatmasın! Çünkü O, sizin Lât ve Uzzâ’ya ibadeti terk etmenizi istiyor!” diyerek insanları korkutuyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise hiç ona iltifat etmiyor, ondan sıyrılmaya çalışıyor ve vakarla yoluna devam ediyordu.”14 Panayırların sıcak zemininde, hakikate âşinâ bir sima bulabilmek ümidiyle yanıp tutuşan ve başkalarından gelebilecek her türlü sıkıntıyı göğüsleyen Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, başkasının kin ve nefreti üzerine hüküm bina etmiyor ve hep kendisine yakışanı yapıyordu. O’nun, bir gönüle daha girebilme adına katlandığı sıkıntıları anlatırken Âmirî kabilesinden bir tüccar bize şu ayrıntıyı vermektedir: “Câhiliyye döneminde15 Resûlullah’ı ben, ‘Ey insanlar! ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ve siz de kurtulun!’ derken görmüştüm. Etrafını alıp da peşini bırakmayanlardan bazıları mübarek yüzlerine tükürüyor, bazıları da üzerine toz-toprak saçıyorlardı. Bu arada onlardan bazıları, ağza alınmadık ağır sözlerle O’na hakaret ediyorlardı. Derken gün yarılanınca yanına, elinde bir miktar su ile küçük bir kız çocuğu çıkageldi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), suyu aldı ve eliyle yüzünü yıkadıktan sonra o kızcağıza dönerek, “Kızım!” dedi. “Baban hakkında hiç endişe etme; O’na kimse galebe gelemez ve zillet eriştiremez!” Yanımdakilere onun kim olduğunu sordum; bana, “Resûlullah’ın kızı Zeyneb!” cevabını verdiler. O zaman o, ergenlik dönemine adım atmak üzere olan aydınlık yüzlü küçük bir kız idi.”16 O günlerde kapı kapı dolaşıp, “Ey insanlar! Gelin, ‘lâ ilâhe illallah’ deyin ve kurtulun!”17 demek, âdeta Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) en temel tavır ve duruşu hâline gelmişti. İnsanları, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği “tevhid” hakikatine çağırmakta ve bu davette, herkesin kabul edebileceği ortak noktaları öne çıkarıp kendisini bile ilk eşik olarak öne sürmemektedir.18 Hâlbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem), “Gelin ey insanlar! Allah var! Âhiret var! Hesap-kitap var ve şu yaşadığınız hayatın hesabını da vereceksiniz!” deseydi, yine de vazifesini yapmış olurdu. Zira O’nun konumunu tarif ederken Kur’ân, Peygamber’in vazifesinin sadece tebliğ olduğunu ifade etmekte,19 kimseye zorla kabul ettirme gibi bir misyonunun bulunmadığını söylemekteydi.20 Buna rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem), hayatına kastedenlerin de hayatını kurtarabilmek, ebedi yok oluşla ölüp gideceklerin karanlık dünyalarını da aydın kılabilmek için “vazife ötesi” bir gayretin içine giriyor ve yine Kur’ân’ın ifade ettiği gibi kendini parçalarcasına bir gayret ortaya koyuyordu.21 Peki, karşılığında ne gördü? Karşılık beklemiyordu ki! İslâm ile erken dönemde tanışan yakınları da O’nu destekliyor, davası adına attığı her adımda O’nunla birlikte hareket ediyordu. Mesela neredeyse her gün Hadîce Vâlidemiz evde yemek yapıyor, Hazreti Ali ile Hazreti Zeyd de sokak sokak dolaşıp bu yemeğe Mekkelileri davet ediyordu. Her defasında aralarından bir oyun bozan çıksa da O (sallallahu aleyhi ve sellem), tertip ettiği ziyafetlerle midelerine seslendiği insanların, bir de akıl ve muhakemelerini muhatap alıyor, gönül ve kalplerine de hitap ediyordu. Hediyelerle ortamı yumuşatmaya çalışıyor, ilk adımı kendisi atmak suretiyle muhataplarının takılabileceği engelleri bir bir ortadan kaldırmış oluyordu. Bu, o kadar sıklıkla tekerrür etmişti ki uluslararası ticaret yapan, yılların zengin kadını Hazreti Hadîce’nin serveti, gün geldi tükendi; bi’setin üzerinden geçen on yılda bu servetten eser kalmamış ve üç yıllık sürgün hayatını birlikte yaşadıkları Hadîce Vâlidemiz, elindeki her şeyi Allah yolunda harcamış bir insan olarak kendi ufkuna yürümüştü. O günün şartlarında Mekke’de, bu servetin harcanacağı büyük alışveriş veya eğlence merkezleri yoktu. Hoş, olsaydı da bu servet oralara asla gitmezdi! Peki, öyleyse bu servet nereye gitti? Şüphesiz Velîd İbn-i Mugîre, Âs İbn-i Vâil, Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ukbe İbn-i Ebî Muayt, Utbe ve Şeybe gibi kadir bilmezlerin kursak ve midesinde tükendi! İşin ilginç yanı, bütün karşı duruş ve şiddet ihtiva eden tavırlarına rağmen Mekkelilerin, bu davete icabet ediyor olmasıydı. Demek ki duruş itibariyle Resûlullah’ın güven veren hâlini görmezden gelememiş ve düşmanca tavır alsalar bile kapıyı sonuna kadar kapatamamışlardı. Şayet her defasında aralarından birisi çıkıp da oluşan müspet havayı bozmamış olsaydı, daha o günlerden itibaren bazı gönüller yumuşayacak ve hür iradelerini kullanarak olmaları gereken yeri seçebileceklerdi. Ancak olmadı! Daha önceki peygamberlerin döneminde de olmamıştı. Demek ki sonraki dönemlerde de olmayacaktı. Işığın karanlığı boğacağı kesindi ama hamil müddetine tahammül de esbâba tevessülün başka bir boyutunu ifade ediyordu! Şayet o gün her şey, olağanüstü bir keyfiyette gelişiyor olsaydı, sonrakiler için örnek alınabilecek bir model ortaya çıkmazdı. Fıtrî bir zeminde gelişen bu değişim ve dönüşüm, arkasında, her dönemde uygulanabilecek mücerreb bir metodoloji bırakacaktı ve öyle de oldu. Böylesine bir fedakarlık ve bu kadar gayrete mukabil Mekkeliler, her geçen gün artan bir yoğunlukla mukabelede bulundu ve hep şiddetin tarafı oldular. Zaten, Allah Resûlü’nün getirdiği güzelliklere karşı makul bir gerekçe üretemedikleri yerde tek alternatifleri de bu idi; gözlerini kapamakla, sadece kendilerine gündüzü gece yapan karanlık ruhlar, kaba kuvvetle güneşe perde çekebileceklerini sanıyorlardı! Tabii olarak bu da olmadı! Peki, ne oldu? Her geçen gün artan gerginlik ve gerilim ortamını iyi okuyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), akılla hareket etme kabiliyetini kaybeden Mekkelileri, makuliyet zeminini bulacakları âna kadar kendi hâllerine bıraktı ve Medîne’ye hicret etti. Bunu daha önce de yapmıştı; Fahr-i Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tırmanan gerilimin bir parçası olmak istememiş, ashâbının varlığını hazmedemeyen Mekkelilere daha fazla hazım problemi yaşatmamak için ashâbını, Allah’ın geniş olan yeryüzünden başka bir beldeye, Habeşistan’a göndermişti. Şimdi ise kendisi gidiyordu! Zaten aylar öncesinden ashâbını göndermeye başlamış, daha kötü sonuçlar zuhûr etmemesi için peyderpey ashâbını Medîne’ye göndermişti. Bunu yaparken de kimseye, “Sizin için bu kadar fedakarlığa rağmen kadir-kıymet bilmediniz!” demiyordu. Daha fazlasını çoktan hak etmiş olmalarına rağmen hiç kimse için “Ne hâli varsa görsün!” duruşu da sergilememişti. O’nun dünyasında, “Düşene bir tekme!” mantığı hiç olmadığı gibi O (sallallahu aleyhi ve sellem), kimse için, “Canı Cehennem’e!” demek de yoktu. Medîne’de çığ gibi büyüyen Ensâr’ı olmasına rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem), gözü ve kulağını Mekke’den hiç ayırmadı ve bir gün onları da gemisine alma niyetiyle o gün hicret etti. Belki de onlar için bu, hislerinden arınma, o güne kadar akıl ve muhakemelerine baskı kuran duyguları adına durulma ve bir nevi düşünme payı anlamına geliyordu! Görüldüğü üzere sürekli gerginlik üretenlerin problemlerini çözebilmek için ilk adımı atan yine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) oluyordu. Zahirden bakıldığında bu da bir geri adım sayılabilirdi; ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu gün attığı bu adımın neticesinde, muhataplarının bütününe ulaşacak yeni adımların fırsatını yakalamış oluyordu! Öyle de oldu. Kapılar açmak, köprüler kurmak için gelen Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), 13 yıldır milim milim açılan kapılarla santim santim kurulan köprüleri kendi hâline bırakmadı; bilakis, hicret ederken bile yeni yeni kapılar açıp köprüler kurarak yola çıktığını ilan etti! Hicretinde bile Mekkelilere şok üstüne şok yaşatıyordu; zira Mekkelilerin, “Emîn” diyerek kendisine emanet ettiklerini, yine kendilerine iade edebilmek için yeğeni Hazreti Ali’yi, yerinde vekil bırakıp öyle yola çıkmış, her türlü tehlikeyi göze alarak o gece, yatağına Hazreti Ali’yi yatırmıştı! Ya sonra? Ne garip ki aralarından ayrılıp gitmiş olması, Mekkeliler için suların durulması anlamına gelmedi; nefes alıp veriyor olmasından bile rahatsızlık duyuyorlardı! Ve nihayet bir gün, ordular toplayıp, ashâbıyla birlikte O’nu yok etmek için üzerine yürüdüler! 3 Kusayy İbn-i Kilâb, aynı zamanda Kureyş’in atası olarak bilinmektedir. 4 Hac ve umre maksadıyla Mekke’ye gelenlere su ikram etme işidir. Huzâa Kabilesi Mekke’yi terk ederken Zemzem Kuyusu’nu kapattığı için burada su, en zor elde edilen temel ihtiyaç maddesi hâline gelmiştir. Bu zor görevi üstlenen kabile, Mekke vâdileri arasına bentler yapar ve yağmur sularını burada toplardı. Hac mevsimi geldiğinde buralardan su taşır ve ibadet maksadıyla gelen Rahmân’ın misafirlerine bu suyu ikram ederlerdi. 5 O günün Mekke’sinde karşılığı olan bu sektörler ve onları deruhte eden kabilelerle bu kabileleri temsil eden kişileri şu şekilde özetlemek mümkündür: “Ukâb” denilen sancağı taşıma işiyle “kıyâde” tabir edilen kumandanlık işlerini Ebû Cehil yürütüyordu. Efendimiz’in amcası Abbâs İbn-i Abdilmuttalib, Benî Hâşim adına hacılara Zemzem ikram etme işi olan “sikâye” vazifesini deruhte ediyordu. Benî Nevfel’den Hâris İbn-i Âmir, hac ibadetini yerine getirmek için Mekke’ye gelen fakirlere, yine Mekkeli zenginlerden toplanan maddî yardımları dağıtma işi olan “rifâde” işini üstlenmişti. Benî Abdiddâr’dan Osman İbn-i Talha, Mekke hâkimiyetinin remzi olan ve “Livâ” tabir edilen sancağı muhafaza edip gereğini yerine getirme vazifesiyle Kâbe’nin anahtarlarını taşıma işi olan “sidâne” işleriyle vazifeliydi. Kâbe’nin örtüsüyle ilgili işleri ifade eden “hicâbe” işiyle, Mekkelilerin oturup karar aldıkları meclisleri “Nedve”nin işleyişi de aynı şahsın uhdesindeydi. Benî Esed’den Yezîd İbn-i Zem’a, Mekkeliler adına karar alınacağı zaman devreye giren istişare mekanizması “meşveret” işlerini koordine eden isimdi. Kabilelerin kökenleri ve eskiye ait bilgilerine vukûfiyetiyle tanınan Benî Teym’in bilgesi Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) o gün, husûmetleri çözme ve kan davalarını bir karara bağlama manasında “eşnâf” denilen bir çözümün mercii olarak biliniyordu. Ebû Cehil ile aynı kabileye mensup olan Hâlid İbn-i Velîd, sefere çıkacak ordunun donatılması için herkesin üzerine düşen payı tahsil işi olan “kubbe” ile savaş esnasında Kureyşlilerin süvari kıtaları komutanlığı olan “e’ınne” işlerinden mes’uldü. Gözü çok yükseklerde olan Ebû Cehil için Hâlid İbn-i Velîd’in bu görevleri ayrı bir ehemmiyet ifade ediyor, “kubbe” ve “e’ınne”yi ayrıca önemsiyordu. Bunun için Hâlid İbn-i Velîd’i el üstünde tutuyor, gelecekte elde edeceği misyona sahip olmada dayanak yapacağı bu iki vazifenin hatırına, amca oğlu olan Hâlid İbn Velîd’e toz kondurmuyordu. Benî Adiyy’den Hazreti Ömer (radıyallahu anh), “sifâre” denilen tam yetkili siyâsî temsilcilik ve elçilik işlerini yürütüyordu. Benî Cümah’tan Safvân İbn-i Ümeyye, “eysâr” denilen ve sözde alın yazısını okumak için kullanılan talih oyunu aletlerinden sorumluydu. Benî Sehm’den Hâris İbn-i Kays ise “emvâl-i muhaccere” denilen tanrılara sunulmak üzere alıkonulmuş mallarla, “hukûmet” namıyla bunları muhafaza işinin sahibi bulunuyordu. Mekke’nin fethine kadar devam edecek olan bu uygulamaları Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ortadan kaldıracak, sadece Hazreti Abbâs’a ait sikâye ile Osman İbn-i Talha’ya ait olan sidâne vazifelerinin devam etmesini uygun bulacaktır. Bkz. Ebû Dâvûd, Diyât 17, 24; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 2/36; 3/410; 5/411; Dârakutnî, Sünen 3/105 6 Münâfere; iki kişinin, aralarında soy ve nesep olarak üstünlük yarışına girmeleri ve aralarındaki bu tartışmayı halletmek üzere bir kimseyi hakem tayin etmeleri işine denilmektedir. 7 Yıllar sonra Ümeyye’nin torunu olarak buraya vali tayin edilen Hazreti Muâviye, Kâbe’ye hizmet eden Kureyş’in bir ferdi olarak yıllar öncesinde aralarında yaşayan dedesinin kredisini çok iyi kullanmış ve Şam’da büyük bir nüfûz elde etmiştir. 8 İbn-i Sa‘d, Tabakât 1/76; Taberî, Târîh 1/504 9 Hatta denilebilir ki bu hadise, Endülüs Emevîlerinin sonuna kadar gidecek olan ihtilafların temelini oluşturmaktadır. Bkz. İbn-i Sa‘d, Tabakât 1/76; Taberî, Târîh 1/504, 505 10 Kur’ân’ın, “Mal ve ailesiz, tek olarak yarattığım, sonra çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her türlü imkânı önüne serdiğim, o adamın hakkından gelmeyi sen Bana bırak! Hâlâ da açgözlülükle imkânlarını daha da artırmama hevesleniyor. Hiç heveslenmesin! Çünkü o Bizim âyetlerimize karşı inatçı kesildi. Ben de onu sarp mı sarp bir yokuşa sardıracağım. O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Hay kahrolası! Nasıl, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. Sonra da sırtını döndü, kibirinden kabardı, arkasına bakmadan çekip gitti! ‘Bu, büyücülerden nakledilen büyüden ibarettir! Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir!’ dedi. Desin bakalım! Ben de onu sekar’a atacağım. Sekar nedir bilir misin? Nereden bileceksin! O, içine atılanı yer, bitirir; ancak yine de bırakmaz, eski hâline çevirip bu işi tekrar eder; sürekli olarak derileri kavurur. Üzerinde on dokuz görevli vardır.” diyerek anlattığı kişinin, hemen hemen bütün tefsir kitaplarında, Velîd İbn-i Muğîre olduğu üzerinde durulmaktadır. Bkz. Müddessir Sûresi 74/11-30 11 Beyhakî, Delâil 2/208; İbn-i Kesîr, Bidâye 3/70 12 İbn-i Hişâm, Sîre 1/200-201; Beyhakî, Delâil 2/207-208; İbn-i Kesîr, Bidâye 3/69-70. Konuyla ilgili rivayetler birleştirilerek verilmiştir. 13 “Sabie” kökünden türemiş bir kelime olup, bir dinden çıkıp baş ka dine giren kişi anlamına gelmektedir. Terim olarak “sâbî”, melek veya yıldızlara tapan insanlar için kullanılan bir kelimedir. Âlemin tek Yaratıcısına inanmakla birlikte, dünyanın ve insanların yönetiminin gök cisimlerine bırakıldığını ileri sürerler. Bir âyetinde Kur’ân-ı Kerîm, iman edenlerle birlikte bunlardan da bahsetmektedir. (Bkz. Bakara Sûresi 2/62) Hazreti İbrâhîm (aleyhisselâm), bunları irşad için gönderilmiştir. (Bkz. En’âm Sûresi, 75 vd.) Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır. (Bkz. Suat Yıldırım, Bakara Sûresi 2/62. âyetin meali.) Bu tabiri Allah Resûlü hakkında kullanmak suretiyle Mekkeliler, şüphesiz Resûlullah’ın halk üzerindeki tesirini kırmak istiyor, O’nu itibarsızlaştırmaya çalışıyorlardı. 14 Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 27/148 (16603); Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 2/452 15 Bu ifadesiyle râvi, muhtemelen o gün hâlâ Câhiliyye günlerini yaşadığı için kendisi adına bu sıfatı kullanmaktadır ki İslâm’ın ilk yıllarını kastettiği açıktır. 16 Buhârî, Târih 8/14; Taberânî, Kebîr 20/342 (805) 17 Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 31/342 (19004); Hâkim, Müstedrek 1/61 (39); 2/668 (4219); Dârekutnî, Sünen 3/462 (2976); Beyhakî, Kübrâ 1/123 (358); 6/34 (11096); Taberânî, Kebîr 5/61 (4582); 8/314 (8175); 20/343 (806); İbn-i Ebî Şeybe, Müsned 2/322 (822); Musannef 7/332 (36565); İbn-i Huzeyme, Sahîh 1/82 (159); İbn-i Hibbân, Sahîh 14/517 (6562) 18 Benzeri bir durumu, vefat öncesinde amcası Ebû Tâlib’e telkinde bulunurken de görmekteyiz; Mekkelilerin de üzerinde baskı kurduğu bir sırada ona Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey amcacığım!” demişti. “Gel, ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki bununla Allah katında senin için şahitlik edeyim!” Bkz. Buhârî, Cenâiz 80 (1360); Müslim, Îmân 9 (24); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 39/78 (23674) 19 Bkz. Nûr Sûresi 24/54; Ra’d Sûresi 13/40; Gâşiye Sûresi 88/21 20 Bkz. Gâşiye Sûresi 88/22 21 Bkz. Kehf Sûresi 18/6; Şuarâ Sûresi 26/3 Birinci Bölüm Şiddet ve Savaş Karşısında Nebevi Duruş R esûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), on üç yıllık Mekke hayatında şiddetin her türlüsüne muhatap olmuş, ancak hiç kimseye şiddetle mukabelede bulunmamıştı. Zaten “Hira sultanlığı” ile başlayan süreçte gelen âyetler, muhatapları çizgiyi aşsalar bile O’nun, adaletten ayrılmaması gerektiğini emrediyor ve bu türlü durumlarda adres olarak sabrı gösteriyordu.22 Rahmet peygamberiydi23 ve hep rahmetle muamele ediyordu. Muhataplarından zulüm görse de ellerinden tutabilmek için kendisini parçalarcasına bir gayret ortaya koyuyor ve şefkat iklimine onları da almak istiyordu.24 O’nun dünyasında, ne zarar vermek vardı ne de zarara zararla mukabelede bulunmak!25 Şartlar ne olursa olsun Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hep kendine yakışanı yapıyordu. Ashâbını da aynı çizgide yönlendiriyordu;26 canı yanan, başı yarılan, malı talan edilip canına kastedilen hiç kimse, mukabelede bulunmuyor ve şiddeti tabiatları haline getiren Mekkelilerle aynı karede yer almıyordu. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), daha işin başından itibaren Hazreti Ebû Zerr,27 Hazreti Ebû Bekir28 ve Hazreti Ömer29 başta olmak üzere herkese itidal ve teenniyi tavsiye etmiş, yapılanlara karşılık kimsenin mukabelede bulunmamasını, reaksiyon göstermemesini ve şiddetin tarafı olmamasını istememişti. Onlara, “Sizden, Kıyâmet Günü’nde bana en sevgili ve meclis yönüyle de en yakın olanınız, ahlak yönüyle en güzel olanınızdır! Ve yine sizlerden Kıyâmet Günü’nde beni en çok üzecek olanınız ve meclis yönüyle de en uzak olanınız, çok konuşan, gereksiz yere lafı uzatan, üslup ve sözleriyle başkalarını inciteninizdir!”30 diyerek durmaları gereken yeri gösteren Allah Resûlü olmuştu. Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), mülâyemet ve şefkati, insanı güzelleştiren, şiddet ve kabalığı ise çirkinleştiren bir fiil olarak tarif ediyordu.31 Abdurrahmân İbn-i Avf gibi sahâbîler gelip de “Yâ Resûlallah! Müşrik olduğumuz günlerde biz, izzet ve onur sahibi kimselerdik; iman edince hor ve hakir görülen insanlar olduk!” deyip karşılık vermek istediklerinde, “Ben, insanları affetmekle emrolundum; kimseyle kavga etmeyin!” buyurmuş ve mukabeleye izin vermemişti.32 Zaten bu, Allah’ın emriydi; Cebrâil gelmiş ve O’na, “Hep afv ü safh yolunu tut, ma’rufu emret ve câhillerden de yüz çevir!”33 demişti. Bu âyeti getirdiğinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), vahyin emînine dönmüş ve “Ey Cibrîl!” demişti. “Bunun anlamı ne?” “Yâ Muhammed!” diye cevaplamıştı Cibrîl. “Allah (celle celâluhû) sana, seninle alâkasını kesenle akrabalığını devam ettirmeni, sana vermeyene vermeni ve yine sana zulmedeni de affetmeni emrediyor!”34 Allah emreder de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dinlemez miydi hiç! Üstelik dahası da vardı; gördükleri zulüm karşısında mukabelede bulunmak isteyenler için başka bir gün yine Cibrîl gelmiş, “Muhakkak ki Allah, iman edenleri koruyup müdafaa eder; çünkü Allah hâin ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez.”35 demek suretiyle buna izin olmadığını ifade etmişti.36 Onun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), henüz Mekkelilerin hazım problemi yaşadığı bu günlerde ashâbına tembih üstüne tembihlerde bulunuyor, en masum duruşları olan namazlarını bile şehrin dışındaki daha tenha yerlerde edâ etmelerini tavsiye ediyordu.37 Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki onlar, Allah’ın hürmetini çiğneyecek bir teklifte bulunmadıkları sürece ben, onların öne sürdüğü her şeyi kabul ederim!” çizgisinin temsilcisiydi.38 Bunu sadece söylemekle kalmıyor, yaşayarak temsil ediyordu; O’nun dünyasında, tehditlere karşılık tehdit, hakarete karşı hakaret ve şiddete karşı da şiddete yer yoktu. Gece gündüz devam eden bu türlü olumsuzluklara karşılık Resûlullah’ın söylediği tek cümle, “Ey Benî Abdimenâf! Bu nasıl komşuluk?” şeklinde olmuştu.39 Aslında böyle bir duruş, Kur’ân’ın emriydi ve O da (sallallahu aleyhi ve sellem), mücessem Kur’ân’dı. Yüce Mevlâ, “Şüphe yok ki sizler, hem Ehl-i Kitâb’dan hem de müşriklerden çok eziyet göreceksiniz! Şayet sabreder ve takva ölçüleri içinde hareket ederseniz bilin ki bu, önem arz eden işlerdendir!”40 demek suretiyle, başta Efendimiz olmak üzere bütün mü’minleri uyarmış ve bunun ilk tatbikini de şüphesiz Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) yapmıştır. Hazreti Üsâme’nin haber verdiğine göre Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), müşrik ve ehl-i kitaptan gelen eziyetler karşısında Kur’ân’ın haber verdiği gibi hep sabretmiş, hiç karşılık vermemiş, hatta bir adım daha ileriye gitmiş ve her şeye rağmen o günkü kadir bilmezleri de affetmiştir.41 13 yıllık Mekke hayatının hemen her gününde yepyeni bir tuzakla karşılaşmış, her gün canını sıkan veya yakan bir hâdise yaşamış ve her türlü yol kullanılarak önü kesilmek istenmiş olmasına rağmen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), karşılaştığı bunca eza ve cefaya hep sabırla mukabelede bulunmuş, her türlü sıkıntıyı teenni ile karşılamıştı.42 Bütün olumsuzluklara rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem), hissiyatını hep iradesiyle bastırmış ve asla muhakemesini duygularına teslim etmemiştir. Zamanın çıldırtıcılığına karşı müthiş bir sabır örneği sergilemiştir; ancak bu, zâhirde durağan, gerçekte ise “aktif” bir sabırdır ve Mekke fethini esas aldığımızda muhataplarının çoğu için bu süreç, tam yirmi bir yıl sürmüştür. Bu yönüyle bakıldığında O’nun, insanlık tarihinin gördüğü en sabırlı insan olduğunda hiç şüphe yoktur. Şüphesiz ki bu, en küçük bir kötülük karşısında öfkelenen ve küplere binen günümüz insanının kolay anlayabileceği bir husus değildir. Böyle bir duruşu bugünün insanı, kimliksizlik, omurgasızlık veya şahsiyetsizlik olarak bile algılayabilmekte ve gördüğü kötülüğe, fazlasıyla mukabele etmeyi fazilet olarak görebilmektedir. Hâlbuki bu, ortadaki problemi büyütmekten veya muhatap ile köprüleri atmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Üstelik ne yaptığının farkında olarak hareket eden insanın elinde bu metodoloji, yarınlar itibariyle onu çok ilerilere götürecek bir stratejidir. Şüphesiz ki o gün birkaç adım geri attığı bu yerler Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem), yüzlerce adım ilerilere taşımış ve bütün insanlarla köprüler kurma ve herkesin gönlünü kazanarak her türlü problemi çözme, bu zeminlerin semeresi olmuştur. Zaten insanlığa hizmet adına hedefi olan bir kişi, kendi başına ve fevri hareket edemez! Hele irşad ve tebliğ adına herkese ulaşmayı hedefleyen bir insan, oturduğu yerden ezbere konuşan, ürettiği sloganların arkasına sığınarak