TAR165 Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I PDF

Summary

This document appears to be lecture notes or study materials for a course on Atatürk's Principles and the History of the Turkish Revolution. The summary details the impact of the treaty of Mondros and international relations. It includes keywords related to Turkish history and revolution.

Full Transcript

ŞARK MESELESİ’NİN UYGULAMAYA KONMASI: MONDROS MÜTAREKESİ 19. yüzyılda ortaya çıktığı vakit sanayileşmenin simge unsuru olarak görülen ve ticaretin, kapitalizmin taşıyıcısı olarak kurgulanan demiryolları sanayileşmiş ülkeler için kısa sürede emperyalizmin bir aracı haline geldi. Sanayileşmeye başlay...

ŞARK MESELESİ’NİN UYGULAMAYA KONMASI: MONDROS MÜTAREKESİ 19. yüzyılda ortaya çıktığı vakit sanayileşmenin simge unsuru olarak görülen ve ticaretin, kapitalizmin taşıyıcısı olarak kurgulanan demiryolları sanayileşmiş ülkeler için kısa sürede emperyalizmin bir aracı haline geldi. Sanayileşmeye başlayan ülkeler hammadde yönünden zengin ülkeler üzerinde demiryolları üzerinde hegemonya oluşturmaya çalışıyorlardı. 19. Yüzyılın ikinci yarısında siyasal bütünlüğünü tamamlayarak emperyalist yarışa girişen Almanya, hammadde kaynağı ve pazar arayışlarında Osmanlı Devleti’ni nüfuz edilebilir bir ülke halinde buldu. Demiryolları bu iş birliğinin anahtar unsuruydu ve Almanya’nın bu nedenle Osmanlı Devleti’nde en fazla yatırım yaptığı sektör demiryolu olarak öne çıktı. I. Dünya Savaşı, emperyalist güçlerin nüfuz mücadelesi olduğu kadar, hedefteki ülkelerin de adeta var olma veya yok olmama mücadelesi idi. Var olma mücadelesi içinde bulunanların başında ise şüphesiz Osmanlı Devleti geliyordu. Ancak Osmanlı Devleti hakkındaki hüküm bir asır önce 1815’te verilmiş ve Osmanlıya “Hasta Adam!” teşhisi konmuştu. Büyük devletler tarafından “Hasta Adam”ın mirasını paylaşmak konusu ise “Şark Meselesi” olarak adlandırılmıştı. Osmanlı açısından I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran Mondros Mütarekesi (Ateşkes antlaşması) bir nevi Şark Meselesi’nin gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Mütareke Hükümleri ve Uygulama: Osmanlı Devleti’nin Fiilen Bitirilişi Mondros Mütarekesi, Rauf Bey (Orbay) başkanlığındaki Osmanlı heyeti ile İtilaf Devletleri adına Akdeniz Filosu Komutanı İngiliz Amiral Calthorphe arasında 30 Ekim 1918’de imzalandı. Ateşkes metni, 25 maddeden ibaret olup çok ağır şartlar taşıyordu. Buna göre; İtilaf Devletleri, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarıyla Toros tünellerini işgal edecekti (md:1,10). Osmanlı suları ve Karadeniz’de bulunan torpiller gösterilecek ve temizlenecekti (md:2,3). İtilaf Devletleri’ne mensup savaş esirleri ve Ermeni esir ve tutuklular derhal teslim edilecek (md:4), Osmanlı Ordusu terhis edilecek, eldeki silah ve mühimmat teslim edilecek, küçük gemiler dışında donanma İtilaf Devletleri gözetimine bırakılacaktı (md:5,6). Kuzeybatı İran ve Kafkasya’daki Osmanlı kuvvetleri savaştan önceki sınırlara çekilecek, güneydeki ateşkes sınırları dışındaki Osmanlı kuvvetleri derhal İtilaf kuvvetlerine teslim edilecek (md:11,16, 17) ve bütün haberleşme ağı İtilaf memurlarının kontrolüne bırakılacaktı (md:12). Antlaşmanın en ağır maddesi ise İtilaf Devletleri’ne “güvenliği tehdit edecek bir durum ortaya çıktığında” ülkenin dilediği yörelerini işgal imkânı tanıyan ve Osmanlı Devleti’nin hükümranlık hakkını fiilen bitiren yedinci maddesi idi. Öte yandan, 24. maddeye göre; 6 vilayette karışıklık çıktığı takdirde bu vilayetlerin herhangi bir kısmı işgal edilebilecekti. Aslında bu maddenin arkasında “Şark Meselesi”nin hedeflerinden biri olarak İtilaf Devletleri’nin Doğu Anadolu bölgesinde bir Ermeni Devleti kurma niyetleri saklı bulunuyordu. Nitekim ateşkesin İngilizce metninde söz konusu 6 vilayetten altı Ermeni Vilayeti olarak bahsedilmişti. Açıkça anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti savaş sonrasında bir taraf ve bir devlet olarak görünmesine rağmen Mütareke hükümlerine göre, fiilen devlet olma özelliklerini kaybetmiş yani yok sayılmış durumdadır. Eğer İtilaf Devletleri gerekli gördükleri vakit, istedikleri yerleri işgal edebilme hakkına sahip ise o devletin elinden ordusu yani kendini savunma kudreti alınmış, haberleşmesine el konulmuş, ekonomisi denetim altına alınmış ise artık o devletin hükümranlık hakkından yani bir devlet olmasından bahsedilemez. İşte Mütareke ile Osmanlı Devleti’nin hukuki durumu ve içinde bulunduğu fiilî durum bu idi. Türk milleti şimdiye kadar tarihinde görmediği şekilde devletsiz ve vatansız bırakılma ile karşı karşıyaydı. Nitekim mütareke sonrası işgaller başladı. Aslında bu işgaller daha önce de bahsedildiği gibi, savaş sırasında yapılan gizli antlaşmaların da bir bakıma uygulamaya konması anlamı taşıyordu. 400.000 kişilik Osmanlı Ordusu, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere bazı paşaların karşı çıkmasına rağmen 50.000’e indirildi. Önce İngilizler, Musul ve İskenderun’u işgal ettiler, Boğazlar ve İstanbul’a İtilaf donanmaları demir attı. Kısa sürede işgaller genişledi. İngilizler; Batum, Kars, Antep, Maraş, Hatay ve Konya’yı, Fransızlar; Dörtyol, Adana, Mersin ve Afyonkarahisar istasyonunu, İtalyanlar ise; Antalya, Burdur, Muğla, Marmaris, Bodrum, Fethiye ve Konya istasyonunu işgal ettiler. Birinci Dünya Savaşı öncesi İtilaf Devletleri arasında emperyalist hedeflerin çakışması sonucu ortaya çıkan anlaşmazlıklar savaş sonrası sınırlar ve toprakların paylaşımı konusunda da devam etmiştir. Nitekim savaş sonrası yenilen devletlere uygulanacak yaptırımlar, iktisadi çıkar bölgeleri ve işgal edilecek topraklar, Osmanlı Devleti’nin paylaşılacak topraklarını belirlemek için 1919’da Paris’te toplanan konferansta İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinin İngilizler tarafından desteklenmesine rağmen İtalyanlar söz konusu karara karşı çıkmıştır. Buna rağmen İzmir, İngilizlerin desteği üzerine Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. TÜRK MİLLETİNİN MÜTAREKE VE İŞGALLERE TEPKİSİ: MİLLÎ TEŞKİLATLANMALAR Mütarekenin neler getireceğinin farkında olan ve Osmanlı Hükûmeti’nin sessiz ve pasif kaldığını gören Türk halkı, teşkilatlanmada gecikmedi. Hemen her tarafta özellikle işgal tehlikesi bulunan yörelerde, genel adı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri olan millî teşkilatlar kurulmaya başlandı. Millî Mücadele hareketinin zeminini oluşturacak olan ve zaman içinde hemen her il ve ilçede bazen farklı isimlerle kurulan bu cemiyetler mahalle ve köylere varıncaya kadar teşkilatlanmış idiler. “Müdafaa-i Hukuk” kavramından da açıkça anlaşılacağı üzere, bu teşkilatlanma hareketi, savunma amaçlı olup her şeyin başında hür ve bağımsız yaşama hakkını, vatanı koruma gayesini taşıyordu. Çünkü mütareke sonrası işgallerle birlikte, vatan coğrafyasının Batısı Yunan’a peşkeş çekilmeye, Doğu’da Ermeni devleti oluşturulmaya çalışılıyor, kısacası Şark Meselesi uygulamaya konuyordu. Bu tehlike karşısında önceleri, “mahallî” nitelikli olup, büyük bir kısmı Sivas Kongresi’nden sonra tek bir çatı altına alınacak olan millî cemiyetlerin belli başlılarına kısaca değinelim; Kars Milli İslam Şurası; 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın destek ve yardımı ile 5 Kasım 1918’de kurulmuş ve yapılan kongreler sonrasında 17 Ocak 1919’da Cenubî Garbî Kaf- kas Hükûmet-i Muvakkatesi adıyla geçici bir hükûmet oluşturulmuş ise de bu hükûmet, Nisan’da Kars’ı işgal eden İngilizler tarafından dağıtılmıştır. Yine Doğu Anadolu’yu savunma amaçlı olarak 4 Aralık 1918’de Vilayat-ı Şarkıyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştur. Merkezi İstanbul’da olan bu cemiyet Erzurum ve diğer doğu illerinde şubeler açmıştır. Trakya’da Yunan işgal hazırlıkları ve Mavri Miracıların iddialarına karşı Cafer Tayyar Bey’in yardım ve desteği ile 1 Aralık 1918’de Trakya Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i Osmaniye Cemiyeti kuruldu. İzmir’in Yunan’a verilme tehlikesine karşı, 17. Kolordu Komutanı Nurettin Paşa’nın yardım ve desteği ile Türk aydınları tarafından 1 Aralık 1918’de İzmir Müdafaa-i Hukuk- ı Osmaniye Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet, İzmir’in Türklüğü konusunda dünya kamuoyunu aydınlatma gayreti içinde olmuştur. Mart 1919’da düzenlediği kongre ile İzmir ve vatan üzerinde oynanan oyunlara karşı gerekirse silahlı mücadeleye gireceklerini İtilaf Devletleri’ne ve kamuoyuna duyurmuştur. Bu cemiyetle iş birliği hâlinde Redd-i İlhak prensibini savunan İzmir Müdafaa-i Vatan Heyeti de kurulmuştu. İzmir’in işgalinden önce büyük bir miting düzenleyen bu cemiyet Batı Anadolu’da millî direniş ruhunun oluşmasında öncülük etmiştir. Yunan işgaline karşı Batı Anadolu’da bu teşkilatlanmalar olurken, Trabzon merkezli bir Rum Pontus devleti tehlikesine karşı Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti, Çukurova bölgesinin Fransızlara verileceği tehlikesine karşı bu bölgenin haklarını savunmak amacıyla Adana Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Mütareke sonrası işgal veya işgal tehlikesi karşısında oluşan hareketleri bir araya getirmek amacıyla 29 Kasım 1918’de Millî Kongre adıyla yeni bir teşkilatlanma ortaya çıkmıştır. 6 Aralık 1918 ve Ocak 1919’da geniş katılımlı kongreler düzenleyen ve yayın faaliyetlerine önem veren Millî Kongre, İzmir’in işgaline yönelik yapılan protesto ve mitinglerin organizasyonunda rol almıştır. Atatürk’ün Nutuk’ta bahsettiği bu cemiyetlerin yanı sıra, işgaller ve özellikle İzmir’in işgalini müteakip, işgal tehlikesine yakın yerlerden başlamak üzere, Anadolu’nun hemen her il ve ilçesinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuştur. Sivas Kongresi kararları çerçevesinde tek bir çatı altında toplanan bu cemiyetler içinde Anadolu kadınları da teşkilatlanmaya gitmişlerdi. Türk tarihinin bütünlüğü içinde baktığımızda, Bacıyân-ı Rum Anadolu’nun vatan olmasında ne yapmışsa Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin de Anadolu’nun vatan kalmasında aynı şeyi yaptığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Türk milleti bir taraftan teşkilatlanırken bir taraftan da işgallere karşı fiilî olarak tepkisini göstermekte gecikmedi. Mütareke sonrası başlayan işgaller, işgal bölgelerinde tabiî ki kaygı ve endişe yarattı. Yukarıda bahsi geçen cemiyetler vasıtasıyla tepkiler ortaya konmaya başlandı. Ancak İzmir’in işgali ateşlenmeyi bekleyen fitili hemen ateşlemiş oldu. İzmir’in işgal edileceği haberi bile büyük infiale yol açmış ve her taraftan tepkiler gelmeye başlamıştı. Bu tepkileri, Yzb. Smith raporunda şu ifadelerle dile getiriyor; “Sabah saat iki, Mayıs 15’te Yunanların karaya asker çıkaracakları haberi Türkler arasında duyuldu. Haber kudurmuş bir alev gibi yayıldı”. İşgalle birlikte başta İzmir’e yakın ve haberi erken öğrenen Batı Anadolu’daki şehir ve kasabalar olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya varıncaya kadar miting ve protestolar ile tepkiler çığ gibi artarak devam etti. İşgalden henüz 4 saat sonra Denizli sancağı topyekûn ayağa kalkmış idi. Denizli müftüsü Ahmed Hulusi Efendi’nin cihat ilan etmesi Anadolu aydınının artık İstanbul’dan pek bir şey beklemediğinin de işareti olmuştur. Bu tepkilerle bir taraftan, Mondros mütarekesi ve işgallerin Türkleri vatansız bırakmayı amaçladığı hususu vurgulanarak Türk milleti Millî Mücadele yönünde şuurlanırken bir taraftan da İtilaf Devletleri’ne ve dünyaya Türklerin uğradığı haksızlık duyurularak kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyordu. AMASYA GENELGESİ Havza’dan sonra Mustafa Kemal Paşa 12 Haziran’da, 18 arkadaşıyla birlikte Amasya’ya geldi ve çalışmalarına burada devam etti. Bu sıralarda toplanmakta olan Balıkesir ve Erzurum Kongrelerinin mahallî özellik taşımasından dolayı bütün milleti içine alacak millî bir kongrenin toplanmasını gerekli gören Mustafa Kemal, 21-22 Haziran gecesi bir genelge hazırladı. Yanında bulunan Ali Fuad, Refet ve Rauf Beylerle birlikte karargâh heyetinin de imzaladığı ve Erzurum’da bulunan Kâzım Karabekir ve Konya’da Mersinli Cemal Paşa’nın da telgrafla onayladığı genelge, 22 Haziran günü askerî ve sivil makamlara gönderildi. Amasya Genelgesi şu esasları taşıyor idi; 1. Vatanın ve milletin istiklali tehlikededir. 2. İstanbul Hükûmeti üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini gereği gibi yerine getirememektedir, bu durum milletimizi yok olmuş göstermektedir. 3. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. 4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartlara göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana duyurmak için her türlü etki ve denetimden uzak millî bir kurulun varlığı zarurîdir. 5. Anadolu’nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır. 6. Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. 7. Her ihtimale karşı bu meselenin millî bir sır hâlinde tutulması ve temsilcilerin lüzum görülen yerlerde seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları lazımdır. 8. Doğu illeri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse Erzurum Kongresi üyeleri de Sivas Kongresi’ne katılmak üzere hareket edecektir. Türk İstiklal Savaşı’nın ve inkılap tarihinin çok önemli bir belgesi sayılan Amasya Genelgesi’nde, İstiklal Savaşı’nın gerekçeleri ve yöntemi ortaya konmuştur. “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararının kurtaracağı”, “millî heyet”, “millî bir kongre”den bahsedilmesi, Türk tarihinde ilk defa millî iradeye yani demokrasiye dayalı yeni bir yapılanmanın ve gelişmelerin habercisi olarak da karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan, söz konusu belge, Millî Mücadele tarihinin önemli bir belgesi olmakla birlikte Türk Demokrasi Tarihi açısından da ayrı bir değer taşımaktadır. Tabii ki bu genelge İstanbul Hükûmeti’ni, oldukça rahatsız etmişti. Mustafa Kemal Paşa yetkilerini aştığı düşüncesi ile İstanbul’a geri çağırıldı. Mustafa Kemal ve kadrosu bu sırada toplanacak Kongre için Erzurum’a gelmiş bulunuyorlardı. 7-8 Temmuz gecesi Saray tarafından makine başında resmî görevinden azledilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa askerlikten de istifasını bildirdi. Mustafa Kemal Paşa aslında üzgündü. Çünkü başlamış olduğu mücadele yarıda kalabilir miydi? Acaba komutanlar ve arkadaşları kendisinden ayrılabilirler mi idi? Nitekim karargâhının Kurmay başkanı Kâzım (Dirik) Bey, koltuğu altındaki dosya ile odaya girerek “Paşam, askerlikten istifa ettiğinize göre, bundan sonra benim göreve devam etme imkânım kalmadı evrakı kime teslim etmemi emir buyurursunuz” diyerek ilk örneğini vermişti. Ama bu örnek iki olmadı. Aksine, arkadaşları ona bağlılıklarını ortaya koydular. 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyarete geldi. Hazır ol durumunda selam verdikten sonra “Kolordum ve ben emrinizdeyim Paşam” diyerek yüksek bir karakter örneği sergiledi. Mustafa Kemal Paşa, üniformasından ve resmî görevinden ayrılmış milletin bir ferdi olarak mücadeleye devam edecekti. Bu sırada Erzurum Kongresi’nin hazırlıkları devam ediyordu. ERZURUM KONGRESİ Erzurum Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Mustafa Kemal Paşa’yı “Heyet-i Faale” Başkanlığı’na getirdi. Bu durum Mustafa Kemal Paşa’yı çok duygulandırdı. Çünkü bu cemiyet O’nu bağrına basan belki de ilk sivil kuruluş idi. Bundan sonra, Kongre’ye katılma problemi yaşandı. Cevat Dursunoğlu ve Kâzım (Yurdalan) Beyler merkez delegeliğinden istifa ederek yerlerini Mustafa Kemal Paşa ve Rauf (Orbay) Bey’e bıraktılar. Bazı muhalif çabalara rağmen Kongre, Mustafa Kemal Paşa’yı başkan seçti. 23 Temmuz 1919 günü bir okul binasında toplanan Kongre, çalışmalarını 7 Ağustos’ta tamamladı ve çok önemli kararlar aldı. Bu kararlar, ülkenin her tarafına ve İstanbul’daki işgal kuvvetlerine gönderildi. Alınan temel kararlar özetle şöyle idi; 1. Mevcut sınırları ile vatan bir bütündür, hiçbir sebep ve bahane ile birbirinden ayrılamaz. 2. Vatan bütünlüğünün, millî istiklalin, hilafet ve saltanatın korunması için Kuva-yı milliyeyi âmil, millî iradeyi hakim kılmak esastır. 3. Hristiyan unsurlara millî birlik ve beraberliğimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez. Ancak kazanılmış haklara da saygı duyulacaktır. 4. İtilaf Devletleri’nin, 30 Ekim 1918’de imzalanan mütareke tarihindeki sınırlarımız içinde kalan toprakları bölmeye çalışmalarına karşı çıkılacaktır. 5. Memleketimize karşı işgal emeli beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai ve ekonomik yardımı memnuniyetle karşılanacaktır. 6. Milletlerin kendi kaderini tayin ettiği bu tarihi devirde, merkezî hükûmetin de millî iradeye tabi olması zaruridir. Hükûmet, derhal Meclis-i Mebusanı toplayarak hükûmet işlerinin meclisin denetimine alınmasına çalışılacaktır. Kongrece, alınan kararların son maddesi gereğince ayrıca bir temsil heyeti oluşturulmuş ve başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa seçilmişti. Kongre, amacı ve toplanış şekli mahallî olmakla birlikte aldığı kararlar açısından millî özellik taşımaktaydı. Alınan kararlar, İstiklal Mücadelesinin amacı ve yönteminin ana hatlarıyla ortaya konduğu ve özellikle Misak-ı Millî’nin şekillendiği bir programı ifade ediyordu. Bunun da ötesinde, metin içinde zaman ve şartların gereği olarak “saltanat ve hilafet” kavramları geçmekle birlikte, metnin bütününe bakıldığında millî iradenin hakim olacağı yeni bir yönetim ve geleceğin arzu edildiği açıkça görülmektedir. SİVAS KONGRESİ Amasya Genelgesi’nde, Sivas’ta millî bir kongrenin yapılacağı bildirilmişti. Mustafa Kemal yanında Temsil Heyeti’nden de bazı üyeler olduğu hâlde 2 Eylül’de Sivas’a geldi. Kongre, 38 delege ile 4 Eylül 1919 günü Mekteb-i Sultanî binasında açıldı. Yapılan oylama sonucu Mustafa Kemal Paşa, kongre başkanlığına seçildi. Açılış konuşmasında Mondros Mütarekesi sonrası ülkenin içinde bulunduğu durumu ve muhtemel tehlikeleri dile getiren Mustafa Kemal Paşa, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü üzerinde durdu. Çünkü bazı aydınlarda bile ümitsizlik hakim olmaya başlamıştı. Hatta bu yüzden manda meselesi kongrenin en önemli tartışma konusu haline gelmişti. İleride Ankara Hükûmeti’nin ve Milli Mücadele’nin önemli isimleri arasında yer alacak bazı şahsiyetler bile bu günlerde “ehven-i şer” olarak Amerikan mandasına taraftar görünmüşlerdi. Kongre üyeleri arasında uzun süre tartışılan manda konusu hakkında Mustafa Kemal’in düşüncesi ise açık ve kesin idi. Erzurum Kongresi’nde de dile getirildiği üzere, manda asla kabul edilemezdi. Uzun tartışmalardan sonra, Mustafa Kemal Paşa, gerektiğinde Kongre üyeleriyle tek tek görüşerek, istiklalin başkasına emanet edilemeyeceğini anlattı ve delegeleri ikna etmeyi başardı. Sonuçta Sivas Kongresi manda rejimi düşüncelerine son verdi. Bu Kongre’de Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar olduğu gibi kabul edilerek genelleştirilmiş oldu. Buna göre; Mütareke’nin imzalandığı tarihteki sınırlarımız savunuluyor, Mebusân Meclisi’nin bir an önce toplanarak millî irade yönünde çalışması isteniyor, Temsil Heyeti’nin genişletilerek, bütün ülkeyi temsil etmesi amaçlanıyordu. Ayrıca kongre kararları gereğince, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” adıyla tek bir çatıda toplanıyordu. Kongre “İrade-i Milliye” adıyla bir de gazete çıkardı. Sivas Kongresi, her şeyden önce katılan delegeler ve bütün ülkeyi kapsayan kararlarıyla, millî bir nitelik taşımaktadır. Amasya Tamimi ve Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar burada genişletilmiş ve Millî Mücadele’nin programı niteliğinde olan “Misak-ı Millî” ana hatlarıyla burada şekillenmiştir. Millî Mücadele’nin amaç ve hedeflerinin ortaya konduğu Kongre’de, millî iradeye sıkça yapılan atıflar, “İrade-i Milliye” adlı gazetenin çıkarılması, Temsil Heyeti’nin genişletilmesi uygulamaları, Türk Demokrasi tarihinde önemli bir gelişmeyi de ifade etmektedir. Tarihe Amasya Protokolü olarak geçen bu kararların en başta gelen neticesi, İstanbul Hükûmeti’nin Heyet-i Temsiliye’yi resmen tanımış ve kararlarını dikkate almış olmasıdır. Protokole göre, Paris Barış Konferansı’na gidecek heyetin seçiminde Heyet-i Temsiliye’nin tercihleri dikkate alınacak, Meclis-i Mebusan’ın bir an önce toplanması sağlanacak, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri İstanbul Hükûmetince hukuken tanınacak idi. Bu kararlar çerçevesinde hemen uygulamaya geçildi. Seçimler yapıldı ve Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Mustafa Kemal’in direktifi ile hareket eden Millî Mücadele yanlısı milletvekilleri Felah-ı Vatan grubunu kurdular. Bu grubun da gayretleri ile son Osmanlı Meclisinin en önemli icraatı 28 Ocak 1920’de Misak-ı Millî’yi kabul etmesi olmuştur. Bilindiği üzere, Misak-ı Millî Erzurum ve Sivas Kongrelerinde şekillenmiş idi. Millî Mücadele’nin hedeflerini ortaya koyan 6 maddelik bu fevkalâde önemli belgede özetle şöyle deniliyordu; Madde 1: Osmanlı Devletinde sadece Arapların çoğunluğu oluşturduğu işgal altındaki yerlerin kaderi halkoyu ile belirlenmelidir. Mütareke hattının içinde ve dışında dinen, örfen, emelen bir, birbirlerine karşılıklı hürmet ve fedâkarlık hissiyle dolu, haklarına saygılı, Osmanlı-İslâm çoğunluğun yaşadığı yerler hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür. Madde 2: Daha önce halkın serbest oyu ile anavatana katılmayı kabul etmiş bulunan Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum) için gerekirse tekrar halkın oylarına başvurulması kabul edilecektir. Madde 3: Batı Trakya(Paşaeli)nın, hukuki statüsü de bölge halkının oyu ile tespit edilmelidir. Madde 4: Hükûmet ve Hilafet merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden korunmuş olmalıdır. Bu esas saklı kalmak kaydıyla Boğazların dünya ticaret ve ulaştırmasına açılması hakkında bizimle öteki bütün ilgili devletlerin ortaklaşa verecekleri karar muteber sayılacaktır. Madde 5: Müttefik devletler ile düşmanlar arasında yapılan antlaşmalar gereğince azınlıkların hakları civar ülkelerde bulunan Müslüman halkın da aynı haklardan faydalanması şartıyla tarafımızdan korunacaktır. Madde 6: Daha çağdaş bir devlet olarak gelişebilmemiz için tam bağımsızlık esastır. Bu sebeple siyasi, adlî ve malî alanda gelişmemizi önleyecek sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Borçlarımızın ödenmesi de bu esasa aykırı olamaz. Bu kararlar tabii ki başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri’ni oldukça rahatsız etti. Yapılan baskılar sonucu Ali Rıza Paşa Hükûmeti istifa etti. Yerine 8 Mart’ta, yine İngilizlerin hoş karşılamadığı Salih Paşa kabinesi kuruldu. Bunun üzerine, 16 Mart 1920 sabahı İstanbul resmen işgal edildi. Yağma ve soygunların yanı sıra Şehzadebaşı’nda karakolda uyuyan 15 silahsız Türk askeri şehit edildi. Milliyetçi mebuslar tutuklanarak Malta’ya sürüldü. Bazı mebuslar kaçarak Ankara’ya geldiler. İstanbul’un işgali bütün vatan sathında üzüntü ve tepkilerle karşılandı, ülke çapında yapılan mitinglerle işgal protesto edildi. Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan kongrede Anadolu’da birer çoban ateşi olarak yanan müdafaa- i hukuk cemiyetleri tek bir çatı altında toplanarak “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını almıştı. Artık bu cemiyet Anadolu’nun hemen her kesimini bünyesinde temsil eden bir ulusal iradenin tecelli ettiği kuruluştu. 1923 yılında Cumhuriyet Halk Partisi, yeni Türkiye devletinin kurucu partisi olarak ortaya çıkınca Mustafa Kemal, CHP’nin ilk kongresinin Sivas’ta yapıldığını ve açıkça CHP’nin kökeninin bu örgüte dayandığını ifade etmiştir. TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILIŞI İstanbul’un işgali, Meclis-i Mebusanın dağıtılması, daha önce meclisin Ankara’da toplanmasını savunan Mustafa Kemal Paşa’yı haklı çıkarmıştı. Mevcut durumu değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, vakit kaybetmeden Temsil Heyeti adına 19 Mart 1920’de ilgili idari ve askerî makamlara gönderdiği tamimde “olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanması” için gerekli hazırlıkların yapılmasını istedi. Usulüne uygun yapılan seçimler ve İstanbul’dan katılan mevcut mebusların oluşturduğu üyelerle Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü, Ulus meydanında şimdi müze olarak kullanılan binada dualarla açıldı. Mustafa Kemal Paşa 19 Mart 1920 tarihli genelgede Ankara’da memleket işlerini idare etmek ve denetlemek üzere olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin toplanacağını duyurdu. Milletvekili olmak isteyenlerin de milletvekili seçimi yasası hükümlerine bağlı olacaklarını, her sancaktan 5 milletvekilinin seçileceğini duyurdu. Milletvekillerinin ikinci seçmenler yanında, sancak idare ve belediye meclisleriyle Müdafaa-i Hukuk yönetim kurulu üyeleri tarafından seçileceğini, her parti, dernek ve zümrenin aday gösterebileceğini, bağımsız milletvekili olmak isteyenlerin de aday olabileceklerini, seçimin gizli oy ve salt çoğunluk esasına göre yapılacağını, seçimlerin en üst düzeydeki kamu yöneticisinin denetiminde gerçekleştirileceğini belirtti. Ülkenin kaderini çizecek bu seçim genelgesinin uygulamaya konulması bazı güçlükleri de beraberinde getirdi. Başta Padişah olmak üzere Osmanlı Hükûmeti ve onun emrinden çıkamayan bürokratlar, toplum üzerinde etkin olan kimi kişiler iktidarın izni olmadan alınan bu seçim kararına karşı çıktılar. Bunlar, Ankara’nın bu tavrını bir isyan olarak değerlendirdiler. Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerini işgal etmiş bulunan İtilaf Devletleri de işgal altında bulundurdukları yerlerde seçimlerin yapılmasına izin vermediler. Çatalca, Gelibolu, Kırklareli ve Tekirdağ’da seçim yapılamadı. Adana, İzmir, İzmit, Mersin, İstanbul gibi işgal altında bulunan yerlerin ise sadece belirli yörelerinde seçim yapılabildi. Tüm güçlükleri göğüsleyerek, vatanının sömürgeleştirilmesine, milletinin köleleşmesine karşı çıkan “kellesini koltuğuna alarak” Ankara’ya gelmek isteyen milliyetçi milletvekillerinin seçilmeleri önlenemedi. İstanbul’dan da kimi vatanperver mebuslar kaçarak Ankara’ya geldi. Meclis; 23 Nisan 1920 Cuma günü büyük bir törenle saat 13.45’te en yaşlı milletvekili, Maarif Müdürlüğü’nden emekli Sinop Milletvekili Şerif Bey’in konuşmasıyla açıldı. Şerif Bey’in bu konuşmasında kullandığı Büyük Millet Meclisi ibaresi dikkati çekti. Türkiye Büyük Millet Meclisi bir de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) yaparak kurulacak devletin dayanacağı temel ilkeleri belirledi. Anayasa bir devletin temel yapısını, devlet örgütlerinin birbirleriyle olan ilişkilerini, bireyin temel hak ve özgürlüklerini belirleyen pozitif hukuk metinleridir. Türk toplumu Anayasa kavramıyla 1876’da Kanun-i Esasi adıyla tanıştı. Millî Mücadele başladığı sırada da II. Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan değişikliklerle bu anayasa yürürlükte idi. Ancak 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden sonra bu anayasanın pek de işlevi kalmamıştı. Zira 23 Nisan 1920’de Ankara’da çalışmalarına başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, olağanüstü yetkilerle donatıldığı için kendi kurallarını kendisi koymaya başladı. Meclise verilecek ad konusu daha Meclis açılmadan 11 Nisan 1920 günü Vilayet’te yapılan toplantıda gündeme getirildi. İslamcılar meclisin adının “Meclis-i Kebir” veya “Meclis-i Kebir-i Milli”, Türk Ocağı yanlıları “Kurultay” Osmanlıcılar ise “Meclis-i Mebusan” olmasını istiyordu. Milliyetçi ve inkılâpçı milletvekilleri ise Meclisin adının “Büyük Millet Meclisi” olmasını istiyorlardı. Şerif Bey de Meclisi açış konuşmasında “Büyük Millet Meclisini açıyorum” cümlesini kullanmıştı. Bununla birlikte, Meclis “Hukuk-u Esasiye Encümeni”, hazırladığı raporda, Meclisin tanımını yaptı ve Büyük Millet Meclisi adını benimsedi (15 Ağustos 1920). Daha sonra da buna Türkiye eklenerek meclisin adı Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisine katılan üyelerin; %34,2’si sivil bürokrasiden, %24’ü serbest meslek sahiplerinden, %13,2’si askerlerden, %8,6’ı din adamlarından, %12,7’i yerel yönetimlerde görev almış üyelerden, %4’ü doktor ve eczacılardan, %1,2’si aşiret reislerinden, %1’i teknik elemandan oluşuyordu. Bu da TBMM’nin tüm halk kesimini temsil ettiğini gösteriyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi genç ve eğitim düzeyi yüksek bir meclisti. Üyelerinin %39,4’ü yükseköğretim, %27’si ortaöğretim ve %22’si medrese, %3,8’i meslek okulu mezunudur. Milletvekillerinin %45’i fesli, %22’si kalpaklı, %18’i sarıklı, %12,5’inin başı açık, %1,2’si yöresel başlıklıydı. Türkiye Büyük Millet Meclisine katılan milletvekillerinin %50.1’i Türkçe dışında bir yabancı dil biliyordu. 30 yaş grubunda Fransızcanın, 40 ve 50 yaş grubunda ise Arapça ve Farsçanın belirleyici olduğu dikkati çekiyordu. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla beraber yurtta iki iktidar odağı meydana gelmişti. Bu iktidar odaklarından biri padişah ve halifeliğin merkezi olarak görülen İstanbul diğer ise Ankara’da yeni meydana gelen meclisin merkeziydi. Bu iki iktidar odağı yurtta açık bir şekilde güç savaşımına ve otorite yarışına girmişlerdi. Anadolu hareketinin ve dolayısıyla Milli Mücadele’nin yürütücü kurumu olarak Meclis yürüttüğü mücadeleye meşruluk kazandırmak ve bu mücadelenin bir vatan müdafaası olduğunu en üst perdeden vurgulamak aynı zamanda otoritesini Anadolu’daki halka gösterebilmek ve yaptırımlarla öeşru hükümet vasfını kurabilmek için Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmış ve asker kaçaklarını önlemek ve Anadolu’daki harekete isyanlarla ve işgalci güçlerle işbirliği yapanlarla mücadele etmek üzere İstiklal Mahkemelerini kurulmasını sağlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, düzenli orduya geçişle birlikte birçok askeri başarı elde etmiştir. Her bir askeri başarı aynı zamanda diplomatik olarak Milli Mücadele’nin hedefine ulaşabilmesi için bir başka adımın atılmasını sağlamıştır. Milli Mücadele’nin Türk Ordusu açısından önemli sayıda zaiyata neden olduğu savaşlardan biri olan Sakarya Savaşı sonrası İtilaf Bloku’nda da kırılmalar meydana geldi. Bu savaşta Türk ordusu 7’si tümen komutanı olmak üzere 3282 şehit, 13.618 yaralı ve 415 esir; Yunanlar ise subay ve er 15.000 ölü ve 25.000 civarında yaralı vermişlerdir. Türk ordusunun şehitleri arasında çok sayıda subay ve özellikle yedek subay bulunuyordu. Sakarya Zaferi’nin Türk ve dünya kamuoyunda fevkalade yankıları oldu. Zafer Anadolu’nun her tarafında coşkularla kutlandı. Milletin ve ordunun sarsılmış olan morali yerine geldi. Bu aslında 1683’ten beri haçlılar karşısında yaşanan geri çekilmenin durması anlamına geliyordu. Tabii ki bu tablo, Sevr’i gerçekleştirmek isteyenlerin ümitlerinin de kırılması demekti. Bu yüzden Fransa, İtilaf devletleri içinde ilk önce Ankara Hükûmeti’nin başarılarını kabul eden ülke oldu ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile savaştan çekildi. Fransızlarla imzalanan bu antlaşma ile Hatay meselesi hariç aşağı-yukarı bugünkü Suriye sınırları çizilmiş oldu. İngiltere’nin 22 Ekim 1921’de esirlerin mübadelesi antlaşmasını imzalaması, Ankara Hükûmeti’ni resmen tanıması anlamına geliyordu. Öte yandan Sakarya Zaferi ile Türklerin son zaferi kazanacakları hakkında kuşkuları kalmayan Sovyet Şurasına bağlı Kafkas Devletleri (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan), Sovyet Rusya’nın aracılığı ile 13 Ekim’de Kars Antlaşmasını imzaladılar. Zaferin bir sonucu olarak Mustafa Kemal Paşa’ya 19 Eylül 1921’de “Gazi” unvan ve “Mareşal” rütbeleri verildi. Yeni Türkiye devleti Osmanlı Devleti döneminden siyasi sorunlar başta olmak üzere birçok problem devraldı. Bunlar arasında yeni devleti en çok uğraştıran konulardan biri iktisadi konulardı. Zira Osmanlı Devleti döneminde yapılan ticari anlaşmalar birçok ülkeye ayrıcalık tanımanın yanında Müslüman-Türk tüccar üzerinde de oldukça olumsuz etkilere yol açıyordu. Örneğin 1838 yılında imzalanan Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması Osmanlı Devleti’ni ekonomik olarak dışa bağımlı bir hale getiriyordu. İşte bu nedenle yeni açılan TBMM’nin savaş sonrası en çok uğraşması gereken konuların başında iktisadi bağımsızlığı elde etmek geliyordu. Nitekim Milli Mücadele her ne kadar Türk-Yunan askeri kuvvetleri arasında gerçekleşse de esasen İngilizlerin emperyalist politikalarına karşı Türklerin karşı koyuşunun bir görünümüydü. Türkiye’de yeni devletin inşası söz konusu iktisadi bağımsızlık konusunda yeni siyasal iktisat teorilerinin de gündeme gelmesine yol açtı. 19. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde ilk iktisat kitabını yazan Sakızlı Ohannes Efendi’nin etkilendiği Adam Smith ekolünün yerini milli iktisat prensipleri alacaktı. Milli İktisat prensipleri genellikle Frederich List ve Alman ekolünden etkilenmiştir. İşte Yeni Türkiye devleti için Osmanlı döneminden ideolojik olarak koğuşun bir yanı da iktisadi düşünce alanında ortaya çıkmaktaydı. Ve bu Sakızlı Ohannes Efendi’nin etkilendiği Adam Smith ekolünden milli iktisat alanına geçişin teorisini ortaya koyan List ekolüydü. Milli Mücadele açık bir şekilde aynı zamanda siyasal literatürde “Mütareke Dönemi” olarak adlandırılır. Bu dönem 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi arası dönemdir. Milli Mücadele’nin askeri safhasını ifade eden bu dönemde Mudanya Müterakesi’nin imzalanmasıyla Milli Mücadele’nin askeri safhasının sona erdiği kabul edilir. 26 Ağustos 1922’de başlayan ve 9 Eylül 1922’de Yunanlıların İzmir’de denize dökülmesiyle Büyük Taarruz sona ermişti. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Milli Mücadele’nin askeri safhası sona ermişti. Gerek İnönü Savaşları gerekse de Büyük Taarruz’un hazırlık safhasından harekât safhasına kadar her aşamasında büyük yararlılıklar gösteren İsmet Paşa, TBMM adına Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde temsilci olarak görevlendirilmişti. İsmet Paşa aynı zamanda TBMM adına Lozan’da yapılacak barış antlaşması görüşmelerine de Türk delegasyonun başkanı olarak gidecekti. Bu konuda görev bekleyen Rauf Orbay hayal kırıklığına uğrayacak ve belki Mondros Ateşkes Antlaşması’nı 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti adına imzalamanın bedelini ödeyerek Lozan görüşmelerinde görev verilmeyecekti. Milli Mücadele Dönemi’nde elde edilen askerî başarılar, siyasi başarıları da beraberinde getirmiş, Mudanya Mütarekesi imzalanmış ve taraflar arasında kısmen sağlanan uzlaşmanın hukuki bir statüye dönüştürülebilmesi için bir konferans toplanması kararlaştırılmıştır. TBMM Hükûmeti konferansın İzmir’de toplanmasını istediyse de bu istek, Türk tarafının itibarının artıracağı ve Yunanistan’ın incinebileceği nedeniyle İtilaf Devletleri tarafından kabul görmemiş, Konferans’ın tarafsız olan İsviçre’nin Lozan şehrinde toplanması kararlaştırılmıştır. Bununla birlikte Türk tarafının isteği ve ısrarı üzerine Boğazlarla ilgili görüşmelere katılmak üzere Rusya, Ukrayna ve Gürcistan da Konferans’a davet edilmiştir. 13 Kasım 1922’de Barış görüşmelerini Lozan’da başlatmayı kararlaştıran Müttefik Devletler, 27 Ekim 1922’de konferansa Türk tarafında ikilik çıkarmak amacıyla Ankara Hükûmeti ile birlikte İstanbul Hükûmeti’ni de davet etmişlerdir. 29 Ekim 1922’de Tevfik Paşa TBMM’ye gönderdiği bir telgrafla konferansa birlikte katılmayı teklif etmiştir. Tevfik Paşa’nın bu teklifi TBMM’de şiddetli tartışmalara yol açmış, yaşanan tartışmalar neticesinde Saltanat’ın kaldırılması meselesini gündeme gelmiş ve 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmıştır. Saltanat’ın kaldırılması ile Türk Milleti’nin yegâne ve meşru temsil hakkını eline almış olan Ankara Hükûmeti, barış görüşmelerinde daha rahat hareket imkânı bulacaktır. Başka bir ifade ile İtilaf Devletleri bundan böyle Ankara yönetimi dışında İstanbul’da muhatap alacağı hiçbir makam ve merci bulamayacaktır. Saltanat’ın kaldırılmasını takip eden günlerde Vahidettin aleyhinde İstanbul’da gösteri yürüyüşleri yapılmıştır. Son Osmanlı hükûmeti’nin de 4 Kasım tarihinde topluca istifa etmesi üzerine dayanacak bir gücü kalmadığını düşünen Vahidettin 16/17 Kasım 1922 gecesi İngilizlerin Malaya Zırhlısı ile sessiz sedasız İstanbul’dan ayrılarak İngiltere’nin himayesine geçmiştir. General Harrington bu durumu yayımlamış olduğu bir beyanname ile duyurmuş ve beyannamenin bir nüshasını da Ankara Hükûmeti’nin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa’ya göndermiştir. Lozan görüşmeleri için görevlendirilecek heyet de Ankara’da tartışma konusu olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi, Mudanya Mütârekesi’nde de görüşmeleri başarıyla yürüttüğünü düşündüğü İsmet Paşa’nın temsil etmesini istiyordu. Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’in istifası üzerine önce bu göreve getirilen İsmet Paşa daha sonra Türk delegasyonu başkanı olmuştur. Heyet şu kişilerden oluşmuştur: Hariciye Vekili İsmet Paşa I. Delege, Sağlık Vekili Dr. Rıza Nur II. Delege olarak tayin edilirken mali müşavir olarak Hasan Saka ve Celal Bayar görevlendirilmişlerdir. Bu isimlere ek olarak adli, siyasi, askerî, ticari ve bahri müşavirler de tayin edilerek geniş bir danışmanlar grubu oluşturulmuştur. 31 Ocak 1923’te komisyonlarla müşterek bir oturum yapılmış ve o güne kadar Konferans’ta görüşülen bütün konular yeniden gözden geçirilmiştir. Böylece son şekli verilen 161 madde ve 7 ekten oluşan antlaşma metni Türk heyetine verilmiştir. Ancak Lord Curzon tarafından kaleme alınan antlaşma tasarısını içerik itibarıyle Türk tarafının kabul etmesi mümkün değildi. Hâl böyle olunca Ankara Hükûmeti’nin de isteğiyle 4 Şubat 1923’te Türk heyeti, antlaşma tasarısını imzalamayı reddederek toplantıyı terk etmiş ve Türkiye’ye dönmüştür. Lozan’dan dönen Türk heyeti Türkiye Büyük Millet Meclisinde ağır eleştirilere muhatap olmuştur. Olumsuz sonuçlanan görüşmelerle ilgili TBMM’de Misak-ı millî’den tavizler verildiği ve İsmet Paşa’nın Konferans’ın yükünü kaldıramadığı noktalarında yoğunlaşan tartışmalar yaşanmıştır. Diğer taraftan mevcut durumda dayatmaları kabul etmeyeceği anlaşılan Meclis içinde de farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Yurdun düşmandan temizlenmesi ile Meclisin asli görevini tamamladığı belirtilerek barışa karar verecek Meclis için millet iradesine başvurulması istenmiştir. Bu esnada Meclisteki muhalif gurubun önemli ismi Ali Şükrü Bey’in bir cinayete kurban gitmesi büyük tepki doğurmuştur. Yapılan görüşmelerden sonra 1 Nisan 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi büyük bir çoğunluk ile seçimlerin yapılması kararını almıştır. Konferans’ın ilk döneminde en ciddi tartışmalar İngiliz donanmasının İstanbul’da ve İngiliz kuvvetlerinin Musul’da bulunması nedeniyle İngiltere ile yaşanmıştır. Konferans’ın ilk kısmında İngiltere ile olan anlaşmazlıklar üzerinde durulmuş ve bu meseleler kısmen de olsa çözülmüştür. Fransa’yı ilgilendiren mali ve iktisadi meseleler çözümlenememiştir. İtalya’ya On İki Ada verilmek suretiyle Türkiye üzerindeki istekleri itibarıyla tatmin edilmiştir. İsmet Paşa, taraf devletlerin Dışişleri Bakanlarına, 8 Mart 1923 tarihli bir mektupla müracaat etmiş ve antlaşma üzerinde Türk Hükûmeti’nce yapılması istenen değişiklikleri bildirmiştir. Devletler bu notaya 28 Mart 1923 tarihli bir nota ile cevap vermişler ve 4 Şubat’ta kabul edilen bazı şeylerin tekrar ele alınmasından şikâyet etmekle beraber barışı elde edebilmek için görüşmelere hazır olduklarını bildirmişlerdir. Bu gelişmelerden sonra heyetlerin Lozan’a gelmesi ile 23 Nisan 1923’te Konferans’ın ikinci dönemi başlamıştır. Bu görüşmelerde Türkiye’yi yine İsmet Paşa temsil etmiştir. İngiltere’yi Sir Horace Rumbold, Fransa’yı General Pelle, İtalya’yı ise Montagna temsil etmişlerdir. SINIRLARIN TESPİTİ Türkiye’nin sınırları meselesinin görüşülmesine 22 Kasım 1922’de Lord Curzon’un başkanlığındaki Arazi ve Askerlik Komisyonunda başlanmıştır. Suriye sınırının, 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzalanan Ankara İtilafnamesi’nde belirlenen haliyle aynen kabul edilmesi ve İskenderun ve Antakya’daki Türklerin kendi kültürlerini korumaları konusunda Ankara İtilafnamesi’nin hükümlerine uyulması kararlaştırılmıştır. İskenderun Sancağı, Misak-ı Millî sınırları içinde mütalaa edilmesine rağmen Ankara İtilâfnamesi’nde millî sınırlar dışında kalmıştı. Ankara İtilafnamesi ile Fransa, her ne kadar İskenderun Sancağı’nın Misak-ı Millî sınırları içine alınmasını kabul etmemiş ise de özel bir statüyü kabul etmekle ileride Türk vatanına ilhakına zemin hazırlamıştır. Böylece İskenderun Sancağı, Suriye ile birlikte Fransız mandası altına girmiştir. Fransa daha sonra Suriye içinde Sancak bölgesi için özerk bir yönetim tesis etmiş, İskenderun Sancağı’nı da Halep’e bağlamıştır. Bu arada 1923 yılında Tayfur Sökmen’in başkanlık ettiği “Antakya-İskenderun ve Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” kurulmuş ve kurulan bu cemiyet, bölgenin Türkiye’ye katılması yönünde faaliyetlerini sürdürmüştür. Karadeniz’de Rezve deresi sınırına kadar gelen 1913 sınırı aynen kabul edilmek suretiyle Bulgaristan sınırı belirlenmiştir. Doğu Trakya sınırını, Mudanya Mütarekesi’nde tespit edildiği şekilde Meriç Nehri’nin teşkil etmesi ve Edirne ile birlikte (Harp tazminatı olarak) Karaağaç’ın da Türkiye’de kalması kararlaştırılmıştır. Mısır ve Sudan’da İngiliz hâkimiyeti kabul edilmiş, Trablusgarp üzerindeki haklardan da vaz geçilmiştir. Konferans’ta Türkiye-Irak sınırınında çözümü mümkün olamamış ve meselenin Lozan’dan sonra dokuz ay içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça belirlenmesi kararlaştırılmıştır. Böylece Musul meselesi Konferans’ta çözülememiş ve ileriye bırakılmıştır. Konferans’tan sonraki süreçte 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul’un İngilizlerin manda yönetimi altında Irak’a bırakılmasına karar verilecektir. Türkiye için hayati bir öneme sahip olan ve asgari vatan sınırlarını ifade eden Misâk-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası Musul, İngiltere için de gerek zengin “petrol kaynakları” gerekse “Hindistan yolunun emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve iktisadi öneme sahip bir bölgeydi. Musul Meselesi’nde Türkiye, Musul’un bir Türk toprağı olduğu tezini siyasi, tarihî, etnografik, coğrafi, ekonomik ve askerî gerekçelere dayandırılarak İngiltere’nin ortaya koymaya çalıştığı iddialar çürütülmüştür. Ortaya koyulan siyasi, tarihi, etnografik, coğrafi, ekonomik ve askerî gerekçelere delillere ve İsmet Paşa’nın bölgede “plebisit” yapılması yönündeki teklifine rağmen Lord Curzon Musul meselesinin Milletler Cemiyetine havalesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesini teklif etmiştir. İsmet Paşa bu teklifi kabul etmemiş ve yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlemek üzere Konferans programından çıkarılmasını istemiştir. Lozan’da halledilemeyen Musul meselesinin, Lozan sonrasındaki dokuz ay zarfında Türkiye ile İngiltere arasında görüşmeler yoluyla halledilmesi, bu mümkün olmadığı takdirde meselenin Milletler Cemiyetine havale edilmesi kararlaştırılmıştır. Lozan’dan sonra 19 Mayıs 1924 tarihinde İstanbul’da başlayan ikili görüşmelerde İngiltere’nin Hakkari üzerinde de hak iddia etmesi üzerine bir sonuç alınamamış ve İngiltere meseleyi 6 Ağustos 1924’te Milletler Cemiyetine götürmüştür. Türk tarafı burada da plebisit teklifinde bulunmuş ancak İngiltere bu teklifi bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı gerekçesiyle reddetmiştir. Musul meselesinin Milletler Cemiyetinde görüşüldüğü bir zamanda Türkiye’de çıkan Şeyh Sait isyanı Musul’un Türkiye’ye verilmesi tezini zayıflatmıştır. 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul’un İngilizlerin manda yönetimi altında Irak’a bırakılmasına karar verilecektir. Boğazlar Lozan Konferansı’nın en zor geçen görüşmelerinden biri Boğazlar meselesi üzerinde olmuştur. Rusların Boğazlarla ilgili görüşmelere katılmaları ve Türk görüşüne yakın bir tavır izlemelerine karşılık İngilizler, kendi isteklerini müttefiklerin isteğiymiş gibi ileri sürmüşlerdir. Anlaşılacağı gibi Boğazlarla meselesinde sert tartışmaların yaşanmasının asıl nedeni Boğazlara, Karadeniz’e komşu olmayan devletlerin de meseleye karışmalarıdır. Konferans’ta boğazlarla ilgili üç farklı görüş ortaya çıkmıştır: 1. İtilaf Devletlerinin görüşü: İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının, hem ticaret hem de harp gemileri için kesin olarak açık olması; bu açıklığın güvencesi olarak Boğazların iki tarafının askersizleştirilmesi ve milletlerarası bir idare kurularak bu idarenin kontrolünde yönetilmesi. ABD temsilcisi de hiçbir millet için özel ayrıcalık olmaksızın tam bir serbestlik olmasını ve dünya ticaretini hiçbir milletin engellememesi gerektiğini savunmuştur. 2. Rusya’nın görüşü: Boğazlar, ticaret gemilerine ve barışçı gemilere daima açık bulundurulmalı, İstanbul’un güvenliği Karadeniz’in barışı ve kıyılarının güvenliği sürekli güvence altına alınmalı, Boğazlar gerek savaşta gerek se barışta bütün harp gemilerine kapalı bulundurulmalı; Türkiye, Boğazları tahkim edebilmeli ve bir savaş filosuna sahip olmalıdır. 3. Türkiye’nin görüşü: Misak-ı Millî’ye uygun olarak, İstanbul ve Marmara’nın güvenliği şartı ile Boğazlardan geçişin serbest olması. Lozan’da Boğazlarla ilgili ortaya konulan bu görüşler doğrultusunda gerçekleşen görüşmelerde Türk hâkimiyetine zarar verebilecek olan boğazların askerden arındırılması meselesi tartışılmıştır. Sonunda Türk devletinin hâkimiyeti altındaki topraklarda bulunan ve Türkiye için özel bir öneme sahip olan Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarından yabancı gemilerin serbestçe geçmesi prensip olarak kabul edilmiştir. Barış zamanında yabancı ticaret gemilerine gündüz ve gece tam geçiş serbestliği tanınmış; savaş zamanında Türkiye tarafsız ise barış zamanındaki rejimin uygulanması; Türkiye savaşta ise tarafsız gemilerin düşmana yardım etmemek şartıyla bazı sınırlamalarla Boğazlardan serbestçe geçebilmeleri kararlaştırılmıştır. Boğazlardan geçecek yabancı gemilere nezaret etmek üzere bir Türk temsilcisinin başkanlığında anlaşmaya katılan devletlerinin temsilcilerinden oluşan bir Boğazlar Komisyonu kurulması ve bu komisyonun görevini Milletler Cemiyetinin himayesinde yapması kabul edilmiştir. Bu komisyonda Türk temsilcinin yanı sıra Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan’ın temsilcileri bulunacaktı. Ayrıca Çanakkale mıntıkasında sahilden 20 kilometrelik bir bölge ile İstanbul Boğazı’nın her iki tarafının 15 kilometrelik mıntıkası asker ve silahtan arındırılacaktı. Lozan’da Boğazlar meselesi her ne kadar çözülmüş ise de Boğazların ve Marmara Denizi’ndeki adaların askersizleştirilmesi Türkiye’nin egemenlik haklarını sınırlandırıyordu. Bir süre sonra Lozan Antlaşması’nda öngörülen garanti ile haklarının korunamayacağını anlayan Türkiye, şartların değiştiğinden bahisle Boğazlarla ilgili statünün değişmesi yönünde birtakım teşebbüslerde bulunmuş ve 20 Temmuz 1936 yılında Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalamak suretiyle Boğazlar meselesini isteği doğrultusunda çözülecektir. Adalar Türk karasuları içinde bulunan irili ufaklı Akdeniz ve Ege adaları Anadolu’nun huzuru ve güvenliği için büyük önem taşıyan Anadolu’ya bağlı parçalardı. Ancak Lozan’da görüşülen Adalar meselesinde Türkiye isteklerinin ancak çok azını alabilmiştir. Türkiye’nin tarihî ve hukiki durumu gözardı edilmiştir. Lozan’da İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’ye bırakılmıştır. Bu adalar dışındaki Sisam, Sakız, Midilli, Limni ve Semadirek adaları askersiz olmaları şartıyla Yunanistan’a bırakılmıştır. Yunan birliklerinin işgal ettikleri İmroz ve Bozcaada’dan çekildikten sonra Türkiye’nin buralarda yerli halkın da söz sahibi olacağı bir yönetim uygulaması ve Limni, Midilli, Sakız, Sisam ile Nikarya (Lemnos, Mitylène, Chio, Samos et Nikaria) adalarında hiçbir deniz üssü ve askerî istihkâm kurmaması kararlaştırılmıştır. 1912’den beri işgal altındaki Rodos ve on iki ada ile yanlarındaki adacıklar ve karasularımızdaki Meis Adasının İtalyanlara verilmesi kabul edilmiştir. Kıbrıs adası 5 Kasım 1914’ten beri İngiltere’ye terk edilmiş sayılacaktır. Bununla birlikte Kıbrıs’taki Türklerin iki yıl içinde Türk vatandaşlığına geçebilme imkânı garanti altına alınmıştır. Konferans’ta alınan kararlar gereği: Mısır ve Sudan üzerindeki Türk haklarından 5 Kasım 1914 tarihinden geçerli olmak üzere vazgeçilmiş ve buralar İngilizlere verilmiştir. Filistin, Sina, Yemen, Asir, Hicaz ve Irak ülkeleri üzerinde de artık Türkiye’nin hiçbir hakkının olmadığı kabul edilerek buralar İngilizlere verilmiştir. Ancak Misak-ı Millî’nin birinci maddesine giren Musul-Kerkük ve Süleymaniye ile Erbil üzerindeki Türk iddiaları barışın tasdikinden sonra Milletler Cemiyetinin kararına göre Türkiye-Irak sınırı çizilirken göz önüne alınacaktır. Türkiye’nin Tunus ve Fas üzerinde artık hiçbir hakkı kalmamıştır. Bu ülkeler Fransa’ya verilmiştir. Türkiye’nin Trablusgarp ve Bingazi (bugünkü Libya) üzerinde artık hiçbir hakkı kalmadığı ve buraların İtalyanlara verilmesi kabul edilmiştir. AZINLIKLARLA İLGİLİ MESELELER Büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için sık sık gerekçe olarak kullandıkları azınlıklarla ilgili meselelerin Lozan’da hassasiyetle ele alınması tabii görünüyordu. Lord Curzon için azınlıklar meselesi çok iyi bir propaganda malzemesi idi. Lord Curzon, bir yandan azınlıklar meselesini kendi isteklerini elde edebilmek için bir baskı aracı kullanmak isterken diğer taraftan da Konferans’ın kesintiye uğraması hâlinde bunun sorumluluğunu Türk tarafına yüklemek için mükemmel bir fırsat olarak kullanmak istemiştir. 14 Aralık 1922 tarihinde toplanan Azınlıklar Alt-komisyonu başkanlığına seçilen İtalyan Montagna, komisyonda incelenmesi gereken konularla ilgili hazırladığı planında yer alan “Ermeniler için ulusal yurt” maddesini Türk heyetinin reddetmesi üzerine 18 Aralık 1922 tarihinde yapılan oturumda sunulan tasarıda Ermeni yurdu ve Ermeniler konusu yer almamıştır. 9 Ocak 1923 tarihinde Müttefikler, gayrimüslim azınlıkların korunması konusundaki isteklerini sınırlamışlardır. Öte yandan Türk tarafı geniş kapsamlı bir genel affın ilanı ve azınlıkları askerî görevden muaf tutmayı reddetmiştir. Türk heyetinin bu konudaki kararlı tutumu sayesinde azınlıklar meselesi Türk tarafının isteği doğrultusunda hâlledilmiştir. Lozan’da azınlıklar meselesi kapsamında Türkiye’de yerleşmiş Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türklerin mübadelesi (nüfus değişimi) konusu görüşülmüştür. Alınan karara göre, Türkiye içinde yaşayan Müslüman olmayan azınlıklar hukuken ve fiilen Türk uyruklu sayılacaklar ve kendileri için her türlü hayır kurumu ve okul açabileceklerdir. Türkiye’de yaşayan Rumlarla Yunanistan’da yaşayan Türkler karşılıklı olarak değiştirilecekler, İstanbul’da yaşayan Rumlarla, Batı Trakya’da yaşayan Türkler bu değiş tokuşun dışında tutulacaklardır. İstanbul Rumları yayın, okul açma, hastane ve vakıf işlerinde serbest olacaklar, Türk mahkemelerinde kendi dilleri ile ifade vermelerine engel olunmayacak, dinî tatillerinde mahkemeye çağrılmayacaklardır. Bu hakların hepsi Batı Trakya’daki Türkler için de geçerlidir. Ayrıca her iki tarafta kalmış olan harp esirleriyle sivil tutukluların derhâl memleketlerine iade edilmeleri kabul edilmiştir. Türk tarafının, Patrikhane’nin de mübadele kapsamında değerlendirilerek Türkiye’den çıkarılması isteği kabul görmediği gibi yabancı okulların da Türk kanunlarına tabi olmak kaydıyla Türkiye’de kalması kararlaştırılmıştır. Alınan karara göre İstanbul’daki Rum-Ortodoks patrikhanesi yine İstanbul’da kalacak ve dokunulmazlığı olacaktır. Yabancı okullar, Türk Maarif Vekâleti müfettişleri tarafından teftiş edilebilecekler ve müdür muavinlerinden birisi Türk olacaktır. Yabancı hastaneler ise Sağlık Bakanlığınca kontrol edilebilecektir. İKTİSADİ VE MALİ MESELELER Osmanlı borçları, işgal masrafların ödenmesi, savaş tazminatı ve tamirat borçları gibi genel mali meseleler Maliye Alt Komisyonun’da ele alınmıştır. Komisyon’un 2 Aralık 1922 günkü oturumunda Türk tarafı, işgal masraflarının Türkiye tarafından ödenmesinin hiçbir şekilde mümkün olmadığını ve tamir masraflarının ancak mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına dayanması gerektiğini savunmuştur. Yunanlar tarafından Türklere ve mallarına verilen zararların tümünün tazmin edilmesi hususunda ısrar etmiştir. İngiltere ve Yunanistan Musul, İstanbul’un boşaltılması, Osmanlı borçları ve kapitülasyonlar meselelerinde Türk heyetine çok zorluk çıkarmışlardır. İki hafta dostça süren görüşmeler, ikinci haftadan itibaren çıkmaza girmeye başlamış, anlaşmazlık had safhaya gelince Türk heyeti 4 Şubat 1923’te Ankara’ya dönmüştür. 20 Kasım 1922- 4 Şubat 1923 arasındaki Lozan Konferansı’ndan İngilizlerin Yunanistan’ı açıkça himaye etmesi ve Türkiye üzerindeki baskısı, Batı Trakya’nın Yunanistan’a kalmasına ve milyarlarca lira maddi ve ondan daha acı manevi zararlar vererek Batı Anadolu, Marmara ve Doğu Trakya’yı harabeye çeviren Yunanlılardan harp tazminatı alınmasını imkânsız hâle getirmiştir. Konferans sırasında bütün Osmanlı borçlarını Türkiye’ye ödetmek isteyen müttefiklere karşı sürülen teze karşı Osmanlılar bu borçları aldığı zamanki topraklarının tamamı Türkiye’de olmadığına göre Türkiye de bütün borçlardan mesul olamazdı. Türk tezi “Ya o toprakları bize verin bizde bütün borçları kabullenelim veya o borçlardan bugün elimizde kalan topraklara göre hissemize düşeni öderiz” şeklinde olmuştu. Müttefiklerin söz konusu toprakları Türkiye’ye vermeye yanaşmaları mümkün değildi. O zaman da ikinci şıkkı kabul etmek zorunda kaldılar. Fakat eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulan yeni devletler bunu kabul etmediler. Zaten Batılıların onlara böyle bir konuda ısrarı da beklenemezdi. Antlaşmada alınan karara göre Osmanlı Borçları, Osmanlı Devleti’nden ayrılan ülkeler arasında paylaşılacak ve Türkiye’nin payına düşen borçların ödenmesi belirli taksitlere bağlanacaktır. Lozan’da Osmanlı dış borçları dışında İtilaf Devletleri’nin devamında çok ısrarcı oldukları Kapitülasyonların bütün sonuçlarıyla kaldırılması mümkün olmuştur. Ancak bazı Batılı uzmanlar Türk adliyesini düzenlemek için 5 yıl süreyle Türkiye’de danışmanlık görevi yapacaklardır. 143 maddeden oluşan Lozan Barış Anlaşması, 24 Temmuz 1923’te Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika devletleri arasında imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Boğazlara ait bölümünü ise Sovyet Rusya temsilcisi İstanbul’da imzalamıştır. ABD Lozan’a gözlemci olarak katılmış, bu nedenle Antlaşma’yı imzalamamıştır. Antlaşma 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’de onaylanmış ve 6 Haziran 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Use Quizgecko on...
Browser
Browser