Militarist Modernleşme: Almanya, Japonya ve Türkiye PDF

Summary

Murat Belge'nin 'Militarist Modernleşme' kitabı, Almanya, Japonya ve Türkiye'nin militarist modernleşme süreçlerini tarihsel bir bakış açısıyla ele alıyor. Kitap, bu süreçlerde ideolojilerin ve kurumsal milliyetçiliğin rolünü irdeliyor. Detaylı bir inceleme sunan akademik bir eser.

Full Transcript

M u r a t Belge Militarist Modernleşme Almanya, Japonya ve Türkiye İletişim Yayınlan 1679 Murat Belge Toplu Eserleri 15 ISBN-13: 978-975-05-0973-5 © 2011 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2011, İstanbul 2. BASKI 2012, İstanbul EDİTÖR Kerem Ünüvar DİZİ KAPAK TASARIMI Suat Aysu KAPAK Suat Aysu...

M u r a t Belge Militarist Modernleşme Almanya, Japonya ve Türkiye İletişim Yayınlan 1679 Murat Belge Toplu Eserleri 15 ISBN-13: 978-975-05-0973-5 © 2011 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2011, İstanbul 2. BASKI 2012, İstanbul EDİTÖR Kerem Ünüvar DİZİ KAPAK TASARIMI Suat Aysu KAPAK Suat Aysu KAPAK FOTOĞRAFI Bad Harzburg’ta NSDAP gençlik gruplarının Hitler’i selamlaması UYGULAMA Haşan Deniz DÜZELTİ Ayten Koçal DİZİN Cem Tüzûn BASKI ve CİLT Sena Ofset SERTİFtKA NO. 12064 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21 İletişim Yayınlan s e r t i f i k a n o. 10721 Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] web: www.iletisim.com.tr MURAT BELGE Militarist Modernleşme Almanya, Japonya ve Türkiye v \ l/ s iletişim MURAT BELGE 1943’te doğdu. 1.0. Edebiyat Fakültesi Ingiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 12 Mart döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974’te üniversiteye döndü. 1981’de doçentken istifa etti. Halkın Dostlan, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sanat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal gazetelerinde yazdı. 1983’te İletişim Yayınlan’nı kurdu. 1997’de profesör olan Murat Belge, Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve T araf ta yazıyor. Kitapları: Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; iletişim, 1997), Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989), Marksist Estetik (BFS, 1989; Birikim, 1997), The Blue Cruise (Boyut, 1991), Türkiye Dünyanın Neresinde (Birikim, 1992), 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992), İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; iletişim, 2007), Boğaziçi’nde Yalılar ve insanlar (İletişim, 1997), Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; iletişim, 1998), Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001), Başka Kentler, B aşka Denizler 1 (İletişim, 2002), Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu? (Birikim, 2003), Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bilgi Üniversitesi, 2006), Başka Kentler, Başka Denizler 2 (İletişim, 2007), Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni (İletişim, 2008), Sanat ve Edebiyat Yazılan (iletişim, 2009), Başka Kentler, Başka Denizler 3 (İletişim, 2011). Yazar ayrıca VVilliam Faulkner, Charles Dickens, James Joyce ve John Berger’dan çeviri­ ler yapmıştır. İÇİNDEKİLER TEŞEKKÜR............................................................................10 Ö n s ö z...............................................................................ıı İlk U lu s -D e v le t le r............................................................. 27 Britanya..............................................................................27 Am erika Birleşik Devletleri'nin oluşum u..................................... 50 Bağımsızlık Savaşı ve anayasa hareketi....................................50 Anayurtla çelişkiler ve savaş..................................................54 A nayasa.......................................................................... 56 İç savaş............................................................................61 Fransa.................................................................................64 Terör dönemi..................................................................... 70 Devrimden sonra Fransa....................................................... 72 Tamamlanamamış devrim.................................................... 75 Napoleon......................................................................... 85 Demokratik devrimler ve ordular............................................. 86 U l u s - D e v let le r d en D o ğ a n B a z i Y e n İu k l e r : İd e o lo jİk ve K u ru m sa l M İllİy e t ç İu k...................................... 99 Sanayileşm e ve milliyetçilik...................................................105 İletişim: Ortak dil...................................................................108 "M illef’in oluşum u............................................................... 113 Evrensel’den Milli'ye............................................................117 Fransız Devrimi’nin milliyetçi mitolojiye katkıları......................... 120 Bati D ü n y a s in d a A s k e r ü ğ In T arİhİne K isa B İr B a k iş.............. 125 R o m a 'd a askerlik.................................................................126 O rtaçağ ve “şövalye”........................................................... 128 Ücretli askerler dönem i......................................................... 130 Fransız Devrimi ve 19. yüzyıl (N apoleon ).................................. 132 Subay eğitimi.................................................................... 135 Kurmayın oluşumu............................................................. 137 Birinci Dünya S a v a şı............................................................. 141 B u g ü n................................................................................144 MİLİTARİZM......................................................................... 147 Çeşitli ideolojiler arasında militarizm........................................ 154 Sosyal Darvinizm..................................................................162 Ulus kurma ve militarizm....................................................... 164 Yöneten ordular...................................................................167 Apolitik o rd u ?......................................................................170 Ordu ve teknoloji................................................................. 173 Askerî-sivil örgütlenme..........................................................174 A l m a n y a.......................................................................... m Tarihçe.............................................................................. 177 Uzak tarih........................................................................178 Orta yakın tarih...................................................................182 Devrim ve Napoleon: Yakın tarih........................................... 187 1848'e doğru................................................................... 195 1848‘in sonuçlan............................................................... 203 Ve Bismarck sahneye çıkar................................................. 213 Alman Birllği'nden sonra Bismarck......................................... 224 II. Wilheimin Alm anya'sı..................................................... 232 Savaş arifesinde................................................................ 236 Savaş ve su ç................................................................... 24 1 Weimar dönem i................................................................ 247 Nazizm, savaş ve sonrası.................................................... 257 A lm a n y a 'd a ideolojinin militaıizasyonu................................... 26 1 Organik gelişme/Müdahale edilmiş gelişme.............................263 Norbert Ellas’a göre Alman militarizmi..................................... 267 Maçizm ve militarizm..........................................................269 DUpBaM toplum................................................................ 272 Tarihin gösterdiği................................................................274 'Tek adam ” kültürü............................................................275 79. yüzyıl başında Prusya ve Alman militarizmi...........................279 Ludwig Jahn.....................................................................280 Ernst Amdt....................................................................... 282 Gottlieb Fichte............................................................... 284 Almanya'nın kuruluşuna kadar milliyetçilik ve militarizm............. 289 Eritme potası olarak ordu.....................................................293 1871-1918 arasında Alman milliyetçiliği ve militarizm.................. 296 Askerî ayrıcalıklar............................................................ 304 Sınıflar ve askerlik............................................................ 308 Asker olmanın sevinci....................................................... 311 Devlet kurumlan arasında ordu........................................... 314 İTALYA.............................................................................323 R önesa ns.........................................................................325 Rönesans’tan Risorgim ento'ya............................................ 327 Norm an Krallığı................................................................. 328 Fransız Devrimi’nin etkileri....................................................329 Savoie'nm rolü............................................................... 332 Milliyetçi önderler............................................................. 334 Cavour'un politikaları....................................................... 340 İtalya ve papalık............................................................. 343 Risorgimento, Mezzogiomo, Transtormismo............................ 345 İtalya ve askerî imparatorluk............................................... 350 Birinci Dünya S a v a şı...........................................................356 İki sa va ş arası ve faşizm......................................................358 İtalyan faşizmi v e Alm an nazizmi..........................................363 Faşizmden bu y a n a........................................................... 368 J a p o n y a........................................................................ 377 Tarihçe............................................................................ 371 Coğrafya...................................................................... 377 “Karanlık” çağlar........................................................... 373 “Şogun” kurumu............................................................ 375 Tokugava'ya doğru......................................................... 378 izolasyondan çıkm ak ne d e m e k ?....................................... 384 Birinci Dünya Savaşı arifesinde Japonya............................... 401 Dünya Savaşı................................................................. 404 İki savaş arası..................................................................-409 Sa va ş............................................................................. 476 Japon ideolojisi ve militarizasyonu..........................................427 Dinî ideoloji......................................................................429 Askerî sınıf ve değerleri.......................................................437 Modernizasyon - modern ordu............................................. 443 Ordunun iktidarı ele geçirmesi............................................. 448 Japon militarizminin ana çizgileri............................................452 HİNDİSTAN......................................................................... 479 Uzun tarih..........................................................................480 Kültürel nirengi noktaları....................................................... 484 Siyasî çalkantılar................................................................. 487 İS 500'den itibaren...............................................................488 Epikler v e mitler.................................................................. 492 M u g a l İmparatorluğu: Babür v b............................................. 495 Hindistan’d a AvrupalIlar....................................................... 498 1857 öncesinde toplumsal y a p ı............................................. 502 1857 ayaklanm ası...............................................................507 1857-1947: 90 Yoğun yıl....................................................... 5J0 Bağımsız Hindistan.............................................................. 523 Gandhi........................................................................... 524 Gandhi’den sonra............................................................. 527 Hindu milliyetçiliği............................................................. 530 Bitirirken, ge n e G a n d h i........................................................ 536 TÜRKİYE............................................................................. 539 Tarihçe...............................................................................539 "Uzun vad e”: "Doksan Öç "fen 1908'e..................................... 539 Orta vade: 1908-1950......................................................... 569 Kısa vade: 1950'den bugüne (çok partili parlamenter rejim).........617 Türkiye’d e ideolojinin militarizasyonu...................................... 660 Militarist milliyetçilik........................................................... 663 Güdümlü edebiyat............................................................670 Cumhuriyet'e ge çiş........................................................... 673 Aile............................................................................... 6 75 Kadınlar..........................................................................677 Eğitim............................................................................ 682 Spor, jimnastik vb...............................................................691 İzcilik.............................................................................. 694 Topyekûn savaş................................................................ 695 Beşinci kol / iç düşman....................................................... 700 Düşmanlar...................................................................... 703 Azınlıklar......................................................................... 706 Dostlar............................................................................ 712 Pozitivizm / sosyal Darvinizm.................................................720 “Şehadet" ideolojisi ve yüceltmesi......................................... 726 Disiplin........................................................................... 729 Orduya tapınma................................................................730 Edebiyat / sanat................................................................ 736 Gündelik hayat................................................................. 740 Militarizmin kurumsal dayanakları.......................................... 742 YU NAN İSTAN...................................................................... 755 Yunanistan'da tarih.............................................................. 756 Direnişin farklı ve dağınık öğeleri........................................... 760 Direnişin sınıfsal karakteri................... !................................ 763 Bağımsız Yunanistan ve Mega// Id e a....................................... 768 Yunanistan’d a askerlik....................................................... 776 Helenistik ikilemler............................................................... 780 SO N SÖ Z............................................................................. 783 K a y n a k ç a........................................................................... 801 DİZİN.................................................................................815 TEŞEKKÜR Bu kitabı yazmaya başlamamla bitirmem arasında epey sûre geç­ ti (“tasarlama” faslına hiç değinmiyorum). Biterken, başlıca sıkın­ tım, kitabın hacmiydi. Ama bir türlü de kısaltmayı beceremiyor- dum. Sekiz yüz sayfalık kitap yazmak, kitabı okunmamaya mah­ kûm etmek gibi bir şey. Gene de, ite kaka, belki bir yüz sayfa at­ mayı başarmışımdır. Bu, yani, “kısalmış” hali! Kitabın yazımı bitti diye işi bitmez. Ama, herhalde uzun sürdü­ ğü için bana bir rehavet çöktü. Başka işlere daldım. Derken, “hay­ di, baskıya giriyor” dediler, alelacele yapmam gereken bir şeyleri yaptım. Önsöze eklemem gereken teşekkürleri bile ekleyemedim. Onun için şimdi bu ikinci baskıda, teşekkürden önce “özür”le bu­ nu yazıyorum. Kitabı, bu konulan bilen ve kitap yazmayı bilenlere okutmak is­ tedim. Ömer Laçiner, Ahmet Insel, Tanıl Bora, Selçuk Esenbel ve Jale Parla, eksik olmasınlar, okudular ve eleştirilerim, görüşlerini söylediler. Onlara çok teşekkür borçluyum. Tayfun Mater militarizm üstüne yazdığımı öğrenince bu konu­ da çok zengin olan kitaplığından yararlanabileceğimi söyledi. Böy­ lece, başka türlü elime geçmesi zor kitaplar okuyabildim. Ona da teşekkür borçluyum. Iletişim’in dizgicileri, düzelticileri, editörleri zaten yıllardır el yazılanma katlanır, kaprislerime katlanırlar. Emeği geçen herke­ se çok teşekkür! 10 Ö nsö z Bu kitap, benim açımdan, yazılması gecikmiş bir kitap oldu. Epey eskilerden beri, oldukça kaba ve genel çizgilerle, buna benzer bir şey yazmayı düşünmüşümdür. Yetmişlerin başında, henüz olduk­ ça genç bir “Edebiyat Fakültesi” asistanıyken, hattâ edebiyat ko­ nusunda yazmayı düşündüklerimden de önce, Türkiye tarihi­ ni anlamak ve değerlendirmek üzere bir, belki birkaç kitap yaz­ mayı tasarlıyordum. Üniversitede alanım İngiliz edebiyatıydı ama o alanda bir şeyler yazmayı hiç düşünmedim. Edebiyat ve sanatı toplum ve tarihle tamamen iç içe geçen alanlar olarak gördüğüm için, tarih üstüne yazmak benim açımdan edebiyattan uzaklaşmak değil, tersine, edebiyata bakışı tamamlayan bir şeydi. Hele Türki­ ye gibi tarihin kendisiyle “tarihçilik” pratiğinin birbirine karşıt bi­ çimde yürüdüğü bir toplumda bir edebiyat tarihçisi veya eleştir­ meninin ulusal tarihe bakması bir zorunluluk oluyordu. 12 Mart döneminde iki yılımı hapishanede geçirdim. Hapishane pek çok insan için büyük okuma ve düşünme imkânları açan bir yerdir, “yer”den öte, bir hayat biçimidir. Bunları söylerken, kim­ seye salık vermiyorum, hapse girmeyi. Ama, eskaza başınıza gelir­ se, başa gelen tatsızlıktan bu şekilde yararlanabilirsiniz, demek is­ tiyorum. Benim için böyle oldu. Hapisteyken okuduğum kitaplardan biri, Barrington Moore’un Social Origins of Dictatorship and Democracy (Diktatörlüğün ve 11 Demokrasinin Toplumsal Kökenleri) adlı kitabıdır. İlkin Ame­ rika’da, 1966’da yayımlanmış; ben ancak 1973’te haberdar olup okuyabildim; okuyunca da çok etkilendim. Barrington Moore bu kitabın birinci bölümünde burada benim de yaptığım gibi Ba­ tı dünyasının üç “demokrasi” örneğini, İngiltere’de 17. yüzyılın İç Savaşı sonrasında kapitalistleşmeyi, 1789 Büyük Fransız Devri- mi’ni ve Amerikan kapitalist devrimini anlatır. Bu üçüncü bölüm­ de benden farklı olarak Bağımsızlık Savaşı’ndan çok Amerikan İç Savaşı üstünde durur. İkinci kısımda Asya’daki örneklere geçer, üç büyük Asya toplu- munda, Çin’de, Japonya’da ve Hindistan’da modernleşme süreçle­ rini inceler. İlginç bir şekilde bu üç örnek aynı zamanda komünist, faşist ve liberal-demokratik “kalkmma/modemleşme” yöntemleri­ nin birer “Asyaî” örneğidir. Üçüncü kısımda bu üç rejim üstüne daha kısa bölümler yer alır. Barrington Moore “diktatörlük” ya da “demokrasi”yi toprak­ ta feodal mülkiyetin varlığına bağlar. Ele aldığı örneklerde, Ame­ rika dışında, hep bir feodal başlangıç vardır (feodalizmin biçimle­ ri belirli ölçülerde değişiklik gösterse de). Ama bunlann bazılann- da, örneğin Birinci Kitap’ta ele aldığı Batı toplumlannda, feodal sı­ nıfla boy ölçüşebilecek bir güce erişen ve sonunda, daha yoksul sı- nıflann da desteğini arkasına alarak feodalizmi yıkan bir orta sınıf doğabilmiştir. Bu orta sınıfın bu mücadeleyi kazandığı toplumlar- da demokrasi yerleşir. Gene Batı’da, Almanya gibi, böyle bir orta sınıfın oluşamadığı toplumlar da vardır. Onun yokluğunda, modernleşme atılımı fe­ odal sınıftan (Prusya’nın Junker’leri) gelmiş, sonuç da demokra­ si değil, yukarıdan aşağıya bir otoriter/otokratik kapitalistleşme olmuştur. Orta sınıfın anlamlı ve etkili bir toplumsal güç olamadığı iki toplumda ise onun rolünü bir biçimde üstlenen inteîligentsia, ge­ niş köylü kitlelerinin fiilî desteğini arkasına almayı başarmış, böy­ lece 1917’de Rusya’da, 1949’da Çin’de, süregiden savaş koşullan- nın yarattığı yıkımın da yardımıyla komünizm iktidara gelmiştir (Barrington Moore bu iki devrim örneğinde proletaryanın oynadı­ ğı rolü önemsemez). Dolayısıyla Barrington Moore’un odak noktasının kırsal ekono­ mi, köylü yığmlan ve feodal mülk sahibi sınıflar olduğunu söyle­ 12 yebiliriz. Militarizmden bir miktar dem vurmuştur, ama Junker’ler veya Samurai onun için toprak mülkiyetinde aldıkları yer nede­ niyle önemli sosyopolitik aktörlerdir. Modernleşme sürecinde Or­ du olarak oynadıkları rol ikinci planda kalır. 1973’te bunu okuduğumda kitabı genel olarak çok beğenmiş, kendi yapacağım Türkiye incelemesinde Barrington Moore yakla­ şımından da yararlanmam gerektiğine karar vermiştim. Nitekim, şimdi ortaya çıkabilen bu kitapta oradan gelen temel yaklaşımlar kendilerini hissettiriyordur. Ama incelemeye o tarihlerde gireme­ dim, çünkü Birikim dergisini çıkarma çabası ve başka birçok etken böyle kapsamlı bir kitabın talep ettiği zamanı bana bırakmıyordu. Birikim 12 Eylül’de kapandı; bir süre sonra üniversiteden ay­ rıldım. Bir bakıma, gereken “boş zaman”a kavuşmuş gibi oldum. Ama bu da çok süremedi, çünkü ilk yıllarda geçim kaygısı, son­ ra da İletişim Yaymlan’nı kurma çabası söz konusuydu. Ancak ge­ ne de, bu sırada yazmak istediğim ve yazacak zamanı bulamadı­ ğım kitabı düşünürken, Braudel okumaktan edindiğim bir baş­ ka kavramsal çerçeveyi de gözetmeye başlamıştım: Türkiye’nin “modernleşme” sürecine belirli “zamansallıklar” içinde bakmak. Bu örnek, “devlet” ile “toplum”un bir türlü “diyalog” kurama­ dığı bir temele oturuyordu. Öyle bir “diyalog” olmamasının so­ nucu “emir”lerden örülü bir “monolog” yapan bir “devlet” ve bu “emir”lerden kendini sıyırmaya çalışan bir “toplum” manzarası yaratıyordu. Bu bir süreçti, ama aynı zamanda önemli dönemeçler dönmüş, değişimlerden geçmiş bir süreçti. O tarihte bunlan düşünürken “uzun-vade”yi Tanzimat’tan baş­ latmaya karar vermiştim, çünkü bu, sürecin bütününü içinden bi­ çimlendiren “Batılılaşma”nm, yani “medeniyet değiştirme” girişi­ minin “ilk” değilse de, en belirleyici başlangıç noktası gibi görü­ nüyordu. Bu gene böyle kabul edilebilir. Ama o tarihle kitabı niha­ yet yazmaya başladığım zaman arasında benim bakışımda bazı de­ ğişiklikler olmuştu. Kitaba son şeklim bunlar verdi. Bunların 12 Eylül döneminden önce ufkuma girmeye başladığı­ nı söylüyorum. 12 Eylül Türkiye’de militarizmin doruğuna çıktı­ ğı dönemdir. Gene de, Türkiye’de militarizmin ne kadar köklü bir biçimde yerleştirilmiş olduğunu o birkaç yılda değil, sözde “sivile” döndükten sonra geçen yıllarda, bu yıllar içinde o rejimin bir türlü aşılamaması olayında daha iyi anladım. Dolayısıyla bu “vade”leri 13 de askere verdiğim bu yeni yere göre biraz değiştirdim. Başlangı­ cı Tanzimat değil, Vaka-i Hayriye olarak değiştirdim, çünkü, ilgili bölümde de açıklamaya çalıştığım gibi, öyle bir “hukuki” değişim, bu “askerî” değişim olmadan düşünülemezdi. Öte yandan, yeni Türk ideolojisinin başlangıcını bugüne biraz daha yaklaştırdım ve 93 Harbi’ni temel aldım. Çünkü bugün hâlâ yakamızı bırakma­ yan “yok olma korkusu”nun her şeyden çok bu olaya bağlı oldu­ ğunu görüyorum. Aynı zamanda, Vaka-i Hayriye “askerî” bir olay olduğu veya Sultan Aziz “askerî” bir hareketle hal edildiği halde, bu uzun dönemde Osmanlı toplumunda militarist bir ideoloji ve­ ya zihniyetten söz edilemez. Onun için benim “uzun-vade”m, 93 Harbi ile 1908 arasındaki yıllan içeriyor. “Orta vade”yi de biraz değiştirdim: İttihat ve Terakki’nin ikti­ darda olduğu yıllarla sınırlı tutmaktan vazgeçtim; asker-sivil in- telligentsia'nın oldukça “rakipsiz” bir biçimde, resmen değilse de fiilen bir “tek parti” dönemi ve hegemonyası yaşattığı 1908-1950 arasını özünde aynı “vade” olarak aldım. Böylece Cumhuriyet’in ilk dönemini bu “diktatörlük” rejimine katmış oldum. Çok parti­ li dönemin başlamasından bugüne kadar geçen zamanı ise bundan ayırdım ve “kısa-vade” ya da “yakm-vade” olarak ele aldım. Doksanlı yıllarda, Abdülhamid dönemini bir “prelüd” olarak kabul ettiğim, asıl 1908’den başlayan bir “yakın tarih” yazımına başlamıştım. Bu kitabın adı da “Harbiye Marşı”ndan aldığım “Kan­ la İrfanla”dan gelecekti. Ama üzerinde yeterince fazla çalışamadan o kitabı erteledim ve şimdiki kitaba geçtim, ilk tasanmlar yerine, Barrington Moore’dan gelen karşılaştırmalı bakış daha çekici gö­ ründü. Karşılaştırmanın ekseniyse ondaki gibi feodalizm ve top­ rakta mülkiyet ilişkileri değil, ordunun rolü ve militarist yaklaşı­ mın varlığı olacaktı. Türkiye’deki “modemleşme”de bir orta sınıf olmadığı gibi bir toprak sahibi sınıf, Prusya’nın Junker’lerine te­ kabül edecek bir güç de yoktu. Öyleyse bir feodal sınıfın varlığı­ nı varsaymamız gerekmiyordu. Örgütlü güç olarak, sadece kendi­ ne bir ideoloji geliştirebilmiş bir ordu böyle bir girişimi sulana­ biliyordu. Ordu, Fransa’da Bonapartizm, Almanya’da Bismarkizm, İtalya’da Sezarizm adını verdiğimiz görece “sımflar-üstü” duruşu benimseyip toplumu güdebiliyordu. Böylece, yetmişlerin başın­ dan beri zihnimde evirip çevirdiğim proje nihayet somut bir biçim aldı ve ben de çalışmaya başladım. Bunun uzun bir çalışma olaca­ 14 ğı belliydi. Çünkü şimdi Türkiye’ye Almanya ve Japonya da ekle­ niyordu. Ama yalnız onlar eklenmiyordu. Bu konuda fark yaratan etke­ nin bir çeşit aristokrasinin varlığından çok, belirli geleneklere sa­ hip bir ordu, bir subay kadrosu olduğunu görünce, bu durumu da­ ha belirgin biçimde ortaya çıkarmak için, militarizm örneği olarak seçtiğim üç ülkenin yanma birer de “kontrast ülke” koymaya karar verdim. Aynı bölgeden (“kıtadan” da denebilir) bir ülke ya da ay­ nı zamanda benzer bir geçiş yapmış bir ülke ve daha iyisi hem za­ man, hem de mekânda yakın bir ülke. Bu ikinci tip karşılaştırma­ da en çok ilk örnekte rahattım, çünkü Almanya ile İtalya bu koşul­ lan yerine tastamam getiriyordu, ama militarizm konusunda İtal­ ya’nın Almanya ile bir benzerliği söz konusu değildi. Asya’da Ja­ ponya’yı Çin’le değil, Hindistan’la karşılaştırmak uygun göründü, çünkü bu bölgede militarizme en uzak görünen ülke oydu. Zaman içinde çok yan yana sayılmazlardı ama Almanya ile İtalya gibisi­ ni bulmak zaten kolay değildi. Üçüncü.örnek Türkiye’yi kiminle karşılaştırmalı? Doğusuyla mı, batısıyla mı? Gözü batıda olduğu­ na göre, Iran ya da bir Arap ülkesi, örneğin Mısır’a göre, bir Bal­ kan ülkesi, örneğin Yunanistan bana daha uygun göründü. Burada da yaklaşık yüz yıllık bir ara var. “Ulus-devlet” kurmakta geciken biziz; buna karşılık öteden beri devlet sahibi olan da biziz. Demek ki ilişki biraz daha çetrefil. Öte yandan, bu kitapta ben böyle bir uğraşa girmediysem de, Türkiye’yi Ortadoğu’nun Müslüman toplumlarmdan biriy­ le kıyaslamak da ilginç sonuçlar verecektir. “Benzerlik”ten çok “benzemez”liği ortaya çıkarsa dahi... Bu plan tabii okuma yükünü artırdı. Bundan yana bir şikâyetim olamazdı zaten, çünkü bu sayede ben de daha çok şey öğrenecek­ tim. Kitabın çatısını bu şekilde kuruncaya kadar, saydığım ülkele­ rin tarihleri konusunda herhangi bir uzmanlığım söz konusu ol­ mamıştı. Tabii böyle bir kitabın başında, “modernleşme”nin erken ör­ neklerinden, kapitalizme ve demokrasiye geçişin burjuvazi öncü­ lüğünde gerçekleştiği Britanya, Birleşik Devletler ve Fransa’dan konuya girmek gerekiyordu. Bu da alanı iyice genişletecekti. Ama onlara daha çok bir “giriş” kapsamında değinmek yeterli olacaktı ve zaten bu ülkelerin tarihlerini ötekilerden daha iyi biliyordum. 15 Sonuçta, evet, konunun ele alındığı matris genişledi; ama bu, be­ nim bu alanlara özgün “teorik” katkıda bulunduğum anlamına gelmiyor, tabii. Böyle bir amacım da olamazdı. Bütün bu örnekleri, Türkiye’nin özel durumunu, benzerliklerini ve farklılıklarım daha iyi nedeştirerek göstermek için ve o kapsamda inceledim. İnsanın başka ülkelerin tarihleri konusunda “özgün katkıda bulunan oto­ rite” olması çok zor bir şey - “imkânsız” değilse. Galiba çok gerek­ li de değil. Ne Almanların ne Hintlilerin, ne de bu kitapta ele alın­ mış öteki ülke yurttaşlarının, kendi tarihlerini iyi öğrenmek için bana ihtiyaçları var. Hepsi yeterli sayıda ve yeterli nitelikte tarihçi­ lere sahip. Dolayısıyla benim burada yaptığım bu tarihçilerin ara­ sında erişebildiklerimden, okuyabildiklerimden çıkardığım müm­ kün olduğu kadaT uyarlı ve tutarlı özetleri bunların o kadar iyi bi­ linmediği Türkiye’de ilgili okurlara sunmak. Ama Türkiye üstüne bölümlere gelince, burada bazı yeni ve farklı görüşler geliştirebil­ diğimi ve en azından tartışılmaya değer bazı tezleri ortaya attığımı söyleyebilirim (yukanda değindiğim dönemlendirme gibi). Pek çok kitabın “önsöz”ü, adına rağmen, en son yazılan kısım­ dır. Ben de bu kısmı yazmaya en başta girişmiş değilim, ama şim­ di şunlan yazarken tünelin ucunun göründüğünü, işin yansından fazlasının tamamlandığını söyleyebilirim (umanm yanılmıyorum- dur). Bu çalışma 2000 başlannda başladı ve şimdi 201 l ’i bitirmeye yaklaştık. Bu arada Türkiye gene bazı ciddi dönemeçlerden geçti veya belki kısmen geçebildi. Zorlu yıllardı bunlar, çünkü bazı te­ mel yapılann belirli bir değişim geçirdiği, sahiden değiştiği yıllar­ dı. Değişim, toplumlan zorlar. 2011 yılında Türkiye’ye, gözlemlediğim, kimi zaman belki kü­ çük bir parçası da olduğum olaylara bakarken ve bunlardan bir “değerlendirme” sayılacak sonuçlar çıkarmak isterken, bütün bu modernleşme sürecini son derece sancılı ve sorunlu bir süreç ola­ rak görmeden edemiyorum. Dünyada hiçbir toplum kendi tarihi­ ni “idilik” koşullarda inşa etmiyor. Herkesin işi zor. Ama bu eşit­ lik, tam bir eşitlik değil. Onvell’in bazı hayvanlannın “daha eşit” olması gibi, bazı toplumlann modernleşmesi daha zor, daha ağır koşullar içinde gerçekleşiyor veya tam olarak da gerçekleşemiyor. Tarihte falan toplumun izlediği yolun “normal”, ona benzeme­ yenlerin yolunun “anormal’’ olduğunu düşünenlerden değilim. Ama toplumlann başanlı görünen eylemleri, vardıklan sonuçlar 16 başka toplumlar için de model olabiliyor, zaten sık sık oluyor. Bu­ nunla birlikte, o başka toplumlar, model aldıkları toplumun bu­ lunduğu noktaya varmakta, onunla aynı avantajlara sahip olma­ yabiliyor. Bu çerçevede bazı girişimlerin ötekilerden zorlu geçti­ ğini söylüyor ve Türkiye’yi de zorlananlar arasına katıyorum. Bu “zorlanma”nm nihai açıklaması da girişimin hangi koşullarda baş­ ladığına, hangi özneler tarafından yürütüldüğüne, buna benzer et­ kenlere bakılarak yapılabilir. Toplumların üzerinden yürüdüğü “tarih! güzergâhlar” için “normal” gibi sıfatlar kullanmanın yanlış olduğunu düşünüyo­ rum, çünkü bazı toplumları “normal” kabul edeceksek, otoma- tikman, bazılarını da “anormal” saymamız gerekecek. Bunun sa­ dece bir “political correctness” sorunu olduğunu, öyle demekle “ayıp edeceğimizi” düşünmüyorum; teorik olarak yanlış olduğu için böyle sıfatlardan kaçınmak gerek. Bir şekilde “teleolojik” dü­ şünceye kaymıyorsak, yani tarihi aşkın bir amaç çerçevesinde dü­ şünmüyorsak, bir gelişme biçimine “normal”, ona uymayana da “anormal” demek, yanlış bir şeydir. Öte yandan, dünya tarihinde, böyle sıfatlar kullanmamızı kolay­ laştıran, hattâ kullanmaya zorlayan durumlar da yok değil. Bunu kitabın başında açıklamaya çalışayım. “Normal/anormal” gibi açıkça bir değer yargısı içeren bir termi­ nolojiyi bırakıp daha nötr görünen (ama her şey gibi o da kolayca bir değer yargısına dönüştürülebilir) “organik” gibi bir niteleme­ den gidelim. Bundan kasıt şöyle bir şey: Az sonraki giriş bölümle­ rinde göreceğimiz gibi bazı toplumlar (yani, İngiltere, Amerika ve Fransa) gelişmelerinin bir aşamasında, bir “burjuva devrimi”nin doğal olarak ortaya çıktığı ve başarılı da olduğu bir noktaya gel­ mişler. O zamana kadarki gelişmelerine baktığımızda bunların kendi koşullarıyla uyumlu bir gidiş gösterdiğini görüyoruz. Do­ ğal bir nedensellik var ve bu nedensellik zinciri bir buıjuva devri- mine yol açıyor; bu devrim olduktan sonra da toplum gene o olay­ la uyumlu olarak yoluna devam ediyor. “Organik” gelişme derken böyle bir şeyi anlatmak istiyorum. Şu aşamada böyle bir olayın olduğu toplum “normal”, olmayan­ lar ise “anormal” diyecek bir durum yok. Herkes “normal” aslın­ da. Belirli bir toplumsal matris içinde belirli nedenler mantıken uyumlu oldukları belirli sonuçlar üretiyorsa, her şey “normal”, ol­ 17 ması gerektiği gibi. İngiltere’deki koşulların neredeyse hiçbirine sahip olmadığı halde, Portekiz’de bir “burjuva devrimi” olsa, bu açıklanamaz bir durum olurdu ve asıl o zaman Portekiz’e “anor­ mal” demek gerekirdi. Gelgelelim, “burjuva devrimi” dediğimiz olay son derece önem­ li bir olay ve kendisinden de önemli olduğunu söyleyebileceği­ miz bir dizi yeni gelişmeyi (sonucu) tetikliyor. Sermaye biriki­ mi oluyor ve üretkenleşiyor; sanayileşme yayılıyor; toplum güç­ leniyor vb. Bunlar, aynı gelişmenin yaşanmadığı, aynı sonuçlann su yüzü­ ne kendiliğinden çıkmadığı birçok toplumdan görülüyor, gözlem­ leniyor; onlar bu olguların olumlu, istenir şeyler olduğuna karar veriyorlar. İstenir şeyler, ama kendi kendilerine olmuyorlar. O za­ man, bunları beğenen toplum kendisi de bunlara sahip olmak için bir şeyler yapmaya başlıyor. “Bir şeyler yapmak” ne demek? Gidi­ şata “müdahale etmek” demek. X toplumundasınız, burada genel gidişe, statükoya müdahale etmezseniz, Y toplumunda gördüğü­ nüz şeylere sahip olmayacağınızı anlıyorsunuz ve bu gidişe müda­ hale ediyorsunuz. Birinci tipolojiye “organik” gelişme diyeceksek, buna ne diyece­ ğiz? Ne anlatmak istediğimizi bildikten sonra, ne desek olur. “Gü­ dümlü” ya da “güdülenmiş” gelişme diye bir şey önereyim - biraz da kontrastın altını çizmek için. Şimdi “güdülemek” için yapılanların, amaçlanan hedefe varmak için en isabetli şeyler olup olmadığı, tamamen ayn konu. Bu be­ nimsenen yöntemler yelpazesi dünya tarihinde büyük bir genişlik ve çeşiüilik gösteriyor. Ama bu, şimdi üstünde durmak istediğim konu değil. Yöntemlerin isabetini uzun uzun tartışırız - zaten çok tartıştık ve çok tartışacağız. Şu anda, “güdümlü” gelişme kavramı üstünde anlaşmaya varalım. Bu çerçevede, “organik” dediğimiz kategoriye giren toplum sa­ yısının çok az, “güdümlü” tarafında duranlannsa neredeyse bü­ tün dünya olduğunu görüyoruz. Bu sayısal denkleme baktığımız­ da, benim reddettiğim terminolojiyle bunu bağdaştınnca, “orga­ nik” olanlann aslında “anormal” olduğunu söylemek de mümkün. Ama anlaşılır nedenlerle, o toplumlann ürettiği yeni biçimler ge­ ri kalan dünyaya model olmayı başarmış ve böylece dünyanın geri kalanı bunlara erişmek üzere seferber olmuş, yani “güdülenmiş”. 18 Burada bir küçük soruna daha bakalım: Bu “güdülenme”ye bil­ diğimiz bir “yanş” gibi bakmamalıyız. Yani, dünya ülkeleri bu “or­ ganik” toplumlara bakıyor, “Biz de onlar gibi olalım,” diyor, yarı­ şın “start tabancası” patlıyor ve herkes “finiş”e doğru koşuyor... Böyle değil elbette. Kimi o hedefi daha önce, kimi çok daha son­ ra görmüş (burada fiziksel yakınlığın etkisi var). Kimi “Onlar gi­ bi olalım,” sonucuna vanncaya kadar uzun uzun düşünmüş, kimi hiç düşünmeden koşmaya başlamış, ayrica kimi hızlı koşuyor, ya­ ni bu türlü kıyamet kadar ikincil, üçüncül etken var. Ama sorun “Koşmaya ne zaman başladık?” sorunu da değil. Hangi yapıyla başladık? Kaç kiloyduk? Daha önce hiç koşmuş muyduk? Akciğerimiz, pankreasımız uygun mu kalkıştığımız işe? “Uygun” değilse, niçin değil? Ne yapmalıyız ki uyum göstersin - bütün bünye? “Onlar gibi olalım,” derken ne gördünüz, neye sahip olmak is­ tiyorsunuz, bu da ayrı ve çok önemli bir konu. Tank, tüfek mi, fabrika mı sizi cezbeden, yoksa hukuk, devleti, parlamento işle­ yişi gibi şeyler mi? Bu kitabın baş aktörlerinden Almanya ve Ja­ ponya, belirli bir zaman farkıyla, birinci “set”teki hedeflere ulaştı­ lar. İkinci “set”e ulaşmaları kolay olmadı, çünkü zaten başlangıç­ ta istenmedi. Bunlar hâlâ dünyanın ortaklaşa bilincinde yeteri ka­ dar net değil. Yani, ben kendi perspektifimden bakarak “Almanya 1945’e ka­ dar Avrupalı olmadı,” türünden bir cümle kurarken, Tunus’tan ya da Tayvan’dan bakan biri de Almanya’yı ezeli bir Avrupalı ola­ rak görebilir. Bu konulara girince, ister istemez, “değerler” alanına da adım atmış oluyoruz. Yukarıda, “doğru yöntem” seçme ya da seçeme- menin apayrı bir konu olduğunu söylemiştim. Neye göre doğru seçme? Bu da “değerler”den bağımsız konuşulacak bir şey değil. “Militarizm” konusu işte bunun için önemli. Çünkü o da gelip bu “doğru yöntem” sorunsalına bağlanıyor. Modernleşme süreci­ ni başlatan ve sırüanan gücün ordu olması, bunu sorunlu bir sü­ reç haline getiriyor. Kullandığımız yöntem ya da araç kendi do­ ğasına uygun sonuçlar verir, doğasında olmayan sonuç veremez. Ordular ya da militarist ideoloji “demokratik” değildir; olduğu­ nun bir örneği dünya tarihinde görülmemiştir. Türkiye de bu ku­ ralın bir istisnası olmamıştır. 21. yüzyılın ilk on bir yılını devir­ 19 mek üzere olduğumuz şu günlerde de, Türkiye, yabana atılmaya­ cak birçok başarısına rağmen, demokrasi sorununu çözmekte, ya­ ni nüfusuna gerçek bir demokrasinin imkânlarını sunmakta başa­ rılı olmamıştır. Bu iki önermeyi yan yana getirdiğimizde bir “neden-sonuç” iliş­ kisi kurmuş oluyoruz: Türkiye bugün de demokrasi sorununu çö­ zememiştir, çünkü modernleşmeyi ordu eliyle yürütmek zorun­ da kalmıştır ya da biraz değiştirerek söylersek, çünkü olgunlaşan başka güçler bugünlere kadar bu misyonu ordunun elinden alma­ mış veya alamamıştır (tabii ordunun onu vermeye razı olup olma­ dığı da ayrı konu). Ancak, yukarıda söylediğim gibi, benim bu kitabı tasarladığım yıllarla, okumalarıma ya da yazmasına başladığım yıllarla şimdi bulunduğumuz nokta arasmda birçok şey değişti. Başlıca değişim ordunun siyasette oynadığı rol üzerinde gerçekleşti. Bir mücade­ le oldu ve bu rol azaldı; ordu, 20. yüzyıl sonuna kadar bulundu­ ğu yerden geriledi. Bugün de, bu sürecin belirli bir sonuca vardığı­ nı, “tamamlandığı”nı söyleyemeyiz, ama süreç başladı ve bazı de­ ğişimler şimdiden gerçekleşmiş gibi görünüyor. Siyasî olayları açıklamaya çalışırken, “iç” ve “dış” diye ayırdığı­ mız “dinamik”lere başvururuz. Bunlardan birinin ya da öbürünün rolünü abartma eğiliminde olanlarımız vardır. “Soğuk Savaş”ın bitmesi, dediğim bu sonucun “dış dinamik”le açıklanması olabilir. Sovyetler ve komünizm tehdidinin ciddiyetini kaybetmesi, Ame­ rika ve Avrupa’nın, yani Batı dünyasının kendi cenahında gerçek­ leşen “askerî darbe” tipinde olaylara gereği gibi bakmasına, bunla­ rı hoş görme yükümlülüğünden vazgeçmesine yol açtı. Bu zama­ na kadar hiç esirgenmeyen bu dış desteğin kalkması Türkiye’de Silâhlı Kuvvetler’in 1960’tan bu yana bir çeşit gelenek haline ge­ tirdiği darbeciliği en azından yeniden gözden geçirmesine yol aç­ tı. Böylece 28 Şubat “postmodemizm”e uymak durumunda kaldı. Ama 2000’lerde “git” deyince gitmeyen bir sivil hükümet çıkınca o kadarı da yapılamadı. Yapmak için çalışılmadı değil; tersine, hem de çok çalışıldı, ama olmadı. Demek ki bu evrede bu eylemin cid­ di engelleri var. Bunları söylediğimiz zaman söz konusu olayı öncelikle dünya konjonktürünün değişmesiyle açıklıyoruz. Bu yanlış değil, ama bence yeterli de değil. Ele aldığımız süre içinde Türkiye’de gerçek­ 20 leşen değişimler hiç olmamış gibi yalnız dış dinamiklere bakmak en azından Türkiye’ye ve yıllardır burada verilen demokrasi mü­ cadelesine bir haksızlık olur. Burada olan önemli gelişme sanırım buıjuvazi içinde görülege- len değişimdir. Bir süreden beri bir “Anadolu buıjuvazisi”nden söz ediyoruz. Denizli, Kayseri, Gaziantep, Malatya gibi bazı kentlerde oluşan ve dikkat çeken sermaye yoğunlaşmalarını konuşuyoruz. Konuşuyoruz ama bu gelişmeler hakkında bilgilerimiz hâlâ çok ye­ tersiz ve puslu. Bilimsel araştırmalar daha yeni yeni başlıyor. Ola­ yın niceliksel yanı da, niteliksel yanı da belirsizliklerle dolu. Ama sosyolojik, ekonomik, ideolojik ve politik, bütün bu dü­ zeylerde böyle yeni bir gelişmeyle karşı karşıya olduğumuzu sezi­ yoruz. Demek ki, bir hayli gecikmiş olsa da, bu ülkede buıjuva sı­ nıfında ciddi bir niceliksel yayılma ve varlığında niteliksel bir sıç­ rama oldu ve bu varlık siyaset düzeyine de etkilerini yansıttı. Tür­ kiye askeri darbelerin olağan sayıldığı vey^ hattâ bir kesimin se­ vinciyle karşılandığı bir toplum olmaktan uzaklaşıyor. Ama so­ runun yalnız bu sınıfsal olguyla sınırlı olduğunu da sanmıyorum. Gene, dünya dinamikleriyle iç içe geçmiş olarak, bilgisayar teme­ linde, geleneksel içedönüklüğünü, dünyadan kopukluğunu aşma­ ya başlayan bir Türkiye biçimleniyor. Anadolu’nun “yeniyetme” iş-adamları “Gümrük Birliği” işlemeye başlayalı beri Avrupa’yla verimli bir koordinasyon içinde çalışmaya girdiler ve bu yeni ulus­ lararası ilişkiden memnunlar. “Bu sayede çok şey öğrendik,” di­ yorlar. Öte yandan, Avrupa dışında da, Türkiye’den işadamlarının gitmediği yer kalmadı dünyada. Bunlann yanı sıra, gençler, öğren­ ciler, daha birçoklan dünyayı izliyor, kendi sonuçlannı çıkanyor, geziyor, görüyorlar. Dünya üniversitelerinde akademik diaspora olarak çalışan Türklerin de sayısı çoğalıyor. Hâlâ aksayan çok şey var, hâlâ bu değişim çoğumuzun istediği hıza veya genişliğe erişe­ miyor, ama olanlan azımsamak veya küçümsemek doğru olmaz. “Git” deyince gitmeyen bir sivil hükümetten söz ettim. Onun böyle yapabilmesinin de bu gelişmelerle sıkı bağlan var tabii. Dış dünyadan olduğu kadar iç dünyadan gelen mesajlar da, bu hükü­ mete, muhtıra geldi diye iktidarı bırakıp gitmeme güvenini ver­ miş olmalıdır. Türkiye’de demokrasinin yavaş yavaş yerleşmesinde “dış dinamikler”in oynadığı rolden söz edilince, pek çok kişinin aklına 21 ikinci Dünya Savaşı’nm ardından “çok partili rejim”e geçiş örneği gelir. Bu olayın uluslararası konjonktürün etkileriyle gerçekleştiği önermesini kolay kolay reddedemeyiz. Nazizm ve faşizm karşısın­ da Demokratik (Liberal) Dünya büyük bir zafer kazanmıştı ve bu cephenin önderleri bu değerleri bütün yeryüzünde egemen kıla­ cak herhangi bir varlık gösteremeden dağılan Cemiyet-i Akvam’ın yapamadıklarını yapacak uluslararası bir örgüt kurmaya karar ver­ mişlerdi. Bu örgüte o dönemde katılmak için demokrasiler arası­ na girmek gerekiyordu. Böyle bir karan vermek, burada, “tek parti rejimi”nin başında oturan ismet İnönü için cesaret gerektiriyordu - sonraki seçim sonuçlannm gösterdiği gibi. İsmet İnönü bu cesa­ reti gösterdi ve bu kararı verdi. Yapılan ilk serbest seçimde de ikti­ darı terk etmek zorunda kaldı. “Birleşmiş Milletler”e girmek önemliydi ama Türkiye bundan çok onun kadar heyecan yaratmayan Cemiyet-i Akvam’a da gir­ me karan vermişti. Bugünkü izolasyonist-milliyetçiler durmadan “Sevres” lafı eder; onunla bizzat mücadele etmiş olan Atatürk ve İnönü ise bu anlamda “izolasyonist” bir politika uygulayarak ulus­ lararası kurumlann dışında kalma yolunda irade göstermemişler­ dir. “Batı karşıtlığı” hiç yapmamışlardır. Bu süreçte, içeriden gelen bir baskı, belirgin bir hareket yoktu. O günlerin koşullannda böyle bir şey zaten düşünülemezdi. Gelge­ ldim, bu olaylann “iç dinamik”le hiç ilgisi olmadığım düşünme­ miz de gerekiyor mu? Türkiye toplumu bu yeni düzene, seçime vb. bu kadar kolay, arızasız geçebildiyse, bu, onun da içinde böyle bir sistemle bağdaşacak mekanizmalann varolduğu anlamına gel­ mez mi? “Yukarıdan” veya “dışandan” geldiği tespitinde bulun­ duğumuz birçok şeyin toplum tarafından alımlanmasında bir ha­ zırlıksızlık ve soma da bir hazımsızlık yaşandığını gözlemlemişiz- dir. Türkiye’nin gidişinde “hazırlıksızlık” ve hazımsızlık” toplum­ da değil, daha çok bu yeni sistemin kurulmasında önayak olmuş seçkinlerde patlak verdi. Seçimle iktidara gelen Demokrat Par- ti’nin de demokrasi kültürünü iyice sindirmiş olduğunu iddia et­ mek doğru olamaz, Ama iktidan seçimle kaybeden tarafın göster­ diği hırçınlık dozu bayağı yükseklerdeydi ve Silâhlı Kuvvetler’in gerçekleştirdiği 1960 darbesi bunun doruk noktası oldu - Türki­ ye tarihinde yeni bir dönemin, bir bakıma “darbeler döneminin” kapısını açtı. 22 Dolayısıyla, birtakım toplumsal olayların oluşum süreçlerini in­ celerken bazı kritik anlarda gördüğümüz etkenleri, sanki araların­ da türsel bir fark varmış gibi, ayrı ayn dinamiklerle açıklamak, ba­ na teorik bakımdan çok geçerli ya da inandırıcı görünmüyor. Bu­ nun bütün dünyayı birbirinden ayrı, su geçirmez birimler olan ulus-devletler (daha doğrusu, “öyle sayılan” toplumlar) bakış açı­ sının bizlere empoze ettiği bir yanılsama olarak yorumluyorum. Ama tabii bu “iç ve “dış” mekanizmaların birbirine gittikçe daha fazla yaklaşması ve aralarındaki “aynni’ın gittikçe anlam kaybet­ mesi de sonuçta tarihî bir olay. İpek Yolu ve baharat ticareti zama­ nı, Vasco da Gama ve Colombo sonrası, 19. yüzyıl sonu ve Sana­ yi Devrimi ve nihayet şimdi içinde bulunduğumuz koşullar... Bun­ lann hepsinin ayn etkililik dereceleri var. Her birinden sonra da, “uluslararası” diye tanımlayacağımız etkenlerin biraz daha “ulus içi” bir özellik edindiğini görüyoruz. Soğuk Savaş’ın bitimine ka­ dar “iki kutuplu” diye betimlediğimiz dünya, bu yeni dönemde bir yandan “küreselleşme” dediğimiz süreçle birlikte standardize olu­ yor, bir yandan da yeni yeni merkezler ortaya çıkabiliyor. Şu sıra Asya’da yıldızı parlayan Çin ve Hindistan önümüzdeki dönemde etkili merkezler olmaya aday. Yen! Dünya konjonktürü 1989 yılında Türkiye, Sosyalizm ve Gelecek adlı bir kitap yazmış, ya­ yımlamıştım. Bunun çıkışı 1989, ama Berlin Duvan’mn yıkılmasın­ dan birkaç ay öncedir. Çeşidi yazılanında Sovyet-tipi bir sosyaliz­ min geleceği olmadığını söylemiştim, ama “geleceği olmama” olgu­ sunun bu tarihte ve bu biçimde patlak vereceğini tahmin etmeme imkân yoktu tabii. Bu, bütün dünya için büyük bir sürpriz oldu. “Üçüncü Dünya” teriminin sıkça kullanıldığı bir dönemdi. O kitapta, “Birinci” ve “İkinci” içinde bulunmadığına göre, otoma- tikman “Üçüncü” içinde sayılan bazı ülkelerin buradan demir almış olduğunu ve “Birinci”ye doğru aslında epey uzun yolıîn ilk adımlanm atmaya başlamış olduklarını yazmıştım. Çin Halk Cumhuriyeti o sıralar “İkinci” içinde yer alıyordu. Benim bu say­ dıklarım arasında, Asya’dan öncelikle Hindistan vardı; Köre, Tay­ van vb. onu izliyordu. Afrika’dan yalnız Güney Afrika’yı bu mat­ ris içinde görebiliyordum. Güney Amerika’daysa aday daha çok­ 23 tu: Meksika, Brezilya, Aıjantin, Şili, Uruguay. Türkiye’yi de bura­ da görüyordum. Böyle bir sınıflandırma yaparken elbette ekonomik gelişme dü­ zeyini hesaba katıyordum ama yalnız ona göre hesap yapmıyor­ dum. Bu ülkelerin bir demokratik temeli, demokrasiyi içerebile­ cek bir demokratik kültürü olup olmadığına da bakıyordum. Ba­ zıları o yıllarda diktatörlük rejimlerinden yeni sıyrılıyorlardı ama tereddütsüz “demokratik” denecek bir halleri yoktu; bazılarında diktatörlük değil ama kökleşmiş otoriter rejimler hüküm sürüyor­ du. Türkiye’yi de bunlar arasında sayıyordum. Dediğim durumun gerçekleşmesini, yani “Üçüncü”den çok “Birinci”ye yakın bir yere gelinmesini (onun tam içine girilmese de) aslında öncelikle “ekonomik” değil, daha çok “siyasî” ölçüte bağlı olarak düşünüyordum. Bugün bu dediğim şeyler sonuçlanmaya çok yaklaştı, sanırım. Henüz kimse “orada” değil, ama bu saydıklarım oraya bayağı ba­ yağı yaklaşmış durumda. Örneğin Rusya’dan herhalde çok daha yakındalar. Türkiye’nin bu yolda başlıca handikapı, yükü, hörgücü, her neyse, hele 12 Eylül’den sonra, militarist yapısıydı. Bu bürokra- tik-muhafazakâr yapı, toplumun sahip olduğu birçok potansiyelin gerçekleşmesine engel olduğu gibi, ülke içi huzurun da kurulma­ sını önlüyordu. Daha somut bir biçimde, örneğin Avrupa Birliği gibi bir hedefin Türkiye için geçerli olmasına meydan vermiyordu. Silâhlı Kuvvetler, Özal’ın bu adaylık sürecini ciddileştirmesinden itibaren, Avrupa’ya yakınlaşma çabasını baltaladı, sabote etti. Bir generalin bunu reddediş biçimini hatırlıyorum. “Ordu AB’yi balta­ lamıyor,” yollu bir şey söylemiş ve eklemişti. “Öyle yapağını söy­ leyeni Allah çarpmazsa biz çarparız!” AB’ye girmeye de, herhangi bir medeniyete girmeye de bu “çarpma” üslûbunun engel olduğu­ nu o generale anlatabilmek herhalde mümkün değildir. Gene aynı bağlam içinde, Türkiye’nin AB üyeliğini tartışmak üzere Bonn’da gittiğimiz bir toplantıda, bir Alman gazetecinin, “Lafı uzatmayalım, dolandırmayalım. Bu ‘askerî demokrasinizle siz nasıl AB’ye gireceksiniz?” diye sormasını da unutmam müm­ kün değil. Bu “vesayet” rejiminin değişmeye başladığı bir dönemde yaşıyo­ ruz. 2011 sonuna gelirken Ordu’nun siyasî hayat içinde durduğu 24 yerde önemli değişimler oldu. Bunlar, Türkiye’nin rejiminin nor­ malleştiği yolunda güçlü umutlar veriyor. Hattâ ben de, bu kita­ bımla ilgili olarak, “Acaba bu kitap geç mi kaldı?” diye düşünmek­ ten kendimi alamıyorum. Çünkü bunun bir gizlisi saklısı yok, or­ dunun bu yerine karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı. Türkiye’de ve dünyada militarizme karşı “nes­ nel” olmaya çalıştım ama “tarafsız” olmak gibi bir kaygım hiç ol­ madı. Açık bir şekilde, tarafım. Evet, bazı çok önemli değişiklikler oldu. Ama, sözgelişi, Silâhlı Kuvvetler hâlâ Savunma Bakanlığı’na bağlı değil. Sözgelişi, “vicda­ ni red” sorunu çözülmüş değil. Daha pek çok alanda askerin alışı­ lagelmiş önceliğine meydan okuyan kimse çıkmıyor. Bu rolün değişmesini istemeyen, bu “askerî demokrasi”yi her şeyin garantisi gibi gören siviller var, en önemlisi. Birey olarak var­ lar, kurum olarak da varlar - örneğin Yargı. Demek ki kitap geç kalmamış. Bununla, bu “önsöz”ü burada kapatayım. “Sonsöz”de de söyle­ yeceklerim olacağını tahmin ediyorum. 2011 25 İ lk U lu s - D evletler Britanya Britanya, 19. yüzyılın başından başlayarak, 20. yüzyılın yarısına kadar, “dünyanın en güçlü ülkesi” diye bilindi; “Güneş batmayan imparatorluk” gibi sıfatlarla anıldı. Ama 17. yüzyılın ortalarında bir iç savaşa doğru yol alırken, Britanya’da veya Avrupa’da kimse, böyle bir geleceği hayal edemezdi. O geleceği mümkün kılan potansiyeller, şüphesiz o zaman -ve çok daha önceden- Britanya'nın toplumsal yapısında vardı; ama o gelişme aşamasında, içeride veya dışarıda kimse bunların bir ara­ ya gelerek böyle bir sonuç vereceğini kestiremezdi. Ayrıca, verece­ ğinin bir garantisi de yoktu. Tarihçiler bugünü anlamak için geç­ mişe bakar, bu durumda doğal olarak geçmişten bugünkü duru­ ma doğru evrilen öğeleri incelerler: Bugünün geçmiş yapılar için­ de saklı olduğuna, her şeyin, bu amacı gerçekleştirmek üzere zo­ runlu olarak böyle ilerlediğine inanabiliriz. Oysa bu doğru değil­ dir. Her şey çok başka da olabilirdi. “Amaç”, insana özgü bir şey­ dir; ama “tarih”in bir amacı olamaz. 17. yüzyıl ortalarında bir “iç savaş”tan söz ettim. Ne sebeplerle yapılmıştı bu savaş, dava neydi? Dava, büyük ölçüde, din davasıydı, yani dönemin insanları­ nın bilincine böyle yansıyordu. Avrupa kıtasında Martin Luther’in 27 başlattığı hareket olanca hızıyla devam ediyordu. Bu sırada İngil­ tere Kralı VIII. Henry’ninse kendine özgü sorunları vardı. Genç yaşta evlendirildiği İspanyol Prensesi Catherine of Aragon ona bir kız çocuk (Mary) vermiş, öbür beş çocukları ölmüştü. Tahtını bı­ rakacak erkek çocuk isteyen Henry boşanıp başkasıyla evlenmek­ ten başka çare göremiyordu. Her ne kadar Katolik inancında bo­ şanma yasak olsa da, normal durumda papalar bir kulp bularak krallara yardımcı olurlar. Ama bu durumda Papa’nın elinden de bir şey gelmiyordu: Boşanacak kadın İspanyol’du; İspanya Papa- lık’m en sağlam yardımcısı, koruyucusu vb... Luther gibi bin tür­ lü dert arasında... Bu durumda Henry kendi başının çaresine bakmaya karar ver­ di: Papalık zaten saldın altında; o da, “Ben de sizden aynlıyorum,” dedi ve “Church of England” adını verdiği Anglikan Kilisesi’ni Pa­ palık otoritesinden çıkardı, başına da kendi geçti. Henry pragma- tik bir kraldı, zihninde siyaset ve iktidar sorunlan dönüp duru­ yordu. Teoloji gibi soyut konulara ilgisi yoktu. “Protestan” terimi 1529’dan beri kullanılır olmuştu, ama Henry’yi ilgilendiren “so­ la fide/sola scriptura” gibi öğretisel konular değil, kendi kilisesi­ nin Papa’dan bağımsız olmasıydı. Böylece, boşanıp yeniden evle­ nebilecekti. Bunun sonucu, böylece ortaya çıkan Anglikanizmin, özünde, Katoliklikten pek farklı olmamasıdır. Ayinde İngilizce kullanır­ lar, günah çıkarma ve papazlann evlenmemesi gibi kurallan bı­ rakmışlardır. Ama bunlann dışında anlayış fazla değişmemiştir. Oysa Luther’in çıkışından sonra Britanya’da Katolik Kilisesi’ne ve Papalık’a karşı hareket hızla gelişmişti. Iskoçya, John Knox’m ön­ derliğinde, hemen hemen tamamen Protestan olmuştu (Presbyte- rian). Ingilizler arasmda da özellikle Calvin’in formüllediği biçi­ miyle Protestanlık, yani Püritanizm revaçtaydı. Ama Anglikanizm, “resmî kilise”, bu radikal Protestanlann dinden beklentilerini kar­ şılamıyordu. Henry boşanma sonrası evliliğinde de aradığı erkek veliahtı bu­ lamadı; onun yerine Elizabeth’i buldu. Nihayet, birkaç deneyden daha sonra (boşamayıp da kafasını kestiği kansı Anne Boleyn erte­ si evlenmelerinden), Edward doğdu. Ama 1547’de ölen Henry’nin yerini alan Edward da çok genç yaşta ölünce, annesinden Katolik olmayı öğrenmiş Mary tahta çıktı. İngiltere’nin bu dönemi, cid­ 28 den epey karışıktır; Mary bu sefer ülkeyi yeniden Katolik yap­ mak üzere baskılara girişti, ama çok başarılı olamadı. Çok uzun da yaşamadı, ama “Bloody” unvanım kazanacak kadar kan dök­ tü. En az 300 kişiyi yanarak ölüme mahkûm etti. Kurbanları ara­ sında en önemlisi Canterbury Başpiskoposu (bu, Anglikan Kilise- si’nde en üst rütbedir) Cranmer’dı. Beş yıl sonra (1558’de) öldü­ ğünde yerine Elizabeth geçti ve İngiliz halkı derin bir soluk aldı. Elizabeth babasının kurduğu Anglikanizme geri döndü, ama bun­ dan daha radikal bir Protestanlık biçimini benimsemedi. Püriten- lere o da prim vermedi. Elizabeth’in saltanatı uzun sürdü ve uzun vadede İngiltere için yararlı oldu. En fazla sevilmiş, hâlâ da sevilen kral ve kraliçeler arasındadır. Katolik Kilisesi’nden müsadere edilen mallar, ona da bu uzun saltanatında malî destek sağladı (ölümü 1603). Evlenme­ diği ve çocuğu olmadığı için, İngiltere onun ölümünde bir sorun­ la yüz yüze kaldı: Kim kral olmalıydı? Iskoçya Kralı James’i çağırdılar. Orada akıncıydı, ama İngilte­ re ve Iskoçya’mn Birleşik Krallığı’nda Birinci James olarak taç giy­ di. Elizabeth’le tükenen Tudor hanedanının yerini Stuart haneda­ nı almış oldu. Stuart’lar (dört kişilik bir hanedan olabildi) Britanya’ya huzur getirmediler. Tam tersi oldu ve James’in oğlu I. Charles’ın saltana­ tında İç Savaş başladı. Neden, öncelikli, görünür neden gene dindi. Iskoçya Knox’ı iz­ leyip Protestan olmuştu ama kral aileleri bu konularda biraz yavaş davranırlar. Stuart hanedanının gönlü hâlâ Katolik Kilisesi’ndey- di. Bunu açıkça söylemeseler ve Anglikanizmi benimsemiş gibi gö­ rünseler de, İngiltere’de artık iyice güçlenmiş olan Calvinistleri, Püritenleri mutlu etmeleri mümkün değildi. Sevilen Elizabeth’den sonra kim gelse bazı güçlükler çekerdi ama İngiliz bünyesi (aslın­ da Iskoçya da) Stuart’lan kaldıramıyordu. Yalnız dinî ayrımlar bir toplumu iç savaşa götürebilir mi? Bu çok akla yakın bir ihtimal değil. Din veya başka kaygılar, ama ide­ olojik ayrılıklar, hemen hemen her zaman, başka etkenlerin ve bu arada maddi çıkarların da kılıfı olarak, daha doğrusu onlarla iç içe geçmiş olarak işlev görürler. Bu, bir “ikiyüzlülük” örneği falan de­ ğildir. Ama insan hayatını ideoloji içinde anlamlandırmaya alışık olduğu için, sözgelişi dinle doğrudan ilgisi olmayan sorunları da 29 -içtenlikle- dinden kaynaklanan soranlar olarak algılayabilir, de­ ğerlendirebilir. İngiliz İç Savaşı zaten bu dediğim durumun klasik örneklerinden biridir. Adım adım bakalım, nasıl bir olay olduğuna. “Church of England”a, bu dönemde “High Church” deniyordu, yani, “Yukarı Kilise”; peki, öteki? “Low Church”, yani, “Aşağı Kilise”. Neye göre “yukarı”, neye göre “aşağı”? Mensuplarının toplumsal statüsüne, sınıfına göre. Aristokrasi ve geleneksel olarak bu sınıfın yakınları, yandaşları, müttefikleri, Kral’m çevresinde, “Yukarı Kilise”yi mey­ dana getiriyorlardı. “Aşağı Kilise” orta sınıftı - orta sınıf ve onun da altındaki daha büyük kalabalık ya da onların çoğunluğu, statü­ koya, müesses nizama karşı oldukları için, Protestanlığın daha ra­ dikal biçimlerine sempati duyuyorlardı. Ama bunların yanı sıra ortada ciddi siyasî sorunlar da vardı. “Dissenter” (“Muhalif’) veya “Non-Conformist” (“Genel Gidi­ şe Uymayan”) gibi adlarla da anılan Püritenler, parlamento yö­ netiminden yanaydı; Kral taraftarları ve aristokrasi parlamentoya fazla sempati beslemiyordu. Buna göre de bu iki grup “Cavaliers/ Roundheads” adlarıyla ikiye ayrılmıştı (parlamento taraftarları ge­ niş, yuvarlak siperlikli şapkalar giydiği için ya da başka bir iddiaya göre ense tıraşı biçimlerinden ötürü). Yani, kısacası, dinen “Püri­ ten” dediğimiz adam toplumsal düzende öncelikle bir burjuva ola­ rak yer alıyordu ve siyasî görüş olarak da ülkenin en önemli ka­ rarlarının seçilmiş meclis üyeleri tarafından verilmesinden yanay­ dı. Bu durumda İç Savaş’m yalnızca dinî nedenlere dayandığı her­ halde söylenemez. Şimdi, “Bu adamlar burjuvalardı,” demek de çok yeterli bir açık­ lama sayılmaz. 17. yüzyılda bir İç Savaş’m bir tarafı olacak kadar (üstelik kazanan taraf olduğunu da biliyoruz) “burjuva” başka hiçbir yerde yokken İngiltere’de nereden çıkmıştı? İngiltere’nin ne gibi özellikleri bu çeşit bir gelişmeye imkân vermişti? Belki ilkin bir “ada” olmasına değinebiliriz. Bir “ada ülkesi” ol­ ması ona önemli bir koruma sağlıyordu. Kıtada bulunan krallık­ lar gibi, sürekli bir büyük ordu bulundurmak zorunda değildi. Bu da, kazancını, daha ekonomik kanallarda kullanmasına imkân ta­ nımıştı. Ama, örneğin Japonya da bir ada ülkesi; buna rağmen, ilgili bö­ lümde göreceğimiz gibi, tarihinin her aşamasında asker sınıfının 30 (samurai) egemenliğinde yaşamış. O niye öyle? Demek ki “ada” açıklaması, kendi başına yeterli değil. Evet, İngiltere’de oldukça erken görülen bazı gelişmeler Japon­ ya’da hiç olmamıştır (aslında neredeyse hiçbir yerde olmamıştır). Bunlara kısaca bakalım. Norman Kralı Guillaume (I. William) Britanya topraklarına 1066’da ayak bastı, Hastings Savaşı’nda Sakson direnişini yenilgi­ ye uğrattı ve Iskoçya sınırına kadar (Galler’i de dışarıda bırakarak) adaya egemen oldu. Bundan önceki Saksonlar da feodal bir düzen içinde yaşıyorlardı ama kıtadan gelen Normanlannki onlarınkine göre daha olgun ve güçlü bir feodalizmdi. Britanya feodalizmi aynı zamanda, daha “merkezî” bir feodalizm oldu. Çünkü başında kra­ lın bulunduğu bir ordu adayı fethetmiş, kral, bu yeni ülkeyi aris­ tokratları arasında paylaştırmıştı. Oysa Saksonlar döneminde hiç­ bir zaman tek bir krallık bütün adaya egemen olmamıştı. Germen­ lerin Roma’yı yıkışında olduğu gibi, çok geniş bir arazi üzerinde çok uzun süren bir süreç yok burada. Olay 1066’dan itibaren mer­ kezî bir koordinasyon içinde yürüyor; zaman ve mekân, feodalle­ rin yerleştikleri yerde merkezî otoriteye kafa tutacak şekilde uzun uzun kök salmalarına, “aşağıdan” gelen ve gelenekleşen bir özerk­ lik kurmalarına imkân tanımıyor. Avrupa tarihinde modernleşme­ ye en büyük engel hep feodaliteden geldiği için, bu istisnaî “kuru­ luş” biçiminin İngiltere’ye önemli yararlar sağladığı, birçok tarihçi tarafından söylenmiştir. Aslında bu durum, ama farklı nedenlerle, (ya da “sonuç”larla) Japonya’dakine benzer. Ama asıl önemli etken, tarım sektöründe feodal üretim ilişki­ lerinin Avrupa’da her yerden daha önce çözülmeye başlamasıdır. Bu gibi süreçlerin tarihte nasıl başladığım tespit etmek her zaman çok zordur; ama sonuçlan görmek daha kolaydır. İngiltere’de, kır­ sal kesimde, “yeomen” denilen bir sınıfın geliştiğini görüyoruz. Kelimenin kökeni de bilinmiyor, ama “young”, yani “genç” kö­ künden gelebileceği düşünülüyor, çünkü bir “yardımcı” yan anla­ mı da var. Temelde bu, kendi küçük toprağına sahip olan ve onu ekip biçen çiftçi-köylü anlamında, böyle bir kesimi anlatıyor. Es­ ki ve yeni üretim ilişkilerinin uzun süreler içinde çeşitli eklemlen­ me biçimleri, feodalizmin en koyu olduğu yer ve zamanlarda dahi “serf’ statüsüne girmeyen bağımsız köylüler olmasına imkân tanı­ mıştı. Ama İngiltere’deki bu “yeomen” kategorisi, “eskiyle yeninin 31 eklemlenme” anzasmdan çok, yürürlükteki düzenin böyle bir ge­ lişmeye açık kapı bıraktığını düşündürüyor, çünkü yaygın bir du­ rum var. Üstelik burada da kalmıyor. Avrupa’da feodal bağımlılık ilişkilerinin çözülmesinde 1347-51 veba salgını da rol oynamıştır. Bütün kıtada nüfus üçte bir oranın­ da kırılınca, serflerin kendilerine başka bir yerde ücretli iş bulma imkânı doğdu. Bu olayın etkileri İngiltere’de de görülür, ama so­ nuçlan daha ileri gittiğine göre belli ki başka koşullar da feodaliz­ min çözülmesini hızlandırıyordu. Çünkü küçük mülk sahibi haline gelmiş bağımsız üreticilerin, gelirlerini artırdıkça, feodallerin toprağını kiralayıp işletmeye baş- ladıklannı görüyoruz. Bu tabii çok daha ciddi bir gelişme. Ortaçağ koşullarından kapitalizme doğru bir hareketlenme yaratıyor, “gi­ rişimci” bir sınıf yaratıyor. Aristokratın toprağını kiralayan “yeo- men” bunu “kâr” için yapıyor; tanmsal sürecin daha yoğun çalış­ ma gerektiren aşamalannda “ücretli emek” kullanıyor. Bunlar ka­ pitalizmin temel kurumlan. Öte yandan, toprağı onlara kullandı- np karşılığında “rant” alan senyör de üretim sürecinin içinden ve kırsal bölgelerden yavaş yavaş çekilmeye başlıyor. Bu da herhalde tek başına, izole bir olgu değil. Toprak beyi bir nedenle toprağını kiralayıp kente taşındı, diyoruz. İyi, böyle bir olay oldu, sonra? O toprak beyi kentte asalak bir “rantiye” ola­ rak varolabilir, yeni sorunlar da yaratabilirdi. Böyleleri tabii ki ol­ du, ama bütün İngiliz aristokratları “asalak rantiye” kesilmediler. Çünkü onlan kendine çeken yeni bir yapı baş göstermişti: ticaret. İngiliz Marksist-maddeci tarihçileri, Christopher Hill, Rodney Hilton, R.H. Tawney ve başkaları bu dönemde olanları dikkat­ li bir biçimde taramış ve belirleyici dinamikleri yakalamışlardır. Bu araştırmalann ışığında, burjuvalaşma ve kapitalistleşme eğili­ minin yalnız alttan gelme “yeomen”le sınırlı kalmadığını, 16. yüz­ yılda, feodal sınıf içinde de paralı bir kapitalist ekonomiye eriş­ mek üzere bir yanşm başladığını görüyoruz. Birçok aristokrat ta­ rım topraklarını “çevirerek” (enclosure) koyun yetiştiriyordu, çünkü koyun postunun sağlam bir alıcısı vardı: Öncelikle Flandr ve Felemenk’teki, kısmen de Kuzey İtalya’daki yünlü kumaş üre­ ticileri. Yani, aristokrasinin bir kısmı asıl kazancını bu ticaretten sağlarken, bir kısmı da toprağını “çiftçi” (farmer) denilen burju­ va işletmecilere kiralıyor ve aldığı parayı o da büyük ölçüde tica­ 32 rete yatırıyor, kâr arıyordu. Yani aristokrasi de, klasik anlamda bir aristokrasi olmaktan çıkma yoluna girmişti. Aşağıdan gelen “yeo- men” hareketiyle yukarıdan gelen bu “ticarileşme” toplumsal ya­ pıda ciddi sonuçlan olan bir değişim başlatmıştı ve İngiltere o çağ­ da böyle dönüşümler yaşayan tek toplumdu. Hollanda da kapita- listleşiyordu ama orada her şey daha kent temelli, kent odaklı yü­ rüyordu. Bu genel buıjuvalaşma çeşitli düzeylerde sonuçlannı verdi. Ör­ neğin yukan ortaçağa geldiğimizde kalabalık bir sınıf haline gel­ diklerini, varlıklarını ve etkilerini ekonomi dışındaki alanlar­ da da göstermeye başladıklannı görüyoruz. Agincourt Savaşı’nda (1415) V. Henry’nin komutasında Fransızlan ağır bir yenilgiye uğ­ ratan İngiliz ordusu bu başanyı o sıralann yenice bir buluşu olan “uzun yay”la (longbow) sağlamıştı. Bu silâhı kullananlar da tama­ men “yeomen”di. Bu savaş, başlı başına, tarihî bir “simge” gibi­ dir, çünkü profesyonel (“ücretli”) asker olmayan bu “burjuva” or­ du, Fransızlann tipik feodal (atlı, ağır zırhlı şövalyeler) ordusunu bozguna uğratmıştır ve böylece tarihin gidiş yönüne ilişkin anlam­ lı bir sinyal vermiştir. İngiltere, gene bu özel koşullanndan ötürü olmalı, ortaçağdan başlayarak, “parlamenter” denmese de, “proto-parlamenter” bir yapıya doğru, erken adımlar atabilmiş bir toplumdur. Ortaçağı sarsan ama feodal düzene ciddi bir zarar veremeyen köylü isyan- lan burada da eksik olmadı. Ortaçağda bu terim (“parliament”), kralın topladığı, genel olarak özgül bir soruna (tabii çok zaman malî, “fiskal” bir sorun) çözüm bulmak üzere bir araya gelip iş bi­ tince dağılan meclisler için kullanılmıştır. İngiltere’de krallar bu­ nu kıtadaki benzerlerinden biraz daha sık yapıyorlardı. 1263-4 arasında Simon of Montfort (Fransa’dan gelmiş bir soy­ lu aileden), Leicester Dükü (“Earl”) III. Henry’ye karşı bir başkal­ dırma hareketinde iktidan eline geçirince halkın seçtiği bir parla­ mentoyu göreve çağırdı. Bu, Avrupa tarihinde ilk kez oluyordu. Ingiltere’de, dediğim gibi, “parlamento” denilen bir kurum bili­ nirdi; ama halkın seçtiği meclis burada da ilkti. Montfort’un hayatı bundan sonra çok uzun sürmedi. Henry’nin oğlu Edvvard’m tuza­ ğına düştü, öldürüldü. Öldürüldükten sonra cesedi doğrandı; her parçası sonunda onunla arası açılan öteki aristokratlara gönderi­ lirken kafası da Londra’da sergilendi. Ama açtığı gelenek aynı şe­ 33 kilde paramparça edilemedi. Daha sonraki parlamentolar ilk onun başlattığı “borrough” sistemi üzerinden seçildi. Simon’m kendisinin bir “demokrat” olduğunu söylemek güçtür; o tarihlerde kim demokrat olabilirdi? Krala karşı başarısı bir “halk hareketi” başlatmış olmasına da dayanmaz. Krala kızan baronlarla birlikte hareket etmiş, iyi asker olduğu için kazanmıştı. Zamanla, yandaşı olan baronların desteğini kaybettiği için de yenildi. Ama ölümünden sonra, “mezarı” olarak bilinen yer, halk için bir ziya- retgâh haline geldi. Demek ki onu asıl benimseyen, halktı. Baronlarla hareket etmesini mutlak olarak “antidemokratik” saymak da mümkün değildir. Bu çağda, en azından İngiltere’de, tarihin “demokrasi” sayfalarına kaydedilen olayların birçoğu­ nun arkasında aristokrasi vardır. Şanlı Magna Carta da, son ker­ tede, baronların krala kabul ettirdiği bir “şartname”dir. Bu, Kral John’dı; yani, Simon of Monfort’m evlendiği Eleanor’un ve Simon’ı parçalatan III. Henry’nin babalan. Magna Carta dünya demokrasi tarihinde önemli bir aşama­ dır, çünkü tanımı gereği “mutlakiyetçi” olan bir monarşide, kra­ la, kendinden üstün, dolayısıyla uymakla yükümlü bulunduğu bir irade, bir hukuk, bir sözleşme olduğunu bildirmiştir. Onun için Britanya’nın yazısız anayasasında bugün de Magna Carta’nın ye­ ri vardır. Dünyada demokrasi tarihinin genel çizgisine bakıldığında, bu­ nun dinamiklerini baronlann pek işletmediğini, tersine yavaşlat­ tığını görürüz. Gene, örneğin İsveç gibi istisnalar vardır. Ama çok şematik özetiyle genel gidiş, merkezî krallıkla kentli orta sınıf­ lar arasında kurulan parasal-siyasî ittifaka bağlı olmuştur. Feodal vassallanna karşı güçlenmek isteyen kral, başta ordusu, pek çok şey için ihtiyaç duyduğu parayı paralı burjuvazilerden almış, on­ lar da krala bu paraları vererek kendi özgürlüklerim satın almış­ lardı. Böylece, iki uçtan ite ite, aradaki feodaliteyi yok ettiler. Ama bu genel gidiş... Her yerde süreç böyle yürümedi. Örneğin Fransa bundan epey farklıdır. Stuart hanedanı da Ingiltere’de bu kalıbın işlemesini engellemiş, belki bu nedenle iç savaş zorunlu olmuştur. İngiltere’nin önemli bir köylü isyanını da Simon’dan yaklaşık yüz yirmi yıl sonra, 1381’de Wat Tyler başlattı. Daha doğrusu, Ty- ler’in öldürülmesiyle kısa zamanda bastırılan bu isyan bir ente­ lektüel başkaldırma hareketiyle iç içe geçtiği için önem kazanır. 34 1350’lerde Oxford’da ders vermeye başlayan John Wycliffi (1330- 84) bir çeşit erken Luther olarak düşünebiliriz. Kurum olarak Ki- lise’den önce Kutsal Kitap’a bakmamız gerektiğini söylemesi, Lut- her’in sola scriptura'sı ile aynı kapıya çıkar. Rahiplerin içtenlik­ le inanmaları gereği üzerinde ısrarı da, solafide’nin bir öncüsü gi­ bi değerlendirilebilir. Wycliffe’in öğretisi de, İngiltere’de, entelek­ tüel bir içeriği olan bir başkaldırma geleneği başlattı. Onu izleyen­ lere “Lollard” dendi. Tam nereden geldiğini hâlâ bilmediğimiz bir ad bu. Kilise’nin (yani Papalık) dünyevi işlere fazlasıyla dalarak manevi yol gösterici işlevini kaybettiğini söylüyorlar, sonraki Pro­ testanları akla getiren bir çeşit ikonoklast tavır da gösteriyorlardı. Wat Tyler ve aynı dönemin öbür devrimcisi John Ball, Lollard hareketiyle fikrî yakınlıkları olduğunu düşündüren şeyler söyle­ mişlerdir. Oxford Üniversitesi Wycliffe’i koruyabildiği kadar ko­ rudu. Ama yüzyılın son çeyreğinde yönetim bütün bu hareketler­ den huylanmaya başladı. Lollard’ların izlenmesi, idam edilmesi, 1530’lara kadar sürdü. Bunlar, tarihteki bütün benzer olaylar gibi, bir tarafında baskı, ama öbür tarafında da özgürlük özlemi ve mü­ cadelesi olan madalyonlara benziyor. Sonuç olarak, İskoç hanedanı Stuart’lar Ingiliz-lskoç Birleşik Kralhğı’nı (buna Gal bir süre önceden katılmıştı) yönetmek üze­ re Londra’ya yerleştiklerinde, İngiltere’de azımsanmayacak bir de- mokratik-parlamenter deneyim birikimi vardı, çünkü Avrupa’nın -belki Hollanda ve Flandr dışında- en gelişkin burjuva smıfı bu­ rada oluşmuştu. Parlamento yoluyla yönetim bu sınıfın mantığına ve çıkarlarını koruma yöntemine uygun düşüyordu. I. James’ten sonra (saltanatı 1603-25) tahta çıkan ve kendini bu çekişmeler içinde bulan I. Charles da adamakıllı inatçı bir kraldı. Onun bu inatçılığı, belki bazı uzlaşmalarla uzayabilecek bir duru­ mu daha hızlı bir hesaplaşma ortamına doğru iteledi, işin tuhafı, inisiyatif Iskoçya’dan geldi. Kralın muhafazakâr dinine başkaldı- ran bir Iskoç ordusunun Ingiltere’ye girmesi, iç savaşı başlattı. Bu sırada çalışmakta olan bir parlamento vardı. Charles bunu dağıt­ mak istedi, ama emrini dinletemedi. Önceleri iki tarafın da kısmî başarıları varken zamanla parlamento ağır basmaya başladı. Oli- ver Cromwell gibi başarılı bir komutan da ortaya çıktıktan sonra denge tamamen bozuldu ve bir süre sonra kral, parlamento güçle­ rine tutsak düştü. 35 Avrupa’nın (aslında her yerin) monarşileri, bu zamana kadar, kralların meşruiyetini toplumlann ortaklaşa bilinçliliğinin derin tabakalarına kadar kazımışlardı. “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” kavramı, ciddiye alman bir kavramdı. Shakespeare’in oyunların­ da, örneğin Macbeth’de, bir kralın öldürülmesi sonucunda doğa­ nın nasıl düzeninden çıktığını görürüz, çünkü kral ve saltanatı da o doğal düzenin önemli bir parçasıdır. Onun için Duncan öldürü­ lünce baykuş şahini avlar, atlar birbirini yer vb. Bu çerçevede, Charles’la, herhangi bir kralla silâhlı çatışmayı göze almak kolay değildi ve parlamentonun gözü pekliğini, ka­ rarlılığını gösteriyordu. Kralın eline geçtiklerinde bir sinek ka­ dar önemleri olamazdı. Belki bu “bireysel çaresizlik" toplu daya­ nışmayı dolaylı biçimde desteklemiş oldu. Ama onlar, tutsak kra­ la aynı şekilde davranamıyorlardı. Charles tutsak olarak, yenildi­ ği Naseby Savaşı’ndan (1645) sonra hiç rahat durmadı. Nihayet 1649’da, “çaresizlik”ten ötürü idam edildi. Çünkü iktidarı yeni­ den ele geçirirse herkesin başına ne getireceği anlaşılmıştı. Bu çatışmalarda, Charles’m Britanya’da demokrasinin gelişmesi­ ne olumsuz yoldan katkıda bulunduğu söylenebilir. Demokratik­ leşme, ona karşı verilen mücadelenin sonucudur. Ama bazı önemli katkıları da (elinde olmadan) olmuştur. Yazısız Britanya Anayasa- sı’run dağınık parçalarından önemli biri olan Habeas Corpus onun zamamnda kurumlaştı (parlamento güçlerinin bastırmasıyla). Bu, keyfi tutuklamaları önleyen temel bir “insan hakkı”dır. Charles, iktidarı elinde tutabilmek için sırasında bu gibi tavizleri verebilen bir insandı. Ama Britanya, özellikle de Ingiltere buıjuvazisinin, yanm-ağız tedbirlerle mutlu olacak hali kalmamıştı. Yüzyıllar bo­ yunca, gelişmiş ve olgunlaşmış, güçlenmişti. “Tabi olmak”, özel­ likle de “keyfî” bir iradeye tabi olmak istemiyordu. Charles’m öldürülmesi, tek başına, varolan sorunların çözülme­ sine yol açacak bir olay değildi tabii. Sorunlar çoktu. Dünyada in­ sanların henüz pek alışık olmadığı, “kralsız” bir rejimde, İrlanda ve Iskoçya farklı gerekçelerle ayaklanma halindeydi. Bunları bas­ tırmakla da askeri başarılarını sürdüren Oliver Cromwell, 1653’te, parlamento tarafmdan, “Lord Protector” ilan edildi ve yetkilerle donatıldı. “Kral öldü, yaşasm Lord Protector!” durumuydu bu; de­ mokrasinin öyle kolay özümsenir bir şey olmadığını kanıtlıyordu. İ faffirim Cromwell (yönetimi Charles’mkinden çok daha fazla de­ mokratik değildi, ama hoşgörüsü çok daha genişti) 1658’de ölün­ ce parlamentocular yemden oluşan iktidar boşluğunu nasıl doldu­ racaklarını bilemediler. Hattâ bir süre onun “Lord Protector” un­ vanı pek parlak yetenekleri olmayan oğlu Richard’a verildi. Bu da epey absürd bir durumdur - aristokraside ve krallıkta “kan”a veri­ len anlam gereği “hanedan”m bir açıklaması vardır. Cumhuriyet­ te “hanedan” iyice tuhaf. Ama bu durum uzun sürmedi ve sahici hanedan yeniden ülkeyi yönetmek üzere davet edildi. CromweU’la çarpışan ve yenilerek bir kere daha rakip Fransa’ya kaçan Prens Charles, II. Charles olarak kral oldu ve Britanya’nın Restorasyon dönemi başladı (1660). Bu dönüşün de bir çeşit “askeri darbe” so­ nucu gerçekleştiği söylenebilir. Ama kralm İç Savaş’la elde edilen haklara ve öncelikle parlamentoya dokunması söz konusu olma­ yacaktı. O da zaten dokunmadı ve baskıcı yasalarım çıkartma gö­ revini parlamentoya verdi. Aslında modern anlamda ilk “siyasî partiler”in oluşumu da II. Charles döneminin bir olgusudur ama Charles’m buna kat­ kısı edilgin bir biçimde olmuştur, diyebiliriz. Çocuğu olmadı­ ğı için, ölümünde yerine Katolik olan ve hiç sevilmeyen kardeşi York Dükü James’in geçmesi ihtimali ağır basıyordu. Bunun üzeri­ ne parlamentoda James’in kral olabileceğini savunanlara Tory, bu­ nun yasayla engellenmesi gerektiğini savunanlara da Whig den­ di. Whig’ler sonraki Liberal Parti’nin, Tory’ler ise bugünkü Muha­ fazakâr Parti’nin temelini oluşturmuşlardır. “Tory” aslında İrlan­ da’dan Keltçe bir kelime olan “toriye”den türetilmiştir. 17. yüzyıl­ da, Ingiltere’den gelip yerleşenleri soyarak yaşayan Mandalı hay­ dutlar için kullanılmıştı. Zamanla anlamı genişlemiş ve Papa’yı sa­ vunan her Katolik Mandalı için söylenir olmuştu. Bu kavgada da bu yeni anlamını edindi. Belli ki o sırada düşmanlarının uygun gördüğü addı. Ama zamanla kendileri de benimsedi. “Whig” ise muhtemelen “Whiggamore”un kısaltılmış şeklidir: Bu da, gene 17. yüzyılda Iskoçya’da Presbyterian mezhebini savunanlara ve­ rilmiş addı. Daha sonra, Amerika’da, Amerikan Bağımsızlık Sava- şı’ndan yana olanlar için de kullanıldı. 1834’te Cumhuriyetçi Par­ ti bu Whig mirası üstüne kuruldu. Bu yıllarda Protestanlık “ileri” kabul edildiği için “Whig” adı da genellikle ilericiler için kullanıldı. Ama bugünkü anlayışımızda, dinî bir gerekçeyle birinin krallığım engellemek ne kadar “ilerici” 37 sayılabilir? Buna karşılık, “olsun” diyen Tory’lere bunu dedirten de onlann dinî bir hoşgörüye sahip olmalan değildi. “Demokrasi­ nin beşiği” dediğimiz Britanya’da bile demokrasinin oluşması, bi­ çimlenmesi ve özümlenmesi uzun zaman aldı ve zorlu mücadele­ ler pahasına gerçekleşti. Charles 1685’te öldüğünde yaptığı çeşitli olumsuzluklara rağ­ men, arkasında, özellikle ekonomide epey sağlam bir ülke bırak­ tı. Yerine kardeşi James (II) geçti, yani korkulan oldu. Ve korkul­ duğu gibi de oldu. İngiltere’de Monmouth, Iskoçya’da Argyll başkaldırmalan, tah­ ta çıkışını selâmlamış, o da bunları sertçe bastırmıştı. Bu durum­ dan yararlanarak, yüksek komuta kademelerine Katolik subaylar getirdi. Buna tepki gösteren parlamentoyu da dağıttı. Bu tarihlerde Ingiltere’de birtakım devlet görevlerine gelebilmek için, “Katolik değilim,” diye yemin etmek gerekiyordu. James bu uygulamayı da lağvederek bu gibi görevlere Katolikleri doldurmaya başladı. Kra­ la karşı çıkan Londra piskoposu görevden alındı. Böylece, hoşnut­ suzluk birikimini büyüttü. Ama Ingiltere Iç Savaş sırasındaki gibi bir yerli güç oluşturamıyordu. Çare dışandan geldi. Felemenk’ten Orange Prensi Willem’i yardıma çağırdılar. 1688’de Willem ada­ ya çıktığında, o zamana kadar aldığı bütün tedbirlere rağmen Ja­ mes buna direnebilecek durumda değildi. Fransa’ya kaçmaya çalı­ şırken yakalandı. Ama Ingilizler bir kral daha öldürmek niyetinde olmadıklan için; kaçmasına göz yumdular. James daha sonra İr­ landa’ya geçerek kısa bir süre orada kral olmayı başardı (din orada ona yardımcıydı); ama Willem karşısında fazla dayanamayıp yeni­ den Fransa’ya kaçtı. Zaman içinde, Britanya’da bir kere daha tah­ ta çıkma umutlannı yitirdi. Kendini sofuluğa verdi. Bundan son­ ra, Stuart hanedanından Bonnie Prince Charlie 18. yüzyıl ortasın­ da Iskoçya’dan bir hareket başlatarak atalanmn kaptırdığı tacı ge­ ri almaya çalıştıysa da başanlı olamadı ve Britanya’nın Stuart aile­ si ve gailesi kesin olarak sona erdirildi. III. William olarak kral olan Willem, karısı Mary ile birlikte (ki bu Mary kovulan Kral II. James’in kızıdır) Britanya’da demokrasi­ nin kökleşmesine en fazla emeği geçen kişilerden biri oldu. I688’de kral (ve kraliçe) olduktan bir yıl sonra, bu tarih için­ de çok önemli yeri olan Haklar Yasası (Bili of Rights) parlamento­ dan geçirildi. Vergi koyma ve ordu kurma yetkileri bununla kesin­ 38 likle parlamentoya verildi. Gene aynı yıl Hoşgörü Yasası (Tolera- tion Act) çıkarıldı. Kızlan Anne (1702-1714 arasında kraliçe) de çocuksuz ölünce Hannover’deki akrabalar kral olmak üzere Britanya’ya davet edil­ di. Hannover Elektörü, 1. George olarak Britanya Kralı olduğun­ da İngilizce bilmiyordu. Hanedan Victoria Çağı’nın sonuna kadar devam etti. Bu yıllarda Taht ile Parlamento arasında çeşitli sürtüş­ meler, gerilimler yaşandı; ama bunlar uzun sürmedi ve egemenlik parlamentonun elinden çıkmadı. Kral, gitgide simgeleşti. Bir ka­ rar mercii olmaktan çıktı. Buna rağmen, hiç pürüz olmadı, hiç so­ run çıkmadı demek de mümkün değildir. Bilinen son sürtüşme­ ler Kraliçe Victoria ile Liberal Parti’nin başkanı Gladstone arasın­ da yaşanmıştır. Ama bunlar artık mizah alanına daha rahat girecek örneklerdir, siyasî bir ciddiyetleri kalmamıştır. Bugün Britanya’nın siyasî yapılanmasına kâğıt üstünde bakınca, burasının epey anti-demokratik bir ülke olduğunu da düşünmek mümkündür. Monarşinin yanında “Lordlar Kamarası” gibi bir ku­ rul böyle bir izlenimi güçlendirir. Ortada bir “yazılı anayasa” bu­ lunmaması gibi, başka ülkelerde benzeri bulunmayan bir uygula­ ma da, her şeyin keyfî olduğu şüphesini yaratabilir. Oysa, bildiğimiz gibi, gerçek durum böyle değildir. Yazılı ana­ yasa olmaması belirli somut konjonktürlerde Margaret Thatcher gibi, “demokrasi dostu” olmayan politikacılara anti-demokratik davranma imkânı tanımasına rağmen, demokratik siyaset kültü­ rünün toplumca sindirilmiş ve özümlenmiş olmasından ötürü, bu kadar uzun bir süre ciddi bir krizle karşılaşmadan yaşayabilmiş- tir. Britanya’da güçlü bir sağ hep olagelmiştir, anti-demokratik dü­ şünce ve davranışın geniş bir tabanı bulunur. Buna rağmen, pek çok bakımdan dünyanın en demokratik ülkesidir. Bunun bir açık­ laması olmalı. Şüphesiz, yalnız “bir” değil, birçok açıklaması olmalı; daha doğ­ rusu, bu “açıklama”, birçok etkenin değerlendirmesini içermeli. Ben şimdi bir temel etkeni öne çıkararak tartışacağım. Britanya’da 17. yüzyıl sonlan ve 18. yüzyıl başlarının genel ko­ şullan, Iç Savaş gibi bir gerilim ortamından sonra, bir “uzlaşma” çabasının öne çıkmasını sağladı. Savaş, o zamanın pek çok savaşı gibi, oldukça az kişinin ölümüne yol açmıştı. îç Savaş’ı bir “Resto­ rasyon” dönemi izlemiş, bu da bir uzlaşma atmosferinin oluşması­ 39 na katkıda bulunmuştu. Burada, tek bir örneğe bakalım. Bütün so­ fu dinî hareketler gibi İngiliz Kalvenizmi de sanata kötü gözle ba­ kıyor ve bunu bir çeşit ahlâksızlık olarak değerlendiriyordu. Bu­ nun sonucu, Cronrvvell döneminde tiyatronun yasaklanmasına ka­ dar gitti. Oysa tiyatro, Londra’da herkesin, yoksul halkın da, başlı­ ca eğlencesiydi. Restorasyon’da tiyatroların yeniden açıldığını gö­ rüyoruz. Shakespeare ile çağdaşlarının omuzladığı o altın tiyatro yerini görenekleri göreneksel biçimde alaya alan hafif komedyala­ ra bıraktı. Ama, sonuç olarak, tiyatro gene vardı. Bu gibi gidip gel­ meler, sallantılar sonucunda, Britanya, özellikle de İngiltere toplu­ mu, muhafazakârlıkla radikalizm arasında, makul, sürdürülebilir ölçüleri buldu. Bu aslında tam olarak “aşağıdan yukarıya” bir sü­ reçti. Onun için vakit aldı, ama gene o nedenle sağlam yerleşti. Bu işlere kalkışan ilk toplum olarak, zaten “vakti vardı” İngiltere’nin. Sürecin ilk büyük “yüz yüze gelme” ve “çatışma” aşaması olan İç Savaş’ı net bir biçimde kazanan burjuvazi, yukarıda kısaca deği­ nildiği gibi, bundan sonra da bazı setler, engellerle karşılaştı, ama onun temsil ettiği veya izlemek istediği yönde kayda değer bir de­ ğişim, bir sapma olmadı. Parlamento gittikçe güçlendi, parlamen­ to içinde Avam Kamarası gittikçe güçlendi ve Britanya burjuvazi­ si Avam Kamarası yoluyla siyasî yönetimini sürdürdü - ama par­ lamento çatısı altında aristokrasiye de yer vermeyi ihmal etmeden. Böylece, İç Savaş’m savaşan tarafları Parlamentoda birbirleriyle uz­ laşmayı öğrendiler. 18. yüzyıla kadar parlamentonun bastığı yere yeteri kadar sağ­ lam basan bir kurum olamamakla birlikte (II. Charles ve II. Ja­ mes kendilerine karşı gelen parlamentoları hâlâ lağvedebiliyor­ du), Iç Savaş’la kazanılan haklarını da geri vermediğini görmüş­ tük. William’la varılan yeni uzlaşmalar sonucunda kurum ve ona bağlı olarak rejim yeterli istikran kazandı. Bütün bu dönemlerde parlamenter olanlann sınıfsal kökenini inceleyen Ingiliz tarihçile­ ri, olan biten her şeyden sonra, bunlann büyük ölçüde “toprak sa­ hibi” meclisleri olduğunu epey şaşarak tespit etmişlerdir Ama ko­ nuyu bundan öteye kurcaladığımızda, şaşılacak şeyler de azalıyor. Bir kere, “sınıfsal köken” ile “sosyopolitik görüş” arasında do­ laysız ve şaşmaz bir ilinti kurmak doğru değildir. Özellikle de da­ ha yakın zamanlann sol siyasetlerinde gördüğümüz gibi, müref­ feh sınıflardan gelen bireylerin müreffeh olmayan sınıfların si­ 40 yasî temsilciliğini ve sözcülüğünü üstlenmeleri, istisna değil ku­ raldır. Britanya Parlamentosunda da durum böyleydi. Partileri gö­ rüşlerine göre net bir şekilde ayırabiliriz, örneğin. Ama sınıf köke­ nine göre ayıramayız. Mantıken Whig’ler buıjuva kökenli olmalı; ama gerçek durum öyle değil. Birçok aristokrat Whig vardı ve ba­ zıları sıcak politikaya girip parlamenter de oluyordu. Tahıl Yasala- n’m çıkaran meclis ve Tahıl Yasalan’nı lağveden meclis, üyelerin sınıf kökeninden baktığınızda, birbirinden kayda değer bir farklı­ lık göstermiyordu. Dolayısıyla burada “şaşılacak şey”, İç Savaş’a rağmen meclisin toprak sahipleriyle dolu olması (yani, aristokrasinin hegemonya­ sının devam ettiğini ima eden bir durum) değildi; şaşılacak şey, bu kadar kısa zamanda, parlamentoda burjuva yönetiminin mekaniz­ malarının kurulabilmiş olmasıydı. Bu olayla başlayarak dünyanın pek çok yerinde burjuva yöne­ timlerinin kurulduğunu biliyoruz. Yakın tarihin neredeyse tama­ mı bu dinamiğin tarihi. Ama “burjuva yönetimi” deyince başka­ nın adının Rockefeller olmasını, şansölyenin adının Krupp olması­ nı, fabrika sahiplerinin milletvekili olmasını anlamıyoruz. Bir yan­ da o sınıf var (tabii kendi bölümleriyle, fraksiyonlarıyla, bölüm­ lerinin farklı işleri ve çıkarları ve aralarındaki görüş ayrılıklarıy­ la); bir yanda da o sınıfın çıkarlarını genel gidişat içinde olabile­ cek en iyi biçimde kollayan ve gözeten, profesyonel politikacılar­ dan (bunların kökeni tamamen ikincil) oluşan politik kurum ve karar mercileri var. Britanya’da şaşırtıcı olan, henüz böyle mekanizmaların “evril- mesi”ne yeterli bir zaman geçmeden ve iki sınıf arasında bir savaş geçmişken, yemlen tarafın yenen tarafla bu kadar hızlı bir şekil­ de uzlaşmış ve bir anlamda onun hizmetine girmiş olmasıdır. Bu iş bu kadar çabuk gerçekleştiyse, bunun daha önceden atılmış te­ melleri olmalı. Evet, olmalı ve vardı. Burada işim bir Britanya tarihi yazmak de­ ğil ve niyet etsem de bu kolay altından kalkacağım bir şey olmaz­ dı. Ama yukarıdaki özetlemelerle de göstermeye çalıştığım, güve­ nilir Britanya tarihçilerinin bu konudaki nihai yargısı bunun önce­ den başlamış bir süreç olduğu merkezinde. Burjuvalaşma, bu top­ lumda, hem aşağıdan yukarıya, hem de yukarıdan aşağıya işleyen bir süreç ya da aynı anda işleyen iki süreç bir noktada birleşiyor. 41 Bir yanda, ta eski zamanlardan, serflik-köylülük ilişkilerinden kendini kurtaran ve “küçük mülk sahibi” konumuna gelen bir ke­ sim var. Bunlar oldukça istikrarlı denebilecek bir süreç içinde tır­ manıyorlar: “Yeomen” diye tanıyoruz onları, bir aşamada; der­ ken “tenant-farmer” (kiracı-çiftçi) oluyorlar; bir sonraki aşamada “gentlemen farmer” denen birileri peydah oluyor; sonra İngilte­ re’nin ünlü “gentry”sine geliyoruz ki bunların çoğu da o uzun sü­ reli tırmanışın semeresi olarak bu noktaya varmış olanlar. “Gen- try”, tam olarak “gentlemen”, yani “nobility”, yani “soylular” de­ mek değildir. Onun bir altındaki kategoridir. “Nobility” denince, çeşitli kont ve vikontları, dük ve “earl”leriyle bu “lord”lar sonuçta toplamı 2000’i bulmayan ailelerdir: Essex’i de, Wessex’i de, Buckingham’ı da, Bedford’u da, Kent’i de, yani bü­ tün bu büyük aileler, hanedanlar... Kiracı-çiftçiler lordlarm toprağını her zaman tarım yapmak için kiralamadı; Felemenk’le yün ticareti başladığında, bunu yap­ mak üzere de kiraladılar. Zamanla evlilikler gibi kurumlar yoluyla efendi-kâhya ilişkisinden, kaynata-damat ilişkisine de geçildi. Ya­ ni burjuvalar tırmanırken, aristokratlar da birkaç basamak iniyor­ du. Orta yerde buluşuyorlardı. Bu “orta yer”, feodal mantığın artık işlemediği, yerini ticaret ve para ilişkisine, geleneksel değil birey­ sel girişime bıraktığı ve kapitalizmin kurallarının insan davranış­ larına egemen olduğu yerdi. Gene ortaçağ göbeğinde, kentte olduğu, ticaretle uğraştığı için feodal ilişkilerin dışında kalmış yığınla insan vardı. Düzeni onlar değiştirmedi, büyük itki onlardan gelmedi; ama yeni kurulan dü­ zen onlara daha uygundu. Sözünü ettiğimiz dönemde dünya büyümüş, okyanuslar da­ ha kolay aşılır olmuştu. Britanya’da kapitalizmin kurulmasında ve burjuva düzeninin yerleşmesinde bu dinamik de çok etkili ol­ muştur. Avrupa’nın modem tarihini keşiflerle başlatabiliriz. Bununla eş­ zamanlı, Rönesans gibi muazzam bir dönüşüm de var, ama bu­ günün “globalizasyon”unun öncüsü sayılacak büyük maddi atı­ lım, keşifleri izleyerek gerçekleşti. Keşifleri başlatanlar ise Porte­ kiz ve Ispanya’ydı. Her ikisinde de sürece devlet önayak olmuştu...Gemileri yapan, gemicileri yetiştiren devletti (özellikle Portekiz’de Prens Henrique Navegador’un çabalan). Böyle olunca, keşfedilen 42 yere de devlet el koyuyor, vali ve asker gönderiyor, koloniden ge­ len nimetleri kendi kasasına aktarıyordu - daha sonra bir yığın ve­ rimsiz işte çarçur etmek üzere. Ingiltere’de böyle güçlü bir devlet yoktu. Böyle bir devlet politi­ kası oluşmadı. Britanya adalarında yaşayanlar Amerika adında yeni. bir kıtanın bulunması olayıyla -tuhaf ama- öncelikle “dinî” açıdan ilgilendiler. Protestanlık kavgalarına kısaca göz atmıştık, iyi bir Pü­ riten, “anavatan”da, inancına göre yaşayamıyordu. Dolayısıyla bir­ çoğu tası tarağı toplayıp bakir kıtaya taşındı. Iç Savaş başlamadan 20 yıl kadar önce Mayflower gemisi Ingiltere’de Southampton’dan yola çıkmış, birkaç aylık bir yolculuktan sonra 102 adet Püriten’i Plymouth adını verdikleri yere indirmişti. Bu süreç devam etti. Bir zaman sonra, İrlanda’daki kıtlıklar, bu adanın Katolik sakinlerinin, bu sefer “dinî özgürlük” değil de “ekonomik iyileşme” bakımından bu yeni kıtayı ilginç bulmalarına yol açacaktır. Yani Britanya’dan Amerika’ya gidenler, Ispanyol ve Portekizliler gibi, orayı devletleri adına yönetmek üzere değil, kendileri orada yerleşip yaşamak, burayı kendilerine yurt edinmek üzere gittiler. Bir sonraki ara bölümün alanına girmeye başladık ama bunun bir sakıncası yok - hattâ daha uygun. Gidip yerleşenlerin sorunları ve amaçlan belliydi ama bu gidiş gelişlerin o amaçlan aşan sonuçlan oldu. Ingiltere gitgide denizci bir toplum olmaya başladı. Devletin bu işlere önayak olacak bir ya­ pıda olmadığını söylemiştim. Yardımcı olmak için devlet elinden geleni yapıyordu ama işi yürütenler bireysel girişimcilerdi. Bunlar, düzenli ticaretten korsanlığa, önlerine çıkan her fırsatı değerlendi­ rerek önemli bir sermaye birikimi süreci başlattılar - ya da yenik düşüp yok oldular. Bunun bir zaman sonraki sonucu 1600’de ku­ rulan, ama asıl 18. yüzyılda etkili bir kuruluş haline gelen Doğu Hindistan Kumpanyası gibi şirketler oldu. Ingiliz (ve aynı zaman­ da Hollanda, kısmen de Fransa) kolonyalizmi böyle özel sermaye kanalından yürüdü. Bu da, kısa vadede burjuvaziyi, uzun vadede toplumu güçlendiren bir gelişme oldu. Ingiliz donanması 1588’de Ispanya’nın Armada’sım dağıttığında, Ispanyol tipi kolonyalizmin anakronik ve arkaik bir hale geldiğini de ilan etmiş oldu. 17. yüz­ yılda asıl rakibi arak Hollanda’ydı. Stuart krallan da bu rekabetin ve ondan kaynaklanan savaşların içinde

Use Quizgecko on...
Browser
Browser