🎧 New: AI-Generated Podcasts Turn your study notes into engaging audio conversations. Learn more

Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract[81-100].pdf

Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...
Loading...

Transcript

Tebliğin Dine Sahip Çıkmada Bir Ölçü Olması ______________________________________ 103 onlara dini anlatıyordu. Bir gün, Üseyd b. Hudayr, diğer bir gün Sa’d b. Ubade, bir başka gün de Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anhüm) gelmiş ve Mus’ab’ı dinlemişti.71 Geldiklerinde ellerinde kılıçla gelenler, dönerke...

Tebliğin Dine Sahip Çıkmada Bir Ölçü Olması ______________________________________ 103 onlara dini anlatıyordu. Bir gün, Üseyd b. Hudayr, diğer bir gün Sa’d b. Ubade, bir başka gün de Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anhüm) gelmiş ve Mus’ab’ı dinlemişti.71 Geldiklerinde ellerinde kılıçla gelenler, dönerken kalblerinde imanla dönüyorlardı. Mus’ab, hışım içinde gelen bu istikbalin büyük sahabilerine öyle mülâyemetle davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlarına uzun süre mukavemet edemiyordu. “Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim…” diyordu Mus’ab. Evet, bu kadar hayatı istihkâr eden ve bütün derdi, davası insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve her geçen gün Mus’ab b. Umeyr’in etrafındaki hâle de genişliyordu. Bedir’e kadar Mus’ab’ın hayatı hep dini tebliğ etmekle geçti. Bu bir neşir dönemiydi ve o gün sahabeye düşen vazife de dini neşretmekti.72 Dini neşretme ayrı bir mükellefiyet, onu koruma ise daha ayrı bir mükellefiyettir. İşte Uhud’da da sahabe, bu koruma mükellefiyetini yerine getirmek için kılıca sarılıyordu. Bu koruma kahramanlarının arasında Mus’ab (radıyallâhu anh) da vardır. O gün elinde kılıç akşama kadar savaşır; hem öyle savaşır ki, melekler dahi ona gıpta ederler. Bir ara Mus’ab yediği kılıç darbesiyle yüzüstü yere düşer. Hemen bir melek onun suretine girer ve Mus’ab’ın kavgasını devam ettirir. Akşam üzeri Allah Resûlü ona hibaten: “Mus’ab!” diye seslendiğinde melek: “Ben Mus’ab değilim yâ Resûlallah!” der. İş anlaşılır, Mus’ab çoktan şehit düşmüştür.73 Biraz sonra Allah Resûlü ve bir grup sahabe, Mus’ab’ın nâşının yanına gelmişlerdir; gelmişlerdir ama, onun iki kolu da omuzundan kopuktur. Boynuna inen kılıç darbesi, başını 71 72 73 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 20/363; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/281284; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/220. İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/284; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 9/83-84. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/41, 3/121. 104 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni gövdesinden koparacak kadar şiddetli gelmiştir. Evet, bu mübarek başı gövdeye bağlayan sadece birkaç liftir. Ve sanki Mus’ab, yüzünü bir yerden saklar gibidir.74 Meselenin bundan sonrası zayıf bir rivayette şöyle anlatılır: “Mus’ab’ın yüzünü niçin sakladığını ancak Allah Resûlü anlayabilmişti. O, gözyaşları içinde sahabeye bu durumu şöyle anlattı: “Biliyor musunuz Mus’ab niçin yüzünü sakladı? Birinci sebep şudur: Kolu kanadı koptu.. artık Resûlullah’ı koruyamayacaktı. Ya bu esnada biri Allah Resûlü’ne saldırır da ben O’nun yardımına koşamazsam, diye düşündü. İkinci sebep ise, ben şu anda Rabbimin huzuruna gidiyorum. Hâlbuki şu anda Resûlullah’ı korumam lâzım. Ya Allah Resûlü’ne bir şey yaparlarsa ben Rabbimin huzuruna hangi yüzle varırım, diye düşünüyor ve yüzünü saklamaya çalışıyordu. “İşte Resûl-i Ekrem bunu söylerken, hakikat karşısında fedai ve olabildiğine hasbî bir ruhun düşüncelerine tercüman oluyordu. O gün bu ruhu taşıyan sadece Mus’ab değildi.”75 Bütün sahabe aynı ruh ve şuuru taşıyordu. Onların bu civanmertliğinden ötürü de Allah dinini koruyordu. Bu koruma belli bir devreye kadar devam etti; daha sonra yer yer sarsıntılar oldu. Bu sarsıntı devrelerinde, dine sahip çıkılmadığı için Cenâb-ı Hak, dinin yümün ve bereketini kısmen kesiverdi. Çünkü bu din, ancak biz ona sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimizdir. Biz sahip çıkmazsak, Allah’ın o din vâridlerinden bizi mahrum edeceği kaçınılmazdır. Selahaddin Eyyubî, Kudüs Haçlı işgali altında iken, senelerce yüzü gülmedi ve hep ağlayıp durdu. Bir gün hatip minberde gülmenin, tebessüm etmenin gereğinden bahsetti. Namazdan sonra, hatip yanından geçerken Selahaddin hatibin elinden tuttu ve tarihin hafızasına nakşedilecek şu sözleri 74 75 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121; İbnü’l-Mübârek, el-Cihâd s.82; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 5/193. Halid M. Halid, Ricâlün havle’r-Resûl s.52 Tebliğin Dine Sahip Çıkmada Bir Ölçü Olması ______________________________________ 105 söyledi: “Hocam, zannederim sözlerinde beni kastettin. Fakat Allah aşkına söyle, Peygamber’in miraca çıktığı mescit, düşmanların elindeyken ben nasıl gülerim?” Zaten o büyük insan, Mescid-i Aksa’yı istirdat edip geri alıncaya kadar da hep bir çadırda kalmıştı. Böyle yaparken de; Allah’ın evi esir iken benim nasıl evim olur ki, diyordu. İşte onlar dinlerini böyle korudu ve din de onların dini oldu. Şimdi sıra bizde, dine onlar gibi sahip çıkabilirsek!.. Günümüzde, onu temsil edip yayma mânâsına dine sahip çıkmak, her mü’minin üzerine farzlar üstü farzdır. Hiçbir mü’min, bundan müstesna tutulamaz. Evet, her mü’min evvelâ dini bilmeli, sonra bu dini yaşamalı, daha sonra da kendi hayatına hayat yaptığı dinini başkalarına anlatmalı, onların hayatlarını da bu nur ile nurlandırmalıdır. İslâm’a göre biz, her mü’mini bu vazife ile vazifeli sayıyoruz. Burada önemli bulduğum bazı hususları ifade etmek istiyorum, zira bunların önemleri ölçüsünde bilinmedikleri ve üzerinde durulmadığı kanaatindeyim. Günümüz Müslümanlarının içinde bulunduğu bu hazin duruma düşmelerinin ve bu hâle gelmelerinin belli başlı sebepleri olmalı diyorum. Birincisi; dinin yavaş yavaş ihmal edilişi. İkincisi; bazı dinlerde görüldüğü üzere, ruhbanlık sınıfı gibi sınıflar teşkil ederek, dinî hizmetlerin resmileştirilip belli bir zümrenin inhisarına bırakılması ve dinî hizmetlerin de o teşkilatın tekeline teslim edilmesidir. Bu durum da en az birinci sebep kadar bizler için tehlikelidir. Bir kere din, inhisar altına alınamaz. O hiçbir zaman belli bir sınıfın malı hâline getirilemez. Zira din, bütün müntesiplerinin, hepsinin dinidir. Her ferdin Cenâb-ı Hak’la bir merbutiyeti vardır. Fertlerin Cenâb-ı Hak’la olan bu hususî irtibatını ortadan kaldırmak nasıl mümkün olmazsa, onların ferdî olarak dine sahip çıkmalarına da mâni olunamaz. Ruhbanlık teşkilatı gibi teşkilatlar icat ederek dinî 106 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni hizmetleri tekelleştirmek, affı mümkün olmayan bir yanlışlık ve bir gaflettir. Bu gafletten kurtuluncaya kadar da, içinde bulunduğumuz yürekler acısı durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Her fert dinine sahip çıkmalıdır ki, beklenen ferec ve kurtuluş içimize yol bulup girebilsin. Aksi davranışlar, hep zuhuru muhakkak ve mukadder olan dinin kendi gücünü ortaya koymasına mânidir. Aslında, dinî hizmetleri belli bir teşkilatın emrine verme, başkalarının bir oyunu olsa gerek. Böyle bir yaklaşımın İslâm’ın cihad ve tebliğ anlayışıyla da hiçbir alâkası yoktur. Evet, İslâm dini, sadece camiye hapsedilecek bir din değildir. O bizim hem dünyamızı, hem de ahiretimizi mamur etmek için gönderilmiştir. Öyle bir bütündür ki, asla tecezzi ve inkısam kabul etmez. Dini bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimiz ve ruhlarımıza sindirdiğimiz gün, mezelletten kurtulmuş olacağız. Zira o gün ferdî, içtimaî ve insanî bütün meseleler vahyin aydınlatıcı şuaları altında vuzuha kavuşacak ve insanımız karanlıklar içinde bocalamaktan kurtulacaktır. Böyle bir duruma kavuşabilmemiz için de evvelâ bizlerin, o vahy-i ilâhîye dayanan ve Efendimiz’in nurlu beyanlarından kaynaklanan dine, bütün gönlümüzle yönelmemiz ve iç âlemimizi o nur ile aydınlatmamız gerekecektir. Şunu, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, biz iç yapımız itibarıyla durumumuzu değiştirmedikçe, Allah da bizi değiştirmeyecektir.76 Bu, müspet mânâda da, menfî mânâda da böyledir. Böyle bir neticeyi doğuracak da yine fertlerin istikametidir. Fertlerin inhirafı, dinî hayatı alıp götürdüğü gibi; fertlerin istikameti de onu yeniden getirecektir. Öyleyse asıl olan, fertlerin teker teker yetiştirilmeleri ve onların kendi dinlerine sahip çıkmalarıdır. Unutmamalıyız ki, sağlam fertlerden sağlam aileler, sağlam ailelerden de sağlam cemiyetler meydana gelir. Cemiye76 Bkz.: Ra’d sûresi, 13/11. Tebliğin Dine Sahip Çıkmada Bir Ölçü Olması ______________________________________ 107 tin temel taşında önce fert, sonra da aile vardır. Bunları ıslah etmeden sağlam bir toplum meydana getirmek asla mümkün olamaz. Sağlam cemiyet, Allah ve Resûlü’nün tayin ettiği çizgiler içinde varlığını devam ettiren cemiyettir. Cemiyetin böyle bir çizgi içinde varlığını devam ettirebilmesi için, her gönlün mârufla donatılıp münkerâttan temizlenmesi şarttır. Bunu yapacak olan da yine fertlerdir. Bu konuda usûl ve teknik ise, bizlere doğrudan doğruya Allah ve Resûlü tarafından bildirilip talim edilmiştir. Bu usûl ve teknikle yapılmayan tebliğ ve irşad, hiçbir zaman istenen neticeyi veremez. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, bizzat Kendi çizdiği yoldan başkasında gidilmesine rızası yoktur. O razı olmadıktan sonra bütün dünya o meseleyi kabullense de faydasızdır. Biz, ne kadar Allah (celle celâluhu) ile beraber olursak, O’nun rahmeti de bizimle o kadar beraber demektir. Bizim mâkus tâli’imizi, ancak dine sahip çıkan ve rahmetle irtibatını iyi ayarlayan kutlular değiştirecektir. Bir kere daha vurgulayalım ki, bu din, sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimiz olacaktır. İkinci Bölüm d TEBLİĞDE USÛL ve PRENSİPLER Her ilmin kendine göre bir tarifi, her işin de kendine mahsus bir tekniği vardır. Bu tarif ve bu teknik olmadan ne bir ilim dalından ne de bir iş kolundan bahsetmek mümkündür. Durum böyle olunca, işlerin en mukaddesi ve muazzezi olan tebliğ vazifesinin de, kendine göre bazı usûl ve teknikleri olsa gerek. Bunlara riayet edilmeden yapılan tebliğ, zavallı bir gayretçik olmaktan öte hiçbir işe yaramaz. Elde edilen geçici muvaffakiyetler ise, yarını olmadığı için zımnî birer mağlubiyet demektir. Biz bu başlık altında, maddeler hâlinde bazı teknik hususları arz etmeyi düşünüyoruz. Ancak peşinen kabul etmeliyiz ki, İslâm’da tebliğ usûlü, sadece bizim saydıklarımızdan ibaret değildir. Şu kadar var ki, dokuz-on yaşından beri, ömrünü tebliğ ve irşad erleri arasında geçirmiş, hatta büyük ölçüde böyle bir vazifede bulunmuş bir insan olarak, âyet ve hadislerin ışığı altında pratiğe dökmeye çalıştığımız bu prensip ve usûller, hayata tatbiki esas alınarak hazırlanmış ve sizlere öyle takdim edilmeye çalışılmıştır. İfadelerimiz arasında, realite dünyasıyla uzlaşmayan kusurlar bizim nakîsemizin ürünleri kabul edilmelidir. Ne var ki, yaşamaya hak kazanan düşünce ve fikirler, ancak yaşanarak söylenenlerdir. Bu bizim için de bir düstur olmuştur… 1. İLİM - TEBLİĞ MÜNASEBETİ “Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapacak insanların ilimle mücehhez olmaları esastır. Zira ilim ile tebliğ aynı hakikatin iki yüzü gibidir. Onun için tebliğ insanı, müntesibi olduğu dini, o dinin ihtiva ettiği gerçekleri başkalarına anlatmadan önce, kendisini, tebliğ ettiği din adına iyice yetiştirmek zorundadır. Aksi hâlde, hem de din uğruna birçok falsolar yaşayabilir ve muhatabı olduğu kimseleri kendinden de, dinden de ürkütüp kaçırabilir. Hâlbuki böyle bir sonuç, bir bakıma hem kendisinin hem de başkalarının dünyevî ve uhrevî hukukuna tecavüzdür. İşte bu bölümde ilk önce, mutlak mânâda ilim anlayışımızı, ardından da tebliğ-ilim-amel münasebetini ele alıp anlatmayı düşünüyoruz. İlim, bütün varlık âlemi içinde bir Âdem mihrabıdır. O, Hz. Nuh’ta sefineleşir; sefinede de Nuh’laşır. İlim, Hz. İbrahim’de vadiler hâline gelir. Öyle vadiler ki, oralara sağanak sağanak ilâhî vahiy inmeye başlar. O, Hz. Musa’da bir Tur veya Tur’da Musa olur. Öyleyse, kâinatta görünen her şey bir kalıptan ibarettir. Kâinatın özü ise ilimdir. İlim nedir? İlim, nefsini bilme adesesiyle, Rabbini bilme keyfiyetidir. İnsanın kendini rasat ederek Rabbini görmesi, 114 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni duygularında keşfettikleriyle “sıfât” ve “esmâ”yı müşâhede etmesi ve böylece Rabbini anlamaya, bilmeye çalışması.. işte gerçek ilim budur. Yunus: “ İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır.” derken, ilmin ana mihrakını vurgulamak istemiştir. ُ َّ ‫َ ْ َ َ َف َ ْ َ ُ َ َ ْ َ َ َف َر‬ “Nefsini bilen, Rabbini bilir.”77 sözü, hadis kabul edilecek kadar ârifâne söylenmiş bir sözdür. Hadis değildir; ancak mânâ ve muhteva itibarıyla çok çarpıcı bir düsturdur. Kur’ân-ı Kerim de bu muhtevayı desteklemekte ve: َ‫و َ َ ُכ ُ ا َכא َّ ِ َ َ ا ا َ א أ‬ َ ُ ْ ُ َ ُ ْ ْ ُ َ ْ َ َ ّٰ “Onlar gibi olmayın ki, onlar Allah’ı unuttu, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”78 demektedir. Evet, Allah’ı unutursanız, Allah da size nefsinizi, öz benliğinizi unutturur. Nefsinizi unutunca da Allah’tan uzaklaşırsınız. Allah’tan uzaklaşınca, nefsinize karşı bigâne kalır ve onu da unutursunuz. Böylece birbirini besleyen, birbirini tevlid eden bir fasit daire teşekkül etmiş olur. Böyle bir fasit daire içine giren de artık çok zor kurtulur; kurtulmak bir yana baş aşağı yuvarlanır gider. Ayrıca, âyetten şöyle bir mânâ daha anlamak mümkündür: Sakın Allah’ı unutmayın. Aksi hâlde Allah size nefsinizi unutturur. O zaman siz sadece dışla meşgul olmaya başlarsınız. Nazarınız hep âfâkta dolaşır. Bir türlü tefekkür ve muhasebenizi kendinize çevirmezsiniz. İslâm, der; fakat İslâm’ı dışarıda ararsınız. Kur’ân der; ancak Kur’ân ahkâmını yaşamayı başkalarından 77 78 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343. Haşir sûresi, 59/19. İlim - Tebliğ Münasebeti__________________________________________________________________________ 115 beklersiniz. Evinizde size en yakın olanlar İslâmî hükümleri alenen çiğnerken, siz onları görmezden gelir, hep tecessüs ve beklentilerinizi ağyâr üzerinde teksif edersiniz. Sokak sokak dolaşıp, İslâm talebiyle sloganlar atarken şeytan arkasında yürümek ne hazindir!. Böyle bir duruma düşmemek için evvelâ insan, kendi muhasebesini çok iyi yapmalı ve günde birkaç defa Rabbisiyle olan münasebetini mutlaka gözden geçirmelidir. O hâlde bizler, zirvelere tırmanan dağcılar gibi, ayağımızı attığımız ve atacağımız yeri çok iyi kontrol etmeliyiz. Urganımızın ucundaki kancayı çok sağlam bir zemine tutturmalıyız; zira yapacağımız en küçük bir yanlışlık, hayatımıza mâlolabilir. Evet, mâbette, mescitte, hatta Kâbe’de ve Ravza’da insanın kendini unutması ne acıdır! Ve üzülerek itiraf etmeliyim ki, buralarda dahi nefsini unutanlar sayılamayacak kadar çoktur. Aman Allahım, bu ne büyük bir hasarettir!.. İlmin bir gayesi vardır; o da, mârifet-i ilâhî ve muhabbet-i ilâhîyi netice vermesidir. Gönülde Allah sevgisini tutuşturmayan ve Cennet nimetlerinin teminatçısı olan ruhanî zevki alevlendirmeyen bir ilim, gayesine ulaşmış sayılmaz. Oysaki gayesine ulaşmış bir ilim, letâifimizin hayat kaynağı ve duygularımızın da can damarıdır. Onsuz olmak, onsuz kalmak bir mânevî ölümdür. Zaten Kur’ân ve hadislerin tebcil edip teşvikte bulunduğu ilim de başka değil, işte bu ilimdir. Bizim ana konumuz ilim olmamasına rağmen, mevzu o noktaya gelmişken, ilimle ilgili birkaç âyet ve hadise de temas etmek istiyorum. ‫ُ ْ َ ْ َ ْ َ ِ ي ا َّ ِ َ َ ْ َ ُ َن َوا َّ ِ َ َ َ ْ َ ُ َن‬ “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”79 İnsanı elinden tutup Allah’a (celle celâluhu) götüren ilimle, insanı laboratuvara hapseden ilim bir olur mu? Teleskobun 79 Zümer sûresi, 39/9. 116 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni başındaki insanı, nazar ve niyetiyle yakalayıp, ışıktan merdivenlerle Allah’a ulaştıran ilimle, onun bakışlarını yıldızlara ve sistemlere mıhlayan ilim hiç bir olur mu? Daha doğrusu bu farklı bakış sahipleri hiç birbirine müsavî sayılır mı? Kitaplar içinde mahzen-i esrar faresi gibi dolaşan ve bütün ömrünü kitaplara haşiyeler, şerhler yazmakla geçiren, ama hakikat ilminden tek satır dahi okumayan sözde ilim adamıyla, daha doğrusu Kur’ân’ın ifadesiyle kitap yüklü binekle80, okuduğu tek satırla bile güvercinler gibi semada pervaz eden ve her ân ayrı bir vuslat neşvesi yaşayan kâmil insan hiç bir olur mu? Zannediyorum bunlar arasında “hiçbir şey” ile “her şey” arasındaki fark kadar fark var. Allah’a götüren ilim “her şey”; yolda bırakan ilim ise “hiçbir şey”dir. ‫ِإ َّ َ א َ ْ َ ا ّٰ َ ِ ْ ِ ِאد ِه ا ْ ُ َ ُאء‬ َ “Allah’a karşı hakkıyla saygılı olanlar âlim kullardır.”81 Bu âyette ilmin ve âlimin tebcil edildiği açıktır. Ancak bu tebcil, mevsufu ile beraber oluyor. Yani ilmiyle Rabbine karşı saygılı olan bir insanın durumu itibarıyladır. Zaten her ilmin kendine göre bir ağırlığı vardır. Onun içindir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerçek âlimlerin nebilere vâris olduklarını ifade buyurur.82 Evet, yeryüzünde mutlak doğruyu hiç firesiz görebilen bir zümre varsa o da nebilerdir. Biz ise, hakikatlerin iç yüzüne ancak nebilerin göndereceği ışık hüzmeleri sayesinde nüfuz etme imkânını buluruz. Bir peygamberin vesâyâsı altına girmeden, insanın mutlak doğruyu bulması mümkün değildir. Belki insan cehd ve gayretiyle doğruya yakın hakikatleri keşfedebilir. Ancak mutlak doğru, sadece nebilerin delâletiyle keşfedilebilir. Binaenaleyh yeryüzünde Allah’ın 80 81 82 Bkz.: Cuma sûresi, 62/5. Fâtır sûresi, 35/28. Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17. İlim - Tebliğ Münasebeti__________________________________________________________________________ 117 gerçek vârisleri nebiler ve onlardan sonra da salih kullardır. Zaten yerin vârisi olarak da Kur’ân, salih kullara işarette bulunmaktadır ki83, yukarıda zikredilen Efendimiz’e ait sözle bu âyetin ifade ettiği mânâ arasında gözle görülür bir irtibat söz konusudur. Yani yeryüzüne halife olma liyakatını kazanan salih kullar, nebilere vâris olan âlimlerden başkası değildir. Nebi, gerçeğin tercümanıdır; öyleyse herhangi bir insan, gerçeğe tercüman olduğu nisbette nebinin vârisidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), âlimin faziletini anlatma sadedinde şöyle bir kıyasta bulunur: ِ ْ َ ‫َ ْ ُ ا ْ א ِ ِ َ ا ْ א ِ ِ َכ‬ ‫أَد אכ‬ َ َ َ ُْ َْ ََ “Âlimin âbide karşı üstünlüğü, benim sizden makamca en aşağıda olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir.”84 Evet, ilmi olmayan âbidin her an kayması, inhiraf etmesi ihtimal dahilindedir. İnhiraf, kişinin Allah katında kazandığı dereceye göre izafîlik arz eder. Öyle insanlar vardır ki, bir an dahi Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nu murâkabeyi hatırdan çıkarsa, bu onun için ciddî bir inhiraf sayılır. Daha doğrusu o, böyle bir hâli inhiraf kabul eder. Meselede izafîlik söz konusu olsa bile, yine de bir inhiraf mevcuttur. Hâlbuki nebiye vâris olan âlimde daimî bir murâkabe, bir muhasebe vardır. O, tetiktedir ve tehlikelere karşı da daima metafizik bir gerilim içindedir. Yaptığı ibadeti bilerek yapan ve her meseleyi şuurlu bir şekilde ele alan âlim, Efendimiz’in sahabeden üstünlüğü derecesinde, şuursuz ibadet edenden üstündür. Aslında bunun mânâsı, bu ikisi arasında kıyas kabil değildir, demektir. Bu meselede ayrı bir nükte de şudur: Peygambere vâris olan kâmil insan, feyz-i akdesten gelen hiçbir ışığı kaçırmaz; âdeta güneşten gelen radyasyonları yutabilecek büyük bir 83 84 Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/105. Tirmizî, ilim 19; Dârimî, mukaddime 29, 32. 118 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni yutucu santral gibi, kendisine ehadiyet tecellîsiyle gelen ve cemalî cilveler olarak intikal eden.. eden ve rahmetin zuhuru olarak onun başını okşayan ne kadar akdes ve mukaddes feyiz varsa, bunların zerresini dahi heder etmeden, kalbini bütün fakülteleriyle faal hâle getirir ve bütünüyle bu feyizlere mâkes olmaya çalışır. Bu, aynı zamanda onun Rabbisine karşı saygısının ifadesidir ve bir şarj olma ameliyesidir. Böyle sürekli dolan bir insanın bir de boşalması vardır. İşte bu boşalma keyfiyeti onun ruhunda bulunan ziya, nur ve diğer hakikatleri neşretmesidir. Ve tabiî, iç derinlikleri itibarıyla onun yaptığı bu ameli tartacak bir ölçü de yoktur. Onun için âbid ibadetinde ne kadar derinleşirse derinleşsin, kâmil insan mânâsında âlimin ameline denk bir ibadette bulunması imkânsızdır. Kaldı ki, bir insan, bildiğini muhakkak yapmalıdır. Zira aksi hareket edene Kur’ân-ı Kerim şu tehditte bulunmuştur: ‫َو ِإ َّن َ ِ ً א ِ ْ ُ َ ْכ ُ ُ َن ا ْ َ َّ َو ُ َ ْ َ ُ َن‬ ْ َ ْ “Onlardan bir grup vardır ki, bildikleri hâlde hakkı gizlerler.”85 Evet, biliyorlar fakat yapmıyorlar.. âdeta fezadaki kara delikler gibi etrafa hiçbir ışık sızdırmıyorlar veya hiç kimse onlardaki ışık potansiyelinden istifade edemiyor. Daha doğrusu, bir türlü güneş gibi olamıyorlar. Güneş ki, yerinde bir ocak, yerinde bir ziya kaynağı ve yerinde de bir renkler cümbüşüdür. Çiçeklerin başını okşar durur ve kendi çiçekleri sayılan gezegenlere ışık hüzmeleri gönderir. Işığını kara delik hâline getiren kemtâli’ insanları, onca güç ve potansiyele rağmen kendi karanlıklarıyla baş başa bırakıp mevzu ile alâkalı olarak Efendimiz’in bir başka hadislerine geçelim: 85 Bakara sûresi, 2/146. İlim - Tebliğ Münasebeti__________________________________________________________________________ 119 “Kim ilim öğrenir sonra da onu gizlerse ahirette onun ağzına ateşten bir gem vurulur.”86 Bu kutlu sözün de mânâsı açıktır. Kim bir şey öğrenir ve sonra onu etrafa neşretmezse, yani dolduktan sonra boşalmaz, söz ve davranışları ile güzel örnek olmaz ve hakka aynadarlık yapıp onu etrafa aksettirmezse, bu suçunun cezası, ahirette onun ağzına ateşten gem vurulmaktır. Hadiste çok ciddî bir tevbih ve kınama söz konusudur. Zira gem ancak hayvanların ağzına vurulur. Bu da ilmini ketmeden insanın, hayvanlara benzetilmesi demektir ki oldukça ağır bir ifadedir.. evet o insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini ahsen-i takvîm sırrına mazhar kılmasının kıymetini bilememiştir; bilememiş ve mahiyetine yerleştirilen, onu hayvanlardan ayırarak seçkin bir varlık hâline getiren duygu, düşünce ve düşündüğünü ifade etme meziyetini hiçe saymış ve tabiî bu meziyetlerin şükrünü eda edememiştir. İşte böylesi bir insana, verilen nimetlerin istirdadı, geriye alınması, ne kadar âdilâne bir muameledir, sizin insafınıza bırakıyorum. İlim ve tebliğ, aynı hakikatin ayrı iki yüzüdür. Amel ise, her ikisinin de vazgeçilmez şartı. Bu üçünü birbirinden tefrik edip ayırmak mümkün değildir. Bildiğiyle amel etme, bildiği şeylere saygının ifadesidir. Rabbini bilen bir insanın, O’na kulluk yapmaması sadece bir saygısızlık değil; aynı zamanda bir vurdumduymazlık, bir körlük ve sağırlıktır. Hele hele imana hizmet vazifesini yüklenen kimselerin kulluklarında gösterdikleri aksaklıklar, İslâm’a dış cephenin vereceği zarardan daha korkunçtur. Batılıların, İslâm’ı yaşamayan Müslümanları gördükten sonra takındıkları tavır ve söyledikleri sözler, herhâlde bu hükme önemli bir delil mahiyetindedirler.. ve böyle bir söz ve beyan, hasmın şehadetinin geçerli olduğu bir konudadır ve makbuldür. 86 Tirmizî, ilim 3; Ebû Dâvûd, ilim 9; İbn Mâce, mukaddime 24. 120 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Müslüman bir İngiliz’e, kendisi Müslüman olduğu hâlde diğer İngilizlerin niçin bütünüyle İslâm’a girmedikleri sorulur. “Hâlbuki İngilizler siyasetleriyle dünyayı idare etmiş, akıllı insanlardır..” denir. Müslüman İngiliz, hiçbir şey söylemez ve soru sahibini elinden tutup yakınlarında bulunan bir mescide götürür. Mescit alabildiğine hirpânî ve içinde de sadece kalıplarıyla ibadet eden bir sürü insan vardır. İngiliz’in cevabı, işte bu mescidi ve içindeki insanları göstermek olur. Bunun mânâsı şudur: Batılının pratiğe dökülmeyen, hayat hâline gelmeyen dinî, gayr-i dinî sistemlere karşı tavrı bellidir. Zaten biz, ne zaman onların karşısına iç-dış vahdetine ermiş, kalb ve kafa bütünlüğünü yakalamış, gönlü Kur’ân’a âşinâ, amelleri İslâm’a uygun ve bütün derdi insanlığın hidayete ermesi bir cemaat hâlinde çıkabilmişsek, daha bizden teklif gelmeden onlar hemen İslâm’a dehalet etmişlerdir ve edeceklerdir de. Evet, Batılı, niçin kendi dinini bilmeyen, Rabbini tanımayan, kitabına âşinâ olmayan, derme çatma görünümlü bir topluma iltihak etsin ki? O, pratiğe ve Müslümanın kafa, gönül yapısına bakar. Bir âhında binlerce feryat mevcelenen.. gecelerinde teheccüt ve dillerinde daima evrâd ü ezkâr bulunan.. vakit israfını asgarî seviyeye indirebilen.. ve her anını faydalı işlerde değerlendiren dopdolu insanlara önem verir. Eğer İslâm’ı temsil edenler böyle olabilselerdi, Batılılar İslâm’a koşarak geleceklerdi; durum aksi olduğu için, netice de aksine tecellî etti.. ve onlar şimdilik bizden uzaklaştılar. Özet olarak diyebiliriz ki İslâm, imanla ameli birleştirip bütünleştiren ilâhî bir sistemdir. O’nun bir tarafında inanma, diğer tarafında da inandığını yapıp aksiyon hâline getirme vardır. Başkalarına ait amel ve ibadetleri anlatma, hikâye etme bir bakıma güzeldir, ibret vericidir; ancak sadece bu kadarla iktifa edip aynı amelleri işlememe ve tatbik etmeme, İlim - Tebliğ Münasebeti__________________________________________________________________________ 121 Müslümanın başkaları üzerindeki müessiriyetini olumsuz şekilde etkileyecektir. İslâm, ne yalnız evliyâ menkıbesi anlatmak, ne de evliyâ menkıbesi dinlemektir. O, onlara ait anlatılan hayatı bizzat yaşamak ve fiiliyata dökmektir. İslâm, iman ve amel demektir. Onu bu şekilde kabullenmeyenlerin, İslâmî hizmetten bahsetmeleri tesirsiz birer lâf-ı güzaftır. 2. İSLÂMÎ HAKİKATLER VE YAŞANILAN DEVRİN BİLİNMESİ Devrimizde dünyaya bakış, eşya ve hâdiseleri değerlendirme tamamen değişmiştir. Günümüzde mantık ve akliyecilik daha bir ağır basmaktadır. Küfür, ilhad; fen ve felsefe adıyla konuşmaktadır. Bunun karşısında Müslüman aynı teknikle mukabelede bulunmak zorundadır. Bu da kendi devrinin kültürünü bilmekle yakından alâkalıdır. Zaten bir bakıma gerçek ilm ü irfan da budur. Zaten ilm ü irfan da mü’minin ayrılmaz birer vasfıdır. Devrini bilmeyen insan, karanlık bir dehlizde yaşıyor demektir. Böyle bir insanın sair insanlara din, iman adına bir şeyler anlatmaya çalışması ise beyhudedir. Zira zaman ve hâdiselerin çarkları, onu, bugün olmazsa yarın dermansız ve tesirsiz hâle getirecektir. Onun için Müslüman, günün ilim ve kültür seviyesine uygun ve denk bir paralellik içinde anlatılması gerekenleri anlatmalı ve başkalarına intikal ettireceği meseleleri de bu şekilde intikal ettirmelidir. Şunu kat’iyetle ifade edebilirim ki, günümüzde arz ettiğimiz bu noktayı tutabilen bir mübelliğ ve mürşit, ahirette aktâp ve velileri aşarak nebilerin arkasında yer alabilecektir. Evet, bu vazife, o kadar mukaddes ve mübecceldir. Bu noktayı yakalamak da, o kadar zor ve zor olduğu kadar lüzumludur.

Tags

islam muslim prophet
Use Quizgecko on...
Browser
Browser