Fakir Baykurt'un Kaplumbağalar Romanı PDF
Document Details
Uploaded by Deleted User
1967
Fakir Baykurt
Tags
Summary
Fakir Baykurt'un "Kaplumbağalar" romanı, 1967 yılında yayınlanmıştır. Tozak Kırı'nın kurak ve ıssız manzarasıyla betimlemeleri ön plana çıkmaktadır. Roman, köy yaşamı ve toplumsal sorunlar etrafında dönen olayları ele almaktadır.
Full Transcript
REMZİ KİTABEVİ TüRK YAZARLARI DİZİSİ, 36 Birinci Basım - Ekim 1967 ikinci Basım - Mart 1971 Üçüncü Basım - Şubat 1973 Dördüncü Basım -- Mayıs 1975. FAKİR BAYKURT'UN ESERLERİ YILANLAR iN ÖCÜ (1958 Yunus Nadi Ödıi/ü) IRAZCA.NIN DİRLİÔİ...
REMZİ KİTABEVİ TüRK YAZARLARI DİZİSİ, 36 Birinci Basım - Ekim 1967 ikinci Basım - Mart 1971 Üçüncü Basım - Şubat 1973 Dördüncü Basım -- Mayıs 1975. FAKİR BAYKURT'UN ESERLERİ YILANLAR iN ÖCÜ (1958 Yunus Nadi Ödıi/ü) IRAZCA.NIN DİRLİÔİ ONUNCU KÖY KAPLUMBAGALAR AMERİKAN SARGISI TIRPAN (1970 TRT, 1971 TDK Ödülleri) EFKAR TEPESİ KEREM İLE ASLI EFENDİLİK SAVASI ÇİLLİ - KARIN AG R ISI. CÜCE ıüç kitap bir arada) ANADOLU GARAJI ON BİNLERCE KAGNI CAN PARASI fl974 Sait Faik Ödülü! KÖYGÖÇÜREN İÇERDEKİ OGUL KEKLİK SINIRDAKİ ÖLÜ REMZt KtTABEVi Yayınları Dizgi, baskı, cilt, kapak ve kitap düzeni: Yükselen Matbaacılık Limited Şirketi, Cağaloğlu - lstanbul Fakir Baykurt KAPlUMBACAlAR Roman 4. Baskı R E M Z İ K İ T AB E V İ ANKARA CADDESİ, 93 - 1 S T A N B U L FAKİR BAYKURT, 1929'da, Burdur'un Akçaköy'ünde, doğdu. Köy Enstitüsünde okuyup öğretmen oldu. Gazi Eğitim Enstitü sünü de bitirerek ilköğretim müfettişliği yaptı. Yazıları yüzün· den Bakanlık emrine alındı, «etkisiz işlerde çalıştırıldı. Sonra Danıştay kararıyla yeniden öğretmenliğe döndü. Uzun süre TÖS ve TÖDMF gibi büyük öğretmen kuruluşlarının genel başkanlı ğını yaptı. Kitapları, yurt içinde olduğu kadar; yurt dışında da okunmaktadır. «Yılanların öcü» ile Yunus Nadi Roman Yarış masında birincilik, hikayeleriyle 1970 TRT Başarı ödülü, aTır panıı romanıyle de 1970 TRT, 1971 TDK Roman Ödüllerini al mıştır. Ve 1974 Sait Faik ödülii, Can Parası kitabıyla... «KAPLUMBAGALAR»IN İKLİMİ Ankara'nın Ulus sinemasında, filmden sonra perdenin önüne çıktıgım za man, alkış, ıslık birbirine karıştı: 11Yaşa! Varol! Yuuuuh!..ıı Birkaç saniye sonra, kıran kırana bir dövüş başladı salonda. Başkentli seyirciler kravat kravata geldiler. Hınçla, istekle vuruşuyorlardı. ikisi sahneye fırladı, ışıkları tekmeliyordu. Mürekkep, gazoz şişeleri üzerime geliyordu. Bir takım sersemler, gerçeği böyle tekmeyle, yumrukla örteceklerini sanıyorlardı. üstünden zaman geçti şimdi: Onları hiç kıpırdamadan se:1rettim. Getirdi ğim hikayenin kendilerine batan yerleri vardı tabii. Anlıyordum bunu. Oysaki gösterilen filme temel olan romanım büyük çoğunluğumuz köylünün hala yaşa makta olduğu gerçeğin küçücük bir kesitiydi. O yıllarda Ankara'nın perişan köylerinde dolaşıyordum. Kafamda yeni bir roman var.ık Evirip çeviriyordum. Talim ve Terbiye Kurulu'nda ııVılanların öcü nü suçlayanlar, Devlet Tiyatrosu'nda sahneye konmak üzere olan oyununu kal dıranlar, Senato'nun Bütçe Komisyonu'nda ardımdan ağızlarına geleni söyle yenler ve şimdi perdedeki gölgelere şişe atan bu dırdırcı bulvar aydınları, kafam daki romanı yazdığım zaman ne yapacaklardı acaba? Bu yel böyle esip, bu kılıç da böyle kesip gittiğine göre, bir sırasını bulup hesabımı görmeye mi kalkacaklardı? içecekler miydi kanımı? Bizim yurdumuz, hem de insanımız, bir bakıma, mürekkep yalamışlarının gerilikleri ve yanlış tepkilerlyle, hala ortaçağın çukurları içindedir. Başkalarını yeni amaçlara alıp götüren sağduyu, bilinç ve hoşgörü; bizimkilerin kabuğuna işlemiyor. Cahallıklarından, kapkara cahallıklarındanu elbet! Okuryazarlıkları oldu ğu halde okumadıklarından. Sanattan, kültürden gıda almadıklarından. Aldıkla rını eritemediklerinden. Koşullanmışlar çağ gerisi tersliklere, küçük bencil ra hatlıklara, çıkarlara; bir türlü kurtulamıyorlar. inandıklarına aykırı düşen inançlara hiç dayanacakları yok. Değişik bir düşünceyle, yada yapıtla karşılaştılar mı, böyle yırtınıp duruyorlar. Perdedeki gölgelere şişe atıyorlar. Bu beylerin yaptıklarını seyrederken, Ankara köylerinde düşünüp kafama taktığım romanı yazmalı çabuk! diyordum. Ya kendilerine gelip anlasınlar, ya biraz daha kötü olsunlar..; O gün Nisan 23, yıl 1962 idi. Yaz gelince kalktım, Burdur'daki köyümüze gittim. Gene her şey eski ye rindeyd:. Uzun saltanat yıllarının kemirip bitirdiği Anadolu; sonradan Trablus, Balkan, yaka paça Birinci Dünya Savaşı, Yunan... daha tarlalardaki yangınla- 6 KAPLUMBAÖALAR rın dumanı sönmeden ikinci Dünya Savaşı... ve ardından, kimden yana, kimin hayrına olduğu hiç anlaşılmayan Demokrasi, Yardımlar, Uzmanlar, Yabancı Sermaye Kanunu... işte ekinler gene bir karış. Harmanlar köstebek yığını. Bağ lar kurumuş. Bahçelerin ağaçları yozlaşmış. On uç yıldır tamamlanmayan Ka ragent köprüsü, sellerin her bahar alıp götürdüğü biraz taş, biraz kum, birkaç demir çubuk, tahta kalıp... Köylünün ya huyunu, ya oy'unu beğenmeyen yö netim, yeni yeşermeye başlayan yaşama isteğini besleyeceği yerde, aracı, ilacı olmayan bu köylere sivri sivri minareler dikmiş... Eskiden kölelere yayık yaydıran barbar dağ Avrupalıları sağa sola bakıp ayranı dökmesinler diye onların gözlerini kör ederlermiş. Şimdi kendi çocuk larına yabancı dilli kolej, yüksek okul, hatta Avrupa, Amerika bulan yöneticiler, köydeki bebelerin ilkokuldan sonra gidecekleri okulları hesap dışı etmişler. ilkokul uyutuyor, ortaokul uyandırmıyor. Ne farkı var bu insanların o köleler den? Ulusun işgücünü, kültürünü besleyecek, toplumun varlığını sürdürecek köy kaynağını kurutmaya başlamışlar. Yollarda, sokaklarda görüyordum. Her evde kalbur kalbur çoğalan çocuk lar büyümek için kapı önlerine bırakılmışlardı. Onların üremekten yılmayan çileli ana-babaları, doğru dürüst gençliklerini bile yaşamadan yıpranmışlar ve çökmüşlerdi. içlerinde biraz Hanya'yı Konya'yı anlayanlar tutunacak dal yok luğundan kıvranıyorlardı. Akşam komşular eve geldiler. Anamın geniş odasında, çulun üstüne bağ daş kurup oturdular. Bir ellerini ağızlarına kapadılar, bir ellerini dizlerine koy dular. Gözleri iyice çukurlara kaçmıştı. Çoktandır görmemiştik birbirimizi. Haller keyifler nasıldı? Eh, iyiler iyiydi! Çok şükür, canları sağdı! Ama ben? Ben ne yapıyordum böyle? Neden bacaklarımı ayırıp güne karşı işiyordum? Neden bey lerle paşalarla uğraşıyordum? Çoğu, içinde bulunduğu çukurun farkında değildi. Toprak damlı yoksul evlerinde, kendi yaşadıklarından daha iyi, daha değişik bir yaşamadan haber leri varsa bile, pay istekleri yoktu. Yüzlerce yıldır sürüp gelen sömürü düzeni yeni bir hızla iyice uyutmuştu hepsini. cc A halam... bak, başını kurtardın işte! Otur ıpırfü! Bırak hökümetin uzu- nunu kısasını..... ccA teyzem... bak, çoluk çocuğun var. Dünyanın kuyruğu uzun. Ayağın bir kayar, sürünürsün. Bak bizim halimize... «A dayım... gördüğün eğri, beylerden doğru! Vardığın yerin gözleri körse, sen de bir gözünü yumuver... 11 ccA emmim!.. köylünün sahabı yok! Köylü kömeli, sırtı yamalı! Elindeki ek meği yimeye bak, ekmeği!.. Daha bissürü kınama, bissürü firenleme. Dışarda sadece köpekler havlıyordu. Bebeler çoktan yatmışlardı. işte bun lar da uyukluyorlardı. Şimdi · Ankara' da, şimdi yeryüzünün bütün büyük kent lerinde her yer ışıktı. Işıklar yedi renk üstüne pırıl pırıldı. insanlar yunup yıkanıp ince giysilerle sokağa çıkmışlardı. Serin gazinolarda buzlu biralarını KAPLUMBAGALAR 7 içerek, büyük salonlarda iyi yetişmiş orkestraları dinleyerek, insanoğlunun eski -yeni tiyatro ürünlerinden birini, yada beyaz perdedeki yeni bir siyah-beyazı, renkliyi seyrederek vakit geçiriyorlardı. Ne kadar güzel, ne kadar su gibi ge çiyordu vakit? Uyku onları rahatsız etmiyordu. Ucuz otobüslerle, güzel araba larla evlerine dönüp yatmalarına, birbirlerine sarılmalarına vakit vardı daha. isteseler şafaklar sökenece sevişebilirlerdi. llık, sıcak suları, kokulu sabunları da vardı. Oturan köylülerime kafamdaki romandan söz açtım. Kurduğum bölümleri anlattım. Başkentin bozkır köylerini, onların susuz kalmış otlarını, hayvanlarını; halka sırtını dönmüş yönetimle çilesi uzayıp giden insanlarını, kimi zaman aya ğa kalkıp benzetmeler falan yaparak anlattım. Emek çekerek kafamdakileri dök tüm önlerine. Etkilendiklerini görüyordum. Ellerini çenelerinden çekmişlerdi. Yüzüme.ışı yan gözlerle bakıyorlardı. Ben bitirince komşumuz Haçça Akdoğan birden ayağa kalktı. Uyanık, açık göz bir anaydı bu komşumuz. iki kızını Köy Enstitüsünde okutup öğretmen çı kartmışfı. Zorluklara, kahırlara katlanmıştı. öteki komşularına kıyasla görmüş geçirmiş bir hali vardı: «Sivre ıt halam kalemini, sivrelt de yaz!» diye bağırdı birden. «İstemeyen lerin ağızlarına tüküreyim! Dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla, bir lokma kuru ekmeğe mi? Topal eşeğime yükler, ben iletirim senin çocuklarına! Sivrelt kalemini, heç durmadan yaz halam!..» Uykusu kaçmış köylülerim, ııYaz halam, yaz! Yaz dayım, yaz!.. Yaz emmim, yaz! Pazara kadar değil, mezara kadar... yaz!» diyerek dağıldılar. Oturup yazdım: Kaplumbağalar odur. Kaplumbağalar... Ve onlarındır Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işiyle uğraşan okuryazarlarımız, yumrukçu, yada nemegerekçi aydınlarımız okuyacak lar. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar, bilmiyorum. Ama, ben romanımı, asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumalarını, se verlerse onların sevmelerini, ıslıklarsa onların ıslıklamalarını isterdim. Yurdu mun bir yazarı olarak, beni en çok bu sevindirirdi. Ek... belki bir gün o da olur. Mutlaka olur. Gün doğmadan neler, ne tosun kızlar, oğlanlar doğar! Birinci Bölüm TOZAK KIRI DENEN YER Güneş, Tozak kırına kocaman bir ateş dağı gibi çöktü. Ya kıyor boyuna. Yanıyor Tozak kırı. Taçları koncayken solmuş gelingüvey otları, kuşekmekleri, çobançantaları, koyungözleri tamtakır kurumuşlar. Bir deri bir kemik yılanlar, tarla sıçan ları, emecenler, zavallı yeşilistan böcüleri sinecek birer gölge, girecek birer delik arıyorlar. Kanları buhar olup uçmuş serçe kuşları ateşler içinde yanan toprağa düşüyor, lokma lokma ölü yorlar. Toprak yanıyor... Toprağın bir karış altı ak pur taşlarıyle sımsıkı kitli. Pur taşlarının üstündeki toprak yanıyor. Yana yana yanacak yeri kalmamıştı. Kül olmuştu. Kavrulmuştu otlar. Serin yeller es miyordu. Eserse arada «çanak kurutan» yelleri esiyordu, o da hangi büyük cehennemden esiyorsa, Tozak kırına yangın ya lımları getiriyordu. Kıracın yüzüne dikkatle bakanlar, yanan otların dumanı nı, kanları uçan böcülerin buharını göreblliyor, hatta duyabi liyordu.· Tozak kırı yorgan kadar bir topraktı yeryüzünde. Tilkiçı kan'dan yukarı yürünüp oradaki tek ağacın altından bakılsa, üstündeki eğri çizgilerle, bozuk dörtgenlerle, yamuklarla kırk yamalı bir yoksul yorganı gibi görünüyordu. Tohumunu ödeyen, ödemeyen tarlalar da düzlükteydi. Yol lardan daha çok yer tutan sel yatakları bu düzlükte; altmış ka dar balçık evi, küçük avluları, gübrelikleri, çatma kapılarıyle Tozak köyü bu düzlükteydi. Bu düzlükte, otların yeşerdiği mev sim kadar ya süren ya sürmeyen çocukluk yılları, üçer beşer akşamlık gelin-güvey sevinçleri, güz aylarına sıkıştırılmış dü- 12 KAPLUMBAG ALAR günler. sazlı şaraplı «iHem» ler... Bu düzlükte dünyanın acısı, ateşi, kurağı... Bu düzlükte kaplumbağalar... * ** İki taneydi kaplumbağalar. Sıcaktan önce yola çıkmışlardı.. Yürümüşler yürümüşler, düzlüğün ucundan ortasına gelmişler, belki yüz metre «yol» almışlardı. Biri kesilip kalmıştı sonunda. Öteki geçip gitmişti. Hala gidiyordu. Dayanıklı, gayretli, yaşlı bir kaplumbağaydı. Kurumuş tek nesinden boynunu uzata uzata yürüyordu. Altında yanan top rağa, güneşe, ateşe dayanarak yürüyordu. Sanki kıracın köşe sine sıkışıp kalmış bir parça serinliği bulmaya gidiyordu. Ya bulacak, ya Tozak kırını bırakacaktı. Ucunda ölüm olsa yürü yecek, bu kuraktan, bu sıcaktan kurtulacaktı. Dünyanın bol ot lu, gölgeli bir yerini bulacaktı. Ö yle bir yere varacaktı. Sabırla yürüyordu. Koca zaman dört yanını sarmıştı. Ayakları harlı bir ateşe basmış gibi yanıyordu. Ama kararlıydı. Yürüyüp kıracı geçe cek, başladığı işi bitirecekti. Bitiremezse, ölecekti. Küçük, oluk gibi bir iz bırakıyordu ardında, yürüdükçe... Dokunduğu ot kırılıp düşüyordu. Yürüdükçe ince bir çıtırtı ka lıyordu gerilerde. Yaşlı kaplumbağa bu çıtırtıyı kurumuş ot lara dokunarak değil, sanki insanlığın ilk çağlarından kalma bir çalgının buzağı derisinden gerilmiş tellerine dokunarak çı karıyordu. Sanki bu, şöyle böyle bir çıtırtı değil, güneş'e, ateşe, zamana, dost düşman ne varsa, kim varsa, hepsine karşı dü zülmüş bir direnç türküsüydü. Yıllarca, çağlarca önce, yaşlı kaplumbağanın dedesinin kız kardeşi yakmıştı. o kadar eski, o kadar dokunaklıydı. Kır Abbas biliyordu. * ** Kır Abbas... Göğsü bağrı açıktı. Elinde ufacık, aşı bıçağı kadar bir orak vardı. Ekin biçiyordu. Bükülmüştü. Yüzünü toprağa, sırtını gü neşe vermişti. Tarladaki ekini kurtarmaya çalışı yordu. Tozak KAPLUMBAÖALAR 13 köyünden yaşlı bir adamdı. Yılların. uzun yılların Kır Ab bas'ıydı. Gücü vardı, kuvveti vardı. Parası yoktu. Sırtında ka put bezinden bir iç gömleği vardı. Dışlığı yoktu. İç gömleği kir den meşine dönmüştü. Ayağındaki ak don da meşine dönmüş tü. Belinde eski bir yün kuşak sarılıydı. Gömleğini donunun üstüne sarkıtmıştı. Etekleri dizlerine iniyordu. Başında sarı poşu bağlıydı. Tahta nalınlarının kayışları kurumuştu. Çorap ları yoktu. Kışları donarak, yazları yanarak, omuzlarına hangi şeytanın yüklediğini bilmediği bir yükü taşıyıp gidiyordu. Elindeki orak küçüktü, koç boynuzu kadar bir şeydi. Bu yıl ın buğdayı geçen yılın buğdayından uzun gibi geliyordu gö züne. Dizine çıkmıyordu ama, kıraçta daha ne buğdaylar ol muştu bundan boysuz! « (Biz bu cenabet topraklarda ne buğ daylar gördük bacaksız, ne arpalar biçtik cüce !. ) » dedi için. den. «(Hemi de ne çileler çektik cümleten !. ) ». Sağındaki karı sıydı : Cennet. Solundaki torunuydu : Haydar. Daha sağda oğlu vardı: Yusuf. Daha solda gelini : Senem. Üçayak gölgeliğin küçücük gölgesinde· Fatma bebe yatı yordu. Terlemişti. Orada azıkları kuruyordu. Orada kırmızı tes tideki suları buhar olup uçuyordu. Eşekleri anızda çiviliydi. Yayılmaya ot vardı kurusundan. Ama dermanı yoktu. Dudağını uzatıp bir tel koparamıyordu yerden. Kuyruğunu kulağını düşürmüştü. Gözlerini yummuş, kapılarını kapamıştı dünyaya. Ardı on civcivli tavukları, bir çorap eskisi gibi kuruyup kalmış kedileri, dili bir karış dışarıda köpekleri hep oradaydı. Kıpırdamadan duruyorlar, sıcaktan toprağa toprağa sokuluyor ] ardı. Yanıyorlardı. Ter boşanıyordu Kır Abbas'ın göğsünden, koltuklarından. Hem de apışaralarından... Sol eliyle on sekiz-yirmi sap buğda yı kavrıyor, sağ elindeki orağı köklere yakın yerden takıp us taca çekiyordu. Çektikçe. köklerle birlikte kalkan toprak göğ süne doluyordu. 14 KAPLUMBAÖALAR Kır Abbas usta orakçıydı. Ama ustalık para etmiyordu kı racın ortasında. Göğsünü inceden bir çamur kaplamıştı. Sık sık dikelip bu çamuru kazım ası gerekiyordu. Dikeliyor, elini kal çasına sokup küçük, kaplumbağa gözlerini kısarak aşağılara, Ankara'ya giden yola bakıyordu. Gelip geçen «otopos»ları izli yordu. Ama çok dikelemiyordu. Karısı mız mız ediyor, oğlu ka rarıyordu. Belki gelini de kararıyordu. Gözünün kuyruğuyle baksa anlardı. Yüzde yüz kızıyorlardı. Köyden çıkan patika, yüz birinci kilometre taşının bulun duğu ye- rde Ankara yoluna ekleniyordu. Tozaklılar buraya «Yüzbir» diyorlardı. Kır Abbas, Yüzbir'in oralarda gördüğü bir kamyonu aldı, izledi, Çandır kırına geçirdi. Sonra karısına bak tı: O da dikelm işti. İki elin i yumruk yapıp kalçalarına koymuş tu. Bir öfke, bir hışım, Kır Abbas'a bakıyordu. Kır Abbas alındı: «Çüüüşş ! » dedi. «Ne bakıyorsun yicek gibi ?» Karısı Cennet, kavgadan kaçmak için: «Kör olayım sana bakıyorsam ! » dedi. «Bu yaşlı halinle gi ne eyi biçtin! Biçmesen ne gereğir? Aramızda bulunuşun bir guvat değil mi bize?.. » « (Sökmedi ! ) » dedi Kır Abbas içinden. Gelinine döndü: «Ya sen ne bakıyorsun ula sidikli Sen em?» Gelini belini büktü, on sekiz-yirmi tel buğday kavradı, ora ğı taktı, çekti. İyi kötü önündeki ekini biçip gidiyordu. «Hiçbirinizin bana kafa tutmaya hakkı yok, duydunuz mu?» dedi Kır Abbas. «Bu yaşa gelmiş bir adam, mamir olsa kölgeye çekilir, tıkır tıkır emekli aylığı al ırdı şimdi ! Siz bana bir çanak bulgur aşını çok görüyorsunuz, başımın belaları !..» Gelin, elindeki demeti desteye atıp doğruldu. Töreye aykı- rı bi r davranışla: - «Bubaa!.. » diye bağırdı. Sözünü bitiremedi, kocası doğruldu : «Eğil aşşa Senem ! Kaynatana karşılık verme!» Kır Abbas, oğluna: «Sen karışma Yusuf! » dedi. «Sen karışma, v alla senin de ağzına tükürüm şimdi, bak. >>.. KAPLUMBAÖALAR 15 Yusuf eğildi önündeki işe. Senem çırpınmalarını hızlandırdı. «Buba... » diye başladığı vakit «kötü» bir söz demeyecek ti. Sadece ılımış süt dolu me melerinin sancımaya başladığını sezdirecek, «Çocuğum orada, ataşın ortasında yanarken ben dalga geçmiyorum da, sen dikel miş Ankara yolundaki otoposları gözlüyorsun ! Bu yaptığın doğ ru mu, bu bacım?» demeye getirecekti. Kır Abbas, birden elindeki demeti de, orağı da attı : « İşte çalışmıyorum ! » dedi. «Ne haliniz varsa görün ! » Tarlanın başındaki gölgeliğe yürüdü birden. Karısı, oğlu, gelini, torunu şaşırıp kaldılar. Gölgelikteki salıncağa gün gelmişti. Düzeltmek istedi, vaz geçti. «(Bana ne ulan?.. ) » dedi kendine. « (Gelsin anası düzelt sin ! ) » Kırmızı testiyi aldı, dikti başına. Lıkır lıkır lıkır içti. Yan gözle, karısını, gelinini süzdü. Hala kendisine bakıyorlardı. Kız dı: Testideki suyu göğsünden aşağı boşaltıverdi. Cennet karı bağırdı: «Allah belanı versiiiin ! Allah , Abbas adını dünyadan sil siiiin! Sudan ne istiyorsun, kır domuuuuz? ! Suyumuzdan ne isti yorsun?» Kır Abbas daha çok kızdı : «Karışma seeen ! » de di. «Benim ışıme karışma sen boklu Cennet ! Gelirsem yararım kafanı baaak ! » T estiyi gölgeliğin altına koydu. Salıncak ıyıce gündeydi. Y anmış mı, bitmiş mi, belli değildi. Çocuğun üstünde soluk bir peştemal örtülüydü. Yüzü gözü görünmüyordu. Kır Abbas ya naştı. Usulca peştemalı kaldırdı : «Uyy ! » dedi birden. «Uyy ! Kaldırmaz olaydım ! » Terlemiş bitmişti çocuk. Çıkarabildiği ter, alnından, yanak larından yuvarlanıp göz çukurlarına dolmuştu. Gözlerinin ikisi de su _ altında kalmış gibiydi. Ölecek yada kör olacaktı. Kır Abbas değişti hemen. Peştemalın ucuyle çocuğun göz lerini kuruladı. Sonra tuttu, salıncağı gölgeye getirdi. «Ben olmasam sıpan haşıl haşıl pişiyordu, heey Seneeem!» diye !:>ağırdı gelinine. «Tuttum da kölgeye alıverdim. Emme eyi lik bilmezsin ki bre sidikli Senem!..» 16 KAPLUMBAGALAR Senem, «(Bana sabırlar ver ya R abbim ! ) » dedi içinden. Cennet karı : «Ses etme S enem ses etme gelinim! O ssuruğu c inli d omuz. mahana arıyor. Ses etme. aman gülüm ! ! ! » dedi. Kır Abbas yürüdü, eşeğin y anına vardı. Karnına bir «tepik» vurdu. Eşek sarsıldı. İki yan ın a bakındı. Sonra gene eski hali ne geldi. «Yoksul!.. » dedi Kır Abbas. «Evimin kara gözlü yoksul eş ş eği!.. Yanıp kavruldun bu cavır kıracın ortasında... El kadar kölge yok ki! Eşşeğimiz de sefil. kendimiz de! İçine tükürey im böyle köyün !.. » Sonra karısının bulunduğu yöne bağırdı: «İçine tüküreyim ulaaan Böyle köyün içineee! ».. Cennet karı: «Cehenneme tükür, cehennemee !..» dedi. Sonra sesini al çalttı: «Eyice azdın gayrı Kır domuz ! Azdın d a kırların orta s ı nda mahana arıyorsun ! Emm e kimse uymaz sana. Ben uy mam. Allahım bana Fatıma anamızın sabırlarını verm iş. Sab re d e rim ben. Ben senin gibi ossuruğu cinli deği l im...» Kır Abbas, elini eşeğin semerine koydu. Eşek gocundu. « (Yağır mı olmuş sırtçağızın ? » Semeri biraz bastırdı, eşek çö küverdi. « (Hımm ! ) » dedi kendine. « (Eyi adam eşeğinden, eyi karı da döşeğinden belli olur!..) » Bağırdı: «Eyi ad am eşeğinden. eyi karı döşeğinden belli olur ulan Yusuuuuuf! Yusuf gibi ağzına tükürdüğüm! Gel bak, ne olmuş şu yoksul eşeğin sırtı !..» Göğsünü ş işire şişire pufl adı Yusuf: «Ü eşek senin de eşeğin sayılır, açıp da bakaydın ! » d edi babasına. Kır Abbas, kolanı çözüp semeri kucaklamıştı. Oğlundan bu s özü d uyacağını bilse hiç dokunmazdı semere: «Bir insanda uta nma olmazsa bubasına eşek baktırır, hemi de bu yaş tan sonra ! Evlendin barklandın, çocukların oldu, ha la bubadan yardım umuyorsun, öyle mi dürzünün oğlu?» Cennet karı. Yusuf'a yal vardı: «Seslenme am an tosun Yusufum! K arşılık verme şu yer KAPLUMBAGALAR 17 yutasıya! Eşirgeş ip d uruyor, iş çıkaracak dal öğlen! Sakın ses lenme yiğit Yusufum!..» Kır Abbas eşeğin yağırını inceledi. Epeyce büyümüştü. Kokuyor du. «Nalet olsun senin gibi oğula! » dedi. Semeri yüz yukarı dev irdi. Keçenin ortası kan-irin içindeydi. Azık torba sından bıçağ ı çı kard ı keçeyi kesmeye başl adı. Semerin yağıra , gelen yerini tabak gibi açtı. Sonra koydu eşeğin sırtına. Ko lanı bağladı: «Eyi adam eş eğinden, eyi kan döşeğinden... Unutma bunu dürzü Yusuf!.. » Bir daha bağırdı. İstiyordu ki oğlu iyice öfkelensin. O öfkeyle üstüne yürü sün. Hiç değilse karşıdan karşıya bir «Hastir! » çeksin. Öyle is tiyordu. Ama Yusuf «Hastir!» çekmiyor du. «Dabiyatın kurusun Yusuuuf!» diye bağırdı. Cennet karı : «Kuruyacaksa senin dabiyatı n kurusun, ne istiyorsun oğ landan?» diye bağırdı. «Beni dinden imandan çıkarma gayri !» Kır Abbas: «Zaten dinle imanla ne ilgin var ula senin?» diye sordu. Birden asıl isteğini açığa vuruverdi: «Ben yanıyorum! Ben köl ge istiyorum! Ben serin, çok serin bir kölge istiyorum ! Anlaşıl dı mı boklu bülbül?» «Anlaşıldı tabii, anlaşılmayacak ne var?» dedi Cennet karı. «Git köye, beyler gibi yat güpegündüz ! » «Yatsam n e olur?» «Utanmak, arlanmak yok ki sende ! » «Yeter ula, yeter baş ımın etini y ediğin ! Irat dirlik verme di n ula! Öyle nefret oldum ki senden ! Sade senden mi? Hepi nizden! Aha gidiyorum!.. » Ardından bakıp kaldılar. B akıp kaldıkl arının, al ay ettikl eri nin f arkındaydı. Komşu t arladakiler de ç akmışlardı belki olup bitenleri. « (Çaksınlar!)» d edi. «(Vızz gelir bana ! ) '> Yürüdü. « (Yoksul gönlüm onlara mı bağlı'? Canım k ölge istiyor, ayıp mı? Bir kölgede serinlemek 2 18 KAPLUMBAGALAR istiyor... )» Göğsü bağrı daha gür terlemiş, koltuk altlan, hem de apışaraları ıpıslak olmuştu. Yürüdü. Geriden bakınca bir asma kütüğü gibi görün ü yordu. Çok yaşamış, görmüş geçirmiş bir dağ adamına benzi yordu. « (Dağ adamına benziyorum ya, b enziyorum ! ) » dedi. « ( Getirip mıhlamışlar Tozak kırma: İki parça kıraç toprakla boğuş bubam boğuş! Ahir ömrün ucun a gel dik, ha.la boğuşu yoruz ! ) » Buğday biçtikleri tarla, Tozak kırının alt ucuna düşüyordu. Köy, kıracın üst başın daydı. «(Köy olup da... ) » Kıracın ortasın dan, biçilmiş tarlalardan , kurumuş gelin güvey otlarına, kuşekmeklerine, çobançantalarına, koyungözle rine basa basa köye doğru yürüyordu. Nalınları toprağa gömü lüyordu. Çıkarıp eline aldı. Tabanları, dikenler acıtmayacak kadar kalın laşmış, oğlunun deyimiyle «araziye uymuş»tu. «(Uy masın da ne yapsın ayaklarım?) » Pur taşlarının üstünde bir karıştan fazl a kalınlığı olmayan t opr ak, içi köz dolu kül taba bakası gibi sıcaktı. Yakıyordu. Rastladığı yılanlar, tarla sıçan l arı, emecen ler, yeşilistan gücüleri bayılmışlardı. Serçe kuşları ölü mü, diri mi, belli değillerdi. Toprak yan ı yordu. * ** Kaplumbağa gidiyordu. Boyn un u uzata uzata yürüyordu. Yılmamıştı. Demin den be ri belki yirmi metre «yôl» almıştı. Yürüdükçe ken dine güven i artıyordu; daha d a kızışan sıcağı duymuyordu. Yürüdükçe ku rumuş otları kırıyor, ardın dan oluk gibi bir iz bırakıyor du. Kendini çıkardığı o ince çıtırtıya kaptırmıştı. Dalgın dalgın i lerliyordu. Kır Abbas yürüdü geldi yalınayak. «Kölge ! Bir parça köl ge ! » diye bağırıyordu. Kendi öfkesin e o kadar gömülmüştü ki, az daha yaşlı kaplumbağayı görmeyecekti. Gördü: «Üooo !.. » diye bağırdı. «Tekn eli dayım ben im ! » Kaplumbağa başım, ayakların ı içeri aldı hemen. Kapıları nı kapadı. Kaşla göz arasın da, kıpırtısız bir tekne oldu. KAPLUMBAÖAt.AR 19 Kır Abbas eğildi. Eliyle kaplumbağanın sırtını okşadı : «Açıl, açıl, açıl benden korkma ! » dedi. Kaplumbağa açılmadı. Elinin ayasını kaplumbağanın gerısıne dayayıp itti : «Yö rü haydi, yörü de yolundan kalma madem ! » dedi. Kaplumbağada bir kıpırtı olmadı. Gölgesi kaplumbağanın üstü ne düşüyordu. Başı nı, boynunu çıkarıp gölgesinde serinlese ne vardı hazır! «Açıl ulan, açıl! Açıl da serinle birez! Dik kafalılığın ne nüzümü var, gök dinli dür zü ?» diye bağırdı. Kaplumbağa, açılmamak için yemin etmiş gibiydi. Kır Abbas kızmaya başlad ı. Birden bir şeytanlık geldi ak lına. Önü ndeki yanık toprağı eşti. Bir oyuk yaptı. Kaplumba ğayı aldı, oyuğa oturttu yüzyukarı: «Haydi, yıldızları seyret ma dem ! » dedi. Ellerinin tozunu çırptı, yürüdü. Ter basmış yüzü nü gömleğinin koluyla kuruladı. Ardına bakmadan uzaklaştı. Bir ara, «(Dönü p çevireyim şu yoksulu, kalmasın yolun dan ! ) » dedi, hatta durdu, ama epeyce uzaklaşmıştı. Üşendi, dönmedi. Ortalık yeniden ıssızlaşıncaya kadar öyle kaldı kaplumba ğa. Sonra boynunu uzattı, ayaklarını çıkardı. Dört ayak ü stü ne dönmeye çalıştı. Çırpındı, dönemedi. Bir gelinböceğine ben zer gözlerini kısıp bir süre düşü ndü. Çevreyi dinledi. Şimdi güneş daha çok yakıyordu. Karnının altı güneşe, ate şe dayanıksız, etle kemik arası bir dokuydu. Etle kemik kay naşıyordu bir yerde. Güneş dik dik indikçe yaşlı kaplumbağa dayanılmaz acılara yuvarlanıyordu. Acaba bu çırpınma ne ka dar sürecekti? Acaba yanını toprağa verip çabalasa, tırnakla rını bir yere takabilir miydi? O inançla çabalamaya başladı. Bir an önce dönmeliydi. Yoksa içinde ne kadar su, kan, ilik varsa uçup gidecekti... * ** Kır Abbas soluk soluğa köye geldi. Hala yalınayaktı. Tah ta nalınları elindeydi. Sokaklardan, hiçbir ş eye bakmadan ge çip evine girdi. Dikkati çeken bir kıpırtı yoktu köyde. İn, cin. 20 KAPLUMBAGALAR cinoğlu, cinkızı yoktu. İ nsanlar çekilip alınmıştı. Tavuklar. da nalar, çocuklar yoktu. Vızılar sinek kalmamıştı. «Kölge, kölge ! » diye bağırdı. N alınlarını birbirine vurdu: «Kölge !..» Köy içinde «kölge» diye bir "matah" toplayan; yada o ad la yeni çıkmış bir sancı ilacını satmaya çalışan bir yabancı dolaşıyor gibiydi: «Kölge !..» Evlerin yanları, arkaları, daha sarı çiçekken kurumuş sı çanotlarıyle kaplıydı. Sıçanotunu mal yemezdi. Bittiği yerde toza toprağa karışana kadar dururdu. Davara koyuna kurt atar sa ona ilaç olurdu biraz. Sıçanotları sarı çiçekli, güzel kokulu olurdu. Rüzgar gelir götürürdü döküntülerini. Tozak köyü alçacık toprak evlerden kuruluydu. Avluları da toprakla, balçıkla çevriliydi. Yeşil yaprak, yeşil ağaç yok tu. Birer katlı evlerin odaları karanlık ve küçüktü. Ağıllar, ahırlar, samanlıklar, evlerden daha f azla yer tutuyordu. So kaklar "kemre" doluydu. Kasnaklay ıp sermişler, yada toparla yıp yığmışlardı. Yazdan böyle hazır etmezlerse kışın tandır n eyle ısınacaktı? Ekmek, bulgur neyle pişecekti? «Kölge ! » dedi Kır Abbas. O satıcı ağzını bırakmadan ikide bir, «Kölge ! » diyordu. Evin hayatı güneş altında yanıyordu. Canı içeri girmek is- temedi. Girmek istese kapıyı neyle açacaktı? Anahtar tarlada, azık torbasının içindeydi. « (Boylu Cennet kapı kitlemese olur mu? ) » dedi kendine. «Kölge ! » diye damın ardına yürüdü. Duvarın dibine, kurumuş sıçanotlanrnn üstüne attı kendi ni. Serildi. Açılmış bir bohça gibi kollarını. bacakların ı yaydı sağa sola. Başını iki yana salladı. «Kölge ! » dedi. Gölgede olduğu halde gündekinden beter yanıyordu. Göl genin günden kal ır yanı yoktu. Hemen güne doğru kaydı. Ba şını havaya kaldırdı. Güneş, elini uzatsa tutacakmış kadar y a kın görünüyordu. KAPLUMBAÖALAR 21 «Dök ataşını döök ! » dedi. «Dök de bişir bi zi gözelce... » Göğsü, bağrı h?. la ter içindeydi. Koltuk altları daha çok ı slanmıştı. Sırtına, beline, göbeğine su yürümüştü. Şimdi deri sinin her yeri nde terli tuzlu bir yanm a duyuyordu. Kalkıp bir yerlere gitmek istedi. Nereye gidecekti ? Bir ağaç alt ı' olmalıydı. Esen bir ağaç altı. Yaprakları kımıldayan... Ağaç lar bir sıra uz ayıp gitmeliydi. Dibinde hiç olmazsa orak sapı kadarcık bir su: Şır şır şır akmalıydı. Ağaçların dibinde yeşil otlar, çimenler döşenip durmalıydı... «Yook ! Yok ! » dedi. Başını yukarı kaldırdı: «İki tek ağacı altmış evli bir köye çok görenin anassını. avr dını... » dedi. Battal : «Daha ne duruyoruz komşular? Yörüyün !.. » dedi. Kır Ab bas'a döndü : «Sen de geliyor musun Abbas emmi?» Birden içine bir duygulanma doldu: «Geliyorum yeğenim, gözünün karasına kurban olduğum ! Köyün böyle günü olur da ben gelmez miyim hiç? Tabutun üstünde olsam gene kalkar gelirim ben... » Herkes bakıyordu. Battal, Kır Abbas'ın koluna girdi. Sepetini öbür eline aldı. Kalabalık yol verdi, yürüdüler. İndiler aşağı doğru. Az sonra Rıza da koluna girdi Kır Abbas'm. Üçü yan yana gidiyorlardı. Rıza'nın da elinde sep t vardL Gölgeleri arkala rından uzayıp kalıyordu. Tatlı bir ikindi serinliğiydi. Artık güneş yakmıyordu. Boyunları, kulakları, koltuk altları terlemiyordu. Yürüdükçe patikanın tozunu havaya kaldırıyorlardı. Yürüdükçe Ankara yoluna yaklaşıyorlardı. Şimdi geçen «otopos»lar, kamyonlar, «minipos»lar daha iyi seçiliyordu. Kamyonları, otobüsleri bir an önce durduramadıkları için üzülüyorlardı. Kısa bir süre sonra bunları n ardı kesilecek sanıp korkuyorlardı. Birbirini geçen geçeneydi. İnce, uzun bir kuyruk olmuşlardı patikada. Kır Abbas, Rıza, Battal çok arkalarda kalmışlardı. Battal: «Komşular eyi coştu Abbas emmi ! » dedi. KAPLUMBAGALAR 215 «Önlerinde ne varsa silip süpürecekler!» Kalabalığın ucu yola vardı. Sepetleri kalburları şarampo- l un berisine bıraktılar. Biraz sonra arkadakiler yetişti. Kır Abbas : «Komşuları yolun kıyısına diz Battal ! » dedi. Battal şarampoldan atladı. Yüzünü kalabalığa döndü: «Bu raya izilin... » dedi. Tozaklılar, Battal'm dediğini yaptılar. Yol boyunca uzun bir diziydiler. Kimi sağa, kimi sola bakıyordu dizidekilerin. Gün iyice sallanmıştı. Akşam oluyordu. Otobüsler geçmi yordu. Tozaklılar tasalanmaya başladılar. En çok tasalanan Rıza idi. Şimdi gün batacaktı. Kır Abbas'ın «hökmü» geçerse ne ola caktı? Kır Abbas: «Tasalanmayın! Daha çok otopos, mınıpos geçer hurdan ! Kapış kapış olacaklar. Yani heç birini durduramazsak, yada geçen olmazsa, sepetleri kalburları yolun üstüne bırağır. döne riz köye... » dedi. «Ne tasalanıyorsunuz?.. » «Canım hele bekleyelim... » dedi birkaç kişi... Az sonra bir cip göründ ü. Ankara'dan geliyordu. Tozların ön ünden yuvarlanıp geliyordu. Kır Abbas hemen kolunu kal dırdı. Duracak cipe benzemiyordu gelen. Hızzzzt !.. sildi geçti. Toza boğdu her yakayı. İçinde kim vardı, kim yoktu, göreme diler. «Domuzun sattığı !.. » diye bağırdı Battal. Hörü ebe, «Tuuu, ocağınız bata !.. » diye tükürdü ardından. «Eyice bozum etti bizi !» diyordu bazıları. Hala ardından bakıyorlardı. «Biri daha geliyor!.. Biri daha geliyor!.. » Ankara'dan doğru bir otobüstü. Dağ gibi büyüyüp geliyor du. Geliyordu ki Tozaklıların yüreklerine umut doldu. « (Bu duracak, kesin duracak!.. ) » dediler. Elli adım kala, kollarını kaldırdılar. Yaklaşıyordu. Alnının ü stünde yeşil yazıyle «Ma sallah : ,,, yazılıydı. Şoför kornaya bastı. Bekleşen Tozaklıların 216 KAPLUMBAGALAR içinde bir t itreme oldu. «Düüüüüüüü... t!.. » Uzun bir «düüüt»le geçti... gitti. Rıza : «Maşşallah!.. » dedi. Kalabalığın kolu kanadı kırıldı. «Maşşallah ki maşşallah ! » dedi Battal. «Maşşallah dürzü lere ! » «Bu böyle olmayacak Abbas emmi ! » dedi Rıza. «Akşama kadar dünyanın tozunu yutacağız. Günün hökmü geçiyor. Buna bir çare bulalım... » Geçen otobüsün tozu yatıştı, Kır Abbas yolun üstüne çıktı : «Toplanın şöyle yanıma ! » dedi. «Yolun bir karış yerini boş ko mayın. Kapatın gözelce. Ondan sonra isterse durmasın dürzü ler! Ulan biz adam gibi durduralım dedik ! Emme döyusların hiçbirinde adamlık kalmamış, anlaşıldı... » Şaseyi sımsıkı kapattılar. «Korkmayın !» dedi Kır Abbas. «Çiğneyip geçemezler, hiç korkmayın... » Az sonra yukarıdan bir kamyon göründü. Tepeleme çuval yüklüydü. Yükün üstünde köylüler vardı. Her halde buğday doluydu çuvallar... Korna çala çala geldi. İyice yaklaşıp durdu. Bıyıklı, kara yağız şoför pencereden başını uzattı: «Hayrola bre, ne bu hal?» Şoförün yanında altı kişi vardı kendinden başka. Tozaklılar arabayı çevirdiler. Kalburları sepetleri kaldırdılar havaya... Battal bağırdı: «Buyrun üzüm alın, üzüm alın !.. » «Kaça?» diye sordu şoför. Kır Abbas, Battal'ın yanındaydı : «Hiçe, hiçe ! » dedi. «Hiçe bu üzüm ! Bu üzüm töre üzümü ki, satmıyoruz, saçıyoruz ! » Şoför, içerdeki yolculara baktı. Bıdırdaştılar. Kamyonun kapılan açıldı. birer ikişer atlayıp indiler... Soru üstüne soru soruyorla rdı: «Nerelisiniz siz?» «Nerdee bu Tozak?» KAPLUMBAGALAR 217 «Ulan orada üzüm olur mu?» «Çok da nezzetliymiş maşşallah!.. » Kır Abbas: «Tepedekilere de uzatın, tepedekilere de !.. » diye bağırdı. «Kimse yoksun kalmasın... » Arabanın tepesindekilere de uzattılar. O sırada aşağıdan bir taksi çıktı. Tozuta tozuta yuvarlandı geldi. Kalabalığa yakın bir yerde durdu. Tozaklılar, taksinin çevresini aldılar hemen. Kalburları, se petleri uzattılar. Taksidekiler şaşkın şaşkın, «istemez ! >> işareti yapıyorlardı elleriyle. Omuzlarını çekiyorlardı. Rıza bağırdı : «Yol açın komşular, yol açın kamyon geçsin !» Yol açtılar. Kamyonun şoförü : «Maşşallah, eyi töreymiş, has töreymiş!» dedi, sürdü. Rıza taksinin başına vardı. Sarı saç, sarı sakal, toz toprak içinde dört yolcusu vardı taksinin. İki kadın, iki erkektiler. «No no no!.. » diyorlardı. Sürüp gitmek istiyorlardı. Rıza «para» işareti yaptı parmaklarıyle; sonra: «Yok para, yok para ! » dedi. «Bu bizim gelip geçene armağanımızdır ! » fik rini eliyle koluyle anlatmaya çalıştı. Kadınlar kısa kol, açık yaka giyinmişlerdi. Şortluydular. Yanık yanık şeylerdiler. Biri arka kapısını açtı taksinin, yere atladı. Elinde küçü- cük bir «sözlük», yapraklarını evirdi çevirdi: «Yuzüm'? Yuzüm?» dedi. Tozaklı kadınlar gülüştüler : «Üzüm üzüm... » dediler. Rıza: «Bunlar turis yavu, turis!.. » dedi. Yolcuların dördü de indi. Birinin göğsünde bir fotoğraf makinesi vardı. İkide bir güneşe bakıyordu. «Tutun, üzüm tutun turislere ! » dedi Rıza. Kadınlar, sepetleri, kalb_urları uzattılar. Erkeklerden biri elini şortun cebine attı, para çıkardı. Rıza: «Yok para! N o n o n o !..» dedi. Kadınlar gene gülüştüler. 218 KAPLUMBAG ALAR Yabancı yolcular birbirlerine bakıp bıdırdaştılar. Elinde sözl ük tutan sarı kız, sözlüğün yapraklarını bir daha evirdi, çevirdi: «Cilinik?» dedi. Kimse bir şey anlamadı. Kadın parmağını sözcüğün altına koydu. Rıza okudu : «Gelenek gelenek ! » dedi. «Evet gelenek... » Ycıl cular gene bıdırdaştılar. «Eski?» Rıza başını salladı : «Yok yok, yeni... » Üzüm a:idılar. Arabanın ardında bir mukavva kutuya koy dular, kutu doldu. Tozaklı kadınlar: «Birez daha alın, birez daha... » diye üs teliyorlardı. İşaretle filan anlaşıyorlardı. Yolcu kadınlar mukavva ku tuyu gösterdiler: « (Doldu, nasıl alalım, nerey alalım?) » Göğsünde fotoğraf makinesi olan erkek güneşe bir daha baktı, sonra geçti karşıya üst üst beş altı resim çekti. Çoğunu habersiz çekmişti. Köylüler gülüştüler. Fotoğraf çeken adam, sözlük tutan sarı kızla bıdırdaştı. Sarı kız sözlüğü karıştırdı : «Si-zin kôy?» diye sordu. Rıza'nın karısı gösterdi : «Deeeeha bizim köy... » «Adı onun?» «Adı Tozak... » «Tuzak?» «Tozak ! » Rıza, fotoğraf çeke yolcunun elindeki deftere köyün adını yazdı : «Tozak... » Okudu : «To-zak... » dedi. Hiç haberleri yokken, iki uçtan iki otobüs gelip durmuştu. Kır Abbas bağırmaya başladı: «Bırakın gayri turisleri ! Tutmayın fazla!.. » Duran otobüsler korna çalıyordu. Yolcular pencerelerden başlarını uzatmışlardı. Köylüler, sepetleri kalburları yolculara tuttular. «Üzüm alın, üzüm alın!.. » Yolcular: «Kaça? Kaça?» diye sordular gine. KAPLUMBAGALAR 219 Çabuk çabuk, üzümlerin satılık olmadığını, bağlarının ilk ürünü olduğunu, töre diye saçı yaptıklarını anlattılar. Otobüslerde ne kadar yolcu varsa boşaldı. Saçlı sakallı köylüler, yüzleri kapalı kadınlar, gözlüklü , tıraşlı memurlar... Çeşitli, karma karışık bir kalabalık, sepetlere, kalburlara sal dırdılar. Yabancı yolcular, arabalarını bir kıyıya alıp baktılar. Re sim çektiler. Üzüm alma işi uzun sürdü. Tozak köyünün adını bütün yolculara bellettiler. Çoğunun sepetinde, kalburunda üzüm kalmadı. Kır Abbas sevinçten uçuyordu. Hala dikilip duran yabancı yolculara sokuluyor, işaretle bir şeyler anlatıyor, güldürüyordu. Yolcu kadınlar, Tozaklı kadınlarla kaynaşıverdiler. «He he, hı hı!» diyorlardı. «No no no !..» diyorlardı. Az sonra yabancılar ayrıldı. Hep birlikte ellerini salladılar arkalarından. Gün indim iniyorum, gittim gidiyorum diyordu. Eli boş er kekler, eli boş karılar kızlar toprağa oturmuşlar, konuşuyor lardı. Konuları «Kaça?» diye soran yolculardı. «Cilinik» deyip gülüşüyorlardı. Kimisi de «yuzüm? » deyip gülüyordu. Kır Abbas: «Canım çok şaştınız ! Neresi acayipti bu Alamanların?» diye sordu. Kel Bektaş: «Alaman mıydı onlar? Ne biliverdin hemen Alaman olduklarını?» diye atıldı. «Alaman-İngiliz... neyse !..» dedi Kır Abbas. «Avratları yarı üryandılar!.. » «Tunç gibi sağlamdılar! Ne dudakları yalamaydı, ne yüz leri kavlaktı. Karnı tok, sırtı pekti hepsinin... !sıcakta geyinip örtünüp ne yapacaksın?» Battal: «Acayip olan bizimkilerdi! Ya durmadan geçip gittiler, ya durup "Kaça? Kaça" diye sordular. Böyle bir töreyi hiç mi görmediniz a dürzüler? Hiç mi duymadınız? Sankim dünyaya ilk biz getiriyoruz !..» 220 KAPL VJVIBA G ALAR «Canım, Alaman sordu ya : "Eski?" Irıza da dedi ki, "Yok yok , yeni ! " Yeni olur mu? Töre dediğin eskidir... » Kır Abbas çok duyguluydu: «Helbet eskidir, hemi çok eskidir! Emme unutulmuştur! Biz o eski töreyi yeşerttik! Ankara yolundan geçen otoposları durdurup üzüm verdik, saçı kıldık!.. » «Ulan o turistin biri ne çok iresim aldı ! Çat çat çat!.. Ulan bir baktım, ha bire alıyor!.. Ha bire alıyor!..» «Öyle bir töre ki, onların yurdunda yok ! Yok ki, iresmi mizi aldılar ! Varınca kırallarına habar verecekler: "Böyle böy le, Türklerin bir töresi var, bu töreyi hemen alalım !" Alacak lar... Gavurlar namussuz, açıkgöz oluyorlar! Geliyorlar. bizde gördüklerini hemen alıyorlar... » Yarenlik uzayıp gidecekti. Ankara yönünden bir otobüs daha çıktı. Gün batıyordu. Bir serinlik çıkmıştı. Otobüs, tozuta tozuta geldi, durdu. Öyle rahat durdu ki, zaten duracakmış gibi bir hali vardı. Sepetleri kalburları uzattılar hemen: «Üzüm alın, üzüm alın!..» «Kaça ?» «Parasız ! Saçı bu, eski bir töre !.. Hem eski, hem yeni!.. Tozak köylüleri bir eski töreyi yeşertiyoruz!.. » «Maşşallah !.. » O sıra otobüsün arka kapısı açıldı. Başında panama şapka, kolunda ceket, elinin çantasıyle Hamdi bey indi. Bir zaman köylülere baktı. Tozak'ta ne kadar insan varsa, yediden yet mişe , inip buraya gelmişti. Elllerinde sepetler, kalburlar... Kimi dolu, kimi boş... Bir hoş oldu gitti... Birden bağırdı: «Nerde o Kır Abbas denen irezil? Nerde o deli Irıza? Bu- lun bana onları !..» Kır Abbas'la Rıza, Hamdi beye sokuldular. Birbirlerini tutup uzun uzun kucakladılar. «Vay Hamdi beyim ! Hele şükür geldin!.. Çok şükür!.. » Az sonra otobüs pat pat edip gitti. Üzüm yolcuların hepsine yetmemişti. Bazıları salkımları bölüşmüştü. Tozaklılar, Hamdi beyi aralarına alıp köye doğruldular. Rı- KAPLUMBAGALAR 221 za'nın Gezici'si , «İnsan bir salkım d a bana ayırır ulan !.. » d iyor, yürüyordu. Onlar da, «Sen bizdensin, seninki köyde ! » diyorlardı. «Baya özledik seni Hamdi beyim ! » dedi Battal. «Valla gö resimiz geldi. Tam da bağbozumu günü... İnsan gayrat eder, bir gün önce gelir !» «Akıl edemedim ! » dedi Hamdi bey. «Kırılası kafamda akıl kalmadı. Ama bağbozumuna yetişemedikse, şenliğine yetiştim. Akşam cem olur, semalar, turna dansları... ha? Ulan gözel töre ler getiriyorsunuz buralara, gözel... gözel!..» Hem yürüyor, hem «gözel» diyordu. Senem : «Hamdi beyim, insan bir sefer de çoluk çocuğu getiri r ! Yengemizi filan... Neye getirmiyorsun hiç?» dedi. «Tozak köyü sayanda bağlı bostanlı köy oldu. Gezip tozarlardı...» «Benim avrat buralara gele mi bilir a kızım?» dedi Hamdi bey. «Köyleri köylüleri seven biri değil o! Otursun kasabayı beklesin ! Kaymakam karısıyle, kumandan karısıyle gün gez mesi yapsın... » Kel Bektaş: «Sen de şuralardan bir sünnü köyüne var, bir köy karısı al. Hemi ucuza veriyorlar. Bin, iki bin... Senin için daha da kolaydır. Anlattığına bakılırsa gereklidir hemi de... » dedi. Hamdi bey güldü: «Geçti yeğenim Kel Bektaş ! » dedi. «Baştan düşünüp sağ lam bir köylü karısı almak varmış ! Öyle bir köylü karısı ki, hem köye uyacak , hem kasabaya! Emme kasabadan aldık, halt ettik. Şimdi köye uymuyor... » Gülüşerek yürüdüler. Köye yaklaşıyorl ardı. 4 KOÇ KATIMI Köy, günlerce şıra koktu. Sinekler çoğaldı. Bir arı oldu köyde, toz duman gibi savruldu. Küpler, testiler doldu. Ağız ları sıvandı. Uzun süre bunları koyacak köşe bulamadılar ev lerde. «Her iş dengini alana kadar biraz bocalarız !» diyorlardı. Rıza'nın işleri de bir düzene girmişti ki ! Hamdi bey gitmeden 90.- lira topladılar. Rıza gitti kasabadan biraz cam, biraz öteberi aldı. Okula bir pencere daha açtı. Kadınları toplayıp içini dışını sıvattı. Sıraları onardı. Kara tahtayı boyadı. Atatürk'ün camını, çerçe vesini sildi. Bayrak eskimişti, yamattı. Muhtar geliyor gidiyor, Rıza'ya takılıyordu: «Yeni bir oku lun gereği yok yeğenim ! » diyordu. «Bu sıva, bu bakım yirmi yıl yeter buna ! Ak kireç olacağına, ak toprak olmuş, ne fark eder? Kiremit olacağına, dam olmuş, kapısı kapı, camı cam ya... Oturacak sırası, yazacak tatası da var ! Ankara'nın Çan kaya okulu değil ya bu!» Rıza bir gün çocukları topladı. İkişer ikişer el tutturdu. Bir çengi, bir çığlıkla köy içini dolaştırdı. Her yıl böyle yapı yorlardı. Alışmışlardı. Öğrendikleri bir iki marş eskisini, bir iki şarkıyı boza boza söyleyip köy sokaklarını dolaşıyorlardı. Marşlar çocuklara değil, yaşlı erkeklere bir şeyler söylüyordu asıl. Çocukların sesini duyunca Kır Abbas'ın gözleri doluyordu. «Çekip bir de bağlara götüreyim şunları ! » dedi. Rıza çocukları getirirken, yüzünü yuyordu Kır Abbas. İnce ince çığlıklar duydu , ıslak ellerini sildi, kapıya koştu. Hızlı hızlı yürüyen gecikmiş bir kaplumbağayı geçti. Kapının çatma sına tutunup bekledi. Çocuklar ortalığı çınlatarak geliyorlardı. Kimi saçını kestirmiş, kimi ördürmüştü. Hiçbirinin önlüğü, yakası tokası yoktu. Alacalı basmalar, dokumalar içinde ; ya- KAPLUMBAÖALAR 223 malı, ekli, ulaklıydılar. Ak dişleriyle, büyüyen gözleriyle hay kırıp geliyorlardı. Baştan ayağa bir şarkı, bir çığlıktılar. Bir şarkı, yepyeni... Bir çığlık, derinlerden... Yarınlara... Rıza : «Duuuur!.. » diye bağırdı arkalarından. Hiçbiri durmadı. Hiçbiri duymuyordu, dinlemiyordu. «Dur dedim heeeey!.. Dur, dur!..» Baktı olacak gibi değil, koşup önlerine geçti. Kollarını ha- vada salladı : «Duuur!..» Durdular. Rıza, Kır Abbas'ın yanına geldi: «Nassın Abbas emmi? Eyi misin?» «Kim, ben mi? Demir gibiyim, demir gibi !.. » dedi Kır Ab bas. Hemen ellerini kenetledi. «Demir gibiyim yeğenim Irıza! Gayrı eyice alıştım bu bağın havasına ! Öldüğüm zaman meze rimi bir kıyısına eşin! Valla öyle alıştım!.. » «Ben de bebeleri topluyorum Abbas emmi ! Şöyle sokak ları bir dolaştırdım, hızlarını alamadılar, çekip buraya kadar getirdim... » «Eyi ettin yeğenim, güzel ettin! Emme bağlarda üzüm kal madı. Bu köylünün ağzına tüküreyim : Buraya bir güp bek mezle, beş on billur kupa koysalar, gelenime gidenime şerbet yapıp sunsam eyi olmaz mı? Şimdi şu bebelere birer kupa şer bet gerekmez miydi? Emme akıl etmezler yeğenim. Eyi işleri akıl etmezler. Ben burayı bir akbuba kuşu gibi bekleyip hıf zediyorum, emme onlar beni adam yerine koymazlar. Ne ya palım Irıza, bebeleri topladın okula, hayırlı olsun, "kuru kuru" hayırlı olsun yeğenim !.. » Rıza bir bozum oldu ki: Kır Abbas kızdı: «Sizin elinizi ayağınızı ben bağlamıyorum ! » dedi. «Kendin den umudu olan, sürüden birer kuzu tutar, düşer yola! Benden kesik! Benim umudum yok ki ! Umudum olmayınca neden gi deyim? Olanı biteni, gördüğümü tuttuğumu birem birem anlat t ı m size ! Masalımız bitmiştir dedim size !..)> 342 KAPLUMBAÖALAR Konuşmayı kesti, kendi ev halkına döndü : «Kalk Yusuf, kalk Senem !.. Cennet kalk! Haydar, Fatma, Yeşer, kalkın dedem !..» Yeşer'i kucakladı. Yol açtılar. Öne düştü, evinin insanlarını çekti gitti. Hiç konuşmadan evlerine geldiler. Köy karanlıktı. Ev de karanlıktı. Senem hemen kandili yaktı. Yatakları serdi. Cennet karı da bulaşığa oturdu. Biraz sonra yattılar. Düşlü türeli uykular bastırdı. Gecenin düşleri, gündüzün işlerinden, gündüzün belalarından daha çok yoruyor, daha çok eziyor Kır Abbasgili, hemi de Tozaklıları... 13 DEMİR YÜREKLİ BEYLER Ertesi gün kuşluğa doğru iki jandarma geldi. Biri Berga malı, biri Rizeliydi. Köyün boş sokaklarında gezindiler. Her kes ekininde, biçimindeydi. Okulun hayatına oturup biraz din lendiler. Bergamalı j andarma: «Bizim oralarda ekinler biçileli çok oluyor. Bunlar hala uğraşıyor!» dedi. «Buraların yazı geç geliyor daa !..» dedi Rizeli. «Her yerin iklimi ayrı...» «Ama kanunları bir ! » dedi Bergamalı. «Her yerde jandar- malar tüfekli, yayan... » «Atlı devriyeler de yok midur?» dedi Rizeli. «Bırak şimdi atı !.. Nerde bulacağız muhtarı, üyeleri?» «Onların hepicuğu tarladadır. Gidip soralum !» Kalktılar. Kabaralı fotinleriyle kurumuş otlara basa basa tarlalara girdiler. Kırıyorlardı koyungözlerini , gelingüvey otla rını, kuşekmeklerini, çobançantalarını... Battal, j andarmaları görüp ekini, orağı bıraktı. Terliydi. Canı da sıkılıyordu. İçindeki sıkıntılar birbiri üstüne düğüm leniyordu. Jandarmaları karşıladı: «Hoş gelmişsiniz ! » dedi. «Eve mi gidelim, buraya mı otu ralım?» Güleryüz göstermek için kendini zorladı. Bergamalı jandarma: «Ne eve, ne köye ! » dedi. «Ü yelerini bul, hemen kasabaya ! Tahriratçı Sırrı beyin tel emri var. Dün öğleden sonra yazdır d ılar. Gidip kendisini göreceksiniz. Biz de başka köylere geçe ceğiz. Tel emrini size habar verdik: Battal'm beli kırıldı: «Bir hayır habar mı, yoksa şer mi?» diye sordu. 344 KAPLUMBAÖALAR «Valla bilmiyoruz ! Hayır deyin hayır olsun. Bildirin dedi ler, bildirdik. Mühürler yanındaysa şu alındı'yı mühürleyiver hemen... » Gölgeliğin bulunduğu köşeye yürüdüler. Battal alındı'yı mühürledi. «Bir su içebülsek?» dedi Rizeli. Battal: «İ sterseniz çalkama yaptırayım, yoğurt var.» dedi. «Yok!» dedi Bergamalı. «Uzun sürer... İş var...» «Yok uzun sürmez, iki takkalık iş!.. » dedi Battal. «Hayır, sen su ver bize, içip gidelim. Onbaşı dedi, tez ge lin... Haa, siz de hemen gideceksiniz. Ç abuk, hemen çabuk isti yormuş Sırrı bey.» « Öyle mi?» dedi Battal. Jandarmalara tuluktan su verdi. Rizeli er çekine çekine içti tuluk suyunu. Bergamalı da, «Ilımış... » dedi. Elleriyle ağızlarını sildiler: «Eee muhtar, haydi eyvallah kardaşım! Bize müsade !.. » Tüfekleri takınıp gittiler. Yayan yapıldaktılar. Postalları ağırdı. Hala kalın kışlıkların içindeydiler. İnce bir delikanlı olan Rizeli yanıyordu. Gelingüvey otları, kuşekmekleri, çoban çantaları, koyungözleri kırılıyordu bastıkça. Orak biçen köylü ler bellerini doğrultup bakıyorlardı. Yüzbir'in oralara doğru, kırın üstünde sıcaklıklar titriyordu. Daha uzaklar görünmü yordu titreşimden. Orada burada, biçilmiş ekinleri, kurumuş otları uçuran toz direkleri vardı havada... «Hayrola Battal?» dedi Güley. «Kasabadan istiyorlarmış, üyelerle birlikte ! » Alime doğrulup babasına baktı : «Gidecek misiniz hemen?» «Gitmeyip ne yapacağız?» «Ne olur buba, anamla bize birer dastar getiriver ! » « (Her iş bitti de Alime ! ) » dedi Battal içinden. «Getireyim kara kızım... » «Emme ak olsun! Bu karalar yakıyor insanın başını... » KAPL UMBAGALAR 345 « (Köylü başı yanmak için ! Ama getireyim... ) » Ekledi : «Ak olsun pekey... » dedi Battal. «Siz biçin gayrı ekini, ben arkadaş ları dolaşayım... » Ardına baka baka yürüdü. Ö nce Rıza'ya uğradı: «Üyeleri, beni istiyorlar, hemi de bugün ! » dedi. «Belki hayır bir habardır... » dedi Rıza. «İşallah... » Kır Abbas'a uğradı. Yaşlı adam bükülüyor, kendini yıyıp bitirircesine orak sallıyordu. Battal'ı dinledi dinledi, sonra doğ ruldu: «Bir süre bu gidip gelmelerin ardı gelmez yeğenim B attal ! Gidin bakalım... Hayır olsun... » dedi. «Eh işallah!.. » «Ö teki üyelere bekçiyi yolladı : «Hemen gelsinler, çabuk... » dedi. Kendisi Kel Bektaş'ın tarlaya yürüdü. Bektaş: «Kaç sefer söyleyeceğim arkadaş, ben üyelikten çekilme dim mi?» diye sordu. «Ta o kara kutunun düştüğü gün çekil dim kurul üyeliğinden ben... » «Mühürün bendeydi Bektaş. Abbas emmiye verdiydim. O da dilekçeye basmıştır... » «Neyse, gidelim... » dedi Bektaş. «Belkim sonu hayır çıkar... Yeri gelir, iki laf edersem etgisi olur...» «Olur işallah! » dedi Battal. Kendi tarlasına geldi. Güley'e: «Belkim nüzüm eder, bana azık böl torbadan.» dedi. Güley: «Burda yola konacak bir şey yok Battal! Eve gideyim.» «Çok bir şey istemez, birez yoğurt, bir iki yumurta... Ba- karsın yolda bindiğimiz otopos felan bozulur... » Kel Bektaş geldi: «Üstümüzü başımızı değiştirmeyelim mi?» dedi. «Köyden geldiğimizi, iş içinden olduğumuzu bilirler! Değiş tirmeyelim.» dedi Battal. «Belkim Ankara'ya geçeriz? » «Geçersek onlar da görürler!..» 346 KAPLUMBAÖALAR Ö teki üyeler geldiler. Onlar da üst başlarını düşünüyor- l ardı koyu koyu. «Aldırmayın !» dedi Battal. «Ayıbımız görünmüyor ya!..» Battal karısına kızma el salladı: «Hoşça kalı n ! » «Allah yardımcınız olsun! Hayırlı habarlarmızı bekleriz !» dedi Güley. Yamaları yırtıklarıyle, «Bu halimiz hal değil ya!» deyip duruyordu üyeler. Ayakları pişmişti çarıkların içinde. «Aldırmayın ulan! Kasabada tıraş olur düzeliriz!» Tarlaların arasından patikaya çıktılar. Ne sorulacağını, so rulara ne karşılık vereceklerini konuşa konuşa gittiler. Purluk köy sınırları içinde değil miydi? Ta yüz yıldır, beş yüz yıldır öylece durmuyor muydu? Yaz bahar aylarında ko yunları kuzuları yayılırdı. Ekimlerde kasımlarda, dikenlerini, gevenlerini kazarlardı. 14 Numaralı Kadastro Komisyonunun kararı kesinleşmiş, itiraz edememişler. Ama haberleri olmuş muydu? İ şte haberleri oldu, itiraz ediyorlar. Yanlış hesap Bağ dat'tan döner dünyada. İşte söylüyorlar, her zaman söyleyecek ler... Ağızlarını birlediler. Kasabanın yolları taştan. Memurların ekini yok, orağı yok. Güneşi yok, sıcağı yok. Ay otuz, aylık bin dokuz yüz... Git bir köye, yolluk! Dön kasabaya, yolluk! Avratların çok bir işi yok. Kıçlarını koymuşlar kapıların taşına, sakız çiğnerler. Yidikleri önlerinde, yimediklerf arkalarında. Bir kocalarının keyfini çat tırmaktan başka ne yorgunluk, ne sıkıntı... Esnafın işi de dal ga... Berberinki kırt kırt iki ustura.. Tenekecininki tık tık. Yü rümeden, yorulmadan, «kölge»de... En zoru, hemi de iyisi çift çilik. Ama suyun olacak. Toprağın kuvvetli olacak. Atın , ökü zün, motorun... mazotun... Hemi de hazine diye, kesinleşmiş karar diye, icar diye, imar, ihya, eciri misil diye bun verme yecek bir hökümetin olacak... Bir devlet... baba bir devlet ki, herkesi evlat bilecek... Hükümet konağı ağır, taş yapı... Sade mermerden hemi de !.. Nasıl çıkardınız bu taşları bu duvarların üstüne? Hangi güçle, hangi fenle? İçerleri serin! Kapıdaki j andarmayı anası Kadir Gecesinde doğurmuş. Ne talim var, ne devriye! Dikiliyor talı- KAPLUMBAGALAR 347 riratçı beyin kapısında. Göbeğinde bir tabanca. Bununki de dalga, bununki de «kölge». İ fade? Birtakım sorular? Sen bizden istediğini sor efendi ! Her sorunun karşılığı hazır! Ağızlarını birleyip geldi onlar! Meteoroloji Rasat Cihazı? Hımın, Tekağaç'ın oraya düşen kara kutu... Evet efendim, aslı var! Onun öyle uğursuz bir şey, yok yok... korkunç bir şey olduğunu, efendime söyleyim, daha ossat sezdiler. Korktular da. Korkmadık deyip yalan söyleseler ne faydası var şimdi? Abbas Kartal gitti yanına. Evet efendim, çok yaşlı, yetmişten fazla bir adam , evet! Değildir, öyle görü nür emme gattiyen çatlak değildir efendim! Evet! Kendisi yok allahı var, hökümetimizi de çok sever. Yani kendi öz babasının hökümeti gibi üzerine titrer. Kimseye bir kem söz söyletmez... Kısacası mı? Pekey efendim... Daha mı çabuk? Biz kuyu paklıyorduk efendim, malmüdürü gelmiş bir bildirim var demiş efendim. Gittik bağlara, efendim şimdi yokarda allah var; geçelim mi bağları geçelim mi? Valla an lamadık efendim. Şimdi geçelim, pekey efendim. Bozuk para mı? Bozuk para bozuk para... Ulan Bektaş, Ali, Veli, Hasan, siz böyle bir şey hatırlıyor musunuz? Haa haa, tamam efendim, ta bii böyle bildirim yapılınca, imar ihya, eciri misil icar deyince, komşular sızlandılar. Sen olsan sızlanmaz mısın? Dikmiş ye şertmişsin. Daha bir yıl üzüm kırmışsın. Para meselesini mi anlatayım? Onu anlatıyorum. Aslında öyle bir iş geçmedi ara mızda. Malmüdürü bey kızdı: «Benim öyle bozuk paraya aklım ermez!» dedi. Dedi efendim hepimiz kulağımızla duyduk. Em me para gayasına söylemedi. Hırslandı da söyledi. Hani li'tfın gelimi. Yok yok, biz öyle elli kuruş, yetmiş kuruş göstermedik efendim. Bütün para felan da istemedi... Yazıcı Mehmet efendi. Önünde yazı makinesi... Kız gibi yüzü. Tık tık tık... Çok çabuk yazıyor. Kır Abbas'm karnı kara imiş. Oturup tasvirlerini çıkarıyor ki hiç kıpırdamıyorlar deyi ! Hökümet bu, şaka değil ! Tenekeden tunçtan makineler, her fen ellerinde... Her ilim, her bilim, her fen... Emme beyim, yani şimdi, biz yani, komşulara bir cuvap götürmeyecek miyiz? Demek kanun bilecek? İşlem tamamla- 348 KAPLUMBAGALAR nmca... Kanuna hiç kimse bir şey deyemez ! Kesinleşen karar lar uygulanır. Sizin göreviniz o. Görev namus ! Helbet... Emme bizim de elimizden tutan biri gerek. Sen tut bizim elimiz den efendi. Biz demiyoruz ki hazinemiz kurusun. Biz diyo ruz hazinemiz kurumasın, emme bizim yetişip ele gelmiş bağ larımız da kurumasın ! Köyümüz temelli körelmesin! Biz daha devletimizin beş kuruşunu ziyan etmedik bugüne kadar. O ka dar oy verdik, üç kuruş karşılık istemedik. Efendime söyleyim, biz sessiz, saygılı; haddini bilir, ne Arabın yüzü, ne Şanım şe keri, efendime söyleyim, ne elin üç oğlağı, beş keçisi... biz çok akkın köylüleriz ! Sürer eker biçeriz. Ulülemre itaat ederiz. Gökten yağan her şeyi kabul ederiz. Emme emme... bu bağ işi eyiye dönmezse, hani yok mu ya, içimizin duvarları göçer efen dim, yani hükümetten devletten, kaymakamdan nefret oluruz ki bir daha düzelmesi olanaksızdır!.. Biz şimdi malmüdürüne bir uğrasak mı? Bu ifade mese lesini hiç açmayalım? Hay hay ! Söyleme dedin mi söylemeyiz. Söylemeyiz helbet! Söyle dersen söyleriz. Pekey söylemeyelim. Dilekçemizi işleme korsan ne zaman bir cuvap verirsin bize? Şöyle çabuk olsun aman beyim? Yani komşular çok üzülüyor lar bu işe. Bildiğin gibi değil valla... Yani çatlayacaz maraktan... Kimbilir kaç yıl okudu? Kaç yıl dirsek çürüttü okullar da? Hemi de çok kafal ı ! Kafalı olmasa koskoca kaymakamın ye rine nasıl oturabilir? Saffet beyi de tutuyor. Eh, oylarımızı yabana atmamışız gene !.. Malmüdürü bey içerde. Yazıyor. Bizi görmedi. B i r daha geçelim görsün. Görünce tanımaz mı? Tanır. Kaç gün oldu gö rüşeli ! Tık tık edelim. Çıkarın bakalım şapkaları. Aman aman evrağa !.. Aman aman kaada !.. Ulan nasıl çıkarsınız bunların içinden? Aman, ak üstünde karalar... Sayılar sayılar sayılar... Bunların her kalemi para... Aylık, yolluk... Vergi, icar... Gelir, gelirler... Evet malmüdürü beyim! Geldik. Anlaşmaya... değil, değil! Sorup anlamaya! Paydos oluyor ha? Helbet... Yimeden yaşayan yok ki ! Bir buçuk ikide... Gecikmeyiz. Merdiven taş larına oturur, bekleriz zatını. Güneş... Sıcak... Cami çeşmesi. Su. Sular gürül gürül. Bol. KAPL UMBAGALAR 349 Çok bol maşşallalı kasabanın suları... Şunun parmak kadarı To zak'ta olsa! Ah, Tozak'ta iki parmak akarsu olsa... Hemen şur da kölgede yiyiverelim. Çıkaralım azıklarımızı. Masraf etme yelim. Boğazda bostan bitecek değil ya! Diş kervanı, Halep kervanını yener demişler. Nemize gerek? Yumurtanın yarısını sana vereyim Ali ! Sen de yoğurt al birez Veli ! Olsun, o da yo ğurt, bu da yoğurt emme, kabı ayrı olanın tadı ayrı olur yeğe nim ! Üstüne birer su içeriz, tamam olur. Kasabalı kısmı sofu dur arkadaş. Kara bereler. Hocalara verip okuturlar bebelerini. Kızlarını hafız yaparlar. Sofu dedik ya ! Aptesini alan camiye ! Yatarlar, kalkarlar. Allah bunların sadece dillerinde canım! Sen tereziden habar ver. Üçe aldığını kaça satıyor şu yeşil tak keli hacı, ondan habar ver. Kasap Ali değil kasabalı bu ! Hepsi bir değil mi? Boş ver, ne de olsa kasabal ı ! Efendi ağa saatın kaç?.. Yarım... Erken daha... B i r dolaşsak mı çarşıyı? Emme sıcak. Uzanalım ulan kölgeye ! Cami kölgesi serin olur. Şu iş bitse de gitsek. Biter işallah! Bakarsın hayırlı biter. Hiç öyle görünmüyor emme dur bakalım. Tarlada ekin lerimiz kaldı. Üzümlere ben düşmüş diyordu karılar. Kır Ab bas bağları bıraktı gayrı! «Masalımız bitmiştir! » diyordu. Umu- · dunu hemen kesiverdi canım ! Efendi ağa, saatın kaç?.. Çeyrek var... Ulan vakit geçmiyor, aşkolsun ! Seninkiler yatıp kalkıyorlar hala! İmam efendinin de se sine ! Kardaşım , insanın içi temiz olsun! Hasan-Üseyin'i Kerbe la'da susuz öldürdükten sonra, gece gündüz camiden çıkma salar kıymeti yok, yoook! Bizimki de o hesaba mı varıyor, de din? Bir yezit oyunu gibi ha? Yeşermiş bağımızı elimizden al dıktan sonra, değil mi?.. Bak bu hiç aklıma gelmediydi valla!.. Camgöz birez yumuşak gibi emme, dur bakalım. Tahriratçı bey ifademizi aldı, neye bozuk para'yı sordu? Abbas emmi de bun ları neye yazdırır? Emme AYNEN demiş! Ben diyorum ki, bu kelkafayla camgözün arasında bir iş var. Öyle görünüyor. Dilekçemizi işleme koyacak. Tarih numara vermiş. Harf harf de okumuş! Efendi ağa, saatın kaç? Çeyrek geçiyor. Kalkalım geç kal mayalım ! Öğle namazı on rekat mıydı? Bitirdiler... Güneş... 350 KAPLUMBAÖALAR İ nsan pişecek valla !.. Yapıyı görüyorsun ya ! Sade mermerden... Bu koca taşları duvarlara nasıl çıkardılar? Haa burdayız beyim! Evet Omar beyim! Hemen geldik be yim. Başlayalım beyim. Ö zel İdare'den bir adam, Zireet'ten bir adam... Heralda doğrudur beyim. Hoş bulduk efendim. Eyiyiz Zireetçi beyim. Diktik beyim. Kazdık belimize kadar. Eğitme nimiz Irıza verdi bu aklı bize efendim. Bu fenleri Mahmudiye' deki korsta öğrendi. Irauf hoca varımış. Doğru söylüyorsun be yim. Dinçmiş toprağın üstü. Alt tabakalar çok dinç... Biz de din ciz emm e !.. Bu taşları nasıl çıkardılar? neyse!.. Bizim bağlar mı? 120 dönüm kadar. Ev başına ikişer dönüm. Herkesin var. Bu yıl ikinciyi alacağız. Üzümün birezini pek mez yaparız, birezini şarap. Helbet, kendi bağın gibisi var mı? Bir tek asmanın verdiğini beyler vermez ! Gözümüz gibi koru yoruz. Bağların değerini çok, çok eyi anladık... Üzümün kilosu mu? Hiç satmadık! Burda 160 mı? Belki doğrudur. Biz 160'tan ne üzüm alabiliriz, ne satabiliri z ! Yaa ! 150 sağlam demek? Eyi ya ! Bir dönümden mi? Bağına göredir heralda! Zireetçi bey mi söylesin? Olur. Dönüm başına üç ton... Ton nedir? Bin? Yok canım, ne bini, nerde!.. Bütün bağlardan çıkmaz o kadar üzüm ! Eee belki biz tonu bilmiyoruz ! Haklısı nız ! Demek dört beş tona kadar çıkar Çal'da? Neresi Çal? Heç duymuşluğumuz yok ! Demek oralar bağ memleketi? Her yerin bir ıklımı var... Gider'i gider'i?.. Valla biz parayla insan çalıştırmayız. Ken dimiz budar belleriz. Hep kendimiz. Bekçi parası da vermeyiz. Abbas Kartal karşılıksız yapıyor bu işi. Kendiniz yakıştırın. Anlaşmak anlaşmak dediğin bu mu senin Omar bey? Dönüm başına 330 lire? İki dönümü 660. Yuvarlak 650 haa? Kim? Biz mi? Şaka yapıyorsunuz ! Yavu siz aklınızı mı çıvdırdınız? Yu varlak da olsa hiç hiç hiç olanağı yoktur! Bizim bir yıllık ge lirimiz o be! İnsaflısı? Pekey insafsızı nasıl oluyor? Tozak kö yünde bu parayı verecek tek kul çıkmaz! Ben veremem, Bektaş veremez, kimse veremez!.. Altı yüzünden geçip sade elli istese niz, o gene zor... O Purluk bizim öz malımız! Ne hazinesi?.. KAPLUMBAGALAR 351 Naaah, tam Bektaş'ın dediği gibi, hazine mi gelip kazdı top rağı? Hazine mi buldu dikti çubukları? Toprağın maliki? Top rağın maliki köylü yavu!.. Kazan, bakan, çapalayan kimse o... Hayır!.. Kabul edemeyiz ! Edemeyiz, çünkü edilmez! Onun ora sını köylü olmayan bilemez! Haşa! Biz devletimizi, hazinemizi, dahi mamirlerimizi düşünürüz. Onları severiz. Emme bu iş ola naksız. 160 kuruştan üzümü biz kime satacağız? Şarabı kim ala cak? Herkes softa dolayımızda. Rengini gören kaçıyor. Terk mi edelim? Neden? Nereye? Artırmaya çıkaracaksınız demek? Siz bize eyilik ediyorsunuz da biz anlamıyoruz demek? Vah vah vah ! Eciri Misil'den vazgeçecektiniz? Geçmeyin! Gelin ne ala caksanız alın ! Canımız dahil. Biz gider bunu böyle anlatırız komşulara. Bir de onlar düşünürler. Yok beyim, ne kusuruna bakalım? Kusur bizim... Kanun mu? Bilmiyoruz ki... cahallık var işin ucunda... Kanunlar sizin, hepicini siz bilirsiniz... Kalkın arkadaşlar... Evet, merdin yakası namerdin elinde bugün!.. Her şey o kara kutunun düştüğü günden başladı. Dev resi gün kadastro geldi! Bir sepet arıyı köyün başına döktü gitti kadastro! Abbas emminin çok hakkı var! Tahriratçı bey senin anayın kardaşı, babayın sefer yoldaşı mı? O da o!.. Efen dime söyleyim, yani hepsi aynı bokun soyu ! Söylemem mi ya hu ! Eşşeğin canı yanınca atı kor geçer! Biz de eşşeğiz ki gelen biniyor, geçen biniyor zati ! Bir akılsız kazlarız ki, tutan yo luyor... Hamdi beye mi uğrasak bir? İ nsan insanın kurdudur de mek? Belkim bir laf anlatır şu camgöze ! Buraya kadar gelmiş ken, değil mi ya? Evi Kaledibi'ndeymiş. Evinde değilse ne ya palım arkadaş? Döneriz. Kasabanın yolları taştan. Bu avratlar da kara çarşafları çok seviyorlar! Yüzünüzü mü yiyecekler ulan ! Gözel mi? Nerden anladın? Omuzları? Beli? Ne yapacaksın om zunu belini?.. Avradın makbul yeri, makbul yeri... Yavu efendi kardaş, Hamdi beyin evi hangisi? Birez daha mı gidelim? Pe key! Avradın makbul yeri, memesi ki süt verir. Elleri, pişirir taşırır, işler. Dili ki sever, okşar... Yavu efendi kardaş, Hamdi beyin ev? Şu koca yapılı; pekey!.. Kutusuna gelince... ulan Kel Bektaş, onun orası «A» harfidir, birinciye gelir! Okumadık em- 352 KAPLUMBAÖALAR me biliriz ! Avrat meselesinde okuyup yazmanın ne gereği var? Avratlar selis yazıdır, kolay okunur... Tık tık edelim. Evde bari olsaydı. Küpür küpür... Heralda karısı gelen. Şöyle birez açılın, avrat korkmasın. Haa biziz yenge ! Tozak'tanız yani. Muhtar, üyeler. Bir derdimiz varıdı. Ya, Hamdi beyi görelim diyorduk. Sarıkızlı'ya gitti, okul ya pımına gitti? Daha dün gitti? Baştaki hökümet böyle olunca okulu batsın yenge ! Kaderimiz mi? Kaderimiz de batsın!.. Ka derimizin kötülüğünü hurdan anla ki, Hamdi bey evde yok ! Abbas emmi yoklamış geçen sefer, gene evde yoğumuş. Der dimiz? Hiç sorma yenge! Bir derin kuyu bizim derdimiz ki çekiyoruz çekiyoruz bitmiyor! Dikip yeşerttiğimiz bağı alıyor lar elimizden yenge ! Sen olsan katil olursun !.. Pur taşlarını kıra kıra... Kazarken ellerimiz patlamıştı... Tokturlar görse üç ay lapor verirdi. Hazine alıyor yenge hazine ! Camgöz malmü dürü alıyor! Hazine diyor, başka demiyor! Madem hazine ha zine... bizi aşılayıp öldürsünler! Yok yenge, hemen, hemen yola çıkalım biz ! Komşular serçe kuşları gibi ağızlarını açmışlar, ha bar bekliyorlar. Yok yok, daha gelmeyiz ! Belkim Ankara'ya Saffet beye gideriz. Emme umudumuz yok. Herkes kanunlu, biz kanunsuz... Hoşça kal. Yok yok, dut yiyecek dudak mı kaldı baksana : Hep çatladılar maraktan ! Köyde mi? Ne gezer? Bizim köyde bağlardan, bir de bağlardaki dört zerdeli fidanından baş ka yeşil yaprak arama ! Yeşil yaprak bizim neyimize? Bekir Ağa Beklemesi... Dolu geçen, boş geçen makineler... Boru yüklü bir kamyon... Adam başına üçer lire. Dedik ya , tu- tan yoluyor... Yolup salıyor... Çalkala dürzünün sattığı ! Toz duman, arka boru dumanı... Yüzbir... Bizim yoksul patika... Ekinlerimiz biçiliyor... D oğru tarlalara gidelim. Orakların sa pına yapışalım... Akşam ola, hayır ola !.. Komşuları cem ede lim... Bağlar yemyeşil !.. Emme başımı o yana döndürüp baka mıyorum... Yüreğim dayanmıyor!.. * ** Rıza hemen Battal'ın tarlaya geldi. «Bağlardan umudu kes Irıza! Herkes kanun diyor, kanun kanun kanun » dedi Battal.... KAPLUMBAGALAR Rıza'nın karısı Döndü çıktı geldi. Oğlu geldi, kızı geldi. «Dönüm başına 330, iki dönüme 650 lire !..» On kadar komşu çıktı geldi. Oğluyle, geliniyle Hörü ebe çıktı geldi. «Bir eyilik olmak üzere eciri misil almıyorlar... » Yirmi kadar daha komşu geldi, ellerinde orak çoğunun. Battal hala ekinin ardında, ayaküstü anlatıyordu. Komşular sessiz sessiz dinliyorlardı. Yalama dudaklarıyle habire geliyorlardı. Kavru1muşlardı meraktan. Koyunların tuza geldiği gibi geliyorlardı. Belki bir iy i haber vardı Battal'da. Hayır şer bir haber verdı nasıl olsa. Battal, orak elinde, tarlanın biçilmiş bir yerine oturdu. Kel Bektaş'ın oğlu, kızı, karısı geldi. Ali geldi, Veli geldi. Hasan geldi. Karıları, kızları, oğulları geldiler. Battal kırık kırık anlatıyordu: «Dilekçeyi işleme koyacaklar... Camgöz de bağları açık ar- tırmaya çıkaracak kasabada... Ben bu dürzülerin tümünün kö- küne kökenine sinkaf edeyim... » Cennet karı, Yusuf, Senem, Haydar geldiler. Kır Abbas... gelmedi ! Yüz adım yoktu araları... Gelmedi ! Oturdu gölgeliğin altına. Torunu Yeşer'i aldı yanına. Bekledi. Yeşer'in elleri pıtraktan, başka dikenlerden çizilmişti. Dudak ları çatlamıştı. Kır Abbas'ın dudakları da çatlam1ştı. Beti benzi uçmuştu. Bağlardan yana baktıkça içine kanlar üğünüyordu. Karısına, oğluna, gelinine bir şey demiyordu. Kanlarını içine içine üğütüyordu. Torununu okşuyordu. Okşarken elleriyle, öperken dudaklarıyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bakar ken de gözleriyle döküyordu içindeki derdi dışarı... «Haldan anlayan tek kişi yok komşular! Tahriratçıyı derse niz onun derdi başka. Bilemedik ne var camgözle aralarında? Bizi ifadeye çekiyor ki, nedir bu bozuk para, bütün para sözü nün aslı? Camgöz malmüdürü "Benim bozuk paraya aklım er mez ! " deye deye kabardıydı ya bize! Abbas emmi de yazdırmış HEPSİNİ ! Ö nünden gidivermiş emminin. Bizim de gitti önü müzden. Dahi mühür bile bastırdı. Bastık. Basmasan ne yapa- 23 354 KAPLUMBAÖALAR caksın '? Cahalsın bir kere! Bu sözün ardından ne söz geleceğini, bir takka sonra ne olacağını bilemiyorsun. Heriflerin lügatleri bir lügat ki... Hemi de kapıda candarma... Abbas emminin yer den göğe hakkı var: Bu işten umut bitmiştir. Nerde Abbas emmi? Gelmedi mi ? Herkes geldi, o gelmedi demek? Ne yap sın gelsin de? Biliyor bizim ne getirdiğimizi...» Karı kız, kızan yuvalarından uğramış gözlerle dinlediler Battal'ı. Hiçbiri konuşmuyordu... Alın ış gibiydi dilleri... «Eğer derseniz ki istedikleri icarı verelim, bozalım bağları, gitsin bu düzen böyle; nefsime ben veremem! 650 istiyorlar ev başına: Kuruş isteseler belki, emme lire istiyorlar!.. Eğer der seniz ki, Köroğlu aleyhüsselam gibi çıkalım dağlara, furuşalım, dövüşelim; ben onda da yoğum ! Tek başına bizim köy!.. Tek başına bizim köyün ne kıymatı var?.. Benim elimde bir av tü feği. onun elinde makineli, cip, cephane ! Üç gün demeden ya kalıyor. Efendime söyleyim, heralda bu işin çıkarı yoktur. Var dır emmi biz bilmiyoruz... Ensemizdeki devlettir! D ırnakları demirden bir devlet... Eğer derseniz ki, "Kanun kanun diyor lar, belki bizden yana da bir kanun vardır, bak Hamdi beyi bulamamışsınız. abukatlara sormamışsınız, bir de bu yolları de nesek eyi olur!.. " Benim hiç umudum yoktur emme gene karar sizindir. Git derseniz giderim. Köy bizim, çile bizim. Ben b u konuşmaları akşama yaparım diyorum, emme şimdi yaptık da ha eyi oldu. Bir cuvap verin bana ki, efendime söyleyim. ben de ona göre_ hazırlığa bakayım..». Başını yere eğdi. Konuşmayı kesti. Sesi bir hoş olmuştu. Rıza boğulur gibi bir sesle, bir şeyler söylemek istedi, ya pamadı : «Suçukuyorum ! Karşınızda çok suçukuyorum komşu lar...» dedi, kaldı. Beş on kişi ağlamaya başladı kalabalıktan. Kadınlar göz yaşlarını sildiler. Hıçkırıklarla, boğulmalarla bir süre geçti. Rıza biraz açılır gibi oldu : «Ben hep eyi olsun deye cahtettim, hiç böyle olmasını iste medim komşular! Muhtarımızdan, üyelerimizden, Bektaş'tan hoşnuduz. Heralda içimizden kimsenin taksiratı yok bu işte. Abbas emmi kocalığıyla kalktı gitti. İzin verirseniz torbamı ta- KAPLUMBAGALAR 355 kmıp bir de ben gideyim. Önce Sarıkızlı'ya varıp Hamdi beyi bulayım. İzniniz olursa köyün mühürlerini alayım. Gereğirse Ankara'ya gideyim. Olur ki kanunların bir ma? deciği bizim bağlardan yanadır. Yani ufacık bir umut... Eğer bağları batı rırsak, gayrı ben buralarda duramam. Ya gider bir dağda eş kıya olurum, yada atarım kendimi Buğra köyünün kayasından Kızılırmağa, yuvarlanır giderim... » «Eşkıyalığın nüzümü yok !rız a ! » diye bağırdı Battal. «Ken dini Kızılırmağa atmak da bir şeyi düzeltmez ! Bizim önümüz sıra bu lafları etme. Elimizden geleni yapalım. Ö tesinden onlar u tansınlar! Köylü deyip geçme. Bir gün bizim elimize de bir fırsat geçer. Köylü kömeli !rıza... Kömeli emme, sırt yamalı... Komşuların izniyle ben mühürleri vereyim, torbanı takın, Sa rıkızlı'ya var. Gereğirse Hamdi beyi al, Ankara'ya git. Ekinin. orağın için gamlanma. Çokaşır biçeriz.. ». Komşular başlarını salladılar: «Ekin kolay... » dediler. «Ekin bizim işimiz. Siz ötekini düşünün... » dediler. Battal mühürleri verdi. Aldı koynuna soktu Rıza. Boş gözlerle köylülerine baktı. Kadınlar hala ağlıyorlardı. Erkekleri n başları eğikti tüm. Battal: «Haydin komşular, kesin hıçkırmayı, ağlamayı ! » dedi. «Ağ l ;ımakla boğaz yidiğinden, sırt geydiğinden kalmıyor! Biz ağla makla hökümetin yüreği yumuşamıyor. Boş verin. oraklarını zın sapım öpüp «TU ! » deyin avuçlarımza, ekinlerinizi biçin. A dem Baba'dan beri, orağı sabanı alacak çıkmadı elimizden! Hiç olmazsa bunlar sağlam... » Bir ölü ölmüş gibi acılıydılar. Kıpırdamıyorlardı. Sıcak gü neşin altında kızgın toprağa etlerinden yapışmış gibiydiler. Böy le bir işin başka bir köyün başına gelebileceğini sanmıyorlardı. Hiç ummadıkları, beklemedikleri bir durumdu bu. Kanunların, kanuncuların işi gücü bırakıp sade kendilerine, kendi köylerine bu kötülüğü yaptıkları gibi bir duygu içlerini dolduruyordu. Soluk almadan öyle bakıyorlar. düşünüyorlardı. Düşünüp taşı nıp bir çıkar yol bulamıyorlardı... Battal kalktı : 356 KAPLUMBAGALAR «Ben bir Abbas emmiye varayım ! » dedi. «Ne düşünüyor, ne ediyor... Dişlerini sıka sıka kendi kendini nasıl yiyip tüketiyor, bir göreyim... » Gözlerini tepip çıkan yaşları sildi. Sallana sallana gitti. Köylüler hala oturuyorlardı. Rıza; Döndü'yü, Naciye'yi, Hüseyin'i kaldırdı : «Yarın yolculuk var madem, şu eğneli kurtaralım ! » dedi. Battal, Kır Abbas'ın yanındaydı. Bıdır bıdır anlatıyordu. Kı r Abbas dinlemiyordu hiç. Konuşmuyordu da. Elinde bir taş ; taşla oynuyor, Yeşer'i okşuyor, ara sıra da uzaktaki dağlara bakıyordu. « (Ah Kır dürzü ! ) » diyordu kendi kendine. « (Çok değil, yirmi yaş genç olacaktın şimdi ! O dağlar, hemi de bilu mum köyler bir eşkıya göreceklerdi !.. Bir eşkıya ki, durdurup şu ters giden dünyayı, yönüne döndürecekti !..) » Bakıyordu uzak dağlara... 14 NE OLACAK BUNUN SONU? Rıza'nın azık torbasını akşamdan hazır etti karısı Döndü. Yumurta, soğan, ekmek kattı sadece. Katmer filan etmedi. Süz me yoğurt koydu azıcık da... «Kim yiyecek?» dedi Rıza. «Sade tuz ekmek koy, yeter... » Gün doğmadan yola çıktı. Sarıkızlı uzaaak, çok uzak bir köydü. Tepeleri aşacaktın. Sığ bir yerini bulup Kızılırmağı ge çecektin. Gide gide bu seksen, yüz evli köye varacaktın. Rıza' nın bildiği yer, bildiği yol değildi. Hiç işi düşmemişti bugü nece oralara... Terledim, usandım demeden yürüdü. Kara lastiklerini tak mıştı ayaklarına. Hamdi beyin yanına çarıkla varmak istemi yordu. Parmak araları vıcık vıcık olmuştu. Kızgın toprağa bas tıkça ayakları kaynıyordu. Kırların ortasında, derede ince ince akan bir çeşmenin ba şında karnını doyurdu. İki avuç su içti. Kalktı gene yürüdü. Ayaklarının yanmasına, pişmesine bakmadan, sabırla yürüdü. Tozlu yollara köz dökmüşler gibi yanıyordu... Gün inerken Sarıkızlı göründü. Taşların dibinde çöküp du ruyordu. Önünden bir küçük akarsu geçiyordu. Suyun iki ya nında küçülmüş tarlalar yatıyordu. Çok söğüt dikmişlerdi. Çok budamışlar, kesmişlerdi ağaçları. Gövdeleri kütükleşmişti. Sarıkızlılar ekinlerini taşımışlardı harman yerine. Kimi de anızları bozup «gökmısır» ekmişti. Bazı küçük çevriklerde do-. mates, biber yeşilliği görünüyordu. Kabak yapraklarında arılar uçuşuyordu... Okul yapısı d a ancak subasman'a çıkabilmişti. Yığılmış taş lar, süzülmüş kumlar, kireç kuyusu, harç tenekeleri, tuğlala rıyle değişik, hatta yabancı bir yapı işiydi bu balçık Sarıkızlı köyünün eteğinde. 358 KAPLUMBAGALAR Hamdi bey yapının ortasında geziniyordu. Başında yazlık !iapkası, kıçında golf pantolonu vardı. Ustalar, işçiler işi bırak mışlardı. Hamdi beyin yanında bir tek köylüden başka kimse yoktu. Okul yapısı bir ıssızlığın içindeydi... İyice akşam oluyordu. Sığır sıpa geliyordu köye. Yanık yağ kokusu, koca bulgurun her köyde aynı olan kokusu havay1 dol duruyordu. Sankızlı'ya karanlık çöküyordu. «Merhaba Hamdi beyim... » Hamdi bey baktı : «Yavu Rıza! Rız a ! Hayrola ulan!» «Hayır deyelim de hayır olsun Hamdi beyim... » «Kır Abbas aramış emme, Ankara'daydım. Anlat?» Rıza'nın dili tutulmuş gibiydi. Ayakta durmaya de rmanı yoktu yorgunluktan. «Bu yanımdaki arkadaş, Sarıkızlı'nın muhtarıdır, çekinme- den konuş... » «Hocam bizim bağlar gidiyor! » «Nere gidiyormuş sizin bağlar?» «Alıyorlar bağları elimizden hocam ! » Oraya bir taşın başına çöküverdi. B i r zaman öyle sessiz kaldı. « (Her iş aklıma gelirdi de bu gelmezdi. Kancıklık bu ulan! Daha altın madalya verin bu köylülere ki toplanıp gözel bir iş başardılar! Altmış evi bağ sahibi ettiler. Sepetlerle, kal burlarla şoseye inip saçı kıldılar. Dedelerinin göze! gelenekle rini dirilttiler. Siz ne yaptınız bunca yıldır? Vay suyunuz ısı na !.. Vay adınız bata !.. ) » Sarıkızlı muhtarı, «Beyim kalkın eve gidelim.» dedi. «Ne yapacaksın eve gidip?» dedi Hamdi bey. Çok oturdular orada. Ortalık karardı. Dereden suyun sesi gelmeye başladı. Neden sonra kalkıp muhtar İlyas'ın evine git tiler. Hayata, yelin bağrına oturdular. İlyas, hazır yemekleri getirtti ortaya. «Aç karnım tomtok oldu ! » dedi Hamdi bey. Zorla bir iki lokma yuttu: «Başka geçmiyor boğazımdan ! » dedi. Koydu kaşığı sofranın kıyısına. Rıza da yemedi doğru dürüst. KAPLUMBAGALAR 359 Sofra kalkarken birkaç kişi geldi, ertesi günün i şlerini ko ıı u ştuJar. «Benim atı yeygileyin İ lyas ! » dedi Hamdi bey. «Sabaha hazır olsun. Bir gidip bakayım Tozak'a. Hallarını göreyim. Yü reklerine su serpecek iki laf edeyim. Buradaki işleri de ben varım deye yapmıyordunuz zati. Devam edin, bitirin. Kendi okulunuz arkadaş... » «Okul işi kolay Hamdi bey ! » dedi İ lyas. «Biz onu yetişti ririz. Asıl şu arkadaşların işi benim neşemi söndürdü kökün den! Heç anlamıyorum, bu nasıl hökümet? Bir yandan okul yapıp dölüm dölüm örnek bahçe ayırtıyor, bir yandan dikilmiş yeşermiş bağları köylünün elinden alıyor ! » «Sen anlamıyorsun da yapanlar anlıyorlar m ı ? » dedi Hamdi bey. «Onlar da anlamadan yapıyorlar! Kimsenin kimseden ha barı yok ! Bu devletin adliyesi ayrıdır, mülkiyesi, maliyesi ay rıdır. Eğitimi, Ziraatı ayrıdır. Ticareti bir yana çeker, Gümrü ğü, Hariciyesi bir yana çeker. Hepsi bir bütçeden, bir halkın sı rtından beslenir, hepsinin başında bir başkan vardır, emme yaptıkları iş birbirini okşamaz. Bu yüğürür, öteki bozar. Onun için de milletin çocuğu doğmaz. Karnı, göbeği bozuktur. Ka ba deyimle bu böyledir hemşerim ! ?> İ lyas kalktı, hayatın ucundaki dama, yıldızların altına ya takları serdi: «Lafların çok eyi Hamdi beyim emme, tohumu yok! Hemi de yarın yola gideceksin. Yani Hamdi beyim, bir köylüyken köylü bile işlerini böyle yörütmüyor valla. Akşamdan böyük oğluna der, sen şunu. Küçük oğluna der, sen şunu. Karısına, şunu. Kızına, şunu. Sabah olunca hepsini birer birer sevk eder. Akşam olunca da hesap sorar: Sen ne yaptın, sen ne yaptın?.. Pekey, ne yapar bu bizim valiler, kaymakamlar, bakanlar?.. » «Haha! Haha ! » diye güldü Hamdi bey. «Gazetelerde ko nuşurlar. Radyolarda konuşurlar. Mecliste dövüşürler. Daire lerde çay, kahve içerler. Sipor, sinema konuşurlar. Toto kaadı doldururlar. İç gezi, dış gezi, pilaj. Akşamları Bulvar Palas, Ankara Palas, cem olup dans ederler. Bira, votka, bordo şa rabı... her akşam kafa çekerler... » 360 KAPLUMBAGALAR Rıza'nın içinden bir teller kopuyordu. Hiç kaçırmadan din liyordu Hamdi beyin dediklerini. Ilık bir geceydi. Yıldızlar birer birer sayılabilirdi. San kızlı'mn insanları da, Tozak'ın insanları gibi damlarda yatı yordu yıldızların altında. Penceresiz evlerde durulmazdı sıcak tan... Rıza, yıldızlara bakıyor, Hamdi beyin biraz daha konuş masını bekliyordu. İlyas sözde kalkıp gidecekti: «Eğer ki bu iş senin dediğin gibiyse bu millet ölmüştür Hamdi beyim, ne dersin?» «Yooook!» dedi Hamdi bey. «Milleti bu işten tenzih ede rim. Ölmemiştir, hemi de ölmeyecektir. Şu damların üstünde, şu yaz gelince yıldızların altında yatanlar öyle bin canlı ki, kimse bunu bilmiyor. Bu gelinler, bu çilekeş analar ki her kıt lıktan, her kuraktan , her savaştan, askerlikten sonra milleti yeni baştan fışkırtıyorlar. Çok mutlu bize ki ayrık otu gibiyiz, eşşekler kemirdikçe yeniden bitiyoruz. Neden? Hep bu insan ların gücünden, onların canlı suyundan... » « Öyleyse neye böyle oluyor? Millet fışkırıyor, diriliyor da, neye orda o valiler, bakanlar, heç durmadan dans oyunları oy nayıp bardak şarabı i çiyorlar? Haa?» «Haha! Haha!..» güldü Hamdi bey: «Ulan çakal İlyas, senin karın yok mu? Gidip yatsana sen! Benim derdimi deşmesene ! Benim içim dert dolu oğlum! Bı rak da ben içimi ırmaklara dökeyim, ırmaklar bulansın anası nı satayım ! » «Emme Hamdi beyim, anlat bana aklım ersin!» «Bak İlyas, sana anlatayım. O dediklerin var ya senin... Onlar bu milletin «yandan sürme»leri. Mahallebi çocukları. Gülerin, tüllerin içinde pış pış büyümüş onlar.. Çoğu anasının südüyle değil, emzikle, inek südüyle büyümüş. Korkak, pısırık, nazik! "Pardon mösyö", "Vıy madam"... Okumuşlar, Londra, Faris, Atina, gezip tozmuşlar. Ama bilmezler senin Sarıkızlı' nı, Tozak'ını; halkı, milleti. Bilmezler dört mevsimin ayrı ayn çilesini. Yazın susuz tarlalarda, kurakta; kışın çamur yollarda, suların böldüğü köprülerden düşe uça; yarlardan yamaçlardan KAPLUMBAGALAR 361 yuvarlanarak; kanadı kırılıp yollarda kalarak; iki çuval buğ dayın nasıl ekilip biçildiğini, nasıl kasabaya ulaştığını, nasıl fırınlarda ekmek olduğunu bilmezler. Karıları kızları, hemi de kendileri sanırlar ki , biz aylık alıyoruz, fırıncılar da para ka zanmak için hamurları yoğurup, pişirip camekanlara diziyorlar. Onun için böyle dans oyunlarıyle, bordo şaraplarıyle vakit ge çiriyorlar... » Komşuları, «Gidelim ! » dediler İlyas'a. «Durun ! » dedi İlyas, «Bir sorum kaldı, onu da sorayım !>-' Hamdi bey kalktı, ceketini, şapkasını, golf pantolonunu çı- kardı, girdi yatağa, yorganı göğsüne çekti: «Sor İlyas, sor aslanım ! » dedi. «Bu dinine yandığım hep böyle mi gidecek Hamdi beyim'1 Bunun çaresi yok mu? Her zaman bizi bu "yandan sürme" mahallebi çocukları mı güdecek?» «Gütseler!.. » dedi Hamdi bey. «Onu da yapmıyorlar!.. » «Yani sormak istediğimi anlayıver Hamdi beyim... » «Bu öyle bir soru ki... Madem sordun. otur konuşalım. Ar- kadaşlar da otursunlar... » İlyas oturdu. Komşularını oturttu. Rıza yatakta doğruldu. Hamdi bey: «Yandan sürme'leri budayacaksın, onların hiç faydası yok. Tıpkı ağaçtaki gibi. Yerlerine "kökten sürme"leri getireceksin. Dediğime dikkat et: Yandan sürme, kökten sürme, daldan eğ me... Bir de tohumdan yetişme var! Tohumdan yetişeni aşı lamak var. Bunların hangisi yarayışlıdır. Sağlamdır? Ben de rim, kökten sürme'ler. Çağır, bütün memlekete sor, değil de yen parmak kaldırsın! Tohumdan yetişeni de unutma. Eğer aşı lamayı yaparsan o da birinciye gelir... » Hamdi bey devam etti : «Şimdi bu dediğimi yoralım: Ne demek bu? Yani Saffet bey değil, şu yataktaki Rıza bakan olacak. Rıza kim? Halis kök- ten sürme. Tozaklı. T opraktan öğrenip kitapsız bilen... En da- yanıklı granit taşı. Yağmur geçmez. Soğuk geçmez... Kayma- kamın yerine de Sırrı beyi değil, seni, Sarıkızlı köyünden İl- 362 KAPLUMBAGALAR yas'ı oturtacaksın. Bütün valiler, kaymakamlar, bakanlar böyle işçiden köylüden olacak !.. Beni de hepsinin başına başbakan ya pacaksın anasını satayım, bak nasıl tıkır tıkır yürüyor işler o zaman !..» Rıza bir utandı, bir utandı yatağın üstünde. Muhtar İ lyas güldü: «Dee ölme eşşeğim ölme, yoncalar bitsin!.. » «Gülersin değil miii ?» dedi Hamdi bey. «Ama hiç gülme ! Neyin eksik senin o kel kafalı Sırrı beyden? Rıza'nın neyi eksik koca göbekli Saffet'ten?..» «Onlar okumuş... » «Okuma ne yavu? Büyütmeyin gözünüzde ! Nasrettin Hoca musafın arasına ekmek ufaklarını koymuş, dağın ayısı da oku muş... İ şte yolunu tuttunuz, onu d a belleyeceksiniz. Köye okul yapıyoruz. Ama dıkkat emin, asıl okul köyün kendisi: Yazlar, kışlar, tarlalar, dağlar, yalçın kayalar! Yalçın hayat! İnsanı insan eden budur, adam eden budur. Büzüğü sık, ötekiler üç aylık iştir. Deyeceksin ki onların çenesi Iaf yapıyor. Onlar avu kat, onlar yargıç, onlar lügat, onlar nutuk... Sen onların lüga tine, çenesine bakıp aldanma. İnsanın çenesi değil, yüreği ko nuşmalı. Onların hepsi birbirini tekrarlıyor. Ayrı bir şey ko nuştukları yok, korkma !..» «Pekey Hamdi bey, gelelim daldan eğme'lere... » «Gelelim: Eğer daldan eğme istiyorsan, yani biliyorsun dal dan eğme nedemek! Mevcudun eyisidir. Fazla yaramaz... Vali l eri kaymakamları, vali kaymakam olacakları, saylav bakan olcakları, kıçı kırık müdürleri, müdür olacakları, işçi ve köylü lerin denetimi altında, on sekiz, yirmi ay kurs göstereceksin ! Vereceksin ellerine sapanı, sürecekler. Vereceksin orağı, biçe cekler. Ondan sonra da, al şu iki çuval buğdayı, yükle eşeğe, pa zarda sat gel, deyeceksin. Eşeğin taze sıpasını da köyde bıraka caksın. Eşek yıkılacak yollarda, çamura çökecek; yeniden yük leyecek. Kimse yardım etmeyecek. Kendileri yapacaklar. Bunu yapamayanlar devlet gemisinde ne dümen tutabilir, ne kürek çekebilir! Sınayacaksın ki başımızdakilerin kaçı, iki çuvalı bir eşeğe yükleyebilir; bu sınavı kazanabilir?.. Milleti yönetecek KAPLUMBAGALAR 363 olan, yöntemi milletten belleyecek. Buna candan yürekten , he mi de çok eskiden beri inanıyorum, gene de inanacağım ağam!. ». «Çok uzun iş Hamdi beyim, olmayasıya!.. » dedi İlyas. «Alın tüfekleri, çıkın dağa öyleyse Güm güm! Hem onları öldürün, hem kendinizi, millet hepinizden kurtulsun ! Oğlum. yolun uzunu sağlamdır.. ». «Pekey kim yapacak bu dediklerini?» «Halk yapacak, halkın kendisi yapacak!» «Halkın elinde ne var yavu? Halk horlaya horlaya uy uyo r ki götünden donunu çek! Sen ne sanıyorsun halkı? Hemi de nasıl yapacak?» «Kolay ! » dedi Hamdi bey. «Ben, İdris dağının başına bir fırıldak koyacağım ! Ölüzger esecek. O fırıldak dönecek. Dö nünce halk da kalkacak ayağa, bu dediklerimi yapacak!.. Çakal İlyas, heey saman kafalı İlyas ! Bir ton 13.f konuştum. hala an lamadın öyle mi dürzü İlyas?.. » «Anlamıyorum Hamdi beyim ! Çünkü neden? Valla onu da bilmiyorum, neden?.. Kalkmadan bir takkanı daha alacağım. iz nin olursa... » «Olur, haydi al bakalım.» «Sen kendin, daldan eğme misin, kökten sürme misin'?» Hamdi bey kalktı, kovaladı İlyas'ı: «Kökten sürme sensin; sen ve Rıza... » dedi. Rıza, yüreğinin üstünde kurt atmış gibi kaynaşan yüzlerce soruyla , soluğunu tuta tuta susuyordu. Sarıkızlılar gidince de yüzyukarı uzandı, yıldızlara baktı. O her biri sayılabilecek ka dar açık seçik yıldızlar uzak, çok uzaktılar. Soracaktı Hamdi beye ki, bu senin dediğin bir koca çark, bir aıamet kıyamet d evran. dönecek işçilere, köylülere. Mutlaka dönecek bir gün ! Emme o devran dönünceye kadar bizim bağlar n e olacak? Ba na bir koca lazım, o da bu gece 13.zım ! Bu gece, bu karanlıkla rın içinde bir kökten sürmeyi, hiç değilse bir daldan eğmeyi nerden bulup dereimizi anlatacağız? Tohumlarımız da nasıl ve ne zaman yeşerip bize medar olacak? Ama hele bir sabah olsundu. Hele bir yola düşsünle rd ı 364 K APLUMBAGALAR Sarıkızlı-Tozak arasında bir günlük yol y atıyordu. Konuşarak, sorarak biterdi o bir günlük yol. Sorardı... Devresi gün erkenden yola çıktılar. Hamdi bey atını yedeğine alıp yürüdü. Rıza «bin» dedi, binmedi. «Böyle çeke çeke biraz gideriz. Sonra oturur, Züra bacının katmerini yeriz bir suyun başında. Sonra biraz ben binerim, biraz sen binersin. Böyle Tozak'a varırız yiğidim Rıza!.. Göğer bostanım göğer Su gelir bendi döğer Ağlayanlar bir gün güler Gamlanma Rızam gamlanma... » Gün iniyordu ki Seyranlı'dan aşıp Tozak'a devrildiler. At gene Hamdi beyin yedeğindeydi. Rıza, köyüne yükseklerden baktı. Ne kadar ufaktı Tozak! Bağların olduğu Purluk da mendil kadar bir topraktı. Uçaklar dan baksan ya görünür, ya görünmez, o kadar ufak... «Hazinenin bize ç ok gördüğü toprağa bak Hamdi beyim ! » Hamdi bey, Rıza'ya karşılık vermedi. Çok sorusuna kar şılık vermişti sabahtan beri. «Ü devran dönünceye kadar Pur- luktaki bağlar ne olacak? Bu karanlık gecenin içinde bir kök ten sürmeyi, hiç değilse bir daldan eğmeyi nerden bulup da derdimizi anlatacağız? Tohumlarımız da nasıl ve ne zaman ye şerip bize medar olacak?.. » Boğazında tükürük kalmamıştı. Doğru Rıza'nın eve indiler. Hamdi bey daha merdivenleri çıkmadan dört yanı sarıldı. « İnşallah senin elin, senin dilin, senin kalemin uğurlu gelir, inşallah senin sözün geçer... » dediler. «Gidin karınlarınızı doyurun, sonra konuşalım.» «Yok Hamdi bey, bunu deme ! Hemen anlat, dinleyelim... » Battal geldi. Yarı yanı yıkıktı öyle. Kurul üyeleri bulunup geldiler. Kadınlar kızlar geldiler... Yusuf, Senem, Cennet karı geldi. Gelenler oturdular. Elleriyle karınlarını bastırdılar. KAPLUMBAÖALAR 365 Hamdi bey hepsini teker teker süzüyordu. Birazının adını bilmiyordu. Ama halleri belliydi, hallerini biliyordu. İçlerinde bağları sevmemiş, bağların sevgisini yazlarda kışlarda gönlün de taşımamış, o sevgiyi gün gün büyütmemiş bir tek insan yok tu. Şimdi nasıl yıkılmış, nasıl bitmişlerdi ! Bunu ancak, böyle bir bağı elinden alınanlar anlardı. Başkasının anlaması zordu. Hamdi bey anlıyordu. «Pekey... Abbas Kartal nerde?» Kimse karşılık vermedi. «Bağlarda mı acabola?» «Bağlara gitmiyor.» «Ee