Turkey: A Modern History PDF
Document Details
Uploaded by Deleted User
Erik Jan Zürcher
Tags
Related
- Medieval & Modern History Notes PDF
- History Of The Ottoman Empire And Modern Turkey: Reform, Revolution, And Republic (1977) PDF
- 4. Hafta Türk Dilinin Tarihi Dönemleri - AKDENİZ Üniversitesi PDF
- 2024-2025 T.C. İNKILAP TARİHİ ÇALIŞMA SORULARI PDF
- 2024-2025 Turkish History and Atatürk Studies Exam Questions PDF
- Education in Turkish History Notes PDF
Summary
This book, "Turkey, A Modern History", by Erik Jan Zurcher, offers a historical analysis of Turkey's modernization, tracing the transition from the Ottoman Empire to the Turkish Republic. It delves into social, economic, and cultural changes occurring throughout this period, with special attention given to the role of the Committee of Union and Progress.
Full Transcript
Turkey, A Modern History © 1993, 1997, 2002, 2004 Erik Jan Zürcher Bu kitabın yayın hakları I.B. Tauris & Co. Ltd.’den (London) alınmıştır. İletişim Yayınları 332 Tarih Dizisi 7 ISBN-13: 978-975-05-0603-1 © 1995 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1-29. BASKI 1995-2014, İstanbul 30. BASKI 2015, İstanbul...
Turkey, A Modern History © 1993, 1997, 2002, 2004 Erik Jan Zürcher Bu kitabın yayın hakları I.B. Tauris & Co. Ltd.’den (London) alınmıştır. İletişim Yayınları 332 Tarih Dizisi 7 ISBN-13: 978-975-05-0603-1 © 1995 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1-29. BASKI 1995-2014, İstanbul 30. BASKI 2015, İstanbul 31. BASKI 2015, İstanbul EDİTÖR Berna Akkıyal KAPAK Suat Aysu KAPAK FOTOĞRAFI 3 Nisan 1930’da kabul edilen Belediyeler Kanunu’yla seçme ve seçilme hakkı kazanan kadınlar belediye seçiminde oy kullanırken (İletişim Yayıncılık Arşivi) UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Barış Sağlan BASKI ve CİLT Sena Ofset · SERTİFİKA NO. 12064 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21 İletişim Yayınları · SERTİFİKA NO. 10721 Binbirdirek Meydanı Sokak, İletişim Han 3, Fatih 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] web: www.iletisim.com.tr ERIK JAN ZÜRCHER Modernleşen Türkiye’nin Tarihi Turkey, A Modern History ÇEVİREN Yasemin Saner GENİŞLETİLMİŞ VE GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ BASKI ERIK JAN ZÜRCHER 1953’te Leiden’de doğdu. Leiden Üniversitesi’nde öğrenimini tamamlayan Zürcher, aynı üniversitenin Türkiye Etütleri Bölümü başkanıdır ve öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 2008’den itibaren Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün direktörlüğünü yürütmektedir. Prof. Zürcher’in şu kitapları bulunmaktadır: The Unionist Factor. The Role of the Committee of Union and Progress in the Turkish National Movement (1905-1926), E.J. Brill, 1984 (Milli Mücadelede İttihatçılık, Türkçe’deki ilk baskısı, 1987; İletişim Yayınları, 2003); The Progressive Party 1924-1925, E.J. Brill, 1991 (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkçe’deki ilk baskısı, 1992; İletişim Yayınları, 2003); Turkey, A Modern History, I. B. Tauris, 1993 (Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 1995); Mete Tunçay ile birlikte derlediği Socialism and Nationalism in the Ottoman Empire (1876-1923), E.J. Brill, 1993 (Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik [1876-1923], İletişim Yayınları, 1995); Arming the State: Military Conscription in the Middle East and Central Asia 1775-1925, I. B. Tauris, 1999 (derleme, Devletin Silahlanması: Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Zorunlu Askerlik 1775-1925, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003); Donald Quataert ile birlikte derlediği Workers and the Working Class in the Ottoman Empire and the Turkish Republic 1839-1950, I. B Tauris, 1995 (Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, İletişim Yayınları, 1998); Willem van Schendel ile birlikte derlediği Identity Politics in Central Asia and the Muslim World, I. B. Tauris, 2001 (Orta Asya ve İslâm Dünyasında Kimlik Politikaları, İletişim Yayınları, 2004); Touraj Atabaki ile birlikte yazdığı Men of Order. Authoritarian Modernisation in Turkey and Iran, 1918-1942, I. B. Tauris, 2004. İNGİLİZCE BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ Bir konuya tam hâkim olmanın en iyi yolu, onu öğretmeye çalışmaktır. Bu gerçeği yıllarca önce, çiçeği burnunda bir üniversite mezunu iken benden çok daha genç öğrencilere Türkçe öğretmekle görevlendirildiğimde keşfetmiştim. Bu öğrenciler her defasında bana, Türkçe’nin girift yapısını ne kadar az bildiğimin ayırdına vardırmıştı. Bu gerçeği 15 yıl kadar sonra, Dr. Lester Crook, başlıca amacı bir öğretim malzemesi işlevi görmek olan bu kitabı yazmamı rica ettiğinde yeniden keşfettim. Her ne kadar o zamana değin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş dönemi üzerine yıllardır araştırma yapıyor ve yazıyorsam da, bu çalışma bana yine, bilmediklerimin ve bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğunu kavramamı sağladı. Yine, yazdıkça öğrendim. Bu sebepten, bu kitabı okumak, bu kitabın yazımının bana, yazara, verdiği yararın yarısı kadar siz okuyucuya yararlı olursa, kitap fazlasıyla amacına hizmet etmiş olacaktır. Akademik uğraşımda hep, en yararlı bulguların birçoğunun, kişinin meslekdaşlarıyla ve öğrencileriyle olan sohbet tarzındaki tartışmaların sonuçları olduğunu görmüşümdür. Bu kişilerin katkıları, genellikle anonim olarak kalmakta, daha sonra bilinçaltına gömülmekte ve sadece bir kişinin kendi parlak fikirleri olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu isimsiz katkı sahiplerinden başka, bu türden sentetik bir çalışma, kuşkusuz sentezde kullanılmış olan monografilerin yazarlarına da yoğun biçimde bağımlıdır. Bu kişilerin isim ve çalışmaları, kitabın sonunda yer alan ve kendilerine olan minnet borcumun derecesini gösteren kaynakça incelemesinde bulunmaktadır. Birçok kişi bu çalışmanın bölümleri üzerine yorumlarıyla özel katkılarda bulundular. Nijmegen Katolik Üniversitesi’nden Dick Douwes, Amsterdam Üniversitesi’nden Prof. Jan Lucassen ve Prof. Rinus Penninx, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’ndan Dr. William Hale. Kitabın bölümleri bazı eski öğrencilerin çalışmalarını, bilhassa Nicole van Os, Jacqueline Kuypers ve Anneke Voeten’in master tezlerini de sonuç olarak vermektedir. Dr. Lester Crook, metin üzerindeki titiz ve bilgili okuyuşuyla, açımlamalarıyla, bu kitabın layık olduğu her değere fazlasıyla katkıda bulunmuştur. Bu kitap için ilk telkinde bulunan, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’ndan aziz dostum Dr. Colin Heywood olmuştu; kendisi, Prof. Bernard Lewis’in yeni bir devir açan Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu) adlı çalışmasının yayımından otuz yıl sonra, bunun gibi bir kitaba ihtiyaç olabileceğini belirtmişti. Umut ederim, sonuç az çok beklediği gibi olmuştur. Saskia’nın katkısı ise sabır ve tahammülün üstünde olmuştur; işte bu yüzden de eşlere genellikle önsözlerde övgüde bulunulur. Nijmegen/Amsterdam, Ağustos 1992 TÜRKÇE BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ Türkiye hakkında yazan bir yazar için, çalışmasının bizzat Türkiye’de çevrilip yayınlanmasından daha büyük bir iltifat olamaz. Bu bakımdan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi’nin Türkçede yayınlanmasını büyük bir memnuniyet ve şükranla karşılıyorum. Baskıya sunulan metni okumuş olan Dr. Mete Tunçay’a, yayın için gösterdiği istekliliğinden dolayı İletişim Yayınları yayın yönetmeni Fahri Aral’a özellikle ve metnin Türkçesi için yapmış olduğu titiz çalışmasından dolayı Ömer Laçiner’e ayrıca teşekkür ederim. Onun ayrıntılara gösterdiği dikkat İngilizce metindeki bazı hataların zamanında düzeltilmesini sağlamıştır. Açıktır ki geriye kalan hatalar yazarın sorumluluğundadır. Bir yabancının tümüyle doyurucu bir Türkiye tarihi yazabileceğinden kuşku duyanların söylediklerinde doğruluk payı olduğunu kabul ediyorum. Çalışmaları ne denli uzun süreli olursa olsun, bir yabancı, Türk tarihini “yaşamış” olan birine doğal gelen derin, kimi zaman sezgisel kavrayıştan yoksun olma durumundadır. Öte yandan, dışardan bakan birinin farklı bakışının çok olumlu sonuçlarının olabileceğini de tecrübeyle biliyorum. Benim kendi ülkemin tarihini bilenler, İngiliz Boxer’ın ve daha da yakınlarda bir diğer İngiliz Jonathan İsrael’in ve Amerikalı Simon Schama’nın Hollanda’nın tarih yazıcılığı üzerindeki etkilerini hatırlayacaklardır. Onların çalışmaları, Hollanda’da tarihsel tartışmayı sarsmış ve Hollandalı tarihçileri yeni yanıtlar bulup ortaya çıkarmaya zorlamıştır. Kuşkusuz özgün bir inceleme olmayan, daha çok, yakın zamanlardaki akademik çalışmaların sonuçlarını toplu bir inceleme içerisinde bir araya getirme girişimi olan bu kitabın, eğer Türkiye’de buna benzer küçücük bir etkisi bile olursa, yazar fazlasıyla memnun olacaktır. Erik Jan Zürcher Amsterdam, 1 Temmuz 1995 İNGİLİZCE ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ Turkey: A Modern History’nin ilk baskısı için çalışmamı tamamladığımdan beri artık on yıl geçmiş bulunuyor. Görünen o ki, kitap var olan bir ihtiyaca cevap verdi, çünkü bu on yıl içinde (bazen değişiklikler yapılarak) beş kez tekrar basıldı, Türkçe, Hollandaca, Yunanca, İbranice ve Endonezyaca dillerine çevrildi ve bazı ülkelerde üniversitelerde bir ders kitabı olarak okutuldu. Ancak, bu on yıl boyunca geç Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tarihleri üzerine oldukça çok sayıda çalışma ortaya çıktı. Bir taraftan, imparatorluğun geç döneminin sosyal, ekonomik ve kültürel tarihi, diğer taraftan da Cumhuriyet’in çağdaş tarihi, araştırmaların bilhassa güçlü şekilde geliştiği alanlar olmuştur. İlkinde gelişmeyi hızlandıran husus, önemli arşiv koleksiyonlarına artan erişme kolaylığıdır. İkincisindeki ise, Kürtçülük ve İslamcılık hareketlerinin Kemalist cumhuriyete esaslı şekilde meydan okuması ve bir de Avrupa Birliği’ne entegrasyon umududur. Bütün bu yayınlanmış araştırmaların bir sonucu olarak Türkiye’nin modern tarihi üzerine şimdi çok daha iyi bir ders kitabı yazılabilirdi ve bunu başka birinin yapmasını beklemek yerine kendim yapmayı denedim. Kitabın ana yapısı değişmedi, ama yüzden fazla değişiklik ve ekleme yapıldı. Ayrıca, (kitabın bir ders kitabı olma niteliğine uygun olarak tutumluca olsa da) kaynaklara göndermeler yaparak metni desteklemeye gayret ettim ve bibliyografyayı genişlettim. Tarihe yetişme gayretiyle nefes nefese koşuşturmanın akla uygun bir tarafı yok, ama düzenli aralıklarla, tarih araştırmalarının vardığı en gelişmiş nokta ile, ders kitabı halinde öğrenci ve genel okuyucunun kullanımına sunulan şeyler arasındaki boşluğu kapatmaya çalışmak tüm gayretlere değerdir. Bunu başarmak bu kitabın emelidir. Kuşkusuz, yapılan yararlı ek ve düzeltmeler, sırf ek okuma ve araştırmaların bir sonucu değildir. Bunlar aynı zamanda, meslektaşlarla süregiden tartışmaları da yansıtmaktadır. Birçok şeyi daha açık seçik şekilde görmemi sağlayan çok sayıdaki meslektaş arasında Aykut Kansu, Mete Tunçay, Zafer Toprak, Bill Hale, Fikret Adanır, Hamit Bozarslan, François Georgeon, Hilmar Kaiser, Hans Lukas Kieser, Mehmet Emin Yıldırım ve Andrew Mango’yu –belirli bir sıra gözetmeden– ayrı tutmak isterim. Doktora öğrencilerim, bilhassa Nicole van Os, Umut Azak, Özgür Gökmen, Seçil Deren ve Özgür Mutlu Ulus, özel bir teşekkürü hak ediyorlar. Onların çalışmalarından çok şey öğrendim. Vangelis Kechriotis, Socrates Petmezas ve Yasemin Saner’e, Yunanca ve Türkçeye çeviri sırasındaki geribildirimlerinden dolayı teşekkür ederim; bu geribildirimler orijinal metni daha iyi hale getirmiş bulunuyor. Lester Crook’a da İngilizce metindeki yol göstericiliği için elbette bir kez daha teşekkür ederim. Leiden, Aralık 2003 Giriş: Dönemlendirme, Kuram ve Yöntem Dönemlendirme, yani geçmişi açık seçik şekilde tanımlayan ve kesin çizgilerle belirlenmiş dönemlere ayırmak, bitmez tükenmez bir tartışma konusudur. Aynı durum, dönemleri birbirinden ayırdığı varsayılan dönüm noktalarının ve kilometre taşlarının teşhisinde de söz konusudur. Tarihçinin bu faaliyetini bir tartışma konusu haline getiren şey her dönüm noktasının, her kilometre taşının, hem yeni bir gelişmenin başlangıç noktası, hem de bir önceki gelişmenin doruk noktası olmasıdır. Bununla beraber, dönemlendirme ne kadar keyfî ve ne kadar tarihçinin kişisel tercihlerine tâbi olursa olsun, geçmişi anlaşılır şekilde ifade etmenin kaçınılmaz ve hatta vazgeçilmez bir aracıdır; aksi halde geçmiş, birbirlerinden ayrımlaşmamış olay ve kişilerin bir yığınından ibaret olacaktır. Bu kitabın adı bile, modern tarih (hatta modern Türkiye) diye bir şeyin var olduğunu ima etmektedir, ki bu da dönemlendirmenin bir sonucudur. Dönemlendirmenin geçerli bir araç olabilmesi için, iki ayrı talebi karşılıyor olması gerekir. Birincisi, açıklama değerinin olmasıdır. Karşılaştırmalar gibi, dönemlendirmeler de prensipte sayıca sınırsızdır; ama bunlar ancak, olayların akışını, önemli gelişmeleri görünür hale getirecek şekilde, bölümlere ayırmamıza olanak sağladıkları takdirde, amaca hizmet etmiş olurlar. İkincisi, dönemlendirme, anlatılmakta olan dönemin, o dönem içerisindeki gelişmelerini yansıtmalıdır. Bu, hepten bir tümevarım süreci olamaz. Bu da, tarihçinin, hangi gelişmeleri dönemlendirmesine esas alacak kadar önemli bulduğu ya da başka deyişle, olaylar yığını arasında, hangilerini “tarihsel olgular” olarak seçtiği sorusuna yol açar. Kuşkusuz, her bir alanda geleneksel ayrımlar yapılır ve bunlar o denli yaygınlaşmışlardır ki, masum okuyucu bunları tarihsel doğrular ve belki de doğanın olguları olarak kabul etmeye hazırdır. Bu eğilimin, bilhassa ders kitaplarını okuyan öğrenciler arasında güçlü olması şaşırtıcı değildir. Yine de, genellikle böylesi bir kitaptan beklenen, olguları tartışmak yerine, inkar edilemez olgular sunmaktır. Bu kitap bazı bakımlardan Türk tarihinin geleneksel dönemlendirilişini örnek almakta, bazı bakımlardan da almamaktadır. Bu nedenle, bunun bir bakıma kaçınılmaz bir tarih çalışması olduğunu söylemektense, kitabın bu yönünü okuyucuyla tartışmam ve kitabın düzenleniş şekline ilişkin nedenleri sunmam daha iyi olacaktır. Bu kitap üç bölüme ayrılmıştır. Bu bölümleme, yazarın modern Türk tarihi için düşündüğü temel dönemlendirmeyi temsil etmektedir. Kitabın, 19. yüzyılda modern Türkiye’nin doğuşunun ilk evresini anlatan birinci bölümünde, başat gelişme olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa’nın artan nüfuzu ve bunun Osmanlı devleti ve toplumunda yol açtığı tepkiler ele alınmıştır. Avrupa’nın nüfuzu, üç farklı ama birbirine etkide bulunan alanda ortaya çıkmıştı: Osmanlı ekonomisinin gittikçe büyük bir bölümünün, kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline gelişi; Avrupa’nın Büyük Güçleri’nin artan siyasal nüfuzu –bu siyasal nüfuz, hem Avrupa’da bir savaşa yol açmaksızın Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama gayretiyle ve hem de onu ayrı bir siyasal varlık olarak muhafaza ederken, ona egemen olma girişimleriyle açığa çıkıyordu– ve son olarak da, milliyetçilik, liberalizm, laiklik ve pozitivizm gibi Avrupa ideolojilerinin etkisi. Avrupa’nın artan nüfuzunun bu üç biçimi, kolayca ayırt edilemez şekilde birbirine geçmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişti. Bu durum, Osmanlıların Avrupa’nın bu meydan okuyuşuna karşı gösterdikleri tepki için de geçerlidir. 19. yüzyılda bu tepki içerisinde iki çizginin varlığı ayırt edilebilir: Bu çizgilerden birini, merkezî devletin ve onun hizmetindekilerin, devlet aygıtını güçlendirme ve ülke yönetimini merkezileştirme girişimleri ve diğerini ise, İmparatorluk halkının farklı kesimlerinin İmparatorluğun maruz kaldığı baskılara olan tepkileri oluşturmuştur. Bu tepkiler 19. yüzyıl boyunca artarak Sultan’ın Hıristiyan ve Müslüman tebaası arasında bir yol ayrımına neden oldu. Bu gelişmeler, bu kitabın birinci bölümünde anlatılacak olan Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıl boyunca yaşanan gelişmelerin çerçevesini oluşturmaktadır. Bu gelişmeler ayrıca 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin dönemlendirilişine dayanak da oluşturmaktadır. Peki bu dönemlendirme tam olarak nasıl tanımlanabilir? Bu bağlamda akla gelen ilk soru, Türkiye’nin “modern tarihi”ne başlangıç noktası olarak neyin alınması gerektiğidir. Değişik yanıtlar verilmesi mümkündür ve herbiri kendi başlarına geçerlidir, ama burada en geleneksel olan çözümden, yani Fransız Devrimi döneminden ve devrimin sebep olduğu sonuçlardan yola çıkmak, en doğrusu gibi gözükmektedir. Kapitalist dünya sistemiyle ekonomik bütünleşme olgusu, 18. yüzyıl sonlarında önemli ölçüde etkisini artırmış ve 19. yüzyılın ilk çeyreğinde hız kazanmıştı, bunun yanında, Napolyon savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa siyaseti ve diplomasisine artan şekilde katılmasına yol açmış ve milliyetçiliğin ve liberalizmin devrimci düşünceleri ilk kez Yakın Doğu’ya ulaşmıştı. 19. yüzyıl için (aslında herhangi bir dönem için), daha da genel bir dönemlendirme yapmaya ilişkin sorun, Avrupa nüfuzunun üç biçimiyle, bunlara karşı Osmanlı İmparatorluğu içinden çıkan farklı tepkiler, genel anlamda birbirlerine koşut gitmesi, buna karşılık gelişmelerin bütün alanlarda mutlaka aynı zamanda meydana gelmemesiydi. Yine de, bu gelişmelerin birbirine etkide bulunma niteliklerinden dolayı, oldukça birörnek bir dönemlendirme mümkün görünmektedir: Fransız Devrimi’nin yol açtığı savaşlar döneminden 1830’ların sonuna kadarki yıllar, Balkan eyaletlerinin artan ekonomik bütünleşmesine ve Rum tüccarların başat bir etken olarak ortaya çıkışlarına; Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz ve Rus siyasetleriyle çok daha fazla içli dışlı olmasına; ilk milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıkışına ve Batı tarzında ilk ciddi ıslahat girişimlerine sahne olmuştu. 1830’ların sonlarından 1870’lerin ortalarına kadar geçen, uluslararası açıdan İngiltere’nin ekonomik ve siyasal hegemonya kurduğu dönemin özellikleri şunlardı: 1838’de serbest ticaret rejiminin dayatılmasından sonra İmparatorlukla yapılan ticaret ve verilen borçlardaki hızlı artış; İmparatorluğun bekası için İngiliz ve Fransızların destek verişi; 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlayarak hukuk, eğitim, maliye alanlarında ve devlet kurumlarında süregiden ve (en azından kâğıt üzerindeki) geniş kapsamlı ıslahatlar; bürokrasinin iktidar merkezi olarak sarayın yerini alması, Osmanlı meşrutiyet hareketinin başlaması ve Hıristiyanların ayrıcalıklı konumlarına karşı bir Müslüman tepkisinin yükselmesi ve dönemin 1873-1878 yıllarındaki ağır ekonomik ve siyasal bunalımla son buluşu. 1870’lerin ortalarından 1908 Meşrutiyet Devrimi’ne kadar olan dönem, en azından yüzyılın sonuna kadar, çok daha yavaş ekonomik büyümeye, ama aynı zamanda İmparatorlukta ilk ciddi doğrudan yabancı yatırımlara; süregiden idari ve teknik reformlara, öte yandan milliyetçi ve liberal ideolojilerin bastırılmasına ve İmparatorluğun İslâmi mirasına yeniden yönelinmesine; sarayın yeniden esas iktidar merkezi olarak bürokrasinin yerini almasına sahne olmuştu. Bu dönemin sonlarına doğru, hem uluslararası ekonomiyle bütünleşme hem de iç siyasal muhalefet hız kazanmıştı. Kitabın ikinci bölümünün ağırlığını “Jön Türkler”in girişimleri oluşturmaktadır. 1890’larda etkinleşmeye başlayan Jön Türkler, modern eğitim görmüş bürokrat ve subaylardan oluşan bir topluluktu ve devlet ve toplumu pozitivist ve gittikçe artan milliyetçi düşüncelere göre modernleştirmek ve güçlendirmek için 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni düzenlemişlerdi. İkinci bölümün 1908’den 1950’ye kadarki yılları kapsaması, İmparatorluğun 1918’de dağılmasına ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına rağmen, yeni düzenin siyasal, ideolojik ve ekonomik açıdan büyük ölçüde devamlılık sergilediğinin görülmesinden kaynaklanmaktadır. “Jön Türkler”in iktidarı zamanında Türkiye, aynı siyasal olaylar zincirini, önce İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetiminde (1908’den 1918’e kadar) ve sonrasında, “Kemalist” Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiyle, onun yerini alan Halk Fırkası yönetimi döneminde olmak üzere iki kez deneyimledi. Her iki seferde de bu olaylar zinciri şu aşamalardan oluşuyordu: Liberal ve çoğulcu bir aşama (sırasıyla, 1908-1913 ve 1919-1925) ve bunu izleyen, içinde etkin bir “tek parti sistemi”nin; siyasal, ekonomik ve kültürel milliyetçiliğin ve modernleştirici, laikleştirici reformların bir arada bulunduğu, otoriter baskı aşaması (sırasıyla, 1913-1918 ve 1925-1950). Jön Türk dönemine ilişkin alt dönemlendirmeler, zorunlu olarak siyasal gelişmeler üzerine kuruldu; çünkü, bir dünya savaşını, bir imparatorluğun parçalanışını ve yeni bir ulus-devletin kuruluşunu içeren bu siyasal gelişmeler döneme damga vurduğundan dolayı, örneğin ekonomik gelişmeler üzerine kurulu ayrı bir dönemlendirme anlamsız kaçardı. Bir başka örneği ele alırsak, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir sanayi ve ticaret burjuvazisinin oluşumu üzerine yürütülecek bir tartışma, Ermeni ve Rumların ortadan kayboluşlarından söz etmeksizin yapılırsa anlamsızdır, çünkü Ermeni ve Rumların yok oluşlarına, herhangi bir ekonomi yasası değil, siyasal ve ideolojik gelişmeler sebep olmuştu. Yukarıda anlatılanların sonucunda, Jön Türk dönemi esas olarak şu tür altbölümlere ayrılmıştır: 1908-1913: Çatışan birtakım ideolojiler ve siyasal programlar temelinde İmparatorluğu canlandırma yollarının arandığı dönem; 1913-1918: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tek parti yönetimi ve Türk milliyetçiliğinin zaferi; 1918-1922: Jön Türkler’in başarılı bir bağımsızlık savaşı sayesinde yeniden yönetime geçtikleri ve ulusal direniş hareketinin giderek kendine has, belirgin bir nitelik kazanmaya başladığı dönem; 1922-1926: Devletin yapısının değiştiği ve bir kez daha tek parti devletinin kurulduğu, savaş ertesindeki son derece önemli dönem; 1926-1945: Kemalizmin altın çağı; 1945-1950: Demokrasiye aşamalı geçiş ve bunun nihayetinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidardan açık çatışmalar yaşamaksızın indirilişi. Kitabın “Huzursuz Bir Demokrasi” başlıklı üçüncü bölümü, 1950’den bugüne kadarki dönemi ele almaktadır. Başlığın kendisi, içeriğini açıklamaktadır. Bu dönemde Jön Türk döneminin aksine, genellikle gerçek demokratik çoğulculuk ve kitle siyaseti gelişim gösterdi. Bu dönem aynı zamanda, (1960, 1971 ve 1980’deki) üç askerî darbeyle kesintiye uğradı ve 1960’ların sonlarından itibaren Türk parlamenter demokrasisi sürekli olarak solun ve sağın saldırısı altında kaldı. Kitabın üçüncü bölümü aşağıda sıralanan dönemselleştirmelere dayanılarak ayrılmıştır: 1950-1960: Demokrat Parti yönetimi; bu dönemin göze çarpan nitelikleri Türkiye’nin Batı ittifakıyla siyasal ve askerî açıdan bütünleşmesi; (özellikle kırsal kesimin) hızlı ekonomik kalkınması; ABD’ye artan mali bağımlılık ve önceki yönetimlerin laik yönelimlerinin azaltılması oldu. 1964-1980: “İkinci” Türkiye Cumhuriyeti; siyasal merkezin hayli ötesine yönelmiş hareketlerin ve partilerin ortaya çıkmasına olanak veren çok daha liberal bir anayasanın 1961’de uygulamaya konmasıyla açılan dönem. Yeni anayasa aynı zamanda, ordunun siyaset alanına müdahalesini meşrulaştırmıştı. Ekonomik açıdan bu dönem, yoğun şekilde korunan bir ithal ikamesi sanayinin kurulduğu ve kapitalistlerin de işçi sendikalarının da önem kazandığı bir dönemdi. Aynı zamanda milyonlarca Türk, sanayi işçisi olarak ya da akrabalarının yanında yaşamak üzere Avrupa’ya göç etmişti. 1970’lerde dünya ekonomik bunalımı toplumsal istikrarsızlığa ve siyasal aşırılığa yol açmıştı. 1971 muhtırasıyla gelen askerî darbe sonrasında acımasız bir baskı dönemi yaşanmış, ama bu, olayların gidişatını temelinden değiştirmemişti. 1980 askerî darbesini takiben, Silahlı Kuvvetler’in gücü, mevcut bütün siyasal ve sendikal kuruluşların susturulmasında ve ihracat önderliğinde büyümeyi ve serbest bir iç pazarı amaçlayan, ücretleri ve devlet yardımlarını kısan yeni bir ekonomi siyasetinin başlatılmasında kullanılmıştı. Siyasal yaşam, 1983’ten itibaren sınırlamaların giderek kaldırılmasına rağmen kısıtlayıcı 1982 Anayasası’nın sınırları dâhilinde şekillenmişti. Uluslararası açıdan ise Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’ne daha da sıkıca bağlanmıştı. 1991’den itibaren 1980 öncesinin siyaset kalıpları kendilerini yeniden kabul ettirmiş ve 1980 darbesi sonrası kurulmuş yapılar giderek dağılmış, ama ana sosyo-ekonomik eğilimler değişmemişti. Bu notları kitabın hem ilgi alanını hem de yapısını açıklamak amacıyla düşüyorum. Elbette, yanıtlanacak bir soru kalıyor: Yazar yöntembilimsel anlamda “modern tarih”ten ne anlamaktadır? Çok önemli bazı tarih tezlerinin izleri dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır. Avrupa’nın nüfuzu ve Osmanlı’nın tepkisi kavramı, bütünüyle Toynbee’nin “meydan okuyuş ve tepki” tezinden ödünç alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Avrupa ekonomisiyle artan ekonomik bütünleşmesinin sonuçlarına ilişkin anlatımın çoğu, Türkiye’nin kapitalist bir dünya sisteminin periferisindeki bağımlı konumuna nasıl geldiğini açıklamak için, Wallerstein’ın bağımlılık teorisi versiyonunu destekleyen ve uygulamaya koyan akademisyenlerin çalışmalarına dayanmaktadır. Modernleşme kavramının etkisinde kalan tarihçiler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ve Türkiye’deki gelişmeleri, bir kez harekete geçtikten sonra geriye döndürülemez şekilde ilerleyecek olan akılcı bir Batı sisteminin etkisinde kalmış olan insanlarla, ilerlemenin yoluna çıkan gelenekçiler ve gericiler arasındaki bir mücadele olarak görmektedirler. Bu çalışmalar, altta yatan Batı’nın üstünlüğü öncülü tatsız olsa bile ideolojik ve siyasal dönüşümler söz konusu olduğunda, aydınlatıcı görülmüştür; bu kitap, kuramsal bir bakış açısından yaklaşıldığında eklektik olarak nitelenebilir ve kasıtlı olarak öyledir. Bu türden akademik bir ders kitabı, şu anki araştırma sonuçları söz konusu olduğunda, alandaki gelişmelerin en son aşamasını göstermelidir, ama akademisyenler tarafından bu sonuçların elde edilmesinde kullanılan ve tarihçinin olup bitenleri anlatma girişiminde yalnızca bir araç olan kuramsal modellerin, geçmişe ilişkin kendi yorumumuzu dar kalıpların içine sokmasına izin verilmemelidir diye düşünüyorum. Bu kitabın “modern tarih” olma iddiası, siyasal ve ideolojik gelişmeler kadar sosyo-ekonomik gelişmelere de ağırlık vererek, Türkiye’nin son iki yüzyıldaki tarihinin toplu görünümünü sunma girişiminde yatmaktadır. El atılmamış tek alan sanat olmuştur (mimari, edebiyat, görüntü sanatları, müzik). Bunun nedeni bu konuların önemsiz olarak nitelenmesi değil, sadece kitabın yazarının bu konuları gerektiği gibi işleyecek yeterlilikten yoksun olduğunu düşünmesidir. Bu kitap hiçbir şekilde özgün bir araştırma olma iddiası taşımamaktadır. Öte yandan, ilgi alanına giren yayımlanmış araştırmaların en son durumunu vermeyi amaç edinmiştir. Buna özel bir önem verilmiştir, çünkü mevcut ders kitapları, makale ve monografilerde yayımlanmış ayrıntılı sonuçların çok gerisinde kalmaktadır ve bu durum Türkiye modern tarihi öğrenimini büyük ölçüde etkilemektedir. Bu kitabın tarihsel zamanlamasında bir hata olduğundan söz edilebilir. Kitap, modern dünyadaki Türkiye’nin tarihi olma iddiasındadır. Ama 1922’ye kadarki bir modern Türkiye tarihi aslında Osmanlı İmparatorluğu tarihidir. Bu yüzden İmparatorluk tarihi, modern Türkiye’nin doğuşunun anlaşılmasında taşıdığı ilgi ölçüsünde bu el kitabına dâhil edilmiştir. Bu yaklaşımın dışında bir seçenek görmüyorum, çünkü Türkiye, sahip olduğu Osmanlı geçmişi hesaba katılmaksızın anlaşılamaz. Ancak yazar da okuyucu da, bu yaklaşımın taşıdığı sorunlu tarafın bilincinde olmalıdır. 19. yüzyılda Osmanlılar kendilerini kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihöncesi * aşamasının bir parçası olarak görmüyorlardı. BİRİNCİ KISIM Batı’nın Etkisi ve İlk Modernleşme Girişimleri 1 18. Yüzyıl Sonunda Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıl sonlarında, Fransız Devrimi’nin neden olacağı şiddetli değişikliklerin hemen öncesinde, aşağı yukarı şu bölgelerden oluşuyordu: Balkanlar (bugünkü Sırbistan, Bosna, Kosova, Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın büyük bir kısmı), Anadolu (bugünkü Türkiye) ve Arap dünyasının çoğu (bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan’ın bazı kısımları, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir). Topraklarının büyük bir kısmında Sultan’ın gerçek gücü önemsizdi, bazı bölgelerde ise (Kuzey Afrika, Arap Yarımadası) neredeyse bütünüyle kaybolmuştu. İmparatorluğun nüfusu Elimizde İmparatorluğun nüfusuna ilişkin güvenilir tahminler bulunmuyor, ama 25 milyon kadar olduğu tahmin ediliyor. Böylesine geniş bir alan için (yaklaşık 3 milyon kilometre kare), bu, çok düşük bir rakamdır. 1 Gerçekten de, insan gücü eksikliği, Avrupa nüfusunun yüksek bir artış oranı gösterdiği 19. yüzyıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğu için hem ekonomik hem de askerî açıdan başlıca olumsuz koşullardan birini oluşturacaktı. Osmanlı nüfusunun yaklaşık %15’i, 10 bin ya da daha fazla nüfuslu kentlerde yaşamasına karşın, nüfusun %85 kadarı kırsal alanlarda yaşıyordu. Gerek nüfus yoğunluğunda, gerekse kentleşme derecesinde büyük bölgesel farklılıklar vardı. Balkanlar en yoğun nüfusa sahip bölgeydi. 1800 yılı civarında, Balkan eyaletleri hâlâ nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktaydı, ancak bu pay 19. yüzyılda çarpıcı şekilde küçülecekti. 2 İmparatorluğun nüfusu 17. ve 18. yüzyıllarda muhtemelen azalmıştır, ancak bu azalmanın derecesi bilinmemektedir. Bu azalma ve bunun sonucunda büyük ölçüde düşen nüfus yoğunluğu, klâsik Malthus yaklaşımına göre nüfusu engellemiş olan savaş, açlık ve hastalıkların ürünüydü. Savaşlar ve özellikle merkezî denetim ve kamu düzenini muhafaza eksikliklerinin sonucu olan küçük çaplı iç çatışmalar, tarımsal üretim sürecinde ve iletişimde kesintilere yol açıyordu. Bunun ardından ortaya çıkan kıtlık, gıda yetersizliği nedeniyle zayıf düşmüş halkı salgın hastalıklara maruz bırakıyordu. İmparatorluğun Asya eyaletlerinde nüfusun büyük çoğunluğu Müslümandı (bilhassa Türkler, Araplar ve Kürtler), ayrıca çok sayıda Hıristiyan ve Musevi azınlık vardı. Balkanlar’da ise çoğunluk, Hıristiyandı (Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Ulahlar), burada ise, pek çok Müslüman azınlık topluluğu vardı (Boşnaklar, en çok Arnavutlar, Türkler ve Pomaklar, yani Müslüman Bulgarlar). Nüfus içerisindeki bu dinsel bölünmeler önemliydi, çünkü İmparatorluk, en azından kuramsal olarak, dinsel hukuk esasına göre yönetilen bir İslâm imparatorluğuydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve devlet arasında hiçbir fark gözetmediği fikri eskiden kabul görürken, modern araştırmalar, Osmanlıların din ve siyaseti, en azından uygulamada, belli ölçülerde ayırdıklarını belirtme eğilimindedir. Şeriat kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürmesine karşın, 18. yüzyıla gelindiğinde, uygulamada, aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin sınırları içerisine hapsolmuş durumdaydı. Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, Sultanlar’ın örf ya da kanun denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı. Yine de, gayrımüslim cemaatlerin başat bir İslâm toplumu içerisinde barındırılmaları sorunlara yol açıyordu. Daha önceki İslâm devletlerinde de olduğu gibi, Hıristiyan ve Musevi toplulukları zimmi (korunan) statüsünde topluma dâhil edilmişlerdi. Bunun anlamı, özel bir vergi ödemeleri karşılığında, Müslüman devletin içinde dinlerini değiştirmeye zorlanmaksızın, ama ikinci sınıf tebaa olarak yaşamlarını sürdürmelerine izin verilmesiydi. Zimmi cemaatler, kendi işlerinin yönetiminde belli ölçüde özerkliğe sahip oluyor ve devlet temsilcileri ile ilişkilerinde dini önderleri tarafından temsil ediliyorlardı. Çoğu kez “millet sistemi” diye adlandırılan bu sistemin niteliği, Osmanlı devleti ve toplumunun birçok kesimi için geçerli olduğu gibi, uzun zamandan beri yanlış anlaşılmıştır. Bunun nedeni, akademisyenlerin çalışmalarına merkezî devletin temsilcilerinin yazılarını esas almaları, bu temsilcilerin ise işlerin gerçekte nasıl olduğunu değil, nasıl olması gerektiğini yazmalarıydı. Son yirmi yıl zarfında yerel ve bölgesel gerçekliklerin ayrıntılı olarak incelenmesi, bu sistemin sanıldığı gibi, örneğin İstanbul’daki Rum patriği tarafından yönetilen, “ülke çapında” özerk topluluklardan değil, devletin yerel temsilcileri karşısında belli ölçüde özerkliğe sahip yerel cemaatlerden oluştuğunu göstermiştir. Keza, toplulukları birbirinden uzak tutma uygulaması da önceleri sanılandan çok daha az bir katılıkta gerçekleşmiş gibi gözükmektedir. 3 İmparatorluğun yerli nüfusunun Müslüman çoğunluğu hiç de yekpare değildi. Büyük çoğunluk, İslâmiyet’in Sünni mezhebine mensuptu ve Osmanlı Devleti kendi resmî ideolojisine göre, Sünni İslâm’ın dünyadaki koruyucusuydu. Osmanlı Devleti resmî olarak, aykırı Müslümanlara karşı, Hıristiyanlara olduğundan çok daha sert şekilde mücadele ediyordu. Bu mantıklıydı, çünkü şeriat diğer “Kitaplı Halkların” (kendilerine vahyedilmiş dinlerin indirildiği Hıristiyanlar ve Yahudiler) varlığını kabul etse de, İslâm resmî olarak tekti ve bölünemezdi. Uygulamada ise önemli Şii azınlıklar Balkanlar, Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’da yaşıyor, Osmanlı hükümeti makamlarından müsamaha görüyorlardı. İmparatorlukta ikamet eden yabancı Hıristiyanlar, şeriat gereğince “aman”dan yararlanıyorlardı. Onları temsil eden elçiler ve konsoloslar, ülkesinden uzaktaki yabancı topluluğun sırf kendi mensuplarını ilgilendiren davalara bakmakta belli ölçüde özerkliğe sahiplerdi. Bu haklar, “kapitülasyonlar”da belirtilmişti. Esasen bunlar, Sultan tarafından dost devletlerin tebaasına gönüllü olarak bahşedilmiş ayrıcalıklardı; ancak 18. yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki güç dengesinin değişmesiyle birlikte, kapitülasyonlar sözleşme statüsü kazanmıştı ve Avrupa güçleri Osmanlıların bunları tek taraflı olarak değiştiremeyeceğinde ısrar ediyorlardı. Dahası, 18. ve özellikle de 19. yüzyılda, git gide daha çok yerli Hıristiyana (çoğunlukla Rum ve Ermenilere, ayrıca Marunilere ve başkalarına da), Osmanlı devletinden bir “berat” alarak yabancı bir gücün tebaası olma statüsü verilmişti. Yeni düzenlemeden itibaren bu grupların mensupları, tâbi oldukları güçlerin kapitülasyonları altına girmişler ve Avrupalı güçlerin imtiyazlarını arttırmasıyla birlikte Sultan’ın Müslüman tebaası üstünde sürekli büyüyen bir üstünlük kazanmışlardı. Bunun yanında, yabancı güçlerin nüfuzu, Yakındoğu’daki tebaalarının kalabalıklaşması nedeniyle daha da artmıştı. Osmanlı yönetim sistemi: Kuram ve gerçek Osmanlı ideolojisine göre İmparatorluktaki toplum, vergi ödemeyen, silah taşıma hakkına sahip olan yönetici seçkinler sınıfı ile bunun tam tersi durumdaki halk kitlesi (Osmanlı diliyle reaya “sürü”) arasındaki –kuramsal olarak çok katı olan– bir ayrım etrafında biçimlenmişti. Yönetici seçkinler, iki kategoriden oluşuyordu: Sultan’ın iktidarının temsilcileri ve ahlaki düzenin bekçileri. “Askerî” diye adlandırılan yönetici seçkinler, Sultan’ın bütün hizmetkârlarından oluşmaktaydı: ordu, kalem çalışanları ve saray halkı. Bu yönetici seçkinler sınıfına, ahlaki düzenin devamından ve dolayısıyla da resmî eğitim ve adli işlerin çoğundan sorumlu olan “ulema” da mensuptu. Sultanın kulları, halk kitlesiyle karşılaştırıldığında son derece ayrıcalıklı olmalarına rağmen, sonraki yüzyılda olacakları, az çok özerk bürokrat/asker seçkinler sınıfını henüz oluşturmamıştı; onlar, imparatorluk erkinin, Sultan’ın isteği üzerine yerleri değiştirilecek, azledilecek ya da idam edilecek araçlarıydılar. Bu durum, makamca hepsinin en üstünde olan, Sultan’a en yakın kişi sayılan ve makamını elinde tuttuğu sürece hükümdarın bütün yetkilerini paylaşan, ama tamamıyla Sultan’ın değişken isteklerine bağımlı kalan “sadrazam” için de geçerliydi. 4 Yönetim sistemi 1800’lerde halen “irsi” olarak nitelendirilebilir durumdaydı: Sistem esas olarak, Sultan’ın kendi hanehalkının bir uzantısıdır. Sadece aile üyelerinin değil, hizmetkârların, kölelerin ve himaye altına alınmış kişilerin de yer aldığı geniş bir hanehalkı üzerine kurulu yönetim biçimi, Osmanlı seçkinler zümresinin her katında görülen bir nitelikti. Bu türden bir hanehalkına katılarak hami bulmaya çalışmak, herhangi bir devlet mesleği için önkoşuldu. Seçkinler sadece iktidar sahibi olmakla kalmayıp, (ulemanın bekçisi olduğu ve medreseler sistemi kanalıyla yeniden üretilen) yazılı İslâm kaynaklarına ve (asker/bürokrat seçkinler sınıfının niteliği olan ve gayrıresmî öğrenim ve eğitim yoluyla yeniden üretilen) adab adındaki, daha laik bir töreler ve beğeniler bütününe dayanan klâsik bir uygarlığın, bir “büyük geleneğin” bekçiliğini de yapıyordu. Bir Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler ve kanılar bütünü olan bu uygarlık, çok farklı unsurlardan meydana gelmiş bir İmparatorlukta esaslı bir bütünleştirici güç oluşturmuştu. Bu uygarlıkla, ufku yakınındaki köylerle ya da diyelim ki pazarın kurulduğu kasaba ile sınırlanmış ve neredeyse tek bir kişinin bile okur-yazar olmadığı kırsal nüfusun bakış tarzı arasında son derece geniş bir uçurum vardı. Seçkinler uygarlığı ile halk kültürü arasındaki tek bağ, İmparatorluğun her tarafında sıkı bir tekkeler ağı kurmuş olan Mevlevi, Nakşibendi, Rifâi ve aykırı Bektaşi tarikatleri gibi tarikatler tarafından oluşturulmuştu. Bu tarikatlere üyeliğin farklı toplum katmanı gibi sınırlamaları bulunmuyordu ve önde gelen şeyhlerin nüfuzları en yüksek çevrelerde bile güçlüydü. Resmen askerî elite mensup olmamakla beraber bu sınıfa çok önemli hizmetlerde bulunan, kentlerdeki zengin tüccar ve sarraflar ve –Müslümanlar için de– taşra kentindeki en aşağı mertebedeki kadıyı, İstanbul’daki en yüksek makamdaki din görevlileriyle birleştiren ulema zümresi, halk kitlesi ile yönetici seçkinler sınıfı arasındaki öteki bağları oluşturmaktaydı. Ulema arasındaki önemli öbeklerden biri müftülerdi. Müftüler, istek üzerine ve ücret karşılığında (şeriata dayalı) fetva veren adli uzmanlardı. Fetvalar (bunlar hüküm değildiler) bağlayıcı olmamalarına karşın, müftüler büyük saygı görüyorlardı. Osmanlı Devleti’nin kendini bir İslâm devleti olarak meşrulaştırmış olması, İslâm hukuku bilginlerinin görüşlerinin çok fazla ağırlık taşıması anlamına geliyordu. Müftülerin başı Şeyhülislamdı ve kendisinden düzenli olarak, hükümdarın (ve ona karşı isyan etmiş olanların) eylemlerini meşrulaştırması isteniyordu. Resmî ideolojiye göre, hükümdarın ve hizmetindekilerin ana görevi, İslâm cemaatini dış dünyaya karşı savunmak ve İslâm toplumu içerisinde adaleti sürdürmekti. Adalet ve onun sağlanmasında devletin rolü, Osmanlı toplum düşüncesini anlamanın anahtarıydı. Osmanlı devlet adamlarının gözünde adalet, her şeyden önce, istikrar ve ahengi temsil ediyordu. Yani, toplum içerisindeki her topluluk ve her birey, başkalarının haklarını çiğnemeksizin kendi yerinde (kendi hudutları dâhilinde) kalmalıydı. Devlet, hukukun sınırları içinde yönetmeli ve hududu zorla kabul ettirmeliydi. Hudutlara bağlı kalmayan bir hükümdar (ya da onun temsilcisi), “zulüm” etmiş sayılırdı. İstikrarın değeri üzerinde durulması, muhafazakâr bir siyasal bakış tarzını gerekli kılıyordu ve bu bakış tarzı içerisinde, toplumsal düzendeki herhangi bir değişiklik, olumsuz bir gelişme olarak karşılanıyordu. Osmanlı yazarları herhangi bir toplumsal ya da dinsel itirazı derhal “fitne” olarak nitelendirirlerdi. 19. yüzyıl Osmanlı kaynaklarına göre, 17. ve 18. yüzyıllarda, bilhassa İslâm alimleri, çok muhafazakâr, kimi zaman bilginin yayılmasını önlemeye çalışan bir tutum geliştirmişlerdi. Burada hatanın, atamaların bilgiye değil akraba kayırıcılığına dayanmasından kaynaklandığı belirtilmişti. 5 Bununla beraber, bu dönemin uleması üzerine çok az inceleme yapıldığını da unutmamak gerekiyor. Osmanlı ideolojisinin öne çıkan özelliği, hükümdar (ve hizmetkârları) ile tebaa arasındaki ilişkinin, araya başka grupları sokmamasıydı. Sultan, mutlak gücü temsil ediyordu ve hizmetkârlarından birçoğu, Sultan’ın otoritesinin temsilcileri olarak güç sahibi idiyseler de, resmî anlamda onun kullarıydılar. Osmanlı devlet sistemi ve toprak sahipliği sistemi daima, halkın artık ürününün bir bölümüne el koyacak aristokrasi gibi çatışan güç merkezlerinin doğmasını önlemek üzere düzenlemişti; aksi takdirde, vergi biçimindeki devlet hazinesine erişmiş olacaklardı. Osmanlı merkezî yönetimi bu hususta uzun bir süre oldukça başarılı olmuştu, ancak göreceğimiz gibi, 18. yüzyılın sonunda durum değişmişti. Osmanlı İmparatorluğu modern ulus devletlerinin yönetim mekanizmasıyla karşılaştırıldığında (ama 18. yüzyılın diğer devletlerininkiyle değil), 18. yüzyılda üç bakımdan kesinlikle farklı bir konumdaydı. Birincisi, Osmanlının yönetim mekanizması çok küçüktü. Bu, kesinlikle doğruydu: İstanbul’daki merkezî yönetim örgütlenmesi (Babıâli) 1000 ila 1500 arasında memur istihdam etmekteydi. 6 Devlet örgütünün küçüklüğü, göreceli olarak da doğruydu: Bu dönemde ulusal hasılanın, merkezî yönetime vergi şeklinde giden kısmı tam, hatta yaklaşık olarak bile bilinmiyor, ama büyük bir olasılıkla %3’ü aşmıyordu. 7 Bu, halkın, özellikle kırsal nüfusun üzerine binen vergi yükünün hafif olduğu anlamına gelmemektedir; durum tamamen aksiydi. Öte yandan, bu, devletin yıllık gelirinin merkez hazineye ulaşmıyor olması anlamına geliyordu, çünkü devletin yıllık gelirinin olağanüstü bir miktarını aracılar aşırıyordu. Bazı tahmini hesaplamalara göre, yılda vergi olarak toplanan 20 milyon pound sterlinden devlete ulaşan sadece 2,25 ila 4 milyondu. Bu doğruysa, Osmanlı hazinesi, Fransız hazinesinin onda biri ila altıda biri kadarını kazanıyor demekti. 8 Bunun kısmen açıklaması, imparatorluğun bu sırada büyük ölçüde adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip olması ve eyalet hazinelerinin, vergi gelirinin büyük bir kısmını eyalet yönetiminin masraflarını karşılamada kullanılmasıydı. 9 Devlet tarafından icra edilen ve ondan beklenen görevler, modern ölçütlere göre, en düşük seviyedeydi. Devlet, ülkenin, (ceza hukuku dâhil) kamu düzeninin korunması ile meşgul olur, pazarları, ağırlık ve ölçüleri denetler; madeni para basar; büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un gıdasını tedarik eder, büyük bayındırlık işlerini yapar ve bunları muhafaza ederdi. Bu görevleri icra edebilmek için, olabildiğince vergilerin tahsil edilmesini zorlardı. Bugün bir devletin normal görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, sosyal yardım ve barındırma türünden şeyler, Osmanlı İmparatorluk yönetimini çok az ilgilendiriyordu. İkincisi, küçük çaplı devlet örgütü, Osmanlı Devleti’nin, yurttaşlarıyla birçok şekilde doğrudan meşgul olan modern bir devletin tersine, çoğu zaman cemaat temsilcileriyle, yani mahalleyi temsil eden mahalle papazı ya da mahalle imamlarıyla, loncaları temsil eden lonca başkanlarıyla, ikamet eden yabancıları temsil eden konsoloslarla ve aşiretlerini temsil eden şeyhlerle ilgilenmesi anlamına geliyordu (ya da ilgilenmek zorunda kalması). Bunun esas nedeni kuşkusuz devletin her bir bireyle ilgilenme olanağından yoksun olmasıydı; ama modern toplum öncesi çoğu toplumda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de bireyin, mensubu olduğu topluluk ya da çeşitli topluluklara çok fazla tâbi bulunduğu da bir gerçekti. Üçüncüsü, yasa önünde eşitlik kavramı yoktu. Yasa önünde eşitlik modern ulus devletlerde bile, bir gerçeklik değil, bir ülküdür, ama Osmanlı İmparatorluğu’nda bu bir ülkü dahi sayılmıyordu. Kentlerde oturanlara kırsal kesimdekilerden farklı, Hıristiyan ve Musevilere Müslümanlardan farklı, göçebelere yerleşik olanlardan farklı, kadınlara ise erkeklerden çok farklı muamele edilirdi. Kentler, loncalar, aşiretler ya da bireyler, yerleşik eski ayrıcalıkları inatla muhafaza ederdi. Osmanlı İmparatorluğu, gelişigüzel yayılmış modern öncesi bir devletti ve Fransa’nın 17. yüzyılda geçirdiği ve Avusturya’da 2. Joseph, Prusya’da Büyük Frederick veya Rusya’da Büyük Katerina gibi aydınlanmış otokratların 18. yüzyılda uyguladığı merkezileşmeyi yaşamamıştı. 1800’e gelindiğinde, İstanbul’daki merkezî hükümet eskiden elinde bulundurduğu gücün büyük bir kısmını yitirmiş durumdaydı. Osmanlının askerî kudretinin 14. yüzyıldan itibaren iki klâsik dayanağını oluşturan ulufeli yeniçeri piyade sınıfı ile yarı feodal sipahi atlı sınıfı, değerlerini uzun zamandan beri yitirmiş bulunuyorlardı. 18. yüzyılda hem başkentte hem de önemli eyalet merkezlerinde görevlendirilmiş olan yeniçeri ocakları, sayıca büyük (ve pahalı), ama askeri bakımdan fazlasıyla önemsiz bir topluluktu; hükümeti ve halkı yıldıracak kadar da güçlü olmasına karşın, İmparatorluğu savunamayacak kadar zayıftı; teknolojik ve taktik olarak üstün olan Avrupa ordularıyla son yüzyıl içerisinde yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan bir dizi savaş bunun kanıtıydı. Yeniçeriler çoktan yarı zamanlı çalışan bir milis gücüne dönüşmüştü. Hisseli dükkan sahipliği ve haraca kesme yoluyla, pazardaki loncalarla kaynaşmışlardı. Askerî birliklere atanma belgeleri kendilerine ve korumakta oldukları dükkanlara ayrıcalıklı bir statü kazandırıyordu. Yeniçerilerin esâme kağıtlarının sayısı, askerlerin gerçek sayısını kat kat aşmış ve para yerine geçen bir kağıda dönüşmüştü. İmparatorluğun görkemli döneminde ücretleri, kendilerine yapılan tımar bağışı yoluyla dolaylı yoldan ödenmekte olan sipahiler ise enflasyon yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardı, çünkü gelirleri sabit olmasına karşın çıkılan seferlerin maliyeti katlana katlana artmaktaydı. Sipahilerin sayısı 1800’e gelindiğinde büyük ölçüde azalmıştı. Bunun yanı sıra, sipahilerin temsil ettiği Ortaçağ atlı sınıfı türü de, o dönemin savaşlarında pek fazla varlık gösteremiyordu. Geç 18. yüzyıl savaşlarında, Osmanlı ordusu, askerlerini esas olarak Müslüman Anadolu’dan, Balkan köylülerinden ve kasabalardaki serkeş genç erkeklerden toplar hale gelmişti, ki bunların hepsine birden levend adı veriliyordu. En etkin Osmanlı birliklerinin bir kısmını, eyaletlerden ve İmparatorluğa tâbi devletlerden temin edilen yedek kıtalar oluşturuyordu. 10 Ekonomik ve mali gelişmeler Askerî zayıflığın yanında, daimi bir mali bunalım da yaşanıyordu (kısmen de buna sebep oluyordu). Bir zamanlar İmparatorluğun önemli bir gelir kaynağı olan savaş, zarara yol açan bir zanaate dönüşmüştü. Savaşların artık ganimet, haraç ve yeni vergiler yoluyla devlete kaynak temin etmemesi, devleti, mevcut nüfusun üzerindeki vergi yükünü artırmaya zorlamış olabilirdi. 11 Osmanlı topraklarından transit ticari geçiş, Avrupalıların deniz ötesi yayılışları nedeniyle 16. yüzyıldan beri azalmıştı ve devlet, eyaletlerden gelen vergi geliri kaynaklarının birçoğu üzerindeki kontrolünü yitirmişti. 18. yüzyıl, gerek Asya ve gerek Avrupa’daki eyaletlerde âyanın yükselişine sahne olmuştu. Âyan, çok farklı kökenlerden gelen nüfuz sahibi kişilerdi (çoğu zaman ailelerdi). Bazıları, yerel bir güç odağına dönüşmüş Osmanlı valileriydi; bazıları, zengin tüccar ya da sarraflardı; diğerleri de toprak sahipleri ya da yüksek dinsel makam sahipleriydi. Bir âyan ailesinin üyeleri genellikle bütün bu alanlardaki uğraşıları birleştirmiş olurdu. Ortak payda, bunların paraya ve yöresel bir güç tabanına sahip olmalarıydı; bu, kendi resmî doktrinine rağmen devleti, onları devlet ile eyalet halkı arasındaki aracılar olarak tanımaya mecbur ediyordu. 18. yüzyılın ikinci yarısında, merkezî yönetim hem asker açısından, hem vergi tahsili açısından (birçok eşraf vergi tahsildarı sıfatıyla resmî görevleri elinde tutuyordu) yoğun biçimde âyana bel bağlar olmuştu. Hama ve Şam’da Azmzadeler, Bağdat’ta Hasan Paşa ve oğlu Ahmet Paşa, (Napolyon’u yenecek olan) Akka’lı ünlü Cezzar Ahmet Paşa ve Batı Anadolu’da Karaosmanoğlu ailesi gibi büyük âyan ailelerinin durumu özerkliğe varmıştı ve merkezî yönetimin bunlarla olan ilişkileri, tebaa ile olan ilişkilerden çok, vassal prenslerle olan ilişkilere benzemekteydi. Bunlardan bazıları, örneğin Arnavutluk ve Kuzey Yunanistan’ı bir kuşaktır yöneten Yanyalı Ali Paşa gibi yerel güçler, bağımsız dış ilişkiler dahi yürütmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu ekonomik açıdan kapitalizm öncesi bir devletti. Devletin ekonomi politikaları, halka hayatta kalmasına yetecek kadar gıda teminini, önemli nüfus merkezlerinin iaşesini ve vergilerin para olarak ya da ayni şekilde tahsilini amaçlamaktaydı. Osmanlı Devleti, İmparatorluk döneminin en sonuna dek, ekonominin belirli kesimlerini etkin şekilde koruyan ya da teşvik eden, merkantilist olarak tanımlanabilecek politikalar geliştirmemişti. Osmanlı ekonomisi, İmparatorluğun daha zengin bölgelerindeki toprak etkinliğinin küçük tarım alanlarına bağlı olduğu, bir tarım ekonomisiydi. Büyük toprak sahipleri ve topraksız köylüler Anadolu’nun daha kurak kısımlarında ve bazı Arap topraklarında sayıca daha fazlaydı. Bölgelerin tamamında çiftçiler, hasattan pay karşılığında öküz ve tohum sağlayacak kişilere yoğun biçimde bağımlılardı. Tarımsal arazinin en büyük kısmının sahibi kâğıt üzerinde devletti; daha küçük ama yine de önemli olan bir kısmı ise, yasal vakıf (çoğul hali evkaf; bunlar, dini kurumlar veya hayır kurumlarıydı) statüsündeydi ve, (cami, hastane, kütüphane ve okul ama ayrıca çeşme ve köprü gibi) dinsel ve kamusal binaların bakım masrafları için kullanılmaktaydı. Evkafın çoğu, ulemanın denetimindeydi ve bu ulemaya hatırı sayılır bir zenginlik ve güç sağlıyordu. Özel toprak (mülk) sahipliği eskiden beri mevcuttu, ama bu büyük ölçüde, kasabalar çevresindeki meyve bahçeleri, bağlar ve mutfak bahçeleriyle sınırlı kalmıştı. Tımar sisteminin zayıflamasının ardından, özel mülkiyet, çiftlik biçiminde daha da yayılmaya başladı; Balkanlar’da ve Batı Anadolu’da ise çiftlikler çoktandır bir norm halini almış bulunuyordu. Bunlar, genellikle sanıldığı gibi, (her ne kadar 18. yüzyıl sonunda Balkanlar’da bu durum yaygınlaşmaya başlayacaksa da) büyük çapta ihracata yönelik çiftlikler değildi; daha çok küçük toprak sahiplerinin küçük arazi parçalarıydı. 12 Tarımsal üretim, devletin esas vergi tabanıydı ve bu vergiler, artık her yerde iltizam sistemi yoluyla toplanıyordu. İltizam sistemi, Arap eyaletlerinde İmparatorluğun klâsik döneminde bile olağan bir uygulamaydı. İltizam, belli bir bölgede belirli bir dönemde vergi toplama hakkının devlet tarafından açık artırma yoluyla satılması ve bireyler tarafından satın alınıp, parasının önceden ödenmiş olması anlamına geliyordu. Bu mültezimler genellikle, satınalımlarına gereken parayı sağlamak için, büyük kentlerdeki Musevi ya da Ermeni sarrafların birinden borç alırlardı. Bu sistemin merkezî yönetim açısından birçok yararı vardı: Geliri garanti edilir, artık hasadın başarısına bağımlı kalmaz ve vergiyi önceden tahsil ederdi. Köylüler açısından ise esas güçlük, gerek mültezimin kendisinin, gerekse mültezime kredi vermiş olanların yatırımlarından kâr elde etmek istemeleri, bunun da köylülerin üzerindeki yükü artırmasıydı. Vergilendirmenin ayni olduğu yerlerde (bu istisna olmaktan çok, kuraldı), mültezimler buğday gibi ürünlerin fiyatından dolayı spekülasyon fırsatlarını artırmışlardı. 18. yüzyılda, iltizamın ömür boyu kiralanması demek olan “malikane”, giderek yaygın hale gelmişti. Âyanı güçlü kılan şey büyük ölçüde, iltizam sistemi üzerindeki ezici hâkimiyetiydi. Tarım dışı üretim, tamamıyla loncaların hâkimiyetindeki, kentlerde bulunan, küçük ölçekli işletmelerle sınırlı kalmıştı. Bu loncalar, Ortaçağ sonlarının Avrupa’sındaki benzeşikleri gibi, üyeleri olmayanları uğraş alanlarının dışında tutuyor ve böylece kendi üyelerinin geçim yolunu muhafaza ediyorlardı. Aynı zamanda da müşterilerine işçilik ve malzemenin kalitesini garanti ediyorlardı. Loncalar, bir çırağın kalfa, kalfanın da – sonunda– usta haline gelebildiği katı bir hiyerarşik sistem sayesinde disiplin ve standardı muhafaza ediyorlardı. Loncalar genellikle yeni ürünleri ve yeni üretim yöntemlerini kuşkuyla karşılıyorlardı. Ayrıca loncalar, Avrupalı benzeşikleri gibi, kasabalardaki toplumu güçlü şekilde etkisi altına alan dince onaylanmış bir ahlâk ve değerler bütününü devam ettiriyorlardı (loncalar ve tarikatler arasındaki yakın bağlar sıklıkla belirtilmiştir). Ordu ve bürokrasinin neredeyse bütününde örgütleniş ve eğitim düzeninde loncalarınki örnek alınmıştı. Bu, lonca örgütleri dışında kalan hiç kimse olmadığı anlamına gelmiyor: aslında bağımsız olarak çalışanların sayısı da fazlaydı. Birçok lonca, çevre köylerdeki kadınların sağladığı yarı mamül ürünlere bağımlıydı. Modern araştırmalar, oldukça gelişmiş, eve iş verme sistemlerinin birçok örneğini tespit etmiştir. 13 Ticaret tamamıyla yereldi: Köyden pazara ya da komşu bölgeler arasında olurdu. Uzak mesafeli kara ticareti, pahalı ve nispeten hafif mallar ile sınırlıydı. Güvenlik yokluğu bu malları kervanlarda taşımayı zorunlu kılıyordu. Ağır ve hacmi büyük mallar ise (tahıl ve kereste gibi) genellikle denizden taşınıyordu. Uluslararası ticaret toplam ticaret hacminin sadece küçük bir kısmını oluşturuyordu. Müslüman tüccar ve deniz nakliyatçıları, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi ticaretinde ve 1774’e dek yabancı gemilere kapalı kalan ve başkentin iaşesi için çok önemli olan Karadeniz ticaretinde, hâlâ önemli bir rol oynamaktaydılar. Ancak Akdeniz’deki uzun mesafeli ticaret, Avrupalı ulusların elindeydi; Fransız ticaret filosu, 17. yüzyılda sırasıyla Hollandalılara ve İngilizlere kaptırmış olduğu üstünlüğü, 18. yüzyılda bu iki devleti arkasında bırakarak yeniden kurmaktaydı. Osmanlı Devleti derin ve baş edilmesi zor bir mali bunalım yaşadığından, pek çok araştırmada 18. yüzyılın, İmparatorluğun ekonomik bunalım dönemlerinden biri olduğu yorumu yapılmıştır. Ancak bu sanının gerçek bir kanıtı yoktur. Bölgeler arası ticaret çok önemsiz olduğundan dolayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik bir birim olarak tanımlanıp tanımlayamayacağı, bu kuşku götürür. Muazzam bölgesel farklılıklar söz konusudur ve bazı bölgeler, özellikle Balkanlar, 18. yüzyılın ikinci yarısında kısmen ihracatın güdümünde ekonomik büyüme yaşamıştır. Bu bölgede ve Suriye ve Filistin gibi bazı diğer bölgelerde uzun bir süre canlı bir tahıl ticareti (daha doğrusu, Osmanlı yönetimi tahıl ihracını kesinlikle yasakladığından, tahıl kaçakçılığı) yapılmıştı. Buğday fiyatındaki devirsel bir iyiye doğru gidiş, bu ticareti 18. yüzyılın ortasına kadar canlı tutmuştu. Batı Avrupa’nın gelişmekte olan sanayileri ve büyüyen nüfusu da, özellikle ihracat için ekimine başlanan pamuk gibi tarımsal ürünlere talebi canlandırmıştı. Osmanlı ürünlerinin esas pazarları Fransa ve Avusturya idi (Fransa’ya pamuk ve Habsburg topraklarına sınırdan yapılan domuz ihracı bilhassa önemliydi). 18. yüzyıl sonundaki uluslararası siyasal karışıklık, Osmanlı tüccar ve deniz nakliyatçılarına yeni fırsatlar yaratmıştı. Bunların çoğu Ege kıyı ve adalarındaki Rumlardı. Bunların artan ticari çıkarları, Rum cemaat üyelerini İmparatorluğun dışında, Marsilya, Trieste ve Karadeniz’de yeni kurulmuş olan Rus liman kenti Odessa gibi önemli ticaret merkezlerine yerleşmeye sevk etmişti ve böylece bunlar kendi işlerini daha da fazla canlandıran bir uluslararası ağ yaratmışlardı. 14 Osmanlı devlet çarkı, ekonomideki bu iyiye doğru gidişten bir yarar görmemişti. Devletin taşradaki hâkimiyet eksikliği, devletin yeni kazançları vergilendirerek mali durumunu iyileştirme gücünden yoksun olması anlamına geliyordu; aynı zamanda da gıda maddeleri ihracatı kentlerin iaşesini tehlikeye sokuyordu. Uluslararası siyasette Osmanlı İmparatorluğu 1800’e gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun uluslararası siyasetteki durumu iki yüzyıldır gittikçe zayıflamış bulunuyordu. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa devletleri, özellikle de Batı Avrupa’da yeni ortaya çıkmakta olan ulus devletler, Osmanlı devletini ekonomik, teknolojik ve askerî bakımdan geçmişlerdi. Yeni teknolojiler, Doğu Avrupa’nın Hıristiyan imparatorluklarına, Osmanlı topraklarına olduğundan daha hızlı transfer ediliyordu. Bu durum, hemen hepsinde Osmanlının ciddi yenilgiler aldığı ve toprak kaybettiği uzun savaşlar silsilesiyle açığa çıkmıştı. 17. yüzyılda ve 18. yüzyıl başlarında esas düşman Habsburglar idi, ama 18. yüzyılın ikinci yarısında İmparatoriçe Katerina’nın Rusya’sı esas tehdit olarak ortaya çıkmıştı. Rusya sürekli olarak Karadeniz’in kuzey kıyılarına hâkim olmaya –ve daha sonra da buraları kendine dâhil etmeye– çalışmış ve bu yüzden de Osmanlılarla çatışmıştı; Osmanlılar, vasalları olan Kırım’daki Tatar Hanlarının elinde tuttuğu bu bölgelere stratejik olarak çok önem veriyordu. Bu mesele yüzünden 1768-1774 yıllarında yapılan savaş Osmanlıların yenilgisi ve Osmanlı tarihinde birçok bakımdan bir dönüm noktası olan bir barış antlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Küçük Kaynarca (Rus kontrolündeki Bulgaristan’da, Tuna’nın tam güneyinde bir köydü) Antlaşması Kırım’ın bağımsızlığını tanımış, Rusya’ya Karadeniz kıyısında Dinyeper ve Boğ (Bug Aksu) nehirleri arasında emin bir tutunma noktası sağlamış ve Rus gemilerine Karadeniz’de seyir hakkı vermişti. Ayrıca, Rusya İmparatoriçesi’ne, İstanbul’daki bir Ortodoks kilisesi üzerinde koruma hakkı tanınması, Ruslar tarafından, bütün Osmanlı memleketlerinde Rum Ortodoks Kilisesi’ni koruma hakkı verilmesi gibi yorumlamışlardı. 15 Gerek Rus hükümeti, gerek Sultan’ın Rum Ortodoks tebaası, bu hakları büyük bir gayretle istismar etmişlerdi. Bunun sonucunda, sonraki onyıllarda Balkanlar’ın her tarafına ve Yunan adalarına Rus konsolosları tayin edilmiş, konsoloslar da (berat sistemi altında) Rus yurttaşlığını yerli Hıristiyanlara cömertçe sunmuşlardı. Karadeniz’in Rus gemilerine açılmasının ardından, Karadeniz ticaretini ele geçirenler, Rus bayrağını dalgalandırmakta olan Rum deniz sevkiyatçıları olmuştu. 1774 barışı, gerek daha fazlasını elde etme beklentisinde olan Ruslar ve gerek İmparatorluğun tarihinde ilk kez bir Müslüman toprağının yitirilmesini kabullenmekte (Sultan’ın saltanatının güvenilirliğine ve meşruiyetine çok zarar verici bir şeydi bu) zorluk çeken Osmanlılar açısından tatmin edici olmamıştı. Önce, Ruslarla Osmanlıların arasında Kırım’da bir vekalet savaşı olmuş, ardından Ruslar Kırım’ı 1779’da resmen ilhak etmişlerdi. Sultan yönetimi bunu 1784’te istemeye istemeye kabullenmiş, ama üç yıl sonra Rusya’ya savaş ilân etmişti. Avusturya’nın Rusya’yı önce desteklediği sonra da ortada bıraktığı 1787-1792 savaşı, yine Rusya’nın büyük zaferiyle ve Rusya’nın Karadeniz’in kuzey kıyısındaki nüfuzunun güçlenmesi ve hatta batıda Dinyester nehrine ve doğuda Gürcistan’a kadar uzanmasıyla sonuçlanmıştı. 2 Gelenek ve Bid’at Arasında: Sultan III. Selim ve “Nizam-ı Cedid” 1789-1807 Fransız Devrimi’nin patlak verişinden 1830’ların sonuna kadar olan dönem, buraya kadar değinilen bütün alanlarda (toprak, nüfus, ideoloji, yönetim, ekonomi ve uluslararası ilişkiler) hızlı bir değişime sahne olmuştu ve bu değişimin çoğu cephesinin İmparatorlukla Avrupa arasında değişen ilişkilerle şu veya bu şekilde bir ilgisi vardı. Bu değişikliklere nezaret eden ilk hükümdar, 1789’da tahta çıkan Sultan III. Selim olmuştu. Selim, tahta çıkışından önce de, sarayın dışındaki dünyaya ve Avrupa’ya ilgi göstermişti. Şehzade iken, örnek aldığı şahsiyet olan Fransa Kralı XVI. Louis ile yazışmış olduğu ve çevresine, Avrupa’ya özgü şeylere olan ilgisini paylaşan dost ve hizmetkârlarını topladığı bilinmektedir. Bu kişilerin birçoğunu tahta çıktığında etkin mevkilere atadı. Saltanatının ilk üç yılında Selim, Rusya’ya karşı yapılan savaşın yönetimi üzerine yoğunlaşmak zorunda kalmıştı. 1792’de Osmanlıların askerî durumunun kötüye gitmesi nedeniyle, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu İngiltere’yle Prusya’nın arabuluculuklarını kabul etmişler ve bu da, esasen (1774) Küçük Kaynarca Barışı’nın bir teyidi olan ve bunun yanında, Rusya’ya Karadeniz kıyılarında bir parça daha toprak kazancı sağlayan Yaş Barışı’nı getirmişti. Barışın tamamlanmasının hemen ardından Sultan, adına resmî olarak “Nizam-ı Cedid” (Yeni Düzen) denilen reform (ıslahat) programını başlattı. Bu program, merkezî devlet örgütünün gücünü, hem dış düşmanlara (bilhassa da, felaket getiren iki savaşın ardından Osmanlı gücüne yönelik en büyük tehdit olarak ortaya çıkan Rusya’ya) karşı ve hem de iç düşmanlara (yarı bağımsız âyana) karşı artırmayı hedefliyordu. Bunlar, Selim’in 18. yüzyıldaki seleflerinin başına dert olmuş sorunlardı ve onun bu sorunları çözme girişimleri de esas itibariyle geleneksel tarzdaydı: Selim suistimal ve rüşvetle mücadele ederek; geleneksel sistemi ve böylece adaleti yeniden tesis ederek, devlet aygıtını (özellikle de orduyu ve vergilerin toplanması işini) güçlendirmeye girişti. Bütün topluluk ve bireyler, devletin İslâmî düzeni muhafaza ettiğini gösterme çabasıyla, yine kendi hudutları içerisine sıkıştırılacaklardı. Selim’in –bilhassa da gayrımüslim reayaya yönelik olarak– geleneksel giyime ve bina kısıtlamalarına uyulmasında ısrar eden hatt-ı hümayunları onun siyasetinin bu yönünü açıkça göstermektedir. Selim’i, 17. yüzyıl ortasında merkezî otoriteyi yeniden kuran Köprülü vezirlerinin zamanından beri süregelen geleneksel reform teşebbüsleriyle 19. yüzyıl Tanzimat reformları arasında, geçiş döneminin bir şahsiyeti olarak ilginç kılan şey; amaçlarına ulaşmak için Avrupa’nın usullerini (ve Avrupalı danışmanları) kabule istekli olması ve saltanatının Avrupa’yla Osmanlı yönetici seçkinler sınıfı arasında iletişim kanalları açma yoludur. “Nizam-ı Cedid” reformları Askerî alandaki program, mevcut orduyu; yeniçerileri, sipahiyi yani feodal atlı askerini ve topçular, top arabacıları gibi ihtisas birliklerini daha etkili kılma girişimleriyle başlamıştı. Bu program, rüşvet fırsatını bertaraf etmek için tam anlamıyla askerî olan işleri subayların idari görevlerinden ayırmış ve ellerinde esame bulunan ama gerçekte orduya hizmet etmeyen kişilerin çıkartılması yoluyla asker sayısı azaltılmış, geriye kalanlara ise daha katı bir disiplin getirilmiş ve düzenli para ödeneceği garanti edilmişti. Kısa zamanda sistemin içinden gelen engellemenin bu türden bir yeniden örgütlenmeyi neredeyse tamamen etkisiz hale getirdiği anlaşıldı. O zaman Sultan ve adamları daha kökten bir çözüme, yani var olan yapının dışında yeni bir ordu meydana getirmeye karar verdiler. Yeni ordu için çalışmalara 1794’te başlandı ve 1807’de, Selim’in saltanatının sonuna denk gelen bu yeni ordu, o zamanın gözlemcilerine göre nispeten iyi donanımlı ve iyi talim görmüş yaklaşık 30 bin askerden oluşuyordu. Ayrıca deniz kuvvetleri de yeniden örgütlenmişti. Bu program kuşkusuz, hem yeni bir talim ve eğitim sistemi hem de çok para gerektiriyordu. Sultan talim ve eğitim alanındaki gereksinimi karşılamak için, yabancı subayları danışman ve eğitimci olarak çekmeye çalıştı. Bu subayların çoğu Fransızdı ve ilginçtir, Fransa’nın hem krallık, hem Cumhuriyet, hem de Napolyon İmparatorluğu hükümetlerinin kanalıyla temin edilmişlerdi. Modern bir sağlık örgütü ve tıp okulu kurulmuş, mevcut olan deniz kuvvetlerinin mühendislik okulu modernleştirilmiş ve kara ordusu için 1795’te bir mühendislik okulu açılmıştı. Ancak iş ıslahatlara para teminine geldiğinde, III. Selim yönetimi beceriksiz kalıyordu. Hükümet, “ilk gelen ilk hizmeti alır” kuralınca işleyen karmaşa içindeki maliye düzeni yerine, gelir ve giderlerin dengelenebildiği düzenli bir bütçe oluşturmaya çalışmamıştı ve hükümetin son derece yetersiz olan geleneksel vergi sisteminin ıslahına ya da var olan sistemin etkin şekilde yürütülmesine yönelik zayıf girişimleri ise başarısız olmuştu. Hükümet, gelirlerini artırmak için, geleneksel araçları, müsadere ve tağşiş 1* usullerini kullanmış, böylece uzun vadede sadece sorunlar artırmıştı. Selim’in, merkezî kalemiye örgütünün etkili usullerini kullanmış, böylece uzun vadede sadece sorunları artırmıştı. Selim’in, merkezî kalemiye örgütünün etkililiğini artırma girişimleri, dairelerdeki (bir rüşvet kaynağı olan) müzminleşmiş istihdam fazlalığının azaltılmasından ve 1797’de devletin önemli işlerine ilişkin çalışmaları bir “önemli işler dairesinde” (Mühimme Odası) toplanmasından –ki bu kısmen asgari bir gizlilik getirme girişimiydi– oluşuyordu. Ancak, maaşlar düzenli ödenmeksizin ve mevki ve görevleri tanımlayan açık kurallar olmaksızın, istihdam fazlasını, adam kayırmacılığı ve rüşveti yok etmenin mümkün olmadığı meydana çıkmıştı; 19. yüzyıl reformları, her ne kadar maaşların düzenli ödenmesini ve mevki ve görevleri açıkça belirleyen kuralları yürürlüğe koyduysa da, Osmanlı İmparatorluğu neredeyse sonuna kadar bu sorunlarla boğuşmaya devam edecekti. Yeni iletişim kanalları Belki de Selim’in aldığı tedbirlerden daha önemli olan şey, onun Batılı düşüncelerin Osmanlı İmparatorluğu’na akışı için yaratmış olduğu artan olanaklardı. Selim’in kurmuş ya da ıslah etmiş olduğu çeşitli ordu birliklerine tayin edilmiş Avrupalı ve bilhassa Fransız eğiticiler, iletişim kanallarından birini oluşturuyordu. Bunların öğrencileri Fransızca öğrenmiş ve büyük bir istekle her çeşit yeni moda düşünceyi yabancı eğiticileriyle tartışmaya başlamışlardı. Üstelik Osmanlı toplumunda bu yabancılara, önceki kuşaktaki seleflerine olduğundan çok daha fazla serbestlik tanınmıştı. Bunlar sadece yerel Hıristiyan cemaatlerinin önderleriyle değil, Osmanlı yönetici seçkinler sınıfının üyeleriyle de düzenli sosyal ilişkiler kurmuşlardı. 1 Avrupa’daki yeni Osmanlı elçilikleri ikinci en önemli iletişim kanalı olmuştu. 18. yüzyılda daha önceleri Avrupa başkentlerine özel amaçlarla gönderilmiş tek tük Osmanlı elçileri olmuştu, ama yine de asıl diplomatik işler İmparatorluğun parlak döneminde olduğu gibi Rum tercümanlar yoluyla yürütülmekteydi. Selim şimdi ilk kez, Londra (1793), Viyana (1794), Berlin (1795) ve Paris’te (1796) daimi Osmanlı elçilikleri kurmuştu. İmparatorluğun sonraki ıslahatçılarından birçoğu, bu Osmanlı elçiliklerinde kâtip olarak hizmet görürken ilk Avrupa deneyimlerini edinmişlerdi. Mevcut tüm bilgilere bakılırsa, bu ilk elçilerin etkisi yok denecek kadar azdı. Mesleklerinde hiç deneyimleri yoktu ve Avrupa diplomasi oyununu sıfırdan öğrenmek zorunda kalmışlardı. Ama, Avrupa’ya giden bu ilk modern Osmanlı diplomatları Avrupa karşısında ne kadar beceriksiz kalmış olurlarsa olsunlar, onlar ve onların bir kuşak sonraki ardılları, Osmanlı toplumunda Avrupa’daki yaşamın elçileri olarak kesinlikle etkili oldular. Sultan III. Selim’in düşüşü Selim uyguladığı siyaset nedeniyle birçok düşman kazanmıştı. Selim yeni bir ordu yaratma çabası sonucunda ordu kurumuyla arasını açmış ve ulemanın çoğunluğu, saraydaki ve seçkinler sınıfının genç üyeleri üzerindeki Fransız etkisinden hoşlanmamıştı. Sultan halkın geniş kesimi tarafından da sevilmiyordu; halk onun ıslahat girişimlerinden bir yarar görmemişti, ama kahve, tütün ve diğer şeylere konan yeni vergilerin yükünü sırtlanarak yeni ordu ve bahriyenin tüm masraflarını karşılamak zorunda bırakılmıştı. Selim’in saltanatı taşrada, onun merkezî gücü artırmadaki gayretlerine rağmen, aslında yalnızca büyük âyanın gücünün ve özerkliğinin pekişmesine sahne oldu. Bunun nedeni, Sultan’ın âyana vergi gelirleri ve başkentin iaşesi hususlarında bağımlı olmakla kalmayıp, büyük âyanın Napolyon’un açtığı savaşlarda ordunun asker gereksiniminin çoğunu temin etmesiydi. İlk Nizam-ı Cedid ordusu bile bazı âyanın gönderdiği birliklerle kurulmuştu. Âyanın Sultan’a ve Sultan’ın siyasetine olan tutumu çelişkiliydi. Bunlar bir yandan, Selim’in, taşra merkezlerindeki iktidar rakiplerinin, yani ulema ve yeniçerilerin, konumlarını zayıflatma girişimlerini destekliyor, diğer yandan da merkezî hükümetin denetimini daha etkili kılmasını kesinlikle istemiyorlardı. Bu durum, Sultan 1805’te Edirne’de yeni bir Nizam-ı Cedid birliği kurulacağına dair bir ferman çıkartınca açığa çıktı. Askerler 1806’da Edirne’ye ulaştığında, Avrupa eyaletlerindeki âyan, bu birlikler geri çekilmezse başkente ilerleyecekleri tehdidinde bulundu. Sultan boyun eğmek zorunda kaldı, böylece âyanın konumunu daha da güçlendirmiş oldu. Selim gibi Avrupa’dan örnek aldığı modelleri sınırlı şekilde kavrayan, mali kaynakları yetersiz ve güçlü geleneksel kurumların kazanılmış haklarıyla karşı karşıya kalan herhangi bir Sultan’ın, köklü reformlar gerçekleştirmeyi başarıp başaramayacağı konusu şüphelidir. Bununla beraber, muhtemelen, Selim bu iş için gereken acımasızlık ve kurnazlıktan da yoksundu. Mayıs 1807’de İstanbul’daki yeniçeri ocağındaki yedek askerî birlikler ayaklandıklarında (büyük bir olasılıkla muhafazakâr saray çevrelerinin tezgâhlamış olduğu bir isyandı bu) ve Nizam-ı Cedid birliklerinin lağvedilip önemli ıslahatçıların azledilmesini talep ettiklerinde, Sultan yeni askerlerini öne sürmeksizin boyun eğdi, ama yine de konumunu koruyamadı. Aynı gün, şeyhülislamın ilân ettiği bir fetvayla tahttan indirildi; Fetva, reformlarının şeriatle bağdaşmadığını bildiriyordu. Uluslararası ilişkiler: Fransız devrimi ve Napolyon savaşları Reform çabalarında, iç muhalefetten başka, saltanatının Fransız devrimiyle Napolyon savaşlarının yol açtığı uluslararası karışıklıkla aynı zamana rastlamış olması da kesinlikle Sultan’a engel oluşturmuştu. Habsburg hanedanının baş düşmanı Fransa’yla olan dostça ilişkiler, iki yüzyıldan fazla bir zamandır Osmanlı dış siyasetinin köşe taşlarından olmuştu. Daha önce de belirtildiği gibi, Selim’in kendisi Fransa Kralıyla temas halindeydi, ama Fransa’yla olan ilişkiler Fransız Devrimi’nden ve hatta Kral XVI. Louis’nin idamından sonra da devam etmiş, aslında Napolyon Bonapart’ın 1798’de ansızın Mısır’a çıkışına kadar sürmüştü. Napolyon’un seferi çok sayıda bilimsel yayına konu olmuştur. Bu askerî sefer, hem Fransa ve İngiltere arasındaki sömürge ve ticaret rekabetinin –ki Hindistan’daki hesaplaşma halen sürmekteydi– ve hem de mevcut koşulların İngiltere’ye doğrudan hücum olanağı vermediğinin Paris tarafından kavranmış olmasının bir sonucuydu. Napolyon gönlünde yeni bir Büyük İskender olarak Ortadoğu’yu fethetmenin romantik hayallerini yaşatmış olabilirdi, ancak Fransız siyasetinin hedefleri çok daha sınırlıydı: Mısır’ı bir Fransız üssü haline getirerek İngilizlerin Doğu’daki konumunu dolaylı şekilde zayıflatmak. Fransız istilası Osmanlı yönetimini İngiltere ve eski düşmanı Rusya’yla birer ittifak yapacak kadar derinden sarsmıştı, ancak bu tedbirin ömrü tehlikenin kendisi kadar sürmüştü. 1802’deki Amiens Barışı, Babıâli’yle Fransa arasındaki eski sıcak ilişkiyi yeniledi. Avusturya baskısıyla Osmanlıların Napolyon’un imparatorluğunu kabul etmeyişi, 1805’te diplomatik ilişkilerin kesilmesine yol açmıştı, ancak bir yıl içerisinde Osmanlı İmparatorluğu bir kez daha Fransa’nın müttefiki olmuş ve hem İngiltere hem de Rusya’yla bir savaşa girmiş, bu durum yeni bir Rus istilası getirmişti. Napolyon’un siyasetinin, 1807’de Çar’la Tilsit’teki görüşmesi sırasında aniden tersine dönmesi, Osmanlıları düşmanlarına karşı tek başına bırakmıştı. Fransız Devrimi’nin ideolojik etkisi Fransız Devrimi’nin yarattığı uluslararası karışıklık ve neden olduğu sonuçların Osmanlı İmparatorluğu’nu hayli etkilemiş olduğu kuşku götürmezse de, devrimin Osmanlı toplumu üzerindeki ideolojik etkisinin derecesi pek açık değildir. Nizam-ı Cedid’i başlatırken, bu terimin kendisi Fransızcadan türetilmiş olsa bile, Sultan III. Selim’in esin kaynağı kesinlikle Fransız Devrimi olmamıştı. 2 O, devrimciler tarafından idam edilecek olan XVI. Louis’nin mutlak monarşisinin ve Fransızların askerî ve idari becerilerinin hayranıydı. Selim’i askerî reformdan yana karar vermeye zorlayan şey geleneksel Osmanlı ordusunun Rusya Savaşı’ndaki başarısızlığı olmuştu. Devrimin ve devrim düşüncelerinin Müslüman Osmanlı yönetici seçkinler sınıfı çevrelerindeki etkisi sınırlı kalmış gibi görünüyor. Devrimci ideolojinin laik karakterinin, Müslüman bir halkın bu düşünceleri benimsemesini, dine bulanmış düşüncelerin benimsenmesine nazaran, kolaylaştırmış olduğuna dair bir kanıt yoktur. Devrimin din aleyhtarı niteliğini yorumlayan Osmanlı gözlemciler bunu istisnasız sert bir şekilde eleştirmişlerdi. 3 Keza Fransızların Mısır’ı işgali, Müslüman toprağının kalbine bir saldırı olarak derin bir sarsıntı yaratmışsa da, Fransız felsefesinin değil Fransız askerî gücünün farkına varılmasına yol açmıştı. Osmanlı yönetici sınıf üyelerinin, Selim rejiminin yabancılarla görüşüp kaynaşmaya izin vermesinin yarattığı fırsatlar nedeniyle, Avrupa’nın düşüncelerinin etkisinde kalmış olmaları, özellikle genç bürokratların geleneksel çözümler yerine akla dayanan çözümler arama eğilimlerinde ve bu suretle yeni yasalar hazırlanmasında kesinlikle etkili olmuştu. Özellikle, Avrupa’daki elçiliklerde hizmet veren genç Osmanlılar, orada karşılaştıkları bürokrasilerin işlerliğinden derin biçimde etkilenmişlerdi. Osmanlı yüksek mevki sahipleri yaşam tarzlarını, (çoğu kez ay sonunda, hatta yıl sonunda ödenmekte olan) maaşlarına, “tayin hediyelerinden” ve “harç ve para cezalarından” oluşan ek bir gelir katarak sürdürmek ve her yıl yeniden atanmalarını sağlamak zorundayken, Avrupa devletlerinin hizmetkarları, çoktandır 19. yüzyılın o gerçek bürokratlarına dönüşmekteydiler: Memuriyetlerinde güvenlikleri sağlanmış ve görevleri ve yükselme olanakları yönetmeliklerle açık şekilde belirlenmiş olan maaşlı memurlar. Liberalizm, meşrutiyetçilik 2* ve yurtseverlik gibi daha soyut olan düşüncelerin, Osmanlı seçkinler sınıfı üyeleri üzerinde 19. yüzyıl ortalarına kadar bir etkisi olmamıştı. Fransız Devrimi’nin düşüncelerinin üzerinde belirgin bir etki yarattığı kişiler, İmparatorluğun Hıristiyan cemaatlerinin okuryazar üyeleri olmuştu. İlk etkilenenler, belli başlı bütün Avrupa limanlarıyla ticari bağlantıları nedeniyle Rumlar ve Avusturya’ya olan ihracatları yoluyla Orta Avrupa’yla devamlı temasta bulunan Sırplar olmuştu. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarından bu cemaatler arasında rağbet bulanı, özgürlük idi; ancak özgürlük bu cemaatler için yurttaşlık haklarının değil, ulusal bağımsızlığın teminatı anlamına geliyordu. Milliyetçilik Osmanlı İmparatorluğu’na, Fransız Devrimi savaşlarının sonucu olarak girmişti, ancak Osmanlı Hıristiyan toplulukların milliyetçiliği Batı Avrupa tipinde değil, daha çok, Orta Avrupa tipindeydi. Balkan aydınları, üzerine devletlerini kuracakları bir ulus peşindeyken, tarihsel geçmişlerinin romantik hayali görüntülerini yarattılar; bunu yaparken de Osmanlı egemenliğini bir “işgal” olarak tanımladılar. 4 1808 yılı bir Sırp ayaklanmasının başlangıcına sahne olmuştu; ayaklanma önceleri yerli Müslüman toprak sahiplerinin ve yeniçerilerin suistimallerine itiraz anlamını taşıyordu; ama özerklik hareketine ve daha sonra bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştü. Hareketin ilk önderinin Kara Yorgi adındaki zengin bir domuz ihracatçısı olması bir rastlantı değildi. Yunan milliyetçiliğinin doğuşu, Bizans İmparatorluğunun yeniden kurulmasını amaçlayan bir gizli topluluk olan Filiki Eterya’nın 1814’te Odessa’da Rum tüccarlar tarafından kuruluşuna kadar götürülebilir. 19. yüzyıl boyunca önce Balkanlar’da daha sonra da Asya’daki eyaletlerde milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında en önemli etken olacaktı. Ekonomik değişim Ekonomik açıdan Fransız Devrimi yıllarında Yakın Doğu’daki esas gelişme, Rum tüccar ve deniz nakliyatçılarının konumunun güçlenmesi olmuştu. Devrim savaşları ve Napolyon savaşları, Fransız ticaret filosunun Doğu Akdeniz’deki konumuna ciddi şekilde zarar vermiş ve onun uzun mesafeli deniz ticaretindeki önder konumunu, ticaret işleri geç 1700’lerde bir patlama yapmış olan Rumlar devralmışlardı. Aynı zamanda, Napolyon Avrupa’sının İngilizlerce ablukası ve “Kıta Sistemi” diye bilinen, Fransızların başlattığı karşı abluka, Orta Avrupa’da ve Orta Avrupa’dan yapılan ticarette Osmanlı İmparatorluğu’nun önemini artırmıştı. 5 III. Selim önemli Akdeniz ticaret merkezlerinde konsolosluklar kurmak suretiyle, Osmanlı tüccarlarının Avrupalılarla olan rekabet koşullarını iyileştirmeye çalıştı. Bu konsoloslar, Osmanlı Sultanları’nın Avrupalı uluslara bahşettiğine benzer bir kapitülasyon (krş. Bölüm 1) sistemiyle desteklenmedikleri için, elbette Batılı meslektaşları kadar etkin roller oynayamamışlardı. Alemdar Mustafa Paşa: Taşra âyanları iktidarda Sultan III. Selim tahttan indirildikten sonra sarayda hapis tutulmuştu. 1807 darbesini gerçekleştiren muhafazakâr ulema ve yeniçeri subayları ittifakı, tahta Selim’in yeğeni IV. Mustafa’yı geçirmişti. Ne var ki motivasyonları olumsuz olduğundan (Selim’in politikalarına duydukları ortak nefret), tutarlı bir siyaset geliştiremediler; bu arada, devrilmiş olan yönetimin sağ kalan bazı önderleri, önde gelen âyandan, Rusçuk’taki Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar. Mustafa Paşa’nın, önde gelen âyanın birçoğu gibi, devrik Sultan’la çelişik ilişkileri olmuştu; onu yeniçeri ve ulemaya karşı desteklemiş, merkezî denetimi taşraya kadar genişletme girişimlerini ise baltalamıştı. Mustafa Paşa ancak, Rusların ilerleyişi 1806’da Tuna üzerindeki denetim alanını tehdit altında bırakınca Sultan’a yanaşmıştı. Onun karargâhı, İstanbul’da iktidarda olan muhafazakâr koalisyona karşı muhalefet merkezi haline gelmiş ve Mustafa Paşa bir yıldan az bir zaman sonra Temmuz 1808’de, Sultan III. Selim’i yeniden tahta çıkarma niyetiyle başkente yürümüştü. Selim özgürlüğüne kavuşamadan kendisini tutsak edenler tarafından katledilmişti, ancak Alemdar Mustafa Paşa’nın askerleri bir hafta içinde duruma tamamen hâkim olmuşlardı. IV. Mustafa’yı tahttan indirip, yerine Selim’in öteki yeğenini, Nizam-ı Cedid’in taraftarı olduğu bilinen II. Mahmut’u geçirmişlerdi. Böylece, İmparatorlukta merkezî denetimi yeniden kurmaya çalışan ilk Sultan’ın saltanatı, arzu edilenin tam tersine, başkentte âyanın iktidara gelişiyle sona ermişti. Alemdar Mustafa Paşa’nın iktidardaki dönemi topu topu dört ay sürdü, ama o süre içinde ilginç bir şey başarmaya çalıştı. Hasımlarını, 1807 darbesinin oyuncularını, yıldırıp tamamen itaat altına alma çabasından başka, Sultan Selim’in reformlarını canlandırmaya ve hatta Nizam- ı Cedid’i, “Sekban” gibi geleneksel bir ismin altında yeniden kurmaya gayret etti (Sultanların Av Köpeklerinin Bakıcıları - Sekbanlar daha sonra 34 bölüklü bir kısım olarak yeniçeri ocağına dâhil edildiler). Sadık âyanın başkente gönderdiği askerî birlikler bu kıtanın çekirdeğini oluşturuyordu. Dahası Mustafa Paşa şaşırtıcı şekilde, merkezî hükümetin en yüksek ricalinin de hazır bulunacağı imparatorluğun sorunlarına ilişkin bir toplantıya katılmaları için, İmparatorluğun bütün önemli âyanını İstanbul’a davet etme girişiminde bulunmuştu. Önde gelen Anadolu âyanının çoğu gelmişti, ama Alemdar’ın Balkanlar’daki bazı rakipleri ve (daha hızlı bir şekilde) Mısırlı Mehmet Ali Paşa aflarını istemişler, Balkanlar’ın batı kısmındaki âyanın en güçlüsü olan Yanyalı Ali Paşa ise sadece bir temsilcisini göndermişti. Toplantıya katılanlar Mustafa Paşa’nın sunduğu programı tartışmış ve Sened-i İttifak’ı kabul edip Ekim 1808’de imzalamışlardı. Belgede hem Sultan hem de âyan yönetimlerinin adil olacağına SÖZ vermişlerdi. Vergiler devlet tarafından adil şekilde konacak ve âyan tarafından adil şekilde toplanacaktı. Âyanlar, reformları ve yeni bir ordunun kurulmasını desteklemeye söz vermişlerdi. Sultana ve yönetimine bağlılıklarını bildirmiş ve onu isyanlar karşısında korumayı taahhüt etmişlerdi. Âyanlar ayrıca, birbirlerinin toprağına ve özerkliğine saygılı olma sözü de vermişlerdi. Dikkate değer bir belge olan Sened-i İttifak kimi zaman bir Osmanlı Magna Carta’sı ya da ilk meşrutiyetçilik girişimi olarak gösterilmiştir. İlki daha doğrudur, çünkü bu belge, yurttaş haklarının kanunname şeklinde derlenişi değil, gerçekten de hükümdar ve beyleri arasındaki bir sözleşmedir. Böyle olduğu için de, metinde resmen devletin ortakları olarak tanınan âyanın, İmparatorluk içindeki nüfuzunun en yüksek başarı noktasını oluşturmaktadır. Sultanın kendisi belgeyi imzalamamıştı ama üzerine tuğrasının konulmasına izin vermişti. 6 Belgenin âyan tarafından imzalanışından bir ay sonra, başkentteki yeniçeriler Mustafa Paşa’nın kendilerini dağıtacağına dair çıkan söylentiler üzerine tekrar ayaklanmıştı. En iyi askerlerini Rusçuk’u, Bulgaristan’daki rakiplerine karşı savunmak üzere göndermek zorunda kalan ve İstanbul’da desteği kalmayan Mustafa Paşa, bir cephane deposuna sığındı. Yeniçeriler içeriye girdiğinde, kendini havaya uçurdu. Loncalar ve ulemayla ittifak içerisinde olan yeniçeriler, bir kez daha başkentin efendisi oldular. Ancak Sultan çabuk harekete geçti: Geriye kalan tek erkek akrabası olan IV. Mustafa’yı boğdurdu ve Sekbanları saraya çağırdı. İlk başta çıkmaza girilse de sonunda bir uzlaşmaya varıldı: Sultan tahtta kalacak ama Sekban kıtası dağıtılacaktı. 3 Sultan II. Mahmut’un İlk Yılları: Merkez, Denetimi Tekrar Ele Geçirmeye Çalışıyor II. Mahmut, hem Nizam-ı Cedid’in sınırlı başarısına hem de kuzeni Selim’in düşüşüne ve ölümüne tanık olmuştu. Fakat bunlardan iyi ders çıkarmış olduğunu ve çok daha usta taktikler uygulayabildiğini gösterdi. Tahta çıktığında son derece zayıf bir konumdaydı. Kendisini iktidara getiren Alemder artık yoktu ve II. Mahmut’un tahtta bırakılmasının tek nedeni kendisinden başka bir erkek evladın olmamasıydı. Bu nedenle çok tedbirli davranmak zorundaydı; saltanatının ilk on beş yılını bir güç tabanı oluşturmak için harcadı. Bu da, kalemiye, ulema hiyerarşisi ve ordunun kilit mevkilerine güvenilir destekçilerin atanması demekti. İkinci hedefi, kendisini iktidara getiren yarı bağımsız âyanın etkisini azaltmaktı. Bunu büyük ölçüde başarmıştı. 1812-1817 yılları arasında Anadolu’daki büyük âyanın itaat etmesi sağlanmış ve 1814-1820 yılları arasında Balkanlar’daki âyan da boyunduruk altına sokulmuştu. Kürdistan’daki süreç ise uzun sürmüş, ama orada da hemen hemen bağımsız olan Kürt beylerinin, yani büyük aşiret koalisyonlarına hâkim olan mirlerin gücü sonunda kırılmıştı. Burada, toplumun mevcut aşiret yapısının doğurduğu sonuç şöyle özetlenebilir: Osmanlı merkezî yönetiminin beylerin ortadan kaldırılması ve bu beylerin yerine etkin merkezî denetimi geçirmede beceriksiz oluşu, uzun bir anarşi dönemine yol açmış; bu dönemde otorite yeniden aşiret başkanlarına ve aşiretler arasındaki çatışmalarda arabuluculuklarıyla nüfuzlarını artırmış olan dini önderlere geçmişti. 1 Osmanlı yönetiminin Arap eyaletlerindeki otoritesinin yeniden kurulması ancak 1840’larda gerçekleşmişti. Osmanlı geleneğinde âyanın itaat altına alınması hususunda olabildiğince barışçı usullere başvurulmuştu. (rüşvetler verilmiş, unvanlar tevcih edilmiş, rehineler alınmış, âyan arasındaki ayrılıklardan ustalıkla yararlanılmıştı.) Açık savaş 1* en son başvurulan çareydi ve 1826 öncesinde bu da geleneksel askerî kurumun, yani esas olarak yeniçerilerin işiydi. Sultanın devlet üzerindeki nüfuzunu yavaş yavaş güçlendirmesine karşın, kalemiyeyle ya da askerî kurumla olan ilişkisini henüz koparmadığını belirtmek gerekiyor. Reform yanlılarının git gide daha önemli konumlara getirilmesine karşın, Mahmut’un saltanatının ilk yıllarındaki en güçlü siyasetçi, bir ulema üyesi olan eski Paris büyükelçisi Mehmet Sait Halet Efendi’ydi; genel olarak muhafazakâr görüşlüydü. Halet Efendi yeniçerilere yakındı ve onun, âyanın itaat altına alınmasındaki gayret ve başarısına, âyanın en büyük rakibi olan taşradaki yeniçeri birliklerinin konumunu güçlendirme arzusunun kaynaklık etmiş olduğu da düşünülebilir. 2 Kaybedilen topraklar: Sırbistan, Yunanistan, Mısır Mahmut ve hizmetindekiler, Osmanlı topraklarının merkez kısmındaki çoğu bölge üzerinde yeniden hâkimiyet kurmayı başarmış, ama bir iki önemli hususta sonuca ulaşamamışlardı. 1804’te, bölgelerdeki yeniçeri birliklerinin taşkınlıklarına tepki olarak, Sırbistan’da Kara Yorgi tarafından yönlendirilen isyan patlak vermişti. Yeniçerilerle mücadele içinde olan III. Selim yönetimi isyana göz yummuş, ancak birliklerin kaldırılmasından sonra isyan Sırbistan’ın özerkliğini amaçlayan bir harekete dönüşmüştü. Osmanlı ordusu, Rusya’nın Sırplara verdiği desteğe rağmen, bu hareketi 1813’te bastırmıştı. Ne var ki iki yıl sonra isyan yeniden alevlenmiş ve bu kez yeni Sırp önderi Miloş Obrenoviç, Osmanlılarla, Belgrad ve Niş arasında özerk bir Sırbistan prensliğinin kurulması için anlaşmaya varmıştı. Osmanlılar, büyük kentlerde asker bulundurma ve yıllık haraç alma hakkını ellerinde tutuyorlardı (bu, merkezî yönetimin 18. yüzyılda, örneğin Kürdistan ya da bazı Arap eyaletlerinde sahip olduğu nüfuza denk bir haktı.) 1821’de patlak veren Rum isyanı ise üç nedenden dolayı daha büyük önem taşıyordu. Birincisi, İmparatorluktaki Rum cemaatinin, İmparatorluğun dışarıyla olan gerek ekonomik gerek diplomatik ilişkilerinde çok önemli bir rol oynamasıydı. İkincisi, isyanın birçok önderinin isyanın en başından beri tam bağımsızlığı hedefliyor olması; üçüncüsü ise, isyanın ardından çıkan bunalımın bütün önemli Avrupa güçlerini doğrudan ilgilendirmesiydi. Odessa’da 1814’te kurulmuş bir yurtsever cemiyet olan Filiki Eterya, sonraki birkaç yıl boyunca Balkanlar’ın her tarafında hücreler kurdu. Kara Yorgi de bir süre bu cemiyetin üyesi olmuştu. Örgüt 1820’den beri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fenerli seçkin Rum ailelerinden birinin üyesi ve Rus ordusunda bir general olan Aleksandros İpsilanti tarafından yönetiliyordu. 1821’de İpsilanti ve ekibi, topyekun bir isyan için zamanın geldiğine hükmetmiş ve bu isyanın Boğdan (Moldavya) ve Eflâk’ın (ikisi de bugünkü Romanya’yı oluşturur) istilasıyla başlamasını tasarlamışlardı. Onların amacı sırf bir Yunan ulusal devleti değil, Rumların önderliğinde yeni bir Bizans İmparatorluğu yaratmak için Balkanlar’da genel bir isyanın meydana gelmesiydi. Ancak bu ihtiraslı tasarının gerçekleşmesini sağlayacağı sanılan istila bir felaket getirmişti. İstila ordusu çok küçüktü (3000 kişi kadardı) ve Eflâk ve Boğdan’ın köylü ahalisinin istilacıların tarafını tutması ihtimali de yoktu, çünkü bu eyaletlerin büyük toprak sahipleri ve yöneticileri geleneksel olarak, İpsilanti’yle aynı Fenerli ailelerden geliyordu. Onlara göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuzlu ve zengin Rum ailelerinden birçoğu Eterya’nın milliyetçi emellerine muhalifti. 3 İstila başarısızlığa uğradığı sırada, Balkan yarımadasının en güney kısımlarında ve Ege adalarında farklı bir Rum isyanı yayılmaya başlamıştı. İsyancılar Eterya’nın propagandasından etkilenmiş olsalar da, bu isyan, Osmanlının kötü yönetimine karşı gerçek bir halk ayaklanmasıydı. İsyancılar kötü şekilde örgütlenmiş ve aralarında bölünmüşlerdi, ama yine de Osmanlı ordusu 1821-1824 yıllarında onları yenmeyi başaramadı. 1824’te Mora’nın neredeyse tümü ve birçok ada isyancıların elindeydi. İsyanın başarısına bir ölçüde, Osmanlı yönetiminin 1820-1822 yıllarında, Balkan âyanının en güçlüsü olan Yanyalı Ali Paşa’yı askerî yolla bastırmaya uğraşmasının neden olduğu öne sürülür. Osmanlılar Ali Paşa’yı bertaraf etmekle, bölgeyi etkin şekilde denetleyebilen tek gücü de ortadan kaldırmış oldular. 4 İmparatorluğun bu dönemde yitirdiği en önemli toprak, yaklaşık dört milyon kişinin yaşadığı Mısır eyaletiydi. Bu kayıp, tek bir adamın, Mısır’daki Osmanlı valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın işiydi. II. Mahmut’un devlet aygıtına kendi destekçilerini sızdırarak nüfuzunu yavaş yavaş güçlendirdiği yıllarda, Mısır’daki valisi bütün iktidarın etkin şekilde merkezde toplanmasıyla nelerin yapılabileceğini kanıtlamıştı. Mehmet Ali, Kavalalı (şimdi kuzey Yunanistan’da bulunan bir bölge) bir Arnavut’tu ve Mısır’a, Fransızlara karşı gönderilmiş olan Osmanlı sefer güçleri içindeki Arnavut birliğinin subaylarından biri olarak gelmişti. 1803’te bu birliklerin başına geçmiş ve Mısır’ın fiilen hükümdarı olmuştu. 1808’de Sultan tarafından Mısır eyaletinin valisi olarak resmen tanınmıştı. Fransız işgali, ülkenin kısmen Çerkes kısmen Türk olan askerî yönetici seçkinler sınıfının, Memlûklerin, konumunu çok ciddi şekilde zayıflatmıştı. Fransızlar Memlûkleri aşağı Mısır’dan kovalamıştı; bu nedenle, Mısırlılar Napolyon savaşları sırasında, yüzlerce yıldır alıştıkları uygulamaları yineleyememişler, Kuzey Kafkasya bölgelerinden köleleri askere alarak sayılarını ikmal edememişlerdi. Fransız işgali bir anlamda Mehmet Ali’ye temiz bir sayfa açmış oldu. Mehmet Ali bu fırsatı Memluk gücünün kalan son küçük kısmını yok etmekte kullandı; liderlerini 1811’de Kahire kalesinde katletti. Bundan sonra, yönetimini güçlendirmeyi amaçlayan hızlı ve kökten bir reform programına başladı. III. Selim’in Nizam-ı Cedid’inde olduğu gibi, bu programın da ana unsuru Avrupa usulünde modern, büyük bir ordunun meydana getirilmesiydi. Bu beraberinde, vergilendirme yoluyla daha büyük devlet geliri elde edilmesi, ülke kaynaklarını seferber etmek için daha etkin bir bürokratik yapı kurulması ve yeni orduyla bürokrasinin kadrolarını oluşturmak için Batı usulünde modern eğitimin oturtulması ihtiyaçlarını getirdi. III. Selim ve II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı reformcuları aynı ikilemle karşı karşıya kalmışlardı; ama onlar Mısır’da olduğu gibi eski düzenin dış müdahaleyle yok edilmiş olması gibi avantajlı bir koşulda bulunmuyorlardı. Ayrıca Mehmet Ali, orduyu modernleştirmenin yol açtığı iki ana sorunu halletmek için ilk Osmanlı ıslahatçılarının yapabildiklerinden veya yapacaklarından çok daha sert ve şiddetli eylemlere başvurmuştu. Bu iki sorun, gelir yokluğu ve ordu kurumu (Osmanlılar açısından yeniçeriler ve onlara bağlı birlikler, Mısır açısındansa Arnavut güçleri ve Memlûkler) dışında güvenilir insan gücü eksikliği olarak sıralanabilir. Mehmet Ali 1820-21’de önce Sudan’da köle avcılığından medet ummuştu, ancak orduya kaydedilen kölelerin birer birer öldükleri anlaşılınca, insan gücü sorununu köklü bir yenilikle çözmeye karar verdi: Mısırlı köylüler 1822’den itibaren zorunlu olarak askere alındılar. 5 Para sorunu hiçbir zaman tam olarak halledilmedi, ancak Mehmet Ali, pahalı olan yeni ordunun (ve donanmanın) masrafını karşılayacak gelirleri artırmada o dönemin Osmanlılarından çok daha başarılı oldu. İltizam sisteminin yerine dolaysız vergilendirmeyi getirerek, sulama ve yol çalışmalarına yatırım yaparak ve çiftçileri satış amacıyla ürün yetiştirmeye 2* zorlayarak tarımın gelişmesini teşvik etti; bu yolla pamuk, Mısır ekonomisinin başlıca dayanağı haline geldi. Ayrıca, Mehmet Ali yüksek kâr getiren devlet tekellerini, tam da Osmanlıların, bunları terk etmek zorunda kaldıkları bir sırada büyütmeyi başardı. Mehmet Ali örneğinin, gerek ilham vermesi gerek bir rekabet kaynağı olması bakımından, İstanbul’da son derece etkili olduğuna kuşku yoktur. Saltanatının ilk yıllarında, zayıf konumdaki Sultan’ın, bu en güçlü tebaasının yardımını istemekten başka seçeneği yoktu. Arabistan yarımadasında Necit bölgesinin orta kısmının aşiret lideri, (kendi siyasal hareketinin ideolojisi olarak köktendinci Vahhabi hareketinin öğretisini benimsemiş bulunuyordu) nüfuzunu Hicaz’a kadar genişlettiğinde ve kutsal sayılan Mekke ve Medine kentlerini işgal ettiğinde, Sultan’ın Vahhabilere karşı otoritesini, 1811-1818 yılları arasındaki pahalı ve zorlu seferle tekrar sağlayan kişi Mehmet Ali olmuştu. Osmanlı yeniçeri ordusu Yunan isyanını bastırmakta aciz kalınca, Sultan Mısır valisine bir kez daha başvurdu. Yunan isyanının son safhası: Rusya ile yeniden savaş Mısır askerleri Sultan’ın isteği üzerine, 1825’te Mora’ya çıktı. Yeniçerilerin aksine, son derece başarılı oldular ve iki yıl içinde Mora’nın çoğunu zaptettiler. İsyanın tamamıyla kırılmasına engel olan, isyancılara silah ve gıda temin etmeyi beceren Rum ticaret filosunun denizdeki üstünlüğüydü. Askerî felakete rağmen, Yunan isyanını Avrupa’nın müdahalesi kurtardı. Avrupa’da, bilhassa İngiltere ve Rusya’da, Rum isyancılarına sevgi