Irsad Ekseni - M F Gulen Copy Extract (Pages 101-120) PDF

Summary

This document excerpt discusses Islamic teachings and the importance of understanding the context of the current time when delivering sermons. It emphasizes the importance of the speaker's mindset, aligning their thoughts with their audience's needs and circumstances.

Full Transcript

İslâmî Hakikatler ve Yaşanılan Devrin Bilinmesi ___________________________________ 123 Evet, devrini bilmeyen insan yeraltında yaşayanlardan farksızdır. Hâlbuki tebliğ adamı fezalarda seyahat etme zorundadır. O, kafasıyla yıldızlar arasında dolaşırken, kalb ve letâifiyle cennetlerin temâşâsında ol...

İslâmî Hakikatler ve Yaşanılan Devrin Bilinmesi ___________________________________ 123 Evet, devrini bilmeyen insan yeraltında yaşayanlardan farksızdır. Hâlbuki tebliğ adamı fezalarda seyahat etme zorundadır. O, kafasıyla yıldızlar arasında dolaşırken, kalb ve letâifiyle cennetlerin temâşâsında olmalıdır. Aklı, onu elinden tutup Pastör’le beraber laboratuvarlara götürmeli, Einstein’le varlığın derinliklerinde dolaştırmalı ve tabiî ruhuyla da o hep, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında elpençe divan durmalı ve günde birkaç defa O’nun insibağından geçmelidir. Bana göre işte hakikî mürşit de budur. Bakın, Nebiler Serveri’ne!. O, kendi devriyle nasıl hesaplaşılacaksa öyle hesaplaşmış ve onun için de tebliğ ettiği her şey muhataplarında mâkes bulmuştur. Zaten Cenâb-ı Hak’tan gelen hiçbir emir, kâinatta cereyan eden hâdiselere ters değildir. Yeter ki, insan varlığın hikmet ve ruhunu kavrayabilsin; kavrayabilsin ve tebliğini ona göre ayarlasın. Sahabe de, Allah Resûlü’nden aldığı dersle yaptığı tebliğini, yine hep günün şartlarını ve muhatapların durumunu dikkate alarak yapmıştı. Bundan dolayı da çok kısa zamanda, dünyayı dize getirecek kadar güçlü, hikmetli bir seviyeye yükselmişlerdi. Daha sonra gelen ve Allah Resûlü’ne vâris olabilen bütün büyükler ve değişik çığırlar açıcılar da, hep aynı şekilde davranmışlardı. İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî ve Mevlâna Celâleddin Rûmî tebliğ gergefini hep devrin idrak ve kültürüyle örgüleyenlerdendirler. Bundan dolayı da tesirleri günümüze kadar devam etmiştir. Fakat ne yazıktır ki, iş bize düşünce kötü bir mirasyedi gibi ilme sırtımızı dönmüş, gerçek Müslüman olmanın âdâp ve erkânını alt-üst etmiş ve cehlimize kurban gitmişizdir. 3. KUR’ÂN - GÖNÜL İLİŞKİSİ Tebliğ insanının gönlü Kur’ân’a göre ayarlanmalıdır. Kur’ân bu hususu ifade ederken şöyle buyurur: َ ‫إ َِّن ِ ٰذ ِ َכ َ ِ ْכ ٰ ى ِ َ ْ َכ‬ ٌ ِ َ َ ُ ‫אن َ ُ َ ْ ٌ أَ ْو أَ ْ َ ا َّ ْ َ َو‬ “Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür.”87 Evet, Kur’ân bir nasihat, bir hatırlatma, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki Kur’ân’ın bu yönlerinden istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, her insanın gözünü Kur’ân’a dikmesi ve kulağını Kur’ân’a vermesi gerekir. İşte bu, bütünüyle Kur’ân’a yönelmek demektir ki, başka türlü de istenen ölçüde Kur’ân’dan istifade edilmesi imkânsızdır. Çünkü tavrını bu istikamette ayarlayamayan bir insanın bakışı, Kur’ân’ın, o ışıl ışıl yanan mucizevî yönünü kat’iyen göremez. Göremeyince de, onun nazarında, Allah kelâmıyla herhangi bir beşer kelâmı arasında fark kalmaz.. ve artık düşünce seviyesi bu derekeye düşmüş bir insanın Kur’ân adına yapacağı hiçbir şey yokِ ِ tur; olamaz da. Onun içindir ki: ِ ِ َ ْ ‫אب َ َر‬ ُ َ ‫“ ٰذ َכ ا ْ כ‬Şu kitap87 Kaf sûresi, 50/37. Kur’ân - Gönül İlişkisi ____________________________________________________________________________ 125 ta şüphe yoktur.” denildikten sonra: َ ِ َّ ْ ِ ‫“ ُ ً ى‬O, Allah’tan ُ korkanlara hidayettir.”88 buyrulur. Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır, bunda şüphe yok. Fakat o Kur’ân’dan ancak müttakiler istenen ölçüde istifade edebilirler. Müttaki, şeriat-ı fıtriyeyi en iyi bilen insandır. Laubali insanın müttaki olamayacağı gibi, onun Kur’ân’dan istifadesi de düşünülemez. Zira onun kalbi artık ölmüştür. Bir âyet, bu tip insanların Allah Resûlü’ne karşı tavırlarını şöyle özetler: ِ ‫ا‬ ‫ِت َو‬ ‫ِ ِ ا‬ ‫… ون ِإ כ‬ ْ ُ َ ٰ ْ َ ْ َ ْ َ ْ َ َ ِّ ْ َ ْ َ َ َ َ ْ َ َ ُ ُ ْ َ “Onlar sana, üzerine ölüm çökmüş insanların baygınlığı içinde bakarlar. Korktukları başlarına gelsin!”89 Bakışı bu olan insan, Kur’ân’dan ve onun tebliğcisi olan Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne anlayabilir ki!. Hiçbir şey. Hâlbuki kalbini Kur’ân’a göre akort eden bir insan, kâinatın nabzı gibi atıp duran hâdiseleri, kendi kalbinin atışları içinde duyar. Neden? Zira kâinat ile kendi arasında bir birlik kurmuştur da ondan. Evet, hâdiselerin nabzını elinde tutamayan insanların, irşad adına fazla bir şey yapacakları da söylenemez. Aslında bu, biraz da Kur’ân’a bir bütün olarak bakabilme keyfiyetiyle alâkalıdır. Aynı meseleye bir başka zaviyeden yaklaşacak olursak; âfâkî ve enfüsî âyetleri, Kur’ân âyetlerine tatbik edip ondan bir terkip yapma, tebliğcinin hiçbir zaman müstağni kalamayacağı bir ön şarttır. O, tebliğinde, bu sahada başarılı olduğu nispette başarılıdır. Aksi hâlde gerisi, hem kendisi hem de muhatapları için bir vakit israfıdır. Evet, tebliğ adamı bütünüyle İslâmî sıfatlarla muttasıf olmalı ve hep farklılığı ve fâikiyetiyle oturup kalkmalıdır. 88 89 Bakara sûresi, 2/1-2. Muhammed sûresi, 47/20. 126 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Âfâkî ve enfüsî âyetleri tahlile tâbi tutup terkip yapabilmek, oradan nezaket, nezahet, şefkat, disiplin… gibi temelde bir mü’mini, tam anlamıyla kâmil mü’min yapan tüm sıfatlar, tebliğ insanının lâzım-ı gayr-i mufârık vasıfları olmalıdır. Bir başka ifadeyle arz edecek olursak; aslında her kâfirin her sıfatı kâfir olmadığı gibi, her mü’minin her sıfatı da mü’min değildir.90 Ve belki de kâfirlerin bugün dünya çapında, o değişik alanlardaki başarılarının altında da onların mü’minlere ait sıfatlarla muttasıf olmaları yatmaktadır. Ve tabiî ki bizim mağlubiyetimizin altında da kâfir sıfatları ile kirlenmiş olmamız! Hâlbuki her mü’min, mü’minliğe ait hemen her sıfata fevkalâde önem vermelidir. Hele tebliğ insanları, bunları temsil etmede sıradan mü’minlerin birkaç kadem daha önünde bulunmalıdırlar. Meselâ, mü’min nezaket insanıdır, nezahet insanıdır, şefkat âbidesidir. O bunlarla kâinatı bir merhamet beşiği, bir kardeşlik eşiği hâlinde görür ve görmelidir de. Onun hayatı bütünüyle disiplindir. Dolayısıyla onun her anı nurlu ve aydınlık geçer. O, vakit israfını en korkunç bir kayıp olarak değerlendirir. Müslümanın kahvehane hayatı yoktur. Çünkü Resûlullah’ın, hayatında öyle bir mekâna uğradığı söz konusu değildir. Hanesinin dışında Müslümanın mekân anlayışı mescitler, mâbetler ve eğitim yuvalarıdır. O, bilgi ve irfan yüklüdür. Gelişigüzel yapılan hareketlerden çok uzaktır; Müslüman daima bir plân ve programın adamıdır. Sebep ve neticeler arasındaki münasebetlere vâkıf ve eşyanın ruhuna da alabildiğine nafizdir. Yukarıda beyan ettiğimiz gibi günümüzün Batı dünyası, Müslümanlara ait bu sıfatları aldıklarından dolayı, bugün hep zirvelerde dolaşmaktadırlar. Hâlbuki İslâm âlemi, bütünüyle onlara ait kötü sıfatların hamalı hâline gelmiştir. O, 90 Bediüzzaman, Sözler s.792 (Lemeât). Kur’ân - Gönül İlişkisi ____________________________________________________________________________ 127 mescide gelirken onlara ait sıfatları bir urba gibi sırtına geçirmiş öyle gelmiş, diğeri de Müslümanlara ait sıfatlarla kiliseye koşmuştur. Demek oluyor ki, bugün galip olan Batının kendisi değil; onlardaki Müslüman sıfatlarıdır. Mağlup olan da Müslümanlar değil; batıdan alıp taklit ettikleri kâfir sıfatlarıdır. Bu itibarla da kurtuluşumuz bütünüyle Kur’ân’la bütünleşmemize bağlıdır. 4. MEŞRU YOLLARIN KULLANILMASI Tebliğ adamı, tebliğ yaparken kullandığı bütün yolların meşru olmasına son derece dikkat etmelidir. Meşru bir hedefe ancak meşru yollarla gidilir. Gayr-i meşru vasıta ve vesileler kullanılarak meşru bir hedefe varılamaz. Bizim hedefimiz haktır. Biz bâtılın düşmanıyız. Öyleyse hak olan bu hedefe ulaşmak için, düşman olduğumuz bâtılı kullanamayız. Aksi hâlde, kendimizi ve bütün yaptıklarımızı, bizatihi kendimiz yalanlamış oluruz. Hâlbuki hiçbir dava yalan üzerine bina edilemez, bina edilenler de uzun süre yaşayamaz. Zaten Allah (celle celâluhu) da, her zaman İslâmî hizmette bu yola başvuranların yaptıkları işlerden yümün ve bereketi kaldırmıştır. Onlar yerinde, meydanlarda binlerce insanı toplayıp nutuk atabilirler; ancak onların, bu zâhiren çok büyük gibi görünen kalabalıklarına mukabil, özü sözü doğru üç Allah erinin, gayet mütevazı bir evde, küçük bir gruba yaptıkları irşad ve tebliğ kadar bereketi olamaz. Zira birisi bin iken bir olmaya; diğeri ise bir iken bin olmaya namzettir. Kalbler, Allah’ın elindedir. Bizim dediklerimizi ve diyeceklerimizi insanlara kabul ettirmek; bizim sözlerimizle onların hidayetini hazırlamak, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın Meşru Yolların Kullanılması __________________________________________________________________ 129 elindedir. Dolayısıyla, eğer gayemiz insanları doğru yola sevk etmekse, başvurulan yalan ve yalana benzer mübalâğalı ifadelerin bu gayeyi tahakkuk ettirmede yararı değil zararı olacaktır. Biz, bize ait vazifeyi, yine İslâm’ın bize çizdiği çerçeve içinde yapmaya mecbur ve memuruz. Onun için hiçbir zaman İslâmî hizmet adı altında, meşru olmayan bir zemine kaymamız söz konusu olmamalıdır. Hele hele, yalan ile doğrunun aynı dükkânda satılan birer metâ hâline geldiği günümüzde bizler, doğru konuşmaya, doğru hareket etmeye, doğruyu dosdoğru temsil etmeye mecbur ve mükellefiz. 5. ÜCRET VE ÜCRET TALEBİ Tebliğ insanı, yaptığı bu kudsî vazife karşılığında hiçbir ücret talep etmemelidir. Bu ücret, ister maddî ister mânevî ve ruhî olsun, mutlak surette ihlâs ve samimiyete gölge düşürür. İhlâs ve samimiyete gölge düştüğü zaman da, o işin tesiri kırılır. Hatta değil maddî ücret karşılığında tebliğ yapılması, yapılmakta olan tebliğden mânevî bir haz ve lezzet alınmasının dahi, tebliği samimî olmaktan çıkaracağı endişesi taşınmalıdır. Hele bir de o işin içine maddî menfaat girerse, samimiyet tamamen ortadan kalkar ve artık yapılan bu işe de asla tebliğ denmez; denemez. Kur’ân-ı Kerim’in, bütün peygamberlerin dilinden naklettiği: ِ َ ‫و א أَ َ ُ ُכ َ ِ ِ أَ ٍ إ ِْن أَ ِ ي ِإ َّ ٰ ر ِب ا ْ א‬ ْ ْ ْ َ ْ ْ َ َ ْ َ ّ َ َ “Ben sizden bir ücret beklemiyorum, benim ücretim âlemlerin rabbi Allah’a aittir.”91 mealindeki âyeti, sözünü ettiğimiz hususa en açık bir delildir. Aslında nebilerin bu ifadelerinin altında biraz da şu inilti vardır: “Ben, sizin uğrunuza dert ve ızdırap içinde kıvranıyorum. Siz ise bana mecnun diyor, hakaret ediyor, beni taşlıyor ve cemiyetten uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Ben kapı kapı dolaşıp hakkı anlatmaya çalışıyorum, siz ise her kapıyı benim َ 91 Şuarâ sûresi, 26/109. Ücret ve Ücret Talebi _______________________________________________________________________________ 131 suratıma kapamakla uğraşıyorsunuz. Yaptığınız bunca eza ve cefaya rağmen, ben sizden ne dünya ne de ukbâ adına bir şey istiyorum. Benim mükâfatımı verecek, ancak beni bu vazifeyle gönderen Zât’tır.” İşte Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) Efendimiz’e kadar bütün peygamberlerin sesi-soluğu ve vazife esprisi! Hz. Mesih’in havarileri –geldikleri yer Antakya ise– Antakya’ya geldiklerinde, zamanın devlet ricali derhal onların hapsedilmelerini isterler. Emir yerine getirilir ve Havariler hapsedildiler. O yörede herkesin saygı duyduğu ve görüşlerine itimat ettiği Habib-i Neccar bu meseleyi duyunca hemen koşar gelir ve ilgililere hitaben: ‫ون‬ َ ُ َ ْ ُ ْ ُ ‫ِا َّ ِ ُ ا َ ْ َ َ ْ َ ُ ُכ ْ أَ ْ ً ا َو‬ “Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun.”92 der.93 Kur’ân bu hâdiseyi naklederken yukarıda zikrettiğimiz âyetiyle, tebliğcide olması gereken iki şartı, daha doğrusu tebliğcinin iki vazifesini daha nazara verir. Bunlardan birincisi, evvelâ tebliğcinin kendisinin hidayette olması, ikincisi ise, yaptığı tebliğ mukabilinde kimseden bir şey istememesi. Evet, namazsız bir insan mürşit ve mübelliğ olamaz. Zira ibadetlerini kusursuz yerine getirmeyen bir adamın dedikleri dinlenmez ve tesir de etmez. Kursağına riba, rüşvet, haram kazanç gibi şeyler giren bir insan da asla mürşit olamaz. Dünyevî hayatın israf ve konforu içinde bulunanlar ki, ahiretleri adına kendileri irşada muhtaçtırlar, nasıl mürşit ve mübelliğ olabilirler ki! Evet, hayat standartlarını, Sevad-ı A’zamın hayat seviyesine göre ayarlamayan insanların, Peygamber’in ve onun nurlu 92 93 Yâsîn sûresi, 36/21. Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/141; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 22/159; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3192. 132 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni ashabının yolunda gittikleri söylenemez. Böylesi insanların davranışları ve söyledikleri yalandır ve yalanla da hiç kimse doğruyu bulamaz. Doğruyu kendi bulamamış olanın, başkalarına doğruyu buldurması ise kat’iyen mümkün değildir. Tebliğ adamı, doğruyu gösteren sabit bir tabela gibidir. Onun hayat ve yaşayışını gören herkes, rahatlıkla onun simasında doğrunun ve doğruluğun şekillenmiş hâlini de görür ve bulur. Daha doğrusu görmeli ve bulmalıdır. Kur’ân, müttakilere bir hidayet kaynağıdır. Hayatı, Kur’ân’ın belirlediği çerçeveye girmeyen bir insan, bu hidayet kaynağından nasıl istifade edebilecek ki? Gerçek hidayet, Kur’ân’ın tarif buyurduğu sırat-ı müstakîmdir. Yaşadığı hayat müstakim olmayan, hidayete erememiştir. Onların, insanları hidayete götüren yolda rehberlik yapmaları ise tam bir çelişkidir. Öyleyse mürşit ve mübelliğler, peygamber yolunda, peygamberlere ait vazifeyi yaparken, peygamberlere ittiba etmek mecburiyetindedir. Bilhassa gönlü beyni kadar, beyni gönlü kadar münevver bir kâmil mürşidin ifadelerine, günümüz tebliğcisi her zamandan daha ziyade kulak vermelidir. O şöyle demektedir: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar.’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır...”94 Evet, ehl-i dünyayı bu konuda tekzip etmek fiilen olmalıdır. Gerisi lafazanlıktır ve lafazanlık yapmanın da hiçbir faydası yoktur. Yeryüzünde her zaman, İslâm’a hizmeti omuzlayacak bir gönüllüler kadrosu olmalıdır; olmalıdır ve insanlığın mutluluğu için var olan bu fedailer, insanlığa hakikî bir tebliğcinin nasıl olması gerektiği dersini de vermelidir. Bu kadro, o kadar hasbî olmalıdır ki, öldüğünde üzerinden çıkacak mal varlığı ancak kefen bezine yetmeli, hatta bazen o kadar da 94 Bediüzzaman, Mektubat s.10 (İkinci Mektup). Ücret ve Ücret Talebi _______________________________________________________________________________ 133 bulunmamalıdır. İşte hayallerimi süsleyen inanan gönüller ve işte büyük davanın büyük hameleleri! İslâm’ı yaşamanın diyalektiğini yapanları şimdiye kadar bu millet çok gördü, çok dinledi. Onlarda gördükleriyle her defasında inkisara uğradı ve iki büklüm oldu. Zannediyorum daha fazla aldatılmaya da tahammülü kalmadı. Şimdi artık o, lafa değil, yaşantıya bakıyor. Fiili, söylediklerini doğruluyorsa onu bağrına basıyor ve onun yoluna baş koyuyor. Aksini ise ne dinliyor ne de ona itibar ediyor. Müsaadenizle, meseleyi biraz daha açalım; siz, tepeden tırnağa sizin hayatınızı yaşayamayanları kendinizden saymaz ve onlara itimat etmezsiniz. Zaten, çarpıklara tam güvenmek ve bağlanmak da, mü’minlik firasetiyle bağdaşmaz. Eğer birine bel bağlamak istiyorsanız, evvelâ onun yaşayışına bakarsınız. Eğer fakirane, mütevazıâne yaşıyorsa ve söylediklerini de, yaptıkları yalanlamıyorsa ona bağlanırsınız; bağlanırsınız ve bu gayet tabiî ve normaldir. Aslında herhangi bir şahsı böyle bir mihenge vurmadan arkasına takılıp gitmek de kat’iyen doğru değildir. Doğru olmadığını da tarih binlerce misaliyle göstermiştir. Bu itibarla ağzı çok laf yapana değil, davranışları Muhammedî olan insanlara ittiba edilmelidir. Meselenin sadece suretinde takılıp kalan ve cerbezeyi büyük bir mârifet sayanların İslâm’a hizmet etmede zarardan başka yapacakları bir şey yoktur. Onlar ruhta bizden uzaktırlar, biz de onlardan uzak olmalıyız. Ayrıca, bir yere angaje olmuş ve bir yerin minneti altına girmiş bir insanın, minnettar olduğu insanlara karşı bir şey anlatması da mümkün değildir. Onun içindir ki, Ebû Hanife, Leys b. Sa’d, İmam Sevrî, Fudayl b. İyaz, İbrahim b. Ethem ve daha niceleri bu mevzuda fevkalâde hassas davranmışlardır. Ve yine ondandır ki, bu zatlar, dedikleri ve söyledikleriyle asırları aşarak bize kadar gelip ulaşmış tebliğleriyle müessir 134 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni olmuşlardır. (Ne velud bir devir ki, cihanları aydınlatacak bu kadar çok insanı birden bağrında yetiştirebilmiştir!) Meselâ Süfyan-ı Sevrî, çok mahzun ve mükedderdir. Kendisine üzüntüsünün sebebi sorulunca şu cevabı verir: “Ben bu kadar insanı önüme aldım, onlara hadis, fıkıh ve tefsir okuttum. Fakat gördüm ki, bu insanların çoğu kadılık veya bir başka memuriyet alıp devlete intisap ediyorlar. Bu durum beni çok üzüyor. Yarın mahşer gününde, onların yaptıklarının hesabı da benden sorulur diye çok korkuyorum.”95 Süfyan-ı Sevrî’nin, Halife Harun Reşit’e yazdığı mektup ise hepinizin malumu ve örnek bir davranış remzidir. Harun Reşit halife olur. Bir eski dostu ve arkadaşı olan Süfyan’ın da kendisine gelip biat etmesini bekler. Elbette ki böyle bir dostluk hatırına bu onun hakkıdır. Ama Süfyan hiç de onun gibi düşünmez. Derken Harun Reşit artık dayanamaz ve bir mektup yazıp Süfyan-ı Sevrî’ye gönderir. Mektubunda biraz da ona sitem ederek: “Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Hâlbuki benim gözlerim hep seni bekledi durdu.” Süfyan, gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden birine okutur. “Bir zalimin yazdığı mektuba ben el süremem.” der. Sonra da cevabı aynı kâğıdın arkasına yazdırır. Talebesi, kirli bir kâğıda, halifeye gidecek mektubu yazmak uygun olmaz mânâsına itirazda bulunursa da, bu büyük insan ona şu cevabı verir: “Eğer bu kâğıt milletin malından alınmışsa onu geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim onun için harcayacak param yok...” Sonra da şunları dikte ettirir: “Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu 95 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 1/57. Ücret ve Ücret Talebi _______________________________________________________________________________ 135 yaptıklarından hesap vereceksin…” diye başlayarak uzun uzun nasihatlerde bulunur. Hâdisenin gerisini, Harun Reşit’in sarayında bulunan bir müşahit bize şöyle nakletmektedir: Harun Reşit, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip okutuyor ve ardından da: “Senin gibi dost esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum...”96 Süfyan’a cesaret kaynağı olup ve bir halifeye bu şekilde hitap edebilme gücünü veren neydi? Bu güç onun, dünya karşısında serfürû etmemesi, dünya ve mâsivâyı aşmış bulunmasıydı. Eğer, o da emsali gibi dünyaya bağlansa idi, bir halifeye bu şekilde hitap edemezdi. Harun Reşit ki, beş vakit namazını kılan, haccı, umresi ve nafile orucu olan bir insandı. Rakik ve ince kalbliydi. Ancak bazı yanlış tasarrufları karşısında bir eski dostu, onu bu şekilde ikaz edip uyarıyordu. Burada, bir lahza durup, insanlığın kurtuluşunu kendilerinden beklediğimiz nesillere evvel ve âhir bir tavsiyemi arz etmek istiyorum: “Aziz ve onurlu olun. Paçanızı ve yakanızı belli güç kaynaklarına kaptırmayın! Sırf milletimiz ve insanlık için belli vazifeleri kabul etseniz dahi, her zaman müstağni davranın! Hak ve hakikati neşredip yayma mevzuunda başkalarının tahdit ve kayıtları altına sakın girmeyin! Allah’ın koyduğu esaslar çok mühimdir. Siz ancak O’na kul olun! Böyle yaptığınız takdirde sözleriniz tesirli olur ve tebliğ ettiğiniz şeyler de mâşerî vicdanda kabul görür.” Hem sizin sözlerinize tesir etme gücünü bizzat Cenâb-ı Hak tekeffül buyurmuştur. Siz başkalarından karşılık beklemezseniz, karşılığı Allah’tan alırsınız. Nasıl mı alırsınız? Dünyada 96 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 2/353. 136 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni sözlerinizin tesir etmesi şeklinde; ahirette de, Cennet ve cemalullah ile müşerref olmak suretiyle. Eğer bu şekilde davranmaz da, halktan bir şeyler talep ederseniz, evvelâ sözlerinizin tesiri kaybolur, sonra da nimetlerin en büyüklerinden mahrum kalırsınız. Dünyevî makam ve mansıplar geçicidir. Ne onlara bağlanmaya, ne de onlarla gururlanmaya değer. Zaten bugünkü şartlarda yapılan memuriyet, ancak zaruret muvacehesinde caizdir. Günümüzde bir memurun, aldığı maaşından kendisi ve ailesi yese de, ondan miras bırakmaması bir vera’ gereğidir. Çünkü alınan maaşlara mutlak surette pek çok mahzurlu şeyler bulaşmaktadır. Ancak, söylediğim bu husus, içinde bulunduğumuz şartlara göre söylenmiş bir sözdür. Ümidim var ki, bir gün bu şartlar bütünüyle değişir ve herkes meşru bir kazanç yolu bulur. Biz bugün, sadece dünyevî makam ve mansıpları değil; tebliğ adına faraza bizde bulunsa uhrevî makam ve mansıpları dahi terk etme kararındayız. Evet, on kişiye hak namına bir şeyler anlatmayı, parlamenterliğe tercih edeceğimiz gibi, gerekirse gavslığa, kutupluğa da tercih edebilmeliyiz. Çünkü asıl olan, bu insanların uyarılması ve irşad edilmesidir. Hiçbir mevki ve makam, –dünyevî olsun uhrevî olsun– bu işin önüne geçemez. Bu itibarla, tebliğ erinin, verdiği hizmetleri, dünyevî menfaatlere alet etmesi, hak ve hakikatleri neşrederken elde ettiği şöhreti dünya adına kullanması, altın ve elmasları, cam parçalarıyla değiştirmesi gibi bir ahmaklık olur. Bir zayıf hadiste, Hz. Musa (aleyhisselâm) devrinde böyle davranan birisinin, domuz şeklinde meshe uğradığı haber veriliyor. O, her mecliste Hz. Musa’dan ve onun büyüklüğünden bahsediyor olmasına rağmen, bütün bunları kendi Ücret ve Ücret Talebi _______________________________________________________________________________ 137 çıkarlarına alet ettiği için Allah da onu mahlukatın en habisine tahvil etti. Sûreten mesh, bu ümmetten kaldırılmıştır. Bu mevzuda Allah (celle celâluhu), Habibine teminat vermiştir. Ne var ki, sîreten birçok kimse hep o adamın akıbetine uğramışlardır. Mevlâ’dan niyazımız, bizleri ve bütün tebliğ ehlini böyle bir akıbete sukut etmekten muhafaza buyurmasıdır. O, duaları kabul eden ve dualara cevap vermeye gücü yetendir. 6. MUHATABIN TANINMASI VE ANLAYIŞ a. Muhatabın Tanınması Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı anlayışlı davranmalıdır. Mü’mine karşı gösterilecek anlayış, mürüvvet; küfür ve ilhad ehline karşı gösterilecek anlayış ise, basiret, kiyaset ve dirayet şeklinde olmalıdır. O, bunları kullanarak muhatabının gönlüne ve mantığına girerek, anlatmak istediği meseleleri bir taraftan sevdirip, bir taraftan da kabul ettirebilir. Evet, irşad ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah’ı, Resûlü’nü, Kitabı’nı ve ahiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır. Çünkü muhatabın –Allah korusun– ona karşı duyacağı bir rahatsızlık, sevdirmekle sorumlu olduğu şeylerden nefret edilmesine sebebiyet verebilir. Böyle bir sebebiyet verme hasaretin en büyüğüdür. Böyle bir sebebiyet verme, bizim şahsî durumumuzdan kaynaklanıyorsa, bunun sorumluluğunu da ötede biz çekeriz. Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 139 Bakın, Allah Resûlü, fertleri suçluluk psikozuna sokmamak için tebliğlerini nasıl yapıyordu? Evet, O, ne kâfiri ne de mücrimi, suçlu bir adammış gibi karşısına almıyor, söylediği sözleri hep umuma hitap ediyor gibi söylüyordu. Cemaati içinde, teferruata dair bir kusur gördüğü zaman, hemen minbere çıkıyor ve umumî irşatta bulunuyordu. Şimdi de bunlardan bir-iki misal sunmaya çalışalım: Bir sahabi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu yere yakın bir mekânda dua ediyordu. Ellerini semaya doğru iyice kaldırmış ve sesini de olanca gücüyle yükseltmişti. Bu durum, dua edebine aykırıydı. Ama Allah Resûlü, bizzat onu karşısına alıp konuşmak yerine, oradakilerin hepsine hitaben şöyle buyurmuştu: “Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine dua etmiyorsunuz. Kendinize acıyın ve duada itidalden ayrılmayın. Size her şeyden daha yakın ve dualara icabet eden bir Zât’a dua ediyorsunuz ki, O sizin dualarınızı (her hâlükârda) işitir ve icabet eder.”97 Bir keresinde de halk, imam olan bir zatın namazı çok uzattığı şikâyetiyle O’nun huzuruna gelmişti. Bunlar arasında, “Yâ Resûlallah! Neredeyse cemaati terk edecektik!” diyenler oldu. İmam olan zat belliydi. Allah Resûlü’nün canı çok sıkılmıştı. Fakat buna rağmen onu bizzat huzuruna alıp doğrudan ikaz etmemiş; mescitte, herkese hitaben umumî bir irşadda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu: ِ ‫א أَ א ا אس ِإ َّن ِ ْ ُכ َ ِّ ِ َ َ ُכ א َّ ِא‬ ‫אس‬ َّ ُ ْ َ َ ْ ُّ َ ُ َّ َ ُّ َ ِ ‫َ ْ ِ َ ِ َّن ِ ِ ا ْ َכ ِ وا َّ ِ َ و َذا ا ْ א‬ ْ ُ َ َ َ َ َ ُ “Ey insanlar! Ne oluyor sizlere ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden kim imam olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.”98 97 98 Buhârî, cihâd 131, meğâzî 38, deavât 50, 67; Müslim, zikir 44-45. Buhârî, ahkâm 13; Müslim, salât 182. 140 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni İşte Allah Resûlü’nün hatalar karşısındaki tavrı ve davranışı bu idi. Çünkü O, insanların kurtuluşa ermesini istiyor ve her meseleyi onlara en kolay ve en yapılır şekliyle takdim ediyordu. َ ‫אس ُ ُ ا َ ِإ ٰ َ ِإ َّ ا ّٰ ُ ُ ْ ِ ُ ا‬ ُ َّ ‫أ ُّ َ א ا‬ “Ey insanlar! ‘Lâ ilâhe illallah’ deyin ve felaha erin.”99 diyordu. Zaten O’nun bi’setinin gayesi de buydu. Evet, irşad ve tebliğde, şahısları suçluluk ruh hâletiyle ele alıp onlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, kat’iyen yanlıştır. Söylenecekler topluma ve umuma söylenmelidir. Güneş şualarından herkes kendi istidadına göre istifade ettiği gibi, bu hayat saçan sözlerden de herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre istifade edebilir. Aksi hâlde açılan rahnelerin kapatılması çok zordur. b. Münazaradan Sakınmalı Zaruretler, muhatapla ikili konuşmayı gerektiriyorsa, bu durumda meselenin münazara zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsnü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır 99 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/492, 4/63, 4/341, 5/371, 376. Muhatabın Tanınması ve Anlayış __________________________________________________________ 141 döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır. Gerçi Saadet Asrında Efendimiz bir iki defa münazara zeminine çekilmiş, O da muhatabını iknaya çalışmıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, münazaraya talebin tamamen karşı taraftan gelmiş olmasıdır.100 Böyle bir durumda elbette Efendimiz’in suskunluğu söz konusu olamazdı. Çünkü O’nu dinleyenlerin kuvve-i mâneviyeleri sarsılabilirdi. Bununla beraber Allah Resûlü’ne münazara gayesi ile gelen bu insanlardan ekserisi, yine ikna değil ilzam olmuştur.101 İlzam ise, muhatabımızın hidayete ermesi demek değildir. Efendimiz, senelerce bir kısım Benî İsrail ulemasıyla karşı karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır. Hâlbuki O, Arş’ın bütün ilhamları, çağlayanlar hâlinde kalbine akıp akıp gelen ve kâinat kendisi için yaratılmış olan bir peygamberdi. Etekleri mucizelerle doluydu. Daha doğrusu O, her zaman harikalarla muhât bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve mesele sadece ilzam zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) da bir Yahudiydi. Fakat hakikati kabul etmek üzere Allah Resûlü’nün huzuruna gelmişti. İçinden: “Eğer Tevrat’ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen ona iman edeceğim.” diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da, o daha Efendimiz’i görür görmez, O’nun simasında yalan olamayacağını anlamış ve iman etmişti.102 Ayrıca, münazara zemininde yapılan tebliğde, Cenâb-ı Hakk’ın rızası da her zaman düşünülemeyebilir. Çünkü hem tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zat, böyle bir zeminde daima kendi benlik ve enaniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenâb-ı 100 101 102 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/27; İbn Hacer, el-İsâbe 2/87 Bkz.: Tirmizî, deavât 69; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/444 Tirmizî, kıyâmet 42; İbn Mâce, ikâme 174; Dârimî, salât 156. 142 ____________________________________________________________________________________________ İrşad Ekseni Hakk’ın hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, –orada konuşulanlar ne olursa olsun– Cenâb-ı Hak razı değildir. Hidayet bütün bütün Allah’ın elinde olduğundan, rızasının olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır. c. Benlikten Sıyrılmalı Benlik ve enaniyet, hem tebliğ eden hem de muhatap açısından hem hidayeti hem de onun bereketini engelleyici bir faktördür. Onun için mürşit ve mübelliğ, bu zararlı duygudan sıyrılıp, söyleyeceklerini mahviyet içinde söylemelidir. Onun bu mahviyetidir ki, muhatabını da bir bakıma peşin fikirlilikten ve inattan kurtarmış olur. Aslında hiç kimsenin benlik ve enaniyete hakkı ve salâhiyeti yoktur. Zira nice defalar görülmüştür ki, tebliğ edici akıl, mantık, belâgat ve fesahatin her çeşidini kullanarak söylediği sözlerinde ve dilinde beyan ırmakları çağlattığı anlarda hiç kimseye hiçbir şekilde tesir edemezken; kabz cenderesinde ezildiği ve iki kelimeyi bir araya getirip konuşamadığı demlerde muazzam denebilecek çapta tesirli olmuş ve Cenâb-ı Hak onu, bir kısım insanların hidayetine vesile kılmıştır. d. Muhatabın Düşünce Yapısının Çok İyi Bilinmesi Burada teferruat sayılabilecek şöyle bir meseleye de temas etmeden geçemeyeceğim. O da şudur: Mürşit ve mübelliğler, muhataplarının düşünce ve fikir yapılarına da çok dikkat etmelidirler. Meseleyi daha hususî bir dairede ele alacak olursak: Bugün İslâm’a hizmet noktasında farklı anlayış ve yaklaşımların bulunduğu bir vâkıadır. Böyle bir vak’ayı tasvip etmek ayrı, varlığını kabul etmek ise tamamen ayrıdır. Var olan bir şeyi kabul etmeyip, görmezlikten gelmenin getireceği hiçbir çözüm yoktur. Öyle ise mürşit ve mübelliğler, çevrelerinde

Use Quizgecko on...
Browser
Browser