Türk Devrimi'nin Tarihi (HTR) - PDF
Document Details
Uploaded by UnbeatableFir
Tags
Summary
Bu belge, "Bir Konu Olarak Türk Devrimi'nin Tarihi" başlıklı bir dersin notlarını içermektedir. Türk Devrimi'nin genel tanımı, aşamaları ve önemli kavramları hakkında bilgi vermektedir. Ayrıca, kronolojik bir çerçeve sunularak önemli tarihler ve olaylar vurgulanmıştır.
Full Transcript
1. Hedef "Bir Konu Olarak Türk Devrimi'nin Tarihi" dersi kapsamındaki temel hedeflerimiz şunlardır: Türk Devrimi'nin genel bir tanımını yapabilmek, Teokrasi, monarşi ve cumhuriyet kavramlarını tanımlayabilmek, Türk Devrimi'nin aşamalarının neler olduğunu bilmek, Türk...
1. Hedef "Bir Konu Olarak Türk Devrimi'nin Tarihi" dersi kapsamındaki temel hedeflerimiz şunlardır: Türk Devrimi'nin genel bir tanımını yapabilmek, Teokrasi, monarşi ve cumhuriyet kavramlarını tanımlayabilmek, Türk Devrimi'nin aşamalarının neler olduğunu bilmek, Türk Devrimi'nin aşamalarının başlangıç ve bitiş noktalarını belirleyen olayları bilmek, Ateşkes, mütareke ve barış antlaşması kavramlarını tanımlayabilmek, Türk Devrimi'nin tarihinin hangi tarihsel aralık içinde incelenmesi gerektiğini tartışabilmek. 1. Kavramlar "Bir Konu Olarak Türk Devrimi'nin Tarihi" dersini çalışırken karşılaşacağımız temel kavramlar şunlardır: Devrim Teokrasi Monarşi Cumhuriyet Laiklik Halk Egemenliği Ateşkes Mütareke Barış Antlaşması Basit Konu Kronolojisi "Bir Konu Olarak Türk Devrimi'nin Tarihi" dersini çalışırken karşılaşacağınız olaylarla ilgili kronoloji aşağıdadır. Bu kronoloji, ilgili tarihleri ezberlemeniz için sunulmamıştır. Lütfen ilgili tarihleri ezberlemeye çalışmayınız. 1. Dünya Savaşı (1914 - 1918) Mondros Mütarekesi'nin imzalanması (30 Ekim 1918) TBMM'nin açılışı (23 Nisan 1920) Sevr Barış Antlaşması'nın imzalanması (10 Ağustos 1920) Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması (11 Ekim 1922) Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923) Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması (24 Temmuz 1923) Hilafete son verilmesi (3 Mart 1924) 1.Ders Notları “Türk Devrimi”, Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazınında, “Atatürk Devrimi”, “Kemalist Devrim”, “Cumhuriyet Devrimi”, “1923 Devrimi” ve benzeri adlarla da anılır. Ancak hangi adla anılırsa anılsın – ki burada Türk Devrimi tercih edilmiştir – ifade edilmek istenen genel hatlarıyla aynıdır: Türk Devrimi’yle geleneksel bir imparatorluktan, modern bir ulus devlete “geçiş” ve bu geçişin beraberinde getirdiği “dönüşümler” anlatılmak istenir. Bu bakımdan Türk Devrimi, bir devletin tarihe karıştığı ve onun yerine bir başka devletin yapılandırıldığı bir “süreç” içinde izlenir. Bir diğer deyişle Türk Devrimi sürecinde devlet bağlamında, eşanlı olarak, “yıkılma” ve “yeniden yapılanma” durumlarıyla karşılaşılır. Bu süreç içinde karşılaşılan devletlerden biri “Osmanlı İmparatorluğu”, diğeri “Türkiye Cumhuriyeti”dir. Türk Devrimi süreci içinde, bir yandan, Osmanlı İmparatorluğu pek çok kurumu ve bu kurumları ayakta tutan kurallar bütünüyle, bir anlamda, tarihe karışır. Diğer yandansa, yeni kurumları ve bu yeni kurumları ayakta tutan kurallar bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin yapılandırıldığı izlenir. Türk Devrimi süreci içinde Osmanlı İmparatorluğu geleneksel imparatorluğu temsil eder. Geleneksel Osmanlı İmparatorluğu’na ana karakterini “teokratik” kökenli “monarşi” verir. Bu açıdan baktığımızda Türk Devrimi süreci içinde yıkılan, teokratik kökenli monarşi olmaktadır. Türk Devrimi süreci içinde, yıkılan teokratik kökenli monarşinin yerini de bir “cumhuriyet” alır. Bu cumhuriyetin belirleyici özellikleriyse “halk egemenliği” ve “laiklik”tir. Bu durumda Türk Devrimi, teokratik kökenli bir monarşiden halk egemenliğine dayanan laik bir cumhuriyete geçiş ve bu geçişin beraberinde getirdiği dönüşümler olmaktadır. “Tebaa”dan “ulus”a ve bu tebaanın “kul”undan “vatandaş”a geçişse söz konusu dönüşüm üzerindeki ana eksenleri teşkil eder. Türk Devrimi’nin Aşamaları Türk Devrimi’nin tarihi, yukarıda açıklanan “Türk Devrimi” tanımına uygun olarak, büyük ölçüde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin ve bu geçişle birlikte yaşanan dönüşümlerin tarihi olarak yazılır. Bu yazın çerçevesinde, çoğu kez, iki aşamalı bir dönemleme denemesi kullanılarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş ve bu geçişle birlikte yaşanan dönüşümler iki temel aşama içinde gösterilir. I. Aşama: İhtilal Aşaması Bu dönemleme denemesinde ilk aşama “ihtilal” (ayaklanma) aşamasıdır. Söz konusu ihtilalde, ayaklananın “Anadolu halkı”, ya da en azından, Anadolu halkının önemlice bir bölümü olduğu görülür. Bu bakımdan ihtilalin öznesini Anadolu halkı teşkil eder. İhtilalin nedeniyse Anadolu coğrafyasının işgalidir; ihtilal, Anadolu coğrafyasını “işgal” eden dış egemen gücü hedefine koyar. Bu arada belirtmek gerekir ki bu ihtilali tahrik eden, yönlendiren, yöneten ve en sonunda bu ihtilalin 20. yüzyılın ilk bağımsızlık savaşına dönüşmesini sağlayan bir “yönetici elit” de vardır. Özellikle bu yönetici elitin çabalarıyla, söz konusu ihtilal, yalnızca dış egemen güce karşı olmakla kalmaz; bilhassa ihtilalin sonlarına yaklaşılırken, iç egemen gücü de kapsar biçimde genişler. İç egemen güçle ifade edilmek istenense saltanat ve hilafet makamlarını bünyesinde birleşik olarak barındıran ve merkezi İstanbul’da bulunan siyasal iktidardır. Bu çerçeve içinde düşünüldüğü zaman, ihtilalin temel öznesi olarak, Anadolu halkının yanı sıra, söz konusu yönetici eliti de “ayrıca” hesaba katmak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazınında Türk Devrimi’nin ihtilal aşamasına “Kurtuluş Savaşı”, “Bağımsızlık Savaşı”, “Ulusal Savaşım” veya “Milli Mücadele” gibi özel adlarla da işaret edilir. Ancak hangi adla işaret edilirse edilsin, bu aşamanın “kurtuluş”u amaçladığına pek kuşku yoktur. Türk Devrimi’nin ihtilal aşaması kurtuluşu amaçlayıp, yabancı devletlerin işgaline karşı geliştiğine göre, bu aşamanın, Anadolu coğrafyasının işgaline neden olan bir olayla başlatılması oldukça mantıklı gözükmektedir. Anadolu coğrafyasının işgalini belirleyense Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’nın sonunda imzaladığı 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi olmuştur. Zaten kaba bir değerlendirmeyle Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir nedeninin bu mütarekenin maddeleri ve bu maddelere dayanan uygulamalar, yani “işgal”, olduğu da söylenebilir. Türk Devrimi’nin ihtilal aşaması, bu aşamanın aldığı özel biçim olan Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar, yaklaşık dört yıl sürer. 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Mütarekesi, Kurtuluş Savaşı’nın ve aynı zamanda Türk Devrimi’nin ihtilal aşamasının sonuna işaret etmektedir. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın ardından kurulacak olan kalıcı barışı belirleyen görüşmeler ve barışın imzalanması da ihtilal aşamasının doğal bir uzantısı niteliğindedir. Bu bakımdan ihtilal aşamasını Mudanya Mütarekesi’yle değil de kalıcı barışı simgeleyen 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’yla noktalamak daha yerinde bir yaklaşım olabilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki ihtilal aşamasının içerdiği tek barış antlaşması Lozan Barış Antlaşması değildir. 10 Ağustos 1922 tarihli Sevr Barış Antlaşması da bu sürecin önemli bir olgusu olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan ayaklama aşaması içinde iki barış antlaşması ve bu iki barış antlaşmasını belirleyen iki farklı barış görüşmeleri sürecinin varlığına önemle işaret etmek gerekir. Bu aşamada karşımıza çıkan iki farklı mütareke, iki farklı barış görüşmeleri süreci ve iki farklı barış antlaşması, birbirini izleyen ve birbiriyle ilgili iki farklı savaşın varlığından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kurtuluş Savaşı, 1. Dünya Savaşı’nın Anadolu coğrafyasındaki uzantısı niteliğindedir. Bu aşamada hem 1. Dünya Savaşı, hem de 1. Dünya Savaşı’nın uzantısı niteliğindeki Kurtuluş Savaşı tamamlanır. Mondros Mütarekesi, Sevr Barış Antlaşması’nı belirleyen barış görüşmeleri ve Sevr Barış Antlaşması 1. Dünya Savaşı’na aittir. Mudanya Mütarekesi, Lozan Barış Görüşmeleri ve Lozan Barış Antlaşması’ysa 1. Dünya Savaşı’nın uzantısı niteliğindeki Kurtuluş Savaşı’yla ilgili olarak karşımıza çıkar. II. Aşama: Devrim Aşaması Türk Devrimi’nin ikinci aşamasıysa Osmanlı İmparatorluğu’nun bir anlamda tarihe karışmasına ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapılandırılmasına ilişkin bir dizi olayı bünyesinde barındırır. Bu nedenle bu aşama “yıkılma”nın ve aynı zamanda “yeniden yapılanma”nın izlerini taşıyan bir “kuruluş” aşamasıdır. Bu aşama, Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazınında, Türk Devrimi’nin doğrudan “devrim” (inkılâp) aşaması olarak kabul edilir ve çoğu zaman “devrimler dönemi” olarak anılır. Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazınında Türk Devrimi’nin devrim aşamasında yaşanan olaylar, genellikle, iki ana kategori içinde ele alınmaktadır. Birinci kategori içinde ele alınan olaylar, saltanatın kaldırılmasını, cumhuriyet rejiminin ilanını ve hilafete son verilmesini içerir. Bu olaylar, siyasal anlamda yıkılmayı ve yeniden yapılandırmayı belirleyen ve “doğrudan” ilgilendiren türden olaylardır. “Öncü devrimler” veya “öncü adımlar” olarak da adlandırılan bu olaylar, devrimi siyasal olarak gerçekleştirir. İkinci kategori içinde değerlendirilen olaylarsa yıkılma ve yeniden yapılandırmayı doğrudan değil, “dolaylı” olarak ilgilendirmektedir. Bunlar eğitim, hukuk ve sosyal yaşam alanlarında yaşanan bir dizi dönüşüme işaret eder. İkinci kategori içinde ele alınan olayların temel işlevi, birinci kategori içinde ele alınan olayların, yani siyasal anlamdaki yıkılma ve yeniden yapılanmanın kalıcılığını “garanti” altına almaya dönüktür. Bu nedenle bu kategori içindeki olaylar devrimin “tamamlayıcı” adımları olarak nitelenir ve “tamamlayan adımlar” ya da “gelişen devrimler” diye de anılır. Aşamaların İç İçe Geçmişliği Ancak hemen belirtmek gerekir ki bu dönemle denemesi çerçevesindeki iki aşama, düz çizgisel bir biçimde birbirini izlemez. Dolayısıyla bu dönemleme denemesini veri alarak “birinci aşama bittikten sonra, ikinci aşamaya geçilmiştir” gibisinden bir yargıya varmak veya böyle bir yargıyla bu dönemleme denemesini kullanmak doğru değildir. Çünkü aşamalar arasında, büyük ölçüde, bir iç içe geçmişlik söz konusudur ve yine büyük ölçüde ikinci aşama olan devrim aşaması, “en azından” birinci aşama olan ihtilal aşamasından kaynaklanmaktadır. Örneğin devrim aşamasının önemli olaylarından biri olan saltanatın kaldırılmasını gerçekleştiren birinci TBMM, ihtilal aşaması içinde ortaya çıkmış bir kurumdur. Bu nedenle söz konusu dönemleme denemesinin, daha çok, anlatımı kolaylaştırmak için kullanıldığı ve bir tür araç niteliğinde geliştirildiği gözden kaçırılmamalıdır. Bu noktada ayrıca belirtmek gerekir ki Türk Devrimi’nin devrim aşamasının ne zaman başlayıp ne zaman bittiğine ilişkin bir saptamada bulunmak, ihtilal aşamasına göre bu saptamayı yapmaktan çok daha zordur. Aşağıda – Türk Devrimi’nin devrim aşamasının ne zaman bitmiş olabileceği tartışması daha sonraya bırakılarak – Türk Devrimi’nin başlangıcının hangi zamanda aranabileceği kısaca ele alınacaktır. Türk Devrimi’nin Tarihine İlişkin Yazında Başlangıç Noktası Sorunu Türk Devrimi’nin tarihini konu eden bir çalışma kuşkusuz ki anlatımına bir noktadan başlamak durumundadır. Yukarıda genel hatları açıklanan dönemleme denemesi çerçevesinde Türk Devrimi’nin başlangıç noktasının birinci aşama içinde aranması gerekir. Yukarıda da vurgulanmaya çalışıldığı gibi, birinci aşamayı belirleyen, Anadolu coğrafyasının işgali olduğuna göre, başlangıç noktasıyla ilgili olarak “işgal” ekseninde bir tarih saptamak mantıklı gözükmektedir. Başkent İstanbul’un işgali, İzmir’in işgali, işgal güçlerine karşı ilk direnişin gösterilmesi veya Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı gibi olayları işaret eden, “sembolik” özellikli tarihler bir yana bırakılacak olursa, “Mondros Mütarekesi”nin imzalandığı tarih olan “30 Ekim 1918”, bir başlangıç noktası olarak oldukça anlamlı gözükmektedir. Zira Mondros Mütarekesi, Anadolu’nun işgaline zemin hazırlayan önemli bir hukuksal belge niteliğindedir... Bu türden bir yaklaşım çerçevesinde Mondros Mütarekesi’nin öncesine gidip, Osmanlı İmparatorluğu özelinde 1. Dünya Savaşı’na uzanmak da mümkündür: Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu’nun işgaline yol açacak bu mütarekeyi 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, 1. Dünya Savaşı’nı kaybettiği için imzalamıştır... Yine benzer bir yaklaşım içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda yer almasına ve bu savaşta yenilmesine neden olan gelişmeler de 1. Dünya Savaşı öncesinden başlanarak izlenebilir. Ancak bu türden bir anlatım, ne kadar geriye giderse gitsin “30 Ekim 1918” tarihine “hızla” gelmek durumundadır. İster Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından, ister Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girişinden ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda yer almasına ve bu savaşta yenilmesine neden olan gelişmelerden başlasın, böyle bir noktadan başlayan bir anlatım, Türk Devrimi’ne ve özellikle de Türk Devrimi’nin ihtilal aşamasına dair pek çok veri sunar. Sunulan bu verilerle de konuya ilişkin pek çok önemli noktanın açıklanmasını sağlar. Ancak böyle bir noktadan başlayan bir anlatımın içinden Türk Devrimi’nin özellikle devrim aşamasını açıklamak bakımından anlamlı olabilecek verileri ayıklamak epey zordur. Hatta böyle bir noktadan başlayan bir anlatım, bu türden bir açıklama için yetersiz bile kalabilir. Örneğin Türk Devrimi’nin devrim aşamasının çok önemli sorunsallarından biri “ideoloji”ye dairdir. Oysa ideolojiye dair anlamlı verilere bu anlatımın içinden ancak çok büyük zorluklarla ulaşılabilir; hatta bazı anlatımlarda bu türden verilere ulaşmak imkânsız bile olabilir. Aslında böyle bir noktadan başlayan bir anlatımla, yalnızca Türk Devrimi’nin devrim aşamasına değil, ihtilal aşamasına ilişkin kimi noktaları açıklamak da zor olur. Örneğin ihtilalin Anadolu halkıyla birlikte öznesini teşkil eden “yönetici elit”in nasıl ortaya çıktığı sorusuna böyle bir anlatım içinde yanıt üretmek hiç kolay olmaz ve hatta bazı anlatımlar özelinde bu soruya yanıt üretmek imkânsızlaşabilir. Yukarıda verilen örneklerden yola çıkılırsa, “ideoloji” bir vahiy olarak gelmediğine ve “yönetici elit” de gökten zembille inmediğine göre, başka bir noktadan başlayan bir anlatımla, yukarıda ana hatlarına değinilen anlatımı, tamamlamak ve desteklemek gerekir. Bu türden tamamlayıcı ve destekleyici bir anlatımın Osmanlı İmparatorluğu’nun en azından son yüzyılını – 19. yüzyılını – betimlemek ve aynı zamanda açıklamak zorunda olduğu ortadadır. Ayrıca bu anlatım, betimleme ve açıklamalarını yaparken, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılını, en azından dünyanın 18. ve 19. yüzyılı içinde değerlendirmelidir. Böyle bir değerlendirme içinde 1. Dünya Savaşı, Mondros Mütarekesi ve Anadolu’nun işgali ve en sonunda Kurtuluş Savaşı “istisnai bir durum”a dönüşecek ve bu istisnai durum içinde yalnızca işgal sorunsalının değil, aynı zamanda “egemen kim” sorunsalının da çözümlendiği gözlemlenecektir. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 19. yüzyılı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılının dünyanın 18. ve 19. yüzyılları içinde incelenmesi, Türk Devrimi’nin tarihinin sağlıklı bir biçimde incelenebilmesi için ön koşul niteliğinde gözükmektedir. 1. Ders Notları 1.1. Bilgi Kutuları I Teokrasi Genelde dine dayalı bir yönetim biçimi veya din devleti olarak tanımlanır. Teokrasilerde yönetici veya yöneticiler, toplumu yönetme yetkisini, ilahi olduğu varsayılan bir güçten (Tanrı vb.) alırlar. Teokrasi çerçevesinde, aynı zamanda, yönetimin ilkeleri yani yasalar da kutsal olduğu varsayılan bir ilkeler bütününe dayanır (örneğin bir kutsal kitaba). Monarşi Yürütmenin tek elde toplandığı bir tür yönetim biçimidir. Monarşilerde yönetici, “monark” olarak adlandırılır ve “kral”, “imparator”, “han”, “sultan”, “padişah” ve benzeri adlarla karşımıza çıkar. Monarşiyi diğer tek kişi yönetimlerinden ayıran temel özellikse monarkın toplumu yönetme yetkisine “kalıtımsal” olarak sahip olmasıdır: Monarka yönetme yetkisi ailesinden geçer ve monark da bu yetkiyi yine ailesinden olan birine devreder. Dolayısıyla monarşilerde yönetme yetkisi belirli bir aile içinde el değiştirir. “Mutlak” ve “meşruti” olmak üzere iki farklı yaygın monarşi türü vardır. Cumhuriyet Monarşik olmayan yönetim biçimlerinin ortak adıdır. Cumhuriyetlerde yönetme yetkisi kalıtımsal özelliğe sahip değildir; dolayısıyla cumhuriyetlerde yönetme yetkisi belirli bir aile içinde el değiştirmez. Ateşkes Ateşkes, savaşan tarafların, savaşı geçici bir süre için durdurmalarını ifade eder. Ateşkes, savaş durumuna kalıcı olarak değil, belirli bir süre için ara verilmesini sağlar. Mütareke Mütareke, savaşan tarafların, savaş durumuna kalıcı bir biçimde son vermelerine işaret eder. Mütarekenin imzalanmasından sonra taraflar, barışı kurma girişimlerinde bulunurlar. Mütareke, barışın kurulacağı bu süre zarfında, tarafların savaşmayacağını garanti eder ancak barışı kurmaz. Barış Antlaşması Barış antlaşması, tarafların savaşına konu olan sorunu veya sorunları kalıcı olarak çözüme bağlar, barışı kurar. Barış antlaşmasıyla taraflar, savaş durumundan, barış durumuna kalıcı bir biçimde geçmiş olurlar. 2. Kontrol Soruları Bu dersimize ilişkin edindiğiniz bilgileri, aşağıdaki soruları yanıtlamaya çalışarak kontrol edebilirsiniz. Türk Devrimi"yle ifade edilmek istenen nedir, "Türk Devrimi"ni genel hatlarıyla tanımlayınız. Türk Devrimi süreci nasıl aşamalandırılabilir? Bu aşamaların başlangıç ve bitiş noktalarını belirleyen olaylar neler olabilir, tartışınız. Bir konu olarak Türk Devrimi'nin incelenmesiyle ilgili Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılı nasıl bir önem taşımaktadır, tartışarak anlatınız. "Teokrasi", "monarşi" ve "cumhuriyet" kavramlarını tanımlayınız. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerin farklı yapılarından yola çıkarak, cumhuriyetlerin nitelikleri neden önemlidir, anlatınız. "Ateşkes", mütareke ve "barış antlaşması" kavramlarını tanımlayınız. Türk Devrimi sürecinde hangi mütareke ve barış antlaşmalarıyla karşılaşılmaktadır? Bu mütareke ve barış antlaşmaları hangi savaşlara aittir? 2. Hedef "Bilim, Sosyal Bilimler ve Tarih Bilimi" dersi kapsamındaki temel hedeflerimiz şunlardır: Bilim kavramının genel bir tanımını yapabilmek, Bilimsel yöntemi temel adımları kapsamında bilmek, Doğal bilimler ve toplumsal bilimler ayrımını anlamak, Doğal bilimler ve toplumsal bilimler arasındaki temel farkları açıklamak, Tarih biliminin toplumsal bilimler içindeki yerini ve önemini ortaya koymak, Bilimsel tarafsızlık konusunu, özellikle toplumsal bilimler ve tarih bilimi ekseninde tartışabilmek. 2. Ders Notları Bilim, Sosyal Bilimler ve Tarih Bilimi “Bilim”, genel hatlarıyla, insanoğlunun, üzerinde yaşadığı “doğa”yı, içinde yaşadığı “toplum”u ve kendisini – yani “insan”ı – anlama çabası olarak tanımlanabilir. Bu tanım kapsamında bilim bir “çaba”ya indirgenmiş olmaktadır ve bu çaba, insanoğlunun doğayı, toplumu, insanı anlamasına dönüktür. Ancak doğayı, toplumu ya da insanı anlamaya dönük her türden çaba, açıktır ki, bilim olarak adlandırılamaz. Gündelik yaşantımızda çoğu zaman, doğayla, toplumla veya insanla ilgili çeşitli noktaları anlamaya dönük faaliyette bulunur; doğayı, toplumu veya insanları anlamak için çaba harcarız. Ancak bu çabalarımızın çok büyük bölümü, bilimsel bir faaliyet niteliğinde değildir. Doğayı, toplumu ve insanı anlamaya dönük çabanın, bilim adını alabilmesi için, her şeyden önce bu çabanın belirli bir “yöntem” içinde verilmesi gerekir. Bu yöntem, “bilimsel yöntem” olarak adlandırılmaktadır. Bilimsel Yöntem Bilimsel yöntem üç temel adımdan oluşmaktadır. Birinci adım, konuya ilişkin bir “varsayım”ın oluşturulmasıyla ilgilidir. Bir anlamda, bu adımda, bilimsel bir soru sorularak, o soruya ilişkin bir yanıt verilir. Bu yanıt, “sorunun yanıtı” olmaktan çok, sorunun “varsayımsal yanıt”ı, yani biliminsanının varsayımıdır. Bilimsel yöntem kapsamındaki ikinci adım, bu “varsayımın sınanması”yla ilgilidir. Biliminsanı, bu adımda, ortaya koyduğu varsayımı sınar. Varsayımının doğru mu yoksa hatalı mı; geçerli mi yoksa geçersiz mi olduğunu araştırır. Deney ve gözlemler bu aşamanın en önemli araçlarıdır. Bilimsel yöntemin son aşamasındaysa biliminsanı, ikinci aşamada yapmış olduğu “sınamanın sonuçları”nı sistematik bir biçimde ortaya koyar; varsayımının geçerli olup olmadığını, kanıtlarıyla birlikte açıklar ve ardından da paylaşır. Bu paylaşım, bir makaleyle, bir kitapla, bir tebliğle veya bir filmle vb. olabilir. Bu durumda bilimsel yöntemin adımları bilimsel bir varsayımın kurulması, bu varsayımın sınanması, bu varsayımla ilgili sonuçların sistematik bir biçimde açıklanması olmaktadır. Biliminsanı bu adımları izlerken, daima “kuşkucu” bir yaklaşım içinde olur ve daima “neden – sonuç ilişkisi”ni gözetir. Bu bakımdan, kuşkucu yaklaşım neden – sonuç ilişkisini gözetmek biliminsanının, bilimsel yöntemi izlerken geliştirdiği ve asla ihmal etmediği özellikleri olmaktadır. Doğal Bilimler ve Toplumsal Bilimler Ayırımı Bilim dalları, “doğal bilimler” ve “toplumsal bilimler” olarak iki ana alana ayrılmaktadır. Bazen doğal bilimler, “fen bilimleri”; toplumsal bilimler de “sosyal bilimler” olarak isimlendirilir. Örneğin “biyoloji”, “fizik” ve “kimya” doğal bilimlerin; “sosyoloji” ve “antropoloji”yse toplumsal bilimlerin birer dalıdır. Doğal bilimler, insanoğlunun doğayla olan savaşımında, doğadaki değişimin nedenlerini bilimsel yöntemle inceleyen ve bu değişimle ilgili sonuçlara ulaşmayı hedefleyen bir çaba niteliğindedir. Toplumsal bilimlerse, toplumdaki değişimin nedenlerini bilimsel yöntemle inceler ve bu değişimle ilgili sonuçlara ulaşmaya çalışır. Bu noktada vurgulamak gerekir ki doğal bilimlerle toplumsal bilimler arasında pek bir fark yoktur. Her ikisi de temelde değişimle ilgilenmektedir. Ve her ikisi de yukarıda ana hatlarıyla anlatılan yöntemi kullanmaktadır. Doğal Bilimler ve Toplumsal Bilimler Arasındaki Farklar Ancak doğal bilimler de, toplumsal bilimler de değişimi incelemek ve aynı bilimsel yöntemi kullanmakla birlikte, birkaç temel noktada birbirlerinden ayrılırlar. Konudaki Farklılık Her şeyden önce bu iki ana bilim dalının temel konuları farklıdır. Doğal bilimler doğayı veya doğanın çeşitli kesitlerini konu eder. Doğal bilimlerin çabası doğadaki değişimle ilgili sonuçlara ulaşmaktır. Toplumsal bilimlerse toplumu veya toplumun çeşitli kesitlerini konu eder; toplumdaki değişimle ilgili sonuçlara ulaşmaya çalışır. Bu çerçeve içinde doğal bilimlerin konusu doğa, toplumsal bilimlerin konusuysa toplum olmaktadır. Yöntemin Sınama Aşamasındaki Farklılık Bu iki ana bilim dalının konularında ortaya çıkan farklılık, onların kullandıkları yöntemi de etkiler ve kullanılan bilimsel yöntemi de bir ölçüde farklılaştırır. Ancak altını çizerek belirtmek gerekir ki bilimsel yöntemin özü bakımından iki ana bilim dalı arasındaki herhangi bir fark yoktur. Yani doğal bilimci de toplumsal bilimci de bir varsayımla işe başlar, bu varsayımı sınar ve en sonunda belirli sonuçlara ulaşır. Ve doğal bilimci de toplumsal bilimci de daima kuşkucu bir yaklaşım içinde bulunur ve daima neden – sonuç ilişkisini gözetir. Ancak yöntemin ikinci adımı olan sınama aşamasında, doğal bilimlerle toplumsal bilimler arasında önemli bir farklılık ortaya çıkar. Bu aşamada doğal bilimler “deney”, toplumsal bilimlerse “gözlem” ağırlıklı çalışır. Bunun anlamı, laboratuvar kullanma olanağının doğal bilimlerde çok geniş, toplumsal bilimlerdeyse çok kısıtlı olmasıdır. Bu durum iki ana bilim dalının temel konularının özelliğinden kaynaklanır. Doğayı, daha doğrusu, doğanın çeşitli kesitlerini, laboratuvara taşıma olanağı çoğu zaman mümkündür. Dolayısıyla doğal bilimci, sınama işini laboratuvar ortamında yapar. Örneğin yumurtalar, fareler ve domuz gribi aşısı kolaylıkla laboratuvar ortamına taşınabilir. Bu nedenle domuz gribi aşının olası yan etkileri yumurtalar ve fareler aracılığıyla laboratuvarda incelenmekte; muhtemel sonuçlara da laboratuvar ortamında ulaşılmaktadır. Toplumu veya toplumun çeşitli kesitlerini laboratuvar ortamına taşımaksa çoğu zaman mümkün olmaz. Örneğin tüketicileri bir laboratuvara toplamak, laboratuvar ortamına toplanmış tüketicilere yüksek dozda işsizlik ve enflasyon vermek, daha sonra da tüketicilerin bu durumdaki tüketim davranışlarını incelemek pek mümkün değildir. Bundan dolayı toplumsal bilimler, laboratuvarsız bilimler özelliği gösterir. Toplumsal bilimler, işte bu nedenle, toplumun kendisini laboratuvar olarak kabul eder. Ve toplumsal bilimlerde incelemeler doğrudan toplumun veya toplumun ilgili kesitlerinin üzerinde yapılır. Sonuçlardaki Farklılık Doğal bilimlerle toplumsal bilimlerin ulaştıkları sonuçlar da birbirlerinden farklıdır. Doğal bilimlerde ulaşılan sonuçlar “yasa” olarak adlandırılır. Bunun anlamı, ulaşılan sonucun zamandan ve mekândan (yer) bağımsız olmasıdır. Yani, doğal bilimlerde ulaşılan sonuç, her zaman ve her yerde geçerlidir. Örneğin yer çekiminin varlığına ilişkin olarak ulaşılan sonuç (yer çekimi yasası) her zaman ve her yerde geçerli bir sonuçtur. Söz konusu sonuç, mevcut koşullar sabit kaldığı sürece, her zaman ve her yerde izlenir. Bu sonucun ortaya çıkmasını engelleyen bir zaman dilimi ve/veya yer, mevcut koşullar sabit kaldığı sürece, yoktur. Ancak toplumsal bilimlerde, bu türden sonuçlara, yani yasalara ulaşılması mümkün değildir. Zaten toplumsal bilimlerin ulaştıkları sonuçlar da “yasa” olarak değil, “eğilim” olarak adlandırılır. Eğilim kavramı, ilgili sonucun genelde ortaya çıktığını, ancak bu sonucun ortaya çıkmadığı zaman ve/veya yerlerin olabileceğini ifade eder. Bir diğer deyişle toplumsal bilimlerin ulaştığı sonuçlar, zamana ve mekâna bağlı olmakta; ulaşılan sonuçla ilgili zamana ve mekâna bağlı “sapmalar” ortaya çıkabilmektedir. Örneğin faizler yükseldiğinde, yatırımların azalması beklenir. Ancak bu, bir yasa değil, eğilimdir. Yani, faizlerin yükselmesi, çoğu zaman ve çoğu ülkede yatırımları azaltır. Ancak faizler yükseldiği halde yatırımların azalmadığı zaman dilimleri ve/veya ülkeler olabilir. Bu durumda doğal bilimlerin ve toplumsal bilimlerin ulaştıkları sonuçlarla ilgili farklar şöyle özetlenebilir: Doğal bilimlerde, aynı nedenler, her zaman ve her yerde, aynı sonuçları doğurur. Toplumsal bilimlerde, aynı nedenler, her zaman ve her yerde, aynı sonuçları doğurmayabilir. Farklı zaman ve farklı yerlerde, aynı nedenlerin, farklı sonuçlara yol açtığı görülebilir. Bu arada belirtmek gerekir ki, toplumsal bilimlerin sonuçlarıyla ilgili olarak ortaya çıkan, zamana ve mekâna bağlı sapmaların nedenlerinin açıklanması da toplumsal bilimcilerin görevi olmaktadır. Kısacası, toplumsal bilimci yalnızca eğilimlere ulaşmaya çalışmaz; aynı zamanda eğilimlerden sapmaların nedenlerini de açıklamaya çalışır. Tarih Biliminin Toplumsal Bilimler İçindeki Yeri ve Önemi Toplumsal bilimci, yukarıda da belirtildiği gibi, çok büyük ölçüde laboratuvar kullanma olanağından yoksundur. Bu nedenle araştırmalarını doğrudan toplum veya toplumun ilgili bir kesiti üzerinde yapar; eğilimlere de doğrudan toplum veya toplumun ilgili bir kesiti üzerinde çalışarak ulaşmayı dener. Bu süreç içinde toplumsal bilimcinin en önemli araçlarından biri “karşılaştırmalar” yapmaktır. Toplumsal bilimci, karşılaştırma yaparken, belirli bir zamanda, farklı toplumları (veya farklı toplum kesimlerini) karşılaştırabilir. Bu durumda, bir anlamda, zaman sabit tutulmuş olmakta; araştırmacı, “aynı” zamanda, “farklı” toplumları (veya toplum kesitlerini) incelemektedir. Toplumsal bilimci, bunun dışında, bir toplumun (veya toplum kesitinin), farklı zamanlardaki hallerini karşılaştırma yoluna da gidebilir. Bu durumdaysa toplum (veya toplum kesiti) sabit tutulmuş olmakta; araştırmacı “farklı” zamanlarda “aynı” toplumu incelemektedir. Kısacası, toplumsal bilimci, karşılaştırma yaparken, ya zamanı sabit tutarak, farklı toplumları (veya toplum kesitlerini) ya da toplumu (veya ilgili toplum kesitini) sabit tutarak, farklı zamanları karşılaştırır. Ayrıca belirtmek gerekir ki toplumsal bilimler, bu iki türden karşılaştırmayı sistematik bir biçimde birleştiren zengin örneklerle doludur. Zamanın sabit tutulmadığı her türden toplumsal bilim araştırmasında, bir biçimde, tarih bilimi işin içine mutlaka girer. Bir diğer deyişle farklı zamanların karşılaştırıldığı her toplumsal bilim araştırmasında tarih biliminin verilerine mutlaka gereksinim duyulur. Çünkü toplumların farklı zamanlardaki durumlarına ilişkin verileri ancak tarih bilimi, toplumsal bilimcilere sunar. Ayrıca zamanın sabit tutularak farklı toplumların (veya toplum kesitlerinin) karşılaştırıldığı araştırmaların büyük bölümü de tarih biliminin verilerine muhtaçtır. Bu türden araştırmaların tümü, içinde bulunulan zaman dilimine ait olarak yapılmaz. Geçmişteki zaman dilimleri de konu edilerek farklı toplumlar (veya toplum kesitleri) karşılaştırılabilir. Geçmişteki bir zaman diliminin araştırmaya konu edilmesiyse, doğrudan tarih biliminin işin içine girmesi anlamını taşımaktadır. Bütün bunlar, tarih biliminin, başlı başına bir bilim olmanın ötesinde, aslında tüm toplumsal bilim dalları için, vazgeçilemez bir araç olduğunu göstermektedir. Bu çerçeve içinde, tarih biliminin verilerinin, toplumsal bilimlerin laboratuvarını oluşturduğu rahatlıkla görülebilir. 1.1. Bilgi Kutuları Varsayım (Hipotez, Faraziye) Varsayım (hipotez veya faraziye) yeter derecede doğrulanmamış, tam anlamıyla geçerlilik kazanmamış ancak doğrulanacağı, geçerlilik kazanacağı umulan düşüncedir. Başka bir deyişle varsayım, bilimsel çalışma sırasında, olaylar arasında ilişkiler kurmak ve olayları bir nedene bağlamak üzere tasarlanan ve şimdilik geçerli sayılan bir önerme niteliğindedir. Varsayımlar çoğu zaman geçmiş gözlemlere veya bilimsel teorilerden yapılan çıkarsamalara dayanır. Varsayımlar bilimsel yöntemlerle sınanırlar. Bu sınama sonucunda varsayımın doğrulanarak geçerlilik kazanma olasılığı olduğu gibi, yanlışlanarak geçerlilik kazanamama olasılığı da vardır. Bu arada belirtmek gerekir ki varsayımlar, farklı kişiler tarafından ve farklı yöntemlerle sınanabilir nitelikte olmalıdır. Tez/Antitez/Sentez Tez/antitez/sentez diyalektik düşüncenin oldukça basite indirgenmiş bir açıklamasıdır. Diyalektik, bir akıl yürütme yöntemidir. Bu yöntem içinde gerçeklik, gerçekliğin içindeki çelişkilerde aranır ve çelişkilerin aşılması gelişme olarak kabul edilir. Bu bakımdan diyalektik yöntem çerçevesinde, doğa, toplum ve düşünce düzeylerinde karşıtların çatışması, bu çatışmaların aşılması, bu çatışma – aşılma sürecinin sürekli olarak tekrarlanması ve böylece gelişmenin yakalanması izlenir. Diyalektik çerçevesinde genel kabul gören düşünce “tez”dir. “Antitez” de genel kabul gören düşünceye karşı çıkan, onu olumsuzlayan düşünce olmaktadır. Ancak antiteze de karşı düşünceler gelişir ve antitezin tezi olumsuzlaması da olumsuzlanır. Bu noktada ortaya çıkan düşünceyse “sentez” diye adlandırılır. Sentez, tez ve antiteze göre daha gelişmiş bir düşüncedir ve daha üst düzeyde bir tez oluşturur. Bu süreç, sonsuza kadar gitmektedir. Kuram (Teori, Nazariye) Sistemli bir biçimde düzenlenmiş, pek çok olayı açıklayan ve bir bilim dalına temel olan, kurallar, yasalar bütünüdür. Astronomi alanındaki “büyük patlama kuramı”, biyoloji alanındaki “evrim kuramı”, sosyal bilimler alanındaki “eleştirel kuram”, matematik alanındaki “olasılık kuramı” ve “oyun kuramı” gibi. 2. Kontrol Soruları Bu dersimize ilişkin edindiğiniz bilgileri, aşağıdaki soruları yanıtlamaya çalışarak kontrol edebilirsiniz. Bilim nedir, tanımlayınız. Bilimsel yöntemin temel adımları nelerdir, bu adımların her birini açıklayarak anlatınız. Toplumsal bilimler "laboratuvarsız bilimler" olarak da nitelenir. Bu nitelemenin temel dayanak noktası nedir? Toplumsal bilimler, laboratuvar kullanamamanın yarattığı sorunu nasıl aşmaya çalışmaktadır, açıklayınız. Doğal bilimlerle toplumsal bilimler arasındaki temel farklar nelerdir? Bu farkların her birini açıklayarak anlatınız. Zaman ve mekan olgularını doğal ve toplumsal bilimlerin sonuçları bakımından değerlendiriniz. Toplumsal bilimlerde elde edilen sonuçları yasa olarak değil de eğilim olarak adlandırmak daha doğru bir yaklaşım olarak kabul edilmektedir. Bu yaklaşımın temel dayanak noktalarını ayrıntılı bir biçimde anlatınız. Bilimsel tarafsızlığı ve nesnelliği sağlama açısından toplumsal bilimlerin doğal bilimlere göre dezavantajlı bir durumda olduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın temel dayanak noktaları nedir? Tarih biliminin toplumsal bilimler içindeki yeri nedir ve önemi nereden kaynaklanmaktadır, anlatınız. Bazen toplumsal bilim dallarının gerçek birer bilim dalı olarak kabul edilemeyeceği iddia edilir. Bu iddia neden kaynaklanmaktadır, anlatınız. Bu iddia sizce geçerli midir, değil midir, nedenleriyle birlikte tartışınız. 3. Hedef "Toplumsal Değişme" dersi kapsamındaki temel hedeflerimiz şunlardır: "Toplumsal değişme" kavramının genel bir tanımını yapabilmek, Toplumsal değişme çerçevesinde "toplumsal ilerleme" ve "toplumsal gerileme" durumlarıyla karşılaşılabileceğini bilmek, Toplumsal değişmenin yönünü saptayabilmek için incelenebilecek verilerin neler olabileceğini tartışmak, "Siyasal katılma" kavramını tanımlayabilmek, "Gelir dağılımı" kavramını tanımlayabilmek, Toplumsal değişmenin yönü çerçevesinde siyasal katılma ve gelir dağılımı kavramlarını değerlendirebilmek. 3. Ders Notları I Toplumsal Değişme “Toplumsal değişme”, bir toplumun bütününün veya herhangi bir kesitinin, bir durumdan bir başka duruma geçmesi olarak tanımlanabilir. Bu geçiş belirli bir “süreç” içinde olur. Toplumsal değişme sürecinde, toplum veya toplumun herhangi bir kesiti içerisinde yer alan ilişkilerde, kurumlarda ve/veya yapılarda değişimler gözlemlenir. Bu değişimler çok “kısa” bir dönemin ya da çok “uzun” bir dönemin konusu olabilir. Toplumsal değişme, iki yönlü bir süreçtir. Toplumsal değişme süreci, değişime konu olan toplum veya toplum kesitiyle ilgili olarak daha “ileri” bir durum ortaya çıkartabileceği gibi, daha “geri” bir durum da ortaya çıkartabilir. Toplumsal değişme süreci daha ileri bir durum ortaya çıkartıyorsa bu durum, “toplumsal ilerleme” veya “toplumsal gelişme” diye adlandırılır. Toplumsal değişme sürecinin daha geri bir durum ortaya çıkartması durumuysa “toplumsal gerileme” veya “toplumsal bozulma” olarak nitelenir. Toplumsal Değişmenin Yönüyle İlgili Veriler Bir toplumsal değişmenin toplumsal ilerleme mi, yoksa toplumsal gerileme mi olduğunu; bir diğer deyişle toplumsal değişmenin yönünü saptayabilmek için, değişime konu olan toplumla ilgili pek çok veriyi incelemek gerekebilir. Bunların başında demografik veriler gelmektedir. Demografiye ilişkin veriler ve bu verilerdeki hareketler, ilgili toplumla ve ilgili toplumun geçirdiği değişmeyle ilgili önemli ipuçları sunar: Gelişmemiş bir toplumda nüfusun yeniden üretimini doğal koşullar belirlemektedir. Bu toplumlarda doğurganlık oranı yüksek seyreder. Fakat ölü doğan oranı ve çocuk ölüm oranı da yüksek olur. Bu nedenle gelişmemiş bir toplumda nüfus artış hızı düşüktür. Toplumun gelişmesiyle birlikte, ilk aşamada, ölü doğan oranı azalır, çocuk ölümlerinde çarpıcı bir düşüş olur. Ancak gelişmenin bu aşamasında doğurganlık oranında herhangi bir azalma söz konusu değildir. Dolayısıyla toplum gelişmenin bu aşamasında hızlı bir nüfus artışı yaşar. Gelişmenin daha ileri bir aşamasına gelindiğindeyse, doğum kontrolünün yaygınlaşmasıyla birlikte, doğurganlık oranının da düştüğü ve nüfus artış hızının kararlı bir noktaya ulaştığı görülür. Nüfusun yalnızca artış hızı değil, başka özellikleri de konu açısından önem taşımaktadır. Bunlar arasında, ilk olarak, faal nüfusun sektörlere göre dağılımından söz edilebilir. Gelişmemiş bir toplumda faal nüfusun en fazla istihdam edildiği alan tarım sektörüdür. Tarım sektörünü sanayi/zanaat sektörü izler, bunun ardından da hizmetler sektörü gelir. Toplum geliştikçe tarım kesiminde çalışan nüfus çarpıcı biçimde erir, sanayi kesiminde çalışan nüfusta çarpıcı bir artış olur. Gelişmiş bir toplumdaysa faal nüfusun en fazla hizmetler sektöründe istihdam edildiği; hizmetler sektörünü sırasıyla sanayi ve tarım sektörlerinin izlediği görülür. Bu arada belirtmek gerekir ki istihdam edilenlerin, istihdam edildikleri sektör içindeki pozisyonları da önem taşımaktadır. Örneğin toplumun gelişmesi, hizmetler kesiminde çalışan “mavi” yakalıların sayısını azaltmakta ve buna karşılık “beyaz” yakalıların sayısını artırmaktadır. Ayrıca nüfusun coğrafi zemin üzerindeki dağılımı da dikkate alınmalıdır. Gelişmemiş toplumlarda nüfus kırsal alan üzerinde yoğunlaşır, kentlerdeki yoğunluk azdır. Gelişme, kırdan kente doğru yoğun bir göç başlatır. Gelişmiş bir toplumdaysa nüfus kentlerde yoğunlaşır ve kırsal alan üzerinde yoğunlaşma daha az olur. Değişmenin yönü konusunda eğitimle ilgili veriler de dikkate alınması gereken türdendir. Eğitim, bir toplumun kendisini yeniden üretmesi işidir. Eğitim, topluluk içinde yapılabileceği gibi, topluluk dışında da yapılabilir. Gelişme, ağırlıklı olarak topluluk içinde yapılan eğitimi, topluluk dışına doğru kaydırır. Bu da karşımıza “okul” kurumunu çıkartır. Herhangi bir düzeydeki (ilkokul, lise gibi) okula kayıtlı bütün öğrencilerin sayısının, bu düzeydeki okul çağında olan toplam nüfusa bölünmesi ile elde edilen “okullaşma oranı” bu bakımdan oldukça önemli bir veridir. Değişik düzeylerdeki okullaşma oranları eğitimin yaygınlığı hakkında bilgi verir. Bu oranın zaman içinde izlediği seyirse değişmenin yönünü önemli ölçüde aydınlatır. Eğitimle ilgili veriler dikkate alınırken yalnızca okullaşma oranı değil, bununla birlikte okuma – yazma bilme oranı; okul, öğrenci, öğretmen ve mezun sayılarıyla okul, öğretmen ve derslik başına düşen öğrenci sayılarına ilişkin verilerin de hesaba katılması gereklidir. Bu verilerin değişme sürecinde izlediği yön, değişmenin ileriye doğru mu, yoksa geriye doğru mu olduğunun bulunmasına yardımcı olur. Kültüre ilişkin veriler de aynı eğitime ilişkin veriler gibi, değişmenin yönüyle ilgili önemli bir gösterge niteliği taşır. Gazete ve dergilerin tirajı, kütüphane sayısı, kütüphanelerde bulunan kitap ve diğer materyallerin sayısı, kütüphanelerden yararlanan kişi sayısı, kütüphanelere kayıtlı üye sayısı, matbaa sayısı, kitap basımına ve satışına ilişkin veriler konuyla ilgili büyük önem taşır. Bu kapsamda, tiyatro, opera, bale ve sinema gibi kültürel – sanatsal etkinliklere ilişkin verileri de değerlendirmek gerekecektir. Örneğin kültürel – sanatsal etkinliklerle bu türden etkinliklere katılanların sayıları ve bireylerin bu türden etkinliklere ayırdıkları zaman ve bütçe, değişmenin yönüyle ilgili olarak söylenebilecekleri derinden etkiler. Toplumsal değişmenin yönünü ararken dikkate alınması gereken bir başka veri setini de ulaşım ve iletişim olanaklarına ilişkin olanlar oluşturmaktadır. Gelişmiş toplumlar, gelişmemiş toplumlara göre daha ileri iletişim ve ulaşım olanaklarına sahiptir. Bir diğer deyişle gelişme beraberinde daha ileri iletişim ve ulaşım olanakları getirir. Bu nedenle değişmenin yönünü ararken mutlaka iletişim ve ulaşım olanaklarına ilişkin veriler de hesaba katılmalıdır. Bu bağlamda karayolu, havayolu, denizyolu ve demiryolu uzunluklarıyla, bu yollarla taşınan yolcu ve yük miktarları, karayolu, havayolu, denizyolu ve demiryolu araçlarının sayısı ve yaşları ve kazalara ilişkin çeşitli bilgiler ulaşım olanakları açısından değerlendirilebilir. Telefon, cep telefonu, faks ve internet abonelerinin sayısı, posta hizmetlerine ilişkin istatistikler de iletişim olanakları açısından ele alınabilir. Ulaşım ve iletişim olanakları incelenirken kuşkusuz ki “medya”yı ve medyaya ilişkin verileri de dikkate almak gerekecektir. Toplumsal değişmenin yönü çerçevesinde üzerinde durulması gereken bir başka veri seti de teknolojiye ilişkindir. Bir toplumun gelişmesi, o toplumdaki bireylerin, yaşamlarının hemen hemen her alanında daha fazla teknoloji kullanmasını beraberinde getirir. Ayrıca toplum geliştikçe, teknoloji ve bilgi üretir duruma gelir. Gelişmiş bir toplum, üretimde de daha fazla teknoloji kullanır; enerjiyi dönüştürür. Gelişmemiş bir toplumsa doğada bulduğu enerjiyi hiçbir dönüşüme uğratmadan kullanmaya devam eder. Bu bakımdan enerji üretim ve tüketimine ilişkin verilerin de konuyla ilgili olarak araştırılması önem taşımaktadır. Toplumsal değişmenin yönünü saptayabilmek için, değişime konu olan toplumla ilgili incelenmesi gereken verilere ilişkin listeyi uzatmak mümkündür. Toplumsal bilimciler yukarıda sözü edilen veya edilmeyen pek çok veriyi, çoğu zaman bir arada değerlendirerek, toplumsal değişmelere ilişkin çıkarsamalar yapmaya çalışmaktadır. Siyasi ve İktisadi Yararlanma Olanakları Toplumsal değişmenin yönünü saptamak için kullanılabilecek bir başka veri grubunu da siyasi ve iktisadi yararlanma olanakları oluşturmaktadır. Bu iki veri, toplumsal değişmenin yönüyle ilgili olarak, hiyerarşik anlamda “en üst”te yer alan veriler olarak düşünülebilir. Çünkü siyasi ve iktisadi yararlanma olanakları, bir yandan toplumsal değişmenin yönüyle ilgili diğer veriler tarafından belirlenmekte, diğer yandan da toplumsal değişmenin yönüyle ilgili diğer verileri doğrudan etkileyebilmektedir. “Siyasi yararlanma olanakları” kavramıyla kuşkusuz ki pek çok şey ifade edilmek istenebilir. Ancak bir toplumun siyasi yararlanma olanakları dendiğinde, asıl vurgulanmak istenen, o toplumla ilgili “siyasal katılma” olmaktadır. “İktisadi yararlanma olanakları” kavramıyla da yine pek çok şeye dikkat çekilebilir. Ancak iktisadi yararlanma olanakları, daha çok, ilgili topluma özgü “gelir dağılımı”na işaret eder. Özü itibariyle siyasal katılma, siyasetin; gelir dağılımı da ulusal gelirin ne ölçüde tabana yayıldığını göstermektedir. Aşağıda her iki kavram genel hatlarıyla ele alınacaktır. Siyasal Katılma “Siyasal katılma”, bireylerin, “siyasal sistem” karşısındaki durumları, tutumları ve temelde davranışlarıyla ilgili bir kavramdır. Bu bakımdan siyasal katılma, her şeyden önce bir “siyasal davranış” olmaktadır. Siyasal davranışsa diğer davranış biçimlerinden hiç farklı değildir ve yalnızca onların “siyasal” olarak nitelenen alana ait olanlarıdır. Siyasal katılma, kabaca, siyasal sistemin çıktılarını etkilemek adına belli bir tutum ve davranış sergilenmesi olarak tanımlanabilir. Bu tanım kapsamında sözü edilen çıktılar (yani siyasal sistemin çıktıları), siyasal “kararlar” ve “uygulamalar” olmaktadır. Siyasal bir karar, siyasal niteliği çok açık olan bir konuyla ilgili olabileceği gibi, ilk bakışta hiç de siyasi gözükmeyen bir konuyla da ilgili olabilir. Siyasal uygulamalarsa siyasal kararlar sonucunda yapılan uygulamalardır. Siyasal uygulamaların bazılarının siyasal olma niteliği çok açıktır. Bazı siyasal uygulamaların siyasal olma niteliğiyse bu kadar açık olmayabilir. Anayasanın herhangi bir maddesinin değişmesine ilişkin kararın ve bu değişikliğin gerçekleşmesi çerçevesinde yapılan uygulamanın siyasal olma niteliğinin açık olduğu ortadadır. Ancak bazen bazı karar ve uygulamaların siyasal olma niteliği bu kadar açık biçimde fark edilemeyebilir. Bu tanım kapsamında üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da kim sorusunun yanıtıyla ilgilidir: Acaba siyasal sistemin çıktılarını (yani siyasal karar ve uygulamaları) etkilemek adına kim veya kimler belli bir tutum ve davranış sergilemektedir? Bu sorunun yanıtı “tek başına herhangi bir birey” olabileceği gibi, “bireyler” de olabilir. “Bireyler”le ifade edilmek istenense, küçük bir topluluktan, toplumun hayli kalabalık bir bölümüne kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içine almaktadır. Söz konusu tanım kapsamında altı çizilmesi gereken en önemli noktaysa siyasal katılmanın, siyasal sistemin çıktılarıyla (yani siyasal karar ve uygulamaları) ilgili bir “etkileme” eylemi olduğudur. Siyasal katılma, ortaya çıkan siyasal karar ve uygulamaların birey veya bireylerin istediği yönde olması anlamını taşımaz. Siyasal katılma bağlamında önemli olan nokta, birey veya bireylerin söz konusu karar ve uygulamaların yönünü bir biçimde etkilemeye çalışmış olmasıyla ilgilidir. Siyasal katılmanın varlığı için, etkileme eylemenin varlığı yeterlidir. Bu eylemin sonucunun başarılı ya da başarısız olması, siyasal katılmanın varlığını belirlemez. Siyasal Katılma Düzeyleri Siyasal katılmayla ilgili olarak ilk akla gelen davranış, oy kullanmaktır. Ancak siyasal katılmayı oy kullanmakla özdeşleştirmek eksik ve aynı zamanda oldukça hatalı bir indirgeme olur. Siyasal katılma, siyasal anlamdaki basit bir meraktan, siyasal eylemlerin içinde doğrudan yer almaya kadar uzanan geniş bir alanı kapsar. Bu çerçeve içinde siyasal katılmayla ilgili çeşitli düzeylerden söz etmek mümkündür. Bu düzeyler, daha az yoğundan daha yoğuna doğru, üç basamak içinde gösterilebilir: Siyaseti izleme düzeyi Siyasal tutum takınma düzeyi Siyasete karışma düzeyi Bu basamaklar arasında yoğunluk bakımından en alt düzeyde izlemeyle ilgili etkinlikler yer almaktadır. Gazete, dergi, televizyon, radyo, internet vb. kanallardan siyasal olayları takip etmek, mitinglere, toplantılara dinleyici olarak katılmak veya aile, arkadaş, iş, okul gibi çeşitli çevrelerde siyasal konuları konuşmak bu düzey içinde değerlendirilebilir. Bu etkinliklerin ortak niteliği siyasal hayattan “haberdar” olmaya yönelmeleridir. Bu türden etkinliklere katılan bireylerin belli bir siyasal tercihleri olabilir. Ancak bu düzeyde siyasete katılan birey, bu etkinlikleri siyasal tercihini yaymak amacıyla yürütmez. Onun amacı, daha çok, siyasal olaylardan haberdar olmaktır. Kısacası bu düzey içindeki etkinlikler izleyici etkinlikleridir ve bu düzey içindeki bireyler siyasal sahnenin izleyicileri konumundadır. Bunun daha ötesinde, bir anlamda orta düzeyde, siyasal olaylar hakkında tutum takınmaya ilişkin eylemler söz konusu olur. Siyasal olaylar hakkında tutum takınma, siyasal olayları izlemekten daha yoğun bir etkinliktir. Bu düzeyde, bireyin belirli siyasal seçeneklerin yanında veya karşısında bir tutum aldığı görülür. Bir anlamda, bu düzey içinde yer alan bireyler, siyasal olayları izlemekle yetinmemekte, siyasal olaylar hakkında tutum takınarak, bunu açıklama gereksinimi duymaktadır. Bu düzey içindeki bireyler siyasal sahnenin izleyicisi olmaktan çok, siyasal sahnenin tutum takınanlarıdır. Ancak belirtmek gerekir ki bu düzey içinde yer alan bireyler siyasal olayların içinde bulunmazlar; bir diğer deyişle herhangi bir siyasal olaya karışmazlar. Bireyler bu düzey içindeki etkinliklerini kitle haberleşme araçlarıyla yapabilecekleri gibi, özel temaslar çerçevesinde de gerçekleştirebilirler. Gazete, dergi, internet vb. ortamlarda yazı yazmak, radyo ve televizyon kanallarında konuşmak, miting ve toplantılara konuşmacı olarak katılmak, bu türden ortamları ve toplantıları soru ve yorumlarla yönlendirmek gibi etkinlikler bu düzey içinde değerlendirilebilir. Birey bu türden etkinlikleri aile, arkadaş, iş, okul gibi daha sınırlı çevrelerde de gerçekleştirebilir. En üst düzeydeyse siyasal olayların içinde doğrudan bulunmak, siyasal olaylara karışmak yer alır. Bir siyasal partide aktif üye olmak veya yöneticilik yapmak, seçimle gelinen bir siyasal görevde bulunmak veya bu görevler için aday olmak bu düzey içinde değerlendirilebilecek etkinliklerdir. Bu etkinlikler bireyi, siyasal olaylar karşısında doğrudan ilgili yapan türdendir. Bu noktada artık bireyin siyasal olayları dışarıdan izlemesi ya da kendi kontrolü dışında gelişen siyasal olaylar karşısında tutum takınması söz konusu değildir. Bu düzeyde, birey, bizzat siyasal olayların içinde yer alır; belli bir oranda siyasal olayların yönlendiricisidir ya da en azından siyasal olayları belli bir oranda yönlendirme potansiyeline sahiptir. Bu arada belirtmek gerekir ki birey açısından bu düzeyler arasında geçişler söz konusudur. Bir birey bütün bir yaşamı boyunca aynı düzeyde siyasal katılma göstermeyebilir. Örneğin uzun yıllar boyunca siyasi parti liderliği yaparak siyasete karışma düzeyinde bulunmuş bir birey, yaşamının belirli bir noktasında, siyasal katılma düzeyini siyaseti izleme noktasına çekebilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki bireyler yaşamlarının aynı dönemlerinde farklı düzeylerde siyasal katılma da sergileyebilirler. Örneğin çevrenin korunmasıyla ilgili konular kapsamında siyasete tutum takınma düzeyinde katılan bir birey, var olan seçim barajının düşürülmesi veya kaldırılmasıyla ilgili bir konuda yalnızca siyaseti izleme etkinlikleri yürütebilir. Siyasete Farklı Düzeylerde Katılma Nedenleri Siyasal katılmayla ilgili çeşitli düzeylerin varlığı, bireylerin siyasete farklı derecelerde ilgi gösterdiğine işaret etmektedir. Bireylerin kimisi siyasetle yoğun bir biçimde haşır neşir olur, siyaset için önemli bir zaman ve bütçe ayırırken, kimisi de siyaset karşısında tamamen kayıtsız kalmayı yeğlemektedir. Bireylerin siyasete farklı derecelerde ilgi göstererek siyasete farklı düzeylerde katılmalarının çok çeşitli nedenleri vardır. Sosyal, ekonomik, psikolojik, kültürel ve çevresel faktörlerin bireylerin siyasete katılma düzeylerini ciddi biçimde etkilediği düşünülmektedir. Yaş, gelir ve eğitim düzeyi, meslek, cinsiyet, yerleşme biçimi, kişilik, aile yapısı vb. bu anlamda üzerinde önemle durulması gereken değişkenler niteliğindedir. Bunların yanı sıra siyasal sistemin niteliği de siyasal katılmayı ciddi derecede etkiler. Örneğin demokratik sistemlerde siyasal katılmanın yoğunluğu (ve aynı zamanda biçimi) farklıdır, otoriter veya totaliter sistemlerde siyasal katılmanın yoğunluğu (ve aynı zamanda biçimi) farklıdır. Ayrıca demokratik sistemler de kurdukları hukuki yapıyla siyasal katılmanın yoğunluk (ve aynı zamanda) biçimini etkileyebilir. Demokrasi ve Siyasal Katılma Siyasal katılma, çok çeşitli toplum kesimlerine ifade ve temsil olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşmasını kolaylaştırır. Siyasal katılma olanakları arttıkça, toplumdaki güçler dengesinin siyasete barışçı yollardan yansıması kolaylaşır; buna bağlı olarak da siyasal istikrar artar. Siyasal katılma, aynı zamanda, siyasal sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanır, siyasal sisteme karşı olan güçleri sistemle bütünleştirerek, siyasal sistemi güçlendirir. Bu anlamda siyasal katılma, siyasal sistemin ve toplumsal düzenin, değişen koşullara göre kendini uyarlamasının aracı olmaktadır. Toplumdaki bazı kesimlerin siyasal katılma olanaklarından yoksun bırakıldıkları durumlardaysa “katılma bunalımı” ortaya çıkar. Bu kesimler, kendilerine güçleri oranında siyasal katılma hakkı tanımayan siyasal sistemin karşısında yer alırlar. Bunun sonucunda da siyasal sistemin yıpranması ve işlevini göremez duruma gelmesi olasılığı güçlenir. Bütün bu nedenlerle günümüzde demokrasilerin gelişmişliği, siyasal katılmanın yoğunluk ve yaygınlığıyla ilişkilendirilmektedir. Siyasal Katılma Biçimleri Siyasal katılma, türlü biçimlerde kendini gösterebilir. Yukarıda değinilen, siyaseti izleme, siyasal tutum takınma ve siyasal olaylara karışma düzeyleri içerisinde değerlendirilebilecek, sayısız siyasal katılma yolu vardır. Siyasal katılma yollarının bir bölümü siyaset bilimi yazınında “olağan” yollar olarak nitelenmektedir. Bu yolların önemli bir özelliği, çoğu zaman, mevcut “yasal” sınırlar içinde olmasıdır. Ancak siyasal katılmanın “olağandışı” yolları da vardır ve bu yolların en önemli özelliğini, çoğu zaman, “yasadışı” olmaları belirler. Belirli grupların siyasal sistemden beklentilerinin gerçekleşmemesi, bu grupların kendilerini siyasal sistemden yabancılaşmış hissetmesi ve/veya yine bu grupların olağan yollardan katılmayı becerememesi siyasal katılmanın olağandışı (yasal olmayan) yollarını gündeme getirir. Bu gruplar, olağan (yasal) yollardan yaratamadıkları etkiyi, olağandışı (yasal olmayan) yollardan yaratmaya çalışırlar. Ayrıca belirtmek gerekir ki siyasal sistemin katılığı ve/veya siyasal sistemden çevreye yönelen baskılar da olağandışı katılma yollarını teşvik edebilir. Siyasal katılma yollarını olağan (yasal) siyasal katılma olağandışı (yasal olmayan) siyasal katılma başlıkları altında kategorize etmenin yanı sıra açık veya gizli siyasal katılma zorunlu veya bağımsız siyasal katılma sürekli veya süreksiz siyasal katılma örgütlü veya örgütsüz siyasal katılma başlıkları altında da kategorize edebiliriz. Örneğin genel seçimlerde oy kullanmak “olağan” (“yasal”) ve “açık” bir siyasal katılmadır. Günümüz Türkiye’si koşullarında genel seçimlerde oy kullanmak aynı zamanda “zorunlu” bir siyasal katılma olmaktadır; oy kullanma yeterliliğine sahip vatandaşların, geçerli bir mazereti olmaksızın oy kullanmamaları suçtur… Yasa dışı bir örgütün düzenlediği yasa dışı bir yürüyüşe katılmaksa “olağandışı” (“yasal olmayan”), “açık” ve birey bu yürüyüşe kendi özgür iradesiyle katılmaya karar verdiyse “bağımsız” siyasal katılmaya örnek olarak gösterilebilir. Yasa dışı bu örgütün üye sayısını artırmak için yürütülen faaliyetlerse “gizli” siyasal katılmanın örneğidir. Öte yandan bazı siyasal katılma etkinliklerinde “süreklilik” göze çarpar. Örneğin siyasal bir partinin ilçe toplantılarına düzenli olarak katılmak bu türdendir. Ancak bazen de bireyler “süreksiz” siyasal katılma örnekleri sergilerler. Siyasal bir konuyla ilgili herhangi bir protesto eylemine katılmak ancak daha sonra bu siyasal konuyu protesto eylemleri düzeyinde takip etmemek bu türden bir siyasal katılmadır. Birey, bu protesto eylemine herhangi bir siyasal partinin veya derneğin üyesi olarak katıldıysa, bu bireyin siyasal katılması “örgütlü”, herhangi bir vatandaş olarak katıldıysa siyasal katılması “örgütsüz” olur. Gelir Dağılımı “Gelir”, para akımıyla ilgili bir kavramdır; belirli bir süre içinde (çoğunlukla bir yılda) elde edilen kazancı ifade eder. Kişisel gelirin başlıca kaynağı “emek” gelirleriyle “sermaye” gelirleridir. Emek gelirleri “ücret”, sermaye gelirleri de “faiz”, “rant” veya “temettü” adını alır. Gelir kavramıyla zaman zaman karıştırılan “servet”se para stokuyla ilgili bir kavram olup, belirli bir anda birikmiş varlıkların toplamını ifade eder. Buna göre her türlü fiziki ve mali sermaye, toprak vb. servet kavramı içine girer. “Ulusal gelir” de bir ülkede yerleşmiş bulunan kişilere ait emek, sermaye, toprak ve girişimlerin (yani üretimin öğelerinin veya faktörlerinin), ülke içinde ve ülke dışında çalışmaları karşılığında elde ettikleri tüm gelirlerin toplamını anlatır. Gelir dağılımı genelde iki farklı anlamda ele alınır. Bunlardan birincisi, ulusal gelirin, üretimin temel öğeleri (faktörleri) arasında nasıl dağıldığını gösterir ve “fonksiyonel gelir dağılımı” adını alır. Fonksiyonel dağılım, ulusal gelirin, emek, sermaye ve toprak sahipleri arasında nasıl dağıldığı konusunda anlamlı verileri üretir. Toplumun büyük çoğunluğu emeğiyle geçinen bireylerden oluştuğu için, fonksiyonel gelir dağılımında asıl ilgi konusu, emeğin ulusal gelirden aldığı pay ve bu payın zaman içindeki değişimidir. Gelir dağılımının ikinci anlamıysa ulusal gelirin nüfus veya hanehalkı birimleri arasında nasıl dağıldığını gösteren “kişisel gelir dağılımı”dır. Kişisel gelir dağılımı, bireylerin veya hanehalkı birimlerinin sosyal sınıflarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler içermez. Kişisel gelir dağılımının gösterdiği, ulusal gelirin çeşitli nüfus veya hanehalkı dilimleri arasında nasıl dağıldığıdır. Bu dağılım çerçevesinde söz konusu olan kişisel gelirin de “kullanılabilir kişisel gelir” olduğunu belirtmek gerekir. Kullanılabilir kişisel gelir, kişisel gelirden, ödenen vergilerin toplam tutarının çıkartılması yoluyla bulunur. Dolayısıyla kişisel gelir dağılımını, vergi sonrası kişisel gelirlerin dağılımı olarak anlamak gerekir. Bu durumda ödenmesi gereken vergi yükü ve/veya verginin ödenip ödenmediği ciddi biçimde belirleyici olmaktadır. Bir toplumda gelirin ne ölçüde eşitliğe yakın veya eşitlikten uzak dağıtıldığını göstermek için kullanılan yaygın bir araç, Max Otto Lorenz tarafından geliştirilen “Lorenz eğrisi”dir. Lorenz eğrisi, yatay eksende nüfus veya hanehalkı yüzdelerinin, dikey eksendeyse bu yüzdelerin ulusal gelirden aldıkları payların yine yüzde olarak gösterilmesi yardımıyla bulunur. Yüzdelik nüfus veya hanehalkı gruplarının, ulusal gelirden aldıkları yüzdelik payları gösteren noktaların birleştirilmesi, ilgili topluma ilişkin eğriyi ortaya çıkartır. Lorenz eğrisiyle ilgili mutlak eşitlik çizgisi, yatay ve dikey eksen arasındaki 90 derecelik açıyı iki eşit parçaya bölen, düz ve çapraz (diyagonal) bir çizgiyle gösterilir. Bu çizgi, belirli bir nüfus veya hanehalkı yüzdesinin milli gelirden de aynı oranda pay aldığı anlamını taşır. Toplumun yüzde 20’sinin ulusal gelirin yüzde 20’sini, toplumun yüzde 40’ının ulusal gelirin yüzde 40’ını alması gibi… Mutlak eşitlik çizgisiyle Lorenz eğrisi arasında kalan alan, gelir dağılımı eşitsizliğinin ölçüsünü ifade eder. Bu alan ne kadar büyür, yani Lorenz eğrisi mutlak eşitlik çizgisinden ne kadar uzaklaşırsa, gelir dağılımı eşitsizliği o ölçüde artar. Bu alanın küçülmesi, yani Lorenz eğrisinin mutlak eşitlik çizgisine yaklaşması da gelir dağılımı eşitsizliğinin düzeldiğine işaret eder. Mutlak eşitlik çizgisiyle Lorenz eğrisinin çakıştığı, bir diğer deyişle, gelir dağılımında gerçekten de mutlak bir eşitlik olduğu durumda – ki böyle bir durum gerçek dışıdır – Lorenz eğrisiyle mutlak eşitlik çizgisi arasında herhangi bir alan oluşmaz. Gelir dağılımındaki mutlak eşitlik durumunun tam karşısındaysa mutlak eşitsizlik durumu bulunur. Yine gerçek dışı olan bu durumda, toplumdaki yalnızca bir kişi veya bir hanehalkı, gelirin tamamını, yani yüzde 100’ünü elde eder; geriye kalanların ulusal gelirden aldıkları paysa yüzde 0 olur. Böyle bir durumda Lorenz eğrisi grafiğin yatay ve düşey ekseniyle çakışır; mutlak eşitlik çizgisinin altında kalan tüm alan da gelir eşitsizliğini temsil eder. Böyle bir alan, bu anlamda söz konusu olabilecek en geniş alandır. Bir toplumda gelirin ne ölçüde eşitliğe yakın veya eşitlikten uzak dağıtıldığını göstermek için kullanılan bir başka araç da “Gini katsayısı”dır. Gini katsayısı, Corrado Gini tarafından, Lorenz eğrisi kullanılarak elde edilmiştir. Katsayı 1’le 0 arasında değişir. 1, mutlak eşitsizliği ifade ederken; 0 da mutlak eşitliği gösterir. Gelir dağılımı eşitsizliğinin çeşitli nedenleri vardır. Yeteneklerin, bireylerin almış oldukları eğitim ve öğretimin, servetin bireyden bireye farklılık göstermesi; şans, şanssızlık, etkili çevrelerle ilişkiler veya zevkler gibi etkenler gelir farklılığı yaratabilir. Ayrıca cinsiyet, renk, ırk, dil ve din gibi konulardaki ayırımcı uygulamalar da gelir farklılıklarına yol açabilir. Bunların yanı sıra enflasyon, işgücünün kırsal ve kentsel alanlara göre dağılışı, kayıt dışı ekonomik faaliyetler de gelir dağılımını etkiler. Devlet, gelir dağılımını daha eşitlikçi bir duruma getirmek için, çeşitli yöntemlerle müdahalede bulunabilir. Buna “gelirin yeniden dağıtımı” adı verilir. Devletin gelirin yeniden dağıtımını gerçekleştirmek için kullandığı araçların bir bölümü “maliye politikası araçları”dır. Vergi ve kamu harcamalarına ilişkin uygulamalar bu araçlar arasında sayılır. Devletin bu bağlamda kullanabileceği araçların bir bölümü de “mali olmayan araçlar”dır. Bunlar arasında istihdam, ücret ve fiyat kontrollerine ilişkin uygulamalar yer alır. Toplumsal Değişmenin Yönü Yukarıda da belirtildiği gibi toplumsal değişme, iki yönlü bir süreçtir. Toplumsal değişme süreci, değişime konu olan toplum veya toplum kesitiyle ilgili olarak daha “ileri” bir durum ortaya çıkartabileceği gibi, daha “geri” bir durum da ortaya çıkartabilir. Toplumsal değişme sürecinin daha ileri bir durum ortaya çıkartması “toplumsal ilerleme” veya “toplumsal gelişme”; daha geri bir durum ortaya çıkartması da “toplumsal gerileme” veya “toplumsal bozulma” olarak adlandırılır. Toplumsal değişmenin yönünü, yani bir toplumsal değişmenin ilerleme mi yoksa gerileme mi olduğunu saptayabilmek için, değişmeye uğrayan toplumla ilgili pek çok veriyi incelemek gerekebilir. Bu veriler arasında siyasi ve iktisadi yararlanma olanakları değişmenin yönünün saptanması açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü siyasi ve iktisadi yararlanma olanakları, bir yandan toplumsal değişmenin yönüyle ilgili diğer veriler tarafından belirlenmekte, diğer yandan da toplumsal değişmenin yönüyle ilgili diğer verileri doğrudan etkileyebilmektedir. “Siyasi yararlanma olanakları” kavramıyla o toplumla ilgili “siyasal katılma”, “iktisadi yararlanma olanakları” kavramıyla da o topluma özgü “gelir dağılımı” anlatılmak istenir. Bu nedenle siyasal katılma, siyasetin; gelir dağılımı da ulusal gelirin ne ölçüde tabana yayıldığını gösterir. Bir toplumsal değişmenin ardından, o toplumdaki siyasal katılma artıyor ve aynı zamanda o topluma ilişkin gelir dağılımı düzeliyorsa; karşı karşıya olunan durum, büyük bir olasılıkla, toplumsal ilerleme, bir diğer deyişle toplumsal gelişme durumudur. Ancak bir toplumsal değişmenin ardından, o toplumdaki siyasal katılma düşüyor ve aynı zamanda o topluma ilişkin gelir dağılımı bozuluyorsa; bu kez karşı karşıya olunan durum, büyük bir olasılıkla, toplumsal gerileme, bir diğer deyişle toplumsal bozulma durumudur. Bu arada belirtmek gerekir ki, siyasal katılma ve gelir dağılımı değişkenleri, toplumsal değişme çerçevesindeki hareketlerini genelde yukarıda söz edilen yönde gerçekleştirir. Yani siyasal katılma artıyorsa, büyük bir olasılıkla, gelir dağılımı düzelir veya gelir dağılımı düzeliyorsa, büyük bir olasılıkla, siyasal katılma artar. Bunun tam tersi de söz konusu olabilir. Siyasal katılmanın azaldığı bir toplumda, büyük bir olasılıkla, gelir dağılımı bozulur veya gelir dağılımının bozulduğu bir toplumda, büyük bir olasılıkla, siyasal katılma düşer. Söz konusu değişkenlerin tersi yönde hareketleriyse “istisna” olarak kabul edilmektedir. Örneğin gelir dağılımın düzeldiği bir toplumda, siyasal katılmanın azaldığına nadiren rastlanır. Davranış Davranışlar, organizmaların belirli dürtüler karşısında gösterdiği tepkilerdir. Çevreden gelen dürtüler, organizmanın algılama süzgecinden geçtikten sonra davranışı belirler ve etkiler. Organizmanın çevreye bağlı iki önemli kökü vardır: Bu köklerden biri kalıtımla, diğeri de öğrenme – sosyalleşme yoluyla oluşur. Organizmanın çevreye bağlı bu kökleri, inançlar, belli tavırlar ve belli gereksinimler gibi bazı ön yönelimler biçimde kendini gösterir. Bu ön yönelimler de algılanmış dürtülerle birlikte davranışa yol açar. Diğer bir deyişle davranış, organizmanın dürtüleriyle sahip olduğu ön yönelimlerin bir fonksiyonudur. Davranış bir kez ortaya çıktıktan sonra, hem organizmanın çevresini değiştirebilir ve hem de organizmayı tatmin ederek veya sıkıntıya sokarak organizmayı etkileyebilir. Siyasa ve Siyaset “Siyasa” belli bir alanda, belli bir konuyla ilgili olarak izlenen veya izlenecek olan “yol” diye tanımlanabilir. Siyasa kavramı Batı dillerindeki policy kavramına karşılık gelmektedir. Örneğin Türkiye’deki bir siyasal partinin Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak izlediği yol, o siyasal partinin Kıbrıs sorunu siyasası olmaktadır. Ancak belli bir alanda, belli bir konuyla ilgili olarak izlenen veya izlenecek olan yol tek değildir; pek çok yolun varlığı söz konusudur. Bu nedenle belli bir alanda, belli bir konuyla ilgili olarak “siyasalar” mevcuttur. Kıbrıs sorunuyla ilgili çeşitli siyasal partilere ait, çeşitli siyasaların varlığını bu noktada anımsayabiliriz. “Siyaset”, belli bir alanda, belli bir konuyla ilgili çeşitli siyasaların “yarışma”sını ifade eder. Siyaset kavramı, Batı dillerinde politics kavramına karşılık gelir. Türkçedeki kullanımda siyasa ve siyaset kavramları, anlamca birbirlerinden farklı olmalarına rağmen, çoğu zaman yalnızca “siyaset” sözcüğüyle karşılanır. Siyaset “Siyaset”e ilişkin çok sayıda kavramlaştırma vardır ve siyasetin alanı bu kavramlaştırmalara göre değişir. Bazı tanımlarda siyaset, devletle ilgili bir kavram olarak ele alınır. Bu tanım siyaseti oldukça dar bir alanın içine hapsetmekte ve siyaseti yalnızca devletle ilgili etkinliklerle özdeşleştirmektedir. Bazı tanımlarsa siyaseti kamusal alan ve kamusal etkinliklerle ilgili görür. Siyaset bu tanımda, bir önceki tanıma göre, daha geniş bir alanın konusu olur. Ancak bu tanım da özel alanı bütünüyle siyasetin dışında bırakır. Bazı tanımlarsa siyaseti oldukça geniş bir alanın konusu yapar. Bu tanımlara göre siyaset, insanın var olduğu her yerde vardır. Eğer insanın var olduğu her yerde siyasetin var olduğu düşünülürse şu sorunun mutlaka yanıtlanması gerekecektir: Acaba siyasal etkinliğin ayırt edici niteliği nedir; bir diğer deyişle siyasal etkinliği, diğer etkinliklerden ne ayırmaktadır? Siyasal etkinlik, üretimle, bölüşümle ve kaynakların kullanımıyla ilgili bir etkinliktir. Bu etkinlik, üretimle, bölüşümle ve kaynakların kullanımıyla ilgili arzu edilen bir sonucu elde etmek için çabalamaya dayanır. Bu çerçeve içinde siyaset, kimin, nerede, ne zaman, ne elde edeceğinin belirlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Eğer siyasetle ilgili bu tanımlama çıkış noktası olarak alınırsa siyaset bir “mücadele” olarak kavramlaştırılmış olur. Mücadelenin temel nedeni de insanın arzu ve gereksinimlerinin “sınırsız”, buna karşılık bu arzu ve gereksinimleri tatmin edecek kaynakların “sınırlı” olmasıdır. Bu nedenle siyaset sınırlı kaynaklar üzerinde bir mücadele diye de nitelenebilir. Ancak siyaset yalnızca bir mücadele, yalnızca bir tür “çatışma” değildir. Toplumda değişik çıkar ve istekler çatışır. Ancak pratikte bu çıkar ve isteklerden herhangi birinin, hiçbir değişikliğe uğramadan kabul edilerek bir karar ve uygulamaya dönüştürüldüğü çok nadiren görülür. Pratikte, karar ve uygulamalar birbirinden farklı çıkar ve isteklerin bir biçimde uzlaştırılmasıyla oluşur. Bu bakımdan siyaset, çatışma halinde bulunan çıkarların uzlaştırılması diye de tanımlanabilir. Siyasal Sistem “Siyasal sistem”, toplumun “ortak” amaçlarını belirlemek ve gerçekleştirilmek için var olan bir örgütler ve kurumlar bütünüdür. Toplumda, siyasal sistem adını alan bu örgütler ve kurumlar bütünün benzerlerine de rastlanır. Ancak siyasal sistem, en büyük “boyut”a sahip olmak ve aynı zamanda hiyerarşik olarak en “üst”te yer almak bakımından diğerlerinden ayrılır. Siyasal sistem siyasal bir “süreç” içinde çalışır. Bu süreç, kabaca bir tür girdi – çıktı sürecidir. Siyasal sisteme bazı “girdiler” ulaşır ve siyasal sistem kendisine ulaşan bu girdilerle “çıktılar” üretir. Siyasal sistemin girdilerini temelde “istek” biçimindeki girdiler oluşturur. Siyasal sisteme isteklerin aktarılması işini siyasal partiler ve baskı grupları gibi örgütler gerçekleştirir. Toplum içinde birbiriyle bağdaşmayan pek çok çıkar ve buna bağlı olarak pek çok istek söz konusudur. Birbiriyle bağdaşmayan sayısız çıkarlara bağlı bu istekler, söz konusu örgütler tarafından siyasal sisteme aktarılırken, birbirine benzeyen istekler bütünleştirilir, anlamsız istekler ayıklanır ve tüm isteklerin aynı anda karşılanması mümkün olmadığı için öncelikler belirlenir. Siyasal sisteme yalnızca istek biçimindeki girdiler ulaşmaz. Siyasal sisteme istek biçimindeki girdilerin yanı sıra destek ve kaynak biçimindeki girdiler de ulaşır. “Destek” biçimindeki girdiler siyasal sistemin varlığını korumasını sağlar. Bireylerin siyasal sisteme ilişkin inançları ve tutumları vardır. Bu inanç ve tutumlar “siyasal kültür”ü oluşturur. Siyasal sistemle uyumlu bir siyasal kültür, siyasal sistemin varlığını sürdürebilmesi için şarttır. “Kaynak” biçimindeki girdilerse siyasal sistemin toplumun isteklerini karşılaması için gerekli olacak – başta finansman kaynakları olmak üzere – her türlü kaynağı ifade eder. Siyasal sistem, kendisine ulaşan girdileri, kurumları ve örgütleri aracılığıyla çeşitli işlemlerden geçirir. Bu sırada girdilerin bir bölümü reddedilir, bir bölümü daha sonra ele alınmak üzere ertelenir, bir bölümü de çıktılara dönüştürülür. Siyasal sistemin çıktıları, siyasal “kararlar” ve “uygulamalar” olarak adlandırılır. Bu arada belirtmek gereklidir ki siyasal sistemin çıktıları, yeni girdilere (örneğin yeni isteklere) neden olur. Siyasal sistemin çıktılarının yeni girdilere yol açması ve bu durumun döngüsel bir biçimde tekrarlanması siyasal sistem çerçevesinde “geri besleme” olarak nitelenir. Siyasal sistem, yukarıda da belirtildiği gibi, kendisine ulaşan girdilerden çıktıları “kurumlar”ı aracılığıyla üretir. Yasama, yürütme ve yargı kurumları, bir siyasal sistemin en temel kurumlarıdır. “Yasama” kurumu siyasal kararların alınması işlevini yüklenir. “Yürütme” kurumunun işlevi, alınmış olan siyasal kararları uygulamaktır. “Yargı” kurumuysa uygulamayı denetler. Bu üç kurum birbirinden ayrı olabileceği gibi bu üç kurumun birleşik olduğu durumlarla da karşılaşılabilir. 3. Kontrol Soruları Bu dersimize ilişkin edindiğiniz bilgileri, aşağıdaki soruları yanıtlamaya çalışarak kontrol edebilirsiniz. "Toplumsal değişme" nedir, tanımlayınız. Bir toplumsal değişmenin yönünü anlayabilmek için hangi tür verilerden yararlanılabilir, örnekler veriniz. Bu veriler arasında yer alan "siyasal katılma" ve "gelir dağılımı" kavramlarını genel hatlarıyla açıklayınız. "Toplumsal değişme" nedir, tanımlayınız. "Siyasal katılma" ve "gelir dağılımı" verilerindeki olası hareketleri toplumsal değişmenin yönü çerçevesinde değerlendiriniz. Bu değerlendirmeyi yaparken "siyasal katılma" ve "gelir dağılımı" kavramlarını da genel hatlarıyla açıklayınız. "Siyasal katılma" kavramını tanımlayınız. Bireylerin siyasete ilgileri ve katılmalarıyla ilgili söz konusu olabilecek farklı düzeylere ilişkin bilgi vererek, bireylerin siyasete farklı yoğunlukta ilgi geliştirme ve farklı düzeylerde katılma nedenlerinin neler olabileceğini tartışınız. 4.Hedef "Toplumsal Değişmenin Açıklaması" dersi kapsamındaki temel hedeflerimiz şunlardır: Kavramlar Ekonomi, mal ve hizmet, üretim kavramlarını tanımlamak, Üretimin öğelerinin neler olduğunu bilmek, Üretim güçleri, artı ürün ve üretim ilişkileri kavramlarını açıklamak, Toplumsal altyapı ve toplumsal üstyapı kavramlarıyla neyin ifade edilmek istendiğini anlamak, Toplumsal tabakalaşma ve sınıf kavramlarının tanımlamak. Marxist Yaklaşım Marxist yaklaşım çerçevesinde altyapı - üstyapı ilişkisini anlamak, Marxist yaklaşım çerçevesinde sınıf mücadelesine atfedilen önemi bilmek, Marxist yaklaşım çerçevesinde diyalektik değişimle ifade edilenin ne olduğunu açıklamak. Weberyen Yaklaşım Weberyen yaklaşım çerçevesinde altyapı - üstyapı ilişkisini anlamak, Weberyen yaklaşım çerçevesinde Protestan ahlakı ve kapitalizm arasında kurulan ilişkiyi bilmek, bu ilişkinin Weberyen yaklaşım bakımından ne ifade ettiğini kavramak, Toplumsal değişmenin açıklanması bağlamında Weberyen yaklaşımın Marxist yaklaşımdan hangi noktalarda farklılık gösterdiğini bilmek. "Toplumsal Değişmenin Açıklanması" dersini çalışırken karşılaşacağınız kişilerin listesi aşağıdadır. Karl Marx Max Weber Benjamin Franklin Jean Calvin 4. Ders Notları Toplumsal Değişmenin Açıklanması Toplumsal değişmenin (ve ilerlemenin) açıklanmasında iki büyük teorinin birbirleriyle çarpıştığı gözlemlenmektedir. Bunlardan biri Karl Marx (1818–1883) tarafından biçimlendirilen “Marxist” yaklaşımdır. Marxist yaklaşım içinde toplumsal değişme (ve ilerleme) üretim ilişkilerine bağlı biçimde, maddi alanın bir konusu olarak açıklanır. Max Weber’in (1864–1920) biçimlendirdiği diğer teoriyse “Weberyen” yaklaşım diye anılır. Bu teoride maddi alanda ortaya çıkan değişimin, değerler sisteminde ortaya çıkan zihniyet ve tutum farklılaşmalarından kaynaklanabileceği belirtilmektedir. Bir diğer deyişle Weberyen yaklaşım, toplumsal değişmenin (ve ilerlemenin) değerler, zihniyet, kültür ve benzeri etkenlerle de açıklanabileceğini ileri sürer. Marxist Yaklaşım Marxist yaklaşım, tarihsel ve toplumsal gelişme hakkında kapsamlı ve ayrıntılı bir teoridir; yalnızca sosyal bilimler içinde değil, dünya tarihindeki en etkili düşüncelerden biri olarak kabul edilir. Marxist yaklaşımda tarihsel ve toplumsal gelişmenin ardındaki temel itici gücün maddi güçler olduğu iddia edilmektedir. Bu nedenle Marxist yaklaşım, siyasal, ideolojik, kültürel vb. faktörlerden çok, maddi güçleri esas alan bir gelişme teorisi olmaktadır. Aşağıda önce teoriyi ana hatlarıyla tanımlamamıza yardımcı olacak bir dizi kavram, daha çok teorinin gösterdiği biçimde tanımlanacak; ardından da Marxist yaklaşımın genel özellikleri gösterilecektir. Üretim İnsan gereksinim sahibi bir varlıktır. Bu gereksinimler sevmek, sevilmek, inanmak, inandırmak gibi çok değişik konulara yönelik olabilir. Ekonomi biliminin konu ettiği insan gereksinimleriyse maddi gereksinimlerdir. Maddi gereksinimlerin bir bölümü yeme, içme, giyinme, barınma gibi biyolojik niteliklidir. Maddi gereksinimlerin diğer bölümüyse içinde bulunulan çağa ve topluma göre değişebilen sosyal gereksinimlerdir. İnsanların maddi gereksinimleri mallarla (ve aynı zamanda hizmetlerle) giderilir. Ancak bu mallar doğada hazır halde bulunmazlar. Bu nedenle insanlar, malları doğa üzerinde çalışarak elde ederler. İnsanların gereksinim duydukları malları elde etmek için yaptıkları işlere de “üretim” adı verilir. Kısacası üretim, doğanın, emek harcanarak, insan gereksinimlerini gidermeye elverişli duruma getirilmesi işidir. Örneğin ağaçtan masa yapılması, pamuktan kumaş yapılması, buğdaydan un yapılması birer üretim faaliyetidir. Üretimin Öğeleri Üretim birkaç temel öğenin bir araya gelmesiyle gerçekleştirilir. Bu temel öğeler şunlardır: Emek Sermaye Bilim ve teknoloji Doğal Kaynaklar Girişim Bu öğeler, “üretimin öğeleri” veya “üretimin faktörleri” olarak adlandırılır. “Emek”, insanın adale gücü kadar beyin gücünü de içeren bir öğedir ve üretimin beşeri (insani) öğelerindendir. Emek gücünün kullanılması bilinçli ve amaçlı bir harekettir. İnsan emeğini, hayvan emeğinden ayıran nokta da budur. Hayvanlar da üretim yaparlar ve bu anlamda bir emek harcarlar. Ancak onların emek harcaması bilinçli değil, daha çok içgüdüsel bir davranış olmaktadır. Emeğin ana kaynağını ülkenin nüfusu oluşturur. Ancak üretim açısından emeğin kantitatif özelliğinin (işgücünün miktarı) yanı sıra kalitatif özelliği (nitelik) de büyük önem taşır. Eğitim, beslenme, sağlık gibi etkenler emeğin kalitatif özelliğini belirler. “Sermaye”, üretim sürecinde emeğe yardımcı olan bütün malları içerir. Bir diğer deyişle aletler, makineler, binalar, yollar, limanlar, barajlar vb. sermayeyi oluşturur. Bunların bir bölümü ilgili üretim sürecini “doğrudan” ilgilendirir ve doğrudan bir biçimde üretim aşamasında kullanılır. Örneğin dokuma üretiminde kullanılan dokuma makinesi bu türdendir. Sermayenin diğer bölümüyse ilgili üretim sürecine “dolaylı” bir biçimde katkı sağlar. Örneğin yol, baraj, liman gibi altyapı yatırımları, üretimin vazgeçilemez parçalarındandır. Ancak bunlar, makineler gibi, üretim sürecine doğrudan girmezler. Görüldüğü gibi sermaye, bir üretim faaliyeti sonucunda elde edilen mallardan oluşmaktadır. Yani sermaye, üretime yardımcı olan, ancak kendileri de daha önceden üretilmiş olan araçlardır. Sermaye doğrudan doğruya insanların gereksinimlerini gidermeye yaramaz. Sermayenin insan gereksinimleriyle ilgili işlevi, insan gereksinimlerini gidermeye yarayacak malların üretiminde kullanılıyor olmasıdır. Bu arada belirtmek gerekir ki, günlük konuşma dilinde, para biçiminde karşımıza çıkan “fonlar”a da sermaye adı verilmektedir. Oysa bunlar “mali sermaye”dir ve “fiziki sermaye” malına yatırılmadıkları sürece iktisadi anlamda sermaye özelliği taşımazlar. Bir diğer deyişle parasal fonlar, makine vs. gibi üretim araçlarının satın alımında kullanılmadıkları sürece sermayeye dönüşmüş olmazlar. “Bilim ve teknoloji”, sermayenin (dolayısıyla üretimin) en önemli bileşenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Açıktır ki bir ülkenin bilimsel düzeyi, o ülkenin üretim teknolojisini belirler. Bir ülkedeki bilimsel düzey yükseldikçe, o ülkenin üretim teknolojisi de gelişir. Üretim teknolojisinin gelişmişliği bir yandan işgücünün bilgi ve becerisine, diğer yandan da sermayeye yansır. Yani bilimin ilerlemesine dayanan teknolojik gelişme, üreticilerin bilgi düzeylerinin yükseltilmesi, üretimde kullanılan üretim araçlarının geliştirilmesi biçiminde kendini gösterir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi sayesinde yeni mal ve hizmetler ortaya çıkar ya da mevcut mal ve hizmetler daha az kaynak kullanılarak, yani daha düşük bir maliyetle üretilebilir duruma gelirler. “Doğal kaynaklar”, üretimin konusu olan maddeleri içerir. Bunlar üretim süreci boyunca çeşitli değişikliklere uğrarlar ve en sonunda da elde edilmek istenen mala dönüşürler. Üretimin konusu olan bu maddeler, bizzat doğanın kendisi (ham doğa) olabileceği gibi, doğadan elde edilmiş hammaddeler ve hatta bunların az çok işlenmiş biçimi olan yarı mamul maddeler de olabilir. Girişim, üretimin bir diğer beşeri (insani) öğesidir. Emek, sermaye ve doğal kaynakları bir araya getiren ve belirli teknolojiler kullanarak üretimi gerçekleşen öğedir. Girişim, üretimle ilgili tüm kararları alır, üretimin doğurduğu tüm riskleri üstlenir ve bir kâr elde etmeye çalışır. Girişimcinin davranışlarının altında yatan temel güdü kârdır. Ancak girişim, kâr elde edebileceği gibi zarar da elde edebilir. Buna göre “girişimci”, üretimin riskini üstlenerek kâr elde etmeye çalışan kişi veya kişiler olmaktadır. Üretim Güçleri ve Üretim İlişkileri Bir ülkedeki üretim öğelerinin hepsine birden o ülkenin “üretim güçleri” adı verilir. Üretim güçlerinin gelişme düzeyi, o toplumun gelişmişlik düzeyini belirler. Üretim güçlerinin, toplumun temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra, bir üretim fazlası sağlayacak kadar gelişmesinden sonra toplumsal ilerleme başlar. Üretim güçlerinin, insanların bütün gün çalışıp çabalayıp, elde ettikleri ürünlerle ancak kendilerini geçindirebildikleri – yani hiçbir artı ürün yaratamadıkları – düzeyinde, bireyler arasında herhangi bir farklılaşma yoktur. Ancak üretim güçlerinin gelişmesi sonucunda öyle bir aşamaya gelinir ki bu aşamada insanlar, kendi gereksinimlerine yetenden fazlasını üretmeye, bir diğer deyişle “artı ürün” yaratmaya başlarlar. Bu noktada bireyler arasında da farklılaşma başlar ve sınıflar doğar: Çünkü bu noktada bazı kimseler fazla üretime, yani artı ürüne, el koymaya başlamışlardır. Burada belirtmek gerekir ki çalışanların yarattıkları artı ürünü, nesnel bir nedene dayanmadan, onların ellerinden almak söz konusu olamaz. Böyle bir durumda bunun adı “soygun” olur ki, soygunun aralıksız ve düzenli bir biçimde sürdürülmesi mümkün değildir. Artı ürüne el koyabilmek için, bunu haklı bir “gerekçe”ye dayandırmak şarttır. Bu gerekçe, mantıksal bir aldatmaca değil, toplumsal bir gerçekliktir. Ve bu gerekçe, üretim süreci boyunca, üretime katılan bireyler arasında kurulan ilişkiler içinde oluşur. Bu ilişkilere de “üretim ilişkileri” adı verilir. Bu durumda üretim ilişkileri üretime katılan bireyler arasında, daha açık bir deyişle, üretim sürecinde artı ürünü yaratanlarla artı ürüne el koyanlar arasında kurulan ve artı ürüne el koyma gerekçesini belirleyen ilişkiler olmaktadır. Toplumsal Altyapı ve Toplumsal Üstyapı Üretim ilişkilerinin temelini üretim araçları üzerindeki “mülkiyet biçimi” oluşturur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi, bir yönüyle “bölüşüm”ün nasıl olacağını, yani artı ürüne kimlerin ve nasıl el koyacağını gösterir. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi, diğer yönüyle de, üretim sürecinde bireylerin karşılıklı durumlarını ve toplumda yapılabilecek işbölümünün sınırlarını; yani “sınıf yapısı”nı belirler. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi o toplumun ekonomik temelini oluşturur. Bu temele “toplumsal altyapı” adı da verilir. Bu durumda toplumsal altyapı üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimini ve buna bağlı olarak o toplumdaki bölüşüm ve sınıf yapısını içermektedir. Toplumsal “üstyapı”ysa devlet, hukuk, siyaset, ideoloji, ahlak, din, kültür, sanat, spor, eğitim vb. gibi kurumları içine alır. Toplumsal Altyapı ve Toplumsal Üstyapı Arasındaki İlişki Marxist yaklaşım toplumun üstyapı kurumlarının, toplumun ekonomik temelleri, yani toplumsal altyapı üzerine oturduğunu ileri sürer ve üstyapı kurumlarının da altyapıya bağlı olarak belirlendiğini iddia eder. Kısacası, Marxist yaklaşım çerçevesinde, üstyapı “bağımlı” değişken, altyapı “bağımsız” değişken durumundadır. Ancak bu nokta da şunu da belirtmek gerekir ki üstyapı kurumları bir kez belirlenip ortaya çıktıktan sonra, artık maddi ortamın bir parçası olurlar ve altyapıyı etkilemeye başlayabilirler. Bu durumda kabul edilmesi gereklidir ki toplumsal altyapı ve toplumsal üstyapı arasında karşılıklı bir “etkileşim” vardır. Ancak Marxist yaklaşım çerçevesinde temel ve en son kertede belirleyici olan toplumsal altyapıdır. Toplumsal Değişim ve Sınıf Mücadelesi Üretim ilişkileri, üretim güçleri tarafından belirlenir. Üretim güçlerinin her gelişme düzeyine uygun düşen belli bir üretim ilişkileri düzeni vardır. Yani üretim güçlerinin her gelişme düzeyine uygun düşen bir mülkiyet biçimi, bölüşüm ve sınıf yapısı bulunur. Üretim güçleri, kendisine en uygun düşen üretim ilişkileri içinde rahatça gelişme olanağı bulur. Ancak gelişmenin belli bir noktasında üretim güçleri öyle bir düzeye varır ki bu düzeyde, üretim güçleri mevcut üretim ilişkileriyle uyumsuzluk göstermeye, çelişmeye başlar. Bir anlamda üretim güçleri gelişmiş, mevcut üretim ilişkileri de bu gelişmeye uyum sağlayamamış ve engel oluşturmaya başlamıştır. Bu uyumsuzluk ve çelişki, üretim ilişkilerinin, üretim güçlerinin yeni durumuna uyacak biçimde değişmesi/değiştirilmesi yoluyla çözülür. Bu, toplumsal altyapının değişmesi anlamını taşımaktadır. Bunun ardından da toplumsal üstyapı kurumlarında, toplumsal altyapıdaki değişmeye paralel değişiklikler gözlemlenir. Üretim ilişkileri, üretim güçlerindeki değişmelere rahatlıkla uyum sağlama yeteneği gösterebiliyor, bir direniş sergilemiyorsa, ortada ciddi bir toplumsal sorun yoktur. Ancak üretim ilişkileri üretim güçlerindeki değişime ayak uydurmakta zorlanırsa toplum sıkıntılı bir döneme girer. Uyum sağlama da az veya çok şiddetle ve/veya devrimci dönüşümlerle sağlanır. Bu nedenle bu süreç karşımıza çoğu kez “sınıf mücadelesi” olarak çıkar. Bu mücadelede mevcut üretim ilişkilerini toplumun egemen sınıfı temsil eder. Bunun karşısına da mevcut üretim ilişkilerinin değişmesinden yarar sağlayacak sınıf dikilir. Bu anlamda toplumsal gelişmenin motoru ve itici gücü sınıf mücadelesi olmaktadır. “Toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” sözü de bu gerçeğin ifadesidir. Üretim Biçimi ve Diyalektik Bir toplumun üretim güçleri ve üretim ilişkileri, bir arada, o toplumun üretim biçimini belirler. Marxist yazında beş temel üretim biçiminden söz edilir: İlkel komün üretim biçimi Köleci üretim biçimi Feodal üretim biçimi Kapitalist üretim biçimi Sosyalist üretim biçimi Bu beş üretim biçiminin her birinde, üretim güçlerinin gelişme düzeyi ve bu düzeyin belirlediği üretim ilişkileri birbirinden farklıdır. Marxist yaklaşım çerçevesinde söz konusu üretim biçimlerinin her birinin, kendinden önceki üretim biçiminden daha ileri bir aşamayı temsil ettiği varsayılır. Bu üretim biçimleri çerçevesinde ortaya çıkan toplumsal ilerleme de “diyalektik”le açıklanır. Bir diğer deyişle tarihin sürükleyici gücünün “tez – antitez – sentez” biçiminde gelişen diyalektik süreç olduğu düşünülür. Diyalektiği merkeze alan bu düşünce biçimi, tarihi değişimlerin arkasında, sınıf mücadelesinin bulunduğunu savunur. Diyalektik, bir akıl yürütme yöntemi olarak kabul edilebilir. Bu yöntem içinde “gerçeklik”, gerçekliğin kendi içindeki “çelişkiler”de aranır: Karşıtların çatışması, bu çatışmaların aşılması ve çatışma – aşılma sürecinin döngüsel bir biçimde tekrarlanarak gelişmenin yakalanması… Diyalektik çerçevesinde genel kabul gören, “tez”dir. “Antitez” de genel kabul görene (yani teze) karşı çıkan, onu olumsuzlayandır. “Sentez”se tez – antitez çatışmasının aşılmasıyla ortaya çıkan olmaktadır. Sentez, antitez ve teze göre daha gelişmiş olanı anlatır ve daha üst düzeyde yeni bir tezi oluşturur. Ancak bu teze karşı da bir antitez gelişir ve bu tezle, bu teze karşı gelişen antitezin çatışmasından bir başka senteze ulaşılır. Bu süreç sonsuza kadar döngüsel bir biçimde tekrar eder. Ancak sentezin antitez ve teze göre daha gelişmiş olanı anlattığı dikkate alınırsa, bu döngünün “kısır” bir döngü olmadığı anlaşılır. Örneğin, “feodal üretim biçimi”nin tezi “aristokrasi”, antitezi de “burjuvazi”dir. Aristokrasinin savunduğu düşünceler, bu düşünceler çerçevesinde kurulan düzen “tez”i temsil eder. Burjuvazi tarafından geliştirilen düşünceler ve önerilen düzense “antitez”i temsil etmektedir. Aristokrasinin düşünceleriyle ve kurmuş olduğu düzenle, burjuvazinin düşünceleri ve önerdiği düzen arasında açık bir “çelişki” vardır. Bu çelişki, aristokrasi – burjuvazi yani tez – antitez çatışmasıyla aşılır. Varılmış olan nokta “sentez”, bir diğer deyişle “kapitalist üretim biçimi”dir. Bu durumda feodal üretim biçiminden kapitalist üretim biçimine geçiş (yani feodal üretim biçiminin kapitalist üretim biçimiyle aşılması) feodal üretim biçimi içinde var olan çelişkilerden kaynaklanmış olmaktadır… Yeni üretim biçimi, yani kapitalist üretim biçimi içinde tezi artık “burjuvazi” temsil eder. Sentez (kapitalist üretim biçimi) yeni bir tez (burjuvazi) ortaya çıkartmıştır ve bu yeni tez, bir önceki düzeyde karşılaşılan tezden (aristokrasi) daha ileri bir aşamayı simgelemektedir. Yeni üretim biçiminin antiteziyse “proletarya”dır. Kapitalist üretim biçiminden bir üst düzeydeki üretim biçimine geçiş, burjuvazi – proletarya çatışmasının aşılmasıyla gerçekleşir. Bu çatışma ortaya yeni bir sentez çıkartır: Bu sentez de sosyalist üretim biçimidir… Marxist Yaklaşımın Temel İlkeleri Marxist yaklaşım, toplumun iki temel yapı üzerine kurulu bir bütünlük olduğu varsayımından hareket etmektedir. Bu temel yapılardan biri altyapı, diğeri üstyapıdır. Altyapı, üretim güçleri ve üretim ilişkileri tarafından oluşturulmakta ve mülkiyet biçimiyle bölüşüm ve sınıf yapısını içermektedir. Üstyapıysa devlet, hukuk, siyaset, ideoloji, ahlak, din, kültür, sanat, spor, eğitim vb. kurumları içine alır. Altyapı tüm üstyapıyı belirler. Bu durumda Marxist yaklaşımın çok önemli ilkelerinden biri; altyapının, üstyapı karşısındaki belirleyiciliği olmaktadır. Marxist yaklaşım çerçevesinde her üretim biçimi, kendinden önceki üretim biçiminden daha ileri bir aşamayı temsil eder. Dolayısıyla tarihin ileriye doğru yürüyüşü söz konusudur. İlerlemeci değişimin ardında yatansa ekonomik altyapı içindeki “çelişkiler” olmaktadır. Bu çelişkiler toplum içinde uyumsuzluk ve çatışma yaratmakta ve sınıf mücadelesi yoluyla ilerlemenin temel dinamiğini teşkil etmektedir. Sınıf mücadelesi tez – antitez – sentez yoluyla daha ileri bir üretim biçimine geçişi hazırlar. Dolayısıyla Marxist yaklaşımın çok önemli diğer iki ilkesi de sınıf mücadelesi diyalektik değişim olmaktadır. Weberyen Yaklaşım Marxist yaklaşım, ekonomik altyapının üstyapıyı belirlediği iddiasıyla geniş bir etki alanı yarattı; ancak aynı zamanda, ciddi biçimde de eleştirildi. Bu eleştiriler çerçevesinde, üstyapı kurumlarının da altyapı kurumları üzerinde etkili ve hatta belirleyici olabileceği savunuldu. Bu anlamdaki en önemli savunuyu da Weber yaptı. Weber, Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı başlıklı çalışmasında Protestanlıkla kapitalizmin yükselişi arasındaki ilişkiyi inceledi; Protestanlığın, Avrupa’d