Ömer Seyfettin'den Seçme Hikayeler PDF

Summary

Ömer Seyfettin'in seçme hikayelerinden oluşan bir koleksiyon. Kitap, Seyfettin'in hayatı ve eserleri hakkında bilgi verirken, hikayelerin kültür ve toplumdaki yansımalarına değiniyor. Çocuk, aile ve toplumsal ilişkileri anlatan hikayeler içeriyor.

Full Transcript

Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Hazırlayan: Eda Ayçiçek Editör: Cihan Dinar Çizer: Demirhan Kadıoğlu Ömer SEYFETTİN 1884: Balıkesir, Gönen’de doğdu. 1903: Aksaray’daki Mekteb-i Osmânî, Eyüp’teki Baytar Rüştiyesi, Edirne Askerî İdadisi’nde aldığı eğitimlerden sonra...

Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Hazırlayan: Eda Ayçiçek Editör: Cihan Dinar Çizer: Demirhan Kadıoğlu Ömer SEYFETTİN 1884: Balıkesir, Gönen’de doğdu. 1903: Aksaray’daki Mekteb-i Osmânî, Eyüp’teki Baytar Rüştiyesi, Edirne Askerî İdadisi’nde aldığı eğitimlerden sonra İstanbul’da Harbiye Mektebi’nden piyade asteğmen çıktı. 1903-1906: Kuşadası Redif Taburu’nda görev yaptı. 1908-1910: Makedonya’nın Yakorit köyünde sınır bölüğü komutanlığı yaptı. 1910: Zamanını edebiyata, yazmaya ayırmak ve hayatını kalemiyle kazanmak amacıyla öğrenim parasını ödeyerek askerlikten ayrıldı. 1911: Selanik’e gitti. Burada arkadaşı Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp ile birlikte Genç Kalemler dergisini çıkardı. Burada dava arkadaşlarıyla birlikte “Yeni Lisan” görüşünün savunuculuğunu en ateşli biçimde yaptı. 1912: İtalyan Savaşı üzerine yeniden orduya çağrıldı; ‘Balkan Savaşları’na katıldı. Yanya Kalesi kuşatmasında esir düştü. 1913: İstanbul’a dönünce tekrar askerlikten çekildi. 1914: “Halka Doğru” ülküsünü benimseyen Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi. 1914-1920: Kabataş Sultanîsi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Vefatına kadar bu görevi sürdürdü. 1920: İstanbul’da hayatını kaybetti. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. 2 Eserleri İlk Düşen Ak Yüksek Ökçeler Bomba Gizli Mâbet Asilzâdeler Bahar ve Kelebekler Beyaz Lâle Mahcuplar İmtihanı Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür Nokta 3 4 Her kuşaktan çocuğun hikayecisidir Ömer Seyfettin... En çok bilinen Perili Köşk, İncili Kaftan, Diyet, Kaşağı gibi yüzlerce hikayeyi edebi dünyamıza armağan et- miştir. Öykülerinde bize tanıttığı güzel ve akıllı çocuk- lardan ötürü olsa gerek, biz de onu çok iyi tanıdığımızı düşünüp ailemizin hikayecisi gibi gördük. Ömer Seyfettin’i çocukluğumuzun yazarı olarak kabul etsek de, aslında o Türk öykücülüğünün ve ‘Milli Ede- biyat Akımı’nın kurucularındandır. Otuz altı yıl süren kısa ömrüne yüzlerce hikâye ve onlarca kitap sığdı- ran öykücülüğümüzün bizden ismi Ömer Seyfettin, hikayelerinde dile getirdiği anılarını, yaşadıklarını ve döneminin şartlarını sade Türkçe ile en güzel şekilde resmetti. Yazarımızın vefatının 100. yılını vesile kılarak Esen- ler’de ilk kez ‘Öykü Günleri’ni başlattık. Ömer Seyfet- tin’in 70 civarındaki hikayesini seslendirerek okuma eyleminde bulunamayan insanımızın hizmetine sun- duk. Bunun yanında on iki hikayeden oluşan bu kitap- la da, çocuklarımızın kütüphanesine ve okuma serüve- nine katkıda bulunmak istedik. Öykü seçkimizle yazarımızı saygıyla anıyor ve sizlere keyifli okumalar diliyoruz. 5 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 6 İÇİNDEKİLER Mermer Tezgâh.................................................... 8 Sivrisinek................................................................ 20 Miras........................................................................ 28 Kızılelma Neresi?................................................. 38 İlk Namaz............................................................... 48 Hürriyet Bayrakları........................................... 58 Kaşağı...................................................................... 70 Forsa......................................................................... 78 Pembe İncili Kaftan............................................ 86 Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?................ 98 Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?.................... 122 Büyücü..................................................................... 148 7 MERMER TEZGÂH 8 9 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 10 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Câbî Efendi, öyle her ihtiyar gibi, sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Gerçi ciddî bir işe de elini sürmez, “Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?” derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı. Tek merakı “dünyanın hâlini” sorgulamaktı. “Okur-yazar” sınıfındandı. Fakat bu fazîletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tuta- maz: “İşte câhillerin akıl ambarı!” diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar ‘hakî- kat’in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu ker- piçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, gerçeği göremezdi. Hakîkat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni ka- tılır, kafası kerpiçleşirdi. Hâlbuki ancak... Her gün değişen, hiçbir kavramın dar çerçevesine sığmayan hayat okunmaya lâyıktı. Hayatın her adımında binlerce tuhaflık, binlerce sır, binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, kültür, felsefe, irfan hep hayatın içinde idi. Meselâ elli senedir gezmekle bitiremediği şu İstanbul, bir milyon küsur sayfalı kocaman bir kitaptı. Sokaklarında, çarşısında, pazarında do- laşan her adam da başlı başına ayrı bir cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hep- sini okumaya kalkmak ummanı içmek kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir bölümünü süzebilen insan şüphesiz en büyük bilgi sahiplerinden olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra kutsal olsun olmasın hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Câbî Efendi işte bu, yalnız hayatı okuyan ariflerden biriy- di! Bütün semt halkınca dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür; yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak nasihatler verir, ilmin- den, irfanından büyük küçük herkesi istifade ettirirdi. Kitap gibi gazete de oku- mazdı. “Para tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından sonuna kadar yalanla dolu olduğunu iddia eder: “Gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Bisiklete, gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, uçağa, denizaltılara hep gözüyle gör- dükten sonra inanmıştı. *** 11 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler... Yine bir bahar sabahı, güneş, bahçesindeki geçmiş zamanlardan kalma çit- lembik ağaçlarının üstünden doğarken Câbî Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu. Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dal- ları pembe, beyaz çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik ya Rabbi!” diye mırıldandı. Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı! Her sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara bahar, hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli, hararet, ümit” serper, sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde bırakarak, kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi... “Ben ama dolma yutmam!” dedi, “Hepsi rüya... Birkaç hafta sonra ne bu çiçeklerden ne bu kokular- dan eser kalır!” Çimenlerin üzerindeki çiylerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar çıkmaz, gece geçen sebzeci ile sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri cıvıldayarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı. “Birinin ettiği halt ötekine nimet...” dedi. Kendi istemediği hâlde, zihni bu çirkin hâdiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. “Olay” aynı idi. Ancak olaya konu olan tarafların boyutlarında aykırılık vardı. Birinde üretici küçük, tüketici büyüktü. Diğerinde bunun aksi; üre- tici büyük, tüketici küçük… Yürüdü. Şimdi nereye gidecekti? Dâima yola çıktıktan sonra buna karar verir- di. Çırpıcı’ya, Veliefendi’ye, Balıklı’ya, Eyüp’e, Sütlüce’ye gitmeyi düşündü. Hayır... Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından keskin bir horoz sesi geldi. Câbî Efendi hemen başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mulut yoktu. Hava çok açıktı. — Artık horozlara da inanmamalı, dedi. Ne olacak? Bir tanesine kırk tavuk veriyorlar. Zavallıların sinirleri bozuluyor. Niçin, ne vakit öttüklerini bilmiyorlar. Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozacağa benzemiyordu. Bu güzel günü nere- de geçirecekti? Ne vakitten beri Üsküdar’a geçmemişti. — Tekkelere de uğrarım, dedi. Tekrar, yuvarlana yuvarlana yürüdü. Cad- deye çıktı. Topkapı tramvayına atladı. İçi vakıf, gümrük mümrük memurlarıyla doluydu. Evvelâ, bunlara kulak misafiri oldu. Hepsi saçma sapan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek şakalaşıyorlardı. Câbî Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı. O kadar sıkıldı ki azıcık daha “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak yapmadın?” diyecekti. Sirke- 12 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler ci’de “Oh!” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, vergisini verdiği Köprü’yü ya- vaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bir bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakîkaten çok, pek çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara dumanlar içinden temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin ortasında “Kız Kulesi” kö- pükten bir alev gibi parlıyordu. Câbî Efendi elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok soru, meşgul zihnine hücum etti. “Bugün şuraya gideyim. Hakîkati öğreneyim...” dedi. Vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem is- kelesine gelecek, oradan sandalla Kız Kulesi’ne çıkacaktı. Ama dalgın dalgın, Ah- mediye’den Karlık Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Dur- du. Kız Kulesi’ni filan hemen unuttu. Baktı, baktı, baktı: — Olur iş değil, dedi. Biraz karanlıkça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı... İçinde ferah ferah kırk- lık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam... Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz mermerden büyük, nârin bir tezgâhın önünde! Câbî Efendi, “Aldanmayayım!” diye gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır. Tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç mer- merden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa... Mutlaka bunun özel bir sebebi vardı! Câbî Efendi mermerin kalastan daha pahalı olduğunu düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok, burası eskiden ya bozacı ya muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı. Güldü. “Tembel herif!” dedi, “Kim bilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir usulü, bir kuralı vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı. Dur- madı. Gayriihtiyârî dükkânın açık kapısından girdi. “Ne var?” gibi kendisine bakan marangoza sordu: — Sen bu dükkânı yeni tuttun, değil mi? — Hayır, cevabını alınca tekrar sordu: — İstersen eskiden tut. Fakat senden önce burada bir muhallebici otururdu, değil mi? — Hayır. — Öyleyse bir bozacı? — Hayır. 13 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Ya kim otururdu? — Hiç kimse... Bu dükkânı ben kendim yaptırdım. — Eee, bu mermer tezgâh burada ne arıyor? — Ben koydurdum. Câbî Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı: — Sen deli misin oğlum, dedi. — Hayır. — Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı? — Niçin oynatmasın? — Kazayla keser kaçar. Hem mermer bozulur hem keser… — Ben hiç keserimi kaçırmam. — Kaç senelik marangozsun? — Yirmi senelik. — Kaç senedir mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun? — On beş sene var... Câbî Efendi tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstünde şiş yanakları elma gibi kızarıyordu. — On beş senedir hiç keserini yanlışlıkla kaçırmadın mı? — Kaçırmadım. — Kazara... Bir defacık olsun... — Bir defacık olsun kaçırmadım. İstersen gel, bak... Câbî Efendi cebinden gözlüğünü çıkardı. Taktı. Baktı. Baktı. Parlak mermer tez- gâhın yüzeyinde hafif bir çizgi bile yoktu. Sonra marangoza döndü. Tepesinden tırnağına kadar iyice süzdü. Hiç öyle zeki bir adama benzemiyordu. Tekrar sordu: — Şimdiye kadar hiç keserini yanlış vurmadın ha? — Görüyorsun işte... — Nasıl olur bu? — Çünkü ben birinci ustayım. Vuracağım yeri iyice görürüm. Hiç yanılmam. Elimin maharetine güvenirim, onun için tezgâhı mermerden yaptırdım. Câbî Efendi dayanamadı: — Oğlum, bu senin elindeki maharetten değil, dedi. — Ya neden? — Düşüncesizliğinden... — Düşüncesizliğimden mi? 14 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Evet. Marangozun kalın, siyah kaşları çatıldı. Keserini mermer tezgâhın üstüne ya- vaşça bıraktı. Suratını buruşturdu. Hakareti andıran bir tavırla Câbî Efendi’ye sordu: — Nereden çıkardın? — Nereden çıkaracağım? Biraz düşüncen olsa her vakit bu kadar dikkatli ke- ser kullanamazsın. — Benim düşüncem olmadığını ne biliyorsun? Ne olsa ben keserimi indire- cek yeri bilirim. Hiç şaşırmam. Ben “sanatımın eriyim.” Haydi bakalım, gevezelik yeter... Çek arabanı işine... … Câbî Efendi fenâ hâlde bozuldu. Kendisiyle tatlı tatlı konuşurken gerçekleri işitince herifin birdenbire değişip kabalaşması fenâ hâlde canını sıktı. Gözlüğünü çıkarmaya vakit bulamadan, kös kös önüne bakarak dükkândan çıktı. — Sanatın eri ha... Seni budala seni, diye dişlerini sıktı. Başını salladı. Her hâdisenin sebebini aramak onda bir illetti. Bulduğu sebebi de hatta bizzat olay- ların bizzat olaya konu olanlara gösterip kabul ettirmek diğer bir illetiydi. İşte bu ahmak, düşüncesizliğinin neticesi olan ‘yanılmaz dikkat’ini elinin maharetine atfediyor, düşüncesizliğini kendisi için bir ‘meziyet’ sanıyordu. Hızla döndü. İşine başlayan kayıtsız marangoza kapıdan haykırdı: — Usta, yarın dikkat et! Keserini tam yerine yapıştıramayacaksın. Mermer tezgâhını kıracaksın... … Cevap beklemedi. Hemen yürüdü. Karşıki sokağa saptı. Birer birer civardaki dükkânlara girdi. Mermer tezgâhlı marangoza dâir birçok bilgi topladı. İsminin meşhur Ali Usta olduğunu öğrendi. Vâlide-i Atik bahçesine bitişik, kırmızı aşı bo- yalı, tek katlı, yedi numaralı evde otururmuş. Yeni evlenmiş. Genç bir karısı var- mış... Bütün komşuları onun elindeki mahareti methetmekte müttefiktiler. “Daha ömründe yanlış bir çivi vurmamıştır. Keserine güvenir. İstanbul’da eşi bulunmaz. Avrupa’da bile onun gibi mermer tezgâhta işleyen bir marangoz yokmuş.” di- yorlardı. Câbî Efendi hepsine, içinden “Yarın siz onun mermer tezgâhını görürsünüz.” derken, dışından: “Doğru, doğru…” diye başını salladı. Daha öğleye epey zaman vardı. Ali Usta’ya mermer tezgâhını kırdırmak için tasarladığı planını düşüne düşüne Yeni Camii’nin avlusuna girdi. Bu düşüncesiz herifi bir dakikacık düşün- 15 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler dürmek kâfiydi! Câbî Efendi’nin birçok tecrübesi vardı. Ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflas ettirdiğini dini gibi bilirdi. Bu tecrübelerden bir tanesini bu düşüncesiz herifte tekrarlayarak, ona da bu hakîkati zorla kabul ettirecekti. Pla- nını zihninde tamamlayınca cami avlusunun karşısındaki kasaba girdi. Kesilmiş, yüzülmüş kuzulardan bir tane satın aldı. Çırağın eline verdi. Moskoflu’nun fırınına geçti. Bir kuzuyu kaç saatte kızartabileceğini sordu. — İki saatte... cevabını alınca hemen bir de büyük toprak kap aldırdı. Ku- zuyu fırına attırdı. Kendi dükkânın kirli kepengine yaslandı. Kısa çubuğunu dol- durdu. Yaktı. Tam iki saat orada, sabır taşı gibi sesini çıkarmadan çubuğunun du- manlarını seyretti. Kuzu pişince bir hamal buldurdu. Kabı eline verdi. Öne geçti. Çavuş Deresi’ne çıkan yokuşu tırmandı. Vâlide-i Atik bahçesini buldu. Bahçeye bitişik tek katlı, kırmızı aşı boyalı evi görünce: — Hah işte burası, diye yürüdü. Tokmağı çaldı. İçeriden ince, şirret bir kadın sesi: — Kimdir o, bakayım, kimdir o, dedi. — Ben. — Sen kimsin ayol? — Burası mermer tezgâhlı marangoz meşhur Ali Usta’nın evi değil mi? — Evet. — Usta bu kuzuyu kızarttı. Gönderdi. Alın. Kapı yarım açıldı. Kalın, beyaz, çıplak iki kol, beyaz elleriyle kuzu kabını içeri aldı. Meçhul bir şeye hiddetlenmiş gibi kapıyı hızla çarparak kapadı. Câbî Efendi gülümsedi: — Yarın mermer tezgâh... Ellerini ovuşturdu. Gözleri, isabet etmemiş müthiş bir tokat gibi rüzgârı suratı- na çarpan, alçak kapının üstündeki silik rakama kaçtı: — Yedi, yedi, diye başını salladı. Sabahleyin erkenden mermer tezgâhın kırıldığını görecekti. Bunun için İstanbul’a geçmedi. Doğru Atpazarı’ndaki Hacı Hüseyin’in hanına gitti. Temizce bir oda kiraladı. Geceyi Üsküdar’da geçirecekti. *** Meşhur marangoz Ali Usta’nın evine geç gelmek âdetiydi. Kapıdan girince doğ- ru sofraya otururdu. Bu akşam sofranın başına çökünce şaşırdı. Karısına: — Hayrola, dedi. Bu kuzu nereden esti? — Sana sormalı? — Ne demek? — Bugün sen gönderdin. 16 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Hâşâ... — Hâşâ mı? — !.. Karısı merhum eski Kasımpaşa imamının üvey kızıydı. Pek çabuk hiddetlenirdi. Yine kıpkırmızı oldu. Ellerini beline dayadı. Yüzünü eğriltti: — Hâşâ, ha? — … — Vay, demek ben bunu çaldım, ha? — Bilmem. — Dostum mu gönderdi? — Onu da bilemem! — Gündüz gönderdin. Şimdi unutup laf mı çıkarıyorsun? Ali Usta: — Ben hiçbir şeyi unutmam, dedi. — Haydi oradan bunak, sen de… Çamaşır yıkıyordum. Bir adam geldi. “Mermer tezgâhlı Ali Usta’nın evi burası mı?” dedi. “Evet.” dedim. “Benimle bu kuzuyu gönderdi.” dedi. Ben de aldım. — Nasıl adamdı? — Beni nâmahreme bakar sanıyorsun ha... Görmedim bile. — Sesi nasıldı? — Beni nâmahremin sesini işitir sanıyorsun ha... Vallahi işitmedim. — ?.. — !.. Karı koca bu kuzu yüzünden güzel bir kavga ettiler. Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür yemeklerden bile ağzına bir lokma koyamadı. Acaba bu kuzuyu kim göndermişti? Merakından çatlayacaktı. Yoksa evini barkını dağıtmak için bir büyü müydü? Kahvesini, çubuğunu da içemedi. Ömründe ilk defa olmak üzere o gece uy- kusu kaçtı. Sabaha kadar uyuyamadı. Karısı hâlâ onu unutkanlıkla itham ediyor, “Bunamışsın ayol, git kendini Pabucu Büyük’e okut.” diyordu. Sabah namazını kılmadan dükkânına indi. Kepenkleri açtı. O kadar dalgındı ki köşede kendisini gözetleyen Câbî Efendi’yi bile görmedi. Mekanik bir sessizlik ile keserini eline aldı. Dünden kalan işini mermer tezgâhın üstüne koydu. Câbî Efendi açık kapıdan onun dalgınlığına bakarak gülümsüyordu. Zavallının aklı, fikri hep dün akşamki kuzuda idi. “Kim gönderdi, ya Rabbi, kim gönderdi, kim olabilir?” diye düşünüyordu. Kaldırdığı keskin, kalın, ağır keseri çattadak indirince gözleri açıldı. 17 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler El kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopmuş, yere fırlamıştı. Aynı zamanda ar- kasındaki kapıdan bir ses işitti: — Geçmiş olsun usta! — ?.. Döndü. Dün kovduğu küçük ihtiyarı görünce bütün bütün şaşırdı. Câbî Efendi sordu: — Hani sanatının eriydin! Ne oldu böyle? — !.. Zavallı Ali Usta ağzını açamadı. Sapsarı kesildi. Dudakları titriyordu. O vakit Câbî Efendi düşüncesizliğin neticesi olan dikkatini bu ana kadar kendisinde bir meziyet sayan bu adama acıdı. — Artık düşünme, dedi; o kuzuyu ben gönderdim. — Sen mi? — Evet. — Niçin? — Seni biraz düşündürmek için... Sonra üşenmedi, ona, ayaküstünde, insanın “düşünen bir hayvan” olduğunu, dalgınlıkla bazen dikkat özelliğini kaybettiğini, “yanılmaz, keskin bir dikkat”in sırf“ düşüncesiz hayvanlar”a mahsus bir huy sayılacağını uzun uzadıya anlattı. Kapıdan çıkarken: — Haydi oğlum, dedi, dünyanın nizamını bozmaya kalkma. Marangozun tezgâhı kalastan olur. Şimdi kırdığın şu mermeri hemen kaldır. Yerine ahşap bir tezgâh koy! *** Bir saat sonra Câbî Efendi, Harem iskelesinin koyu lacivert dalgalarında sal- lanan köhne bir kayığa biniyordu. Dün gitmeye karar verdiği Kız Kulesi’nin niye deniz ortasına yapıldığını keşfedecek, mutlaka bunun da asıl sebebini bulacaktı! Ama bu sabah erkenden bir câhile ‘dikkatin hakîkatini’ öğretebildiği için o kadar memnundu ki... 18 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 19 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler SİVRİSİNEK 20 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 21 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 22 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Bilsen Efruzcuğum, kırk gündür burada ne rahat yaşıyordum. Ses yok, seda yok, dost yok, düşman yok! Gürültü yok! Yorgunluk yok! Bizi bitiren, benizlerimizi, dudaklarımızı sarartan, gür saçlarımızı vakitsiz döken ve ağartan hani o ‘hırs’ de- diğimiz sinir sıtması yok! Öyle bir rahat ki… Sanki yokluk cenneti! Her sabah rüyasız ve deliksiz uykumdan, penceremin yanındaki yüksek ağacın yanında tünemiş ak horozun “Çat! Çat!” diye kanat vurmasıyla uyanıyor; onun keskin, saf, mesut ötüşlerini dinliyorum. Bütün günüm erimiş bir billûr gibi akan derenin başında geçiyor. Ah bu billûr akış… Sanki hemen şu top ağaçların arka- sında sanılacak gizli bir cennetten sızarak nerede olduğu bilinmeyen uzak ve top- rakları dumandan peri memleketlerinin zümrüt sahillerine giden bu akış… Göz- lerimden tâ ruhumun içine aksediyor. Artık bütün gün nereye baksam; ağaçlara, yerlere, gökte bulutlara, yoldan geçen duvarlara… Her şey gözümün önünde bir billûr dere gibi akıyor. Şehirde dost elleriyle kırılan kalbimden bütün kederler sı- zıyor ve hepsi gözlerimden bu manzaranın hayaline karışarak akıp gidiyor; mavi ziyalar, pembe nurlar, isimsiz renklerle berraklaşıyor. İşte dün sabah yine derenin başında idim. O kadar derin bir rahat, o kadar derin bir sessizlik içinde idim ki biraz dikkat etsem kalbimin atışlarını bile duyacaktım. Arkamdan bir ses: — Hey! Ahmet Ağa’nın misafiri, diye bağırdı. Döndüm. Gözlerimin önünde bir jandarma hayali aktı, kaynaştı: — Sana bir mektup getirdiler, al be... — Bana mı? Yanlışlık olacak, diye kalktım; çünkü İstanbul’da kimse benim nerede olduğumu bilmiyordu. Hatta karım bile! Jandarmanın elinden mektu- bu aldım, baktım. Hakîkaten bana… Açtım. Senin imzanı görmeseydim hemen yırtıp atacaktım. Bu köyde bulunduğum sürece bir kelime okumamaya, bir harf yazmamaya ahdetmiştim. Ama senin mektubunu, sevgili Efruz, mümkün mü okumayayım? 23 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler *** Jandarma gidince tekrar derenin kenarına oturdum. Mektubunu okumaya başladım. Okudukça kırk gündür ruhumdan gözlerime sızan o berrak akış dur- du. Karardı. Boşalmış sandığım kalbime yine bir elem, ağırlığıyla doldu. Keşke an- lattığın tesâdüf bana bulunduğum yeri öğretmeseydi… Bu zehirler, bu şikâyetler ömründe birkaç gün dinlenmek için bir köye kaçmış zavallının önüne dökülür mü? Bu feryatlar, onu yalnız tabiatın nağmelerini işiterek teselli bulmaya yüz tutan kulaklarına haykırılır mı? Hazırlan bakalım Efruzcuğum, bu münâsebetsizliğine cezâ olarak seni şimdi biraz fazla hırpalayacağım: Anladım ki yine bir bunalım geçiriyorsun. Büyük adamlara, muhterem üstat- lara karşı savurduğun o küfürler ne? O ne şahsiyet? O ne sefil dedikodular? Ben sana her zaman “Fertlere önem verme!” demez miyim? Tekrar uğraşmaya değ- mez. Fertler bir denizin dalgaları gibidir. Asıl olan denizdir; yani toplum… Dal- galar, yani fertler gelip geçici şekillerdir. Biraz felsefî fikri olan dalgaların bazen büyük olmasına, bazen taşkın olmasına hiç önem verir mi? İlimce, fence, edepçe, bilgice, tahsilce senden pek aşağı olanların yüksek mevkiler kazandığını söylüyor- sun. Fakat bu pek tabiîdir! Çünkü sende olmayan bir şey onlarda vardır: Liyâkat… Liyâkat karşısında senin ne ilmin ne fennin ne edebin ne bilgin para eder ne de tahsilin, iktidarın… Eminim ki şimdi şurasını okurken başını sallıyor ve içinden: “Vay, bende liyâkat yok mu?” diyorsun. İstersen bana darıl, Efruz. Seni şüphede bırakmamak için serbestçe söyleyeceğim: — Sende liyâkat yoktur! “Ne malûm?” mu diyeceksin? Dur sana ispat edeyim. Bizim ortaokulda iken bir mantık hocamız vardı. Derdi ki: — İlim, tarif demektir, evlâtlarım; size bir şey söyleyenin o “söylediği şey”i hakîkaten bilip bilmediğini anlamak istiyor musunuz? Kullandığı tâbirleri tarif ettiriniz ve doğruluğunu ölçtürünüz. O saatte ilmini yâhut cehâletini anlayacak- sınız. Ben, çocukken öğrendiğim bu eski yöntemi İstanbul’da sana çok uyguladım. Sen her lafın arasında nakarat gibi kullandığın “medeniyet, fert, cemiyet, tarih, tahlil” gibi tâbirlerin birisini bana -yanlış bile olsa- tarif edemedin. Hatta hiç unut- mam, bir kere: “Şiirin ne olduğu asla tarif olunamaz.” dedin. Hatırlıyor musun? Fakat ‘liyâ- kat’ böyle ilmî(!) bir tâbir değildir. Bu âdeta altın gibi bir şeydir. Kimde varsa ne olduğunu güneş gibi bilir ve tarif eder. Meselâ bir bankere: “Lira nedir?” desen 24 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler mutlaka: “Yuvarlak ve sarı bir madendir.” der. Bu tarifi yapamayan ya hayvan ya yamyamdır. Şimdi Efruzcuğum, mademki -bak, nasıl biliyorum- hâlâ başını sallı- yor ve içinden: “Vay, bende liyâkat yok mu?” diyorsun. Söyle bakalım. Liyâkat nedir? Söyle, söyle, söyle! Söyle, söyle! Söyle! İşte bak Efruzcuğum; susuyor, hiçbir cevap veremiyorsun. Çünkü bilmediğin, kendinde varlığını hissetmediğin bir şeyi elbet tarif edemezsin. Merak etme, bu sefer de liyâkatin ne olduğunu tarif edip sana “kulaktan ilim kazandırmak” cö- mertliğini göstermeyeceğim. Yalnız liyâkatin olmadığına seni inandıracağım. Liyâkatin zıddı ‘acz’ yani ‘zayıflık’tır. Kimde zayıflık varsa o düzenbazdır, sal- dırgandır. O asidir, gösterişçidir, fertçidir. Bir kelime ile söyleyeyim, memnuniyet- sizdir. Don Kişot gibi yel değirmenlerine meydan okur. Ha şimdi, dur… Sakın bir kelime üzerinde oynama… Deme ki: — ‘Acz’in karşılığı ‘kuvvet’tir. Hayır! Kuvvet ‘zaaf’ın zıddıdır. Liyâkat kuvvetten daha yüce, daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa liyâkat ruhtur. Anladın mı Efruzcuğum; ben sende liyâkat olmadığını zayıflığından anlıyorum. Zayıflığını da düzenbazlığından anlıyorum. Çünkü düzenbazlık zayıflığın bâriz bir seviyesidir. Bu hakîkati istersen sana ispat etmeden bir hikâyecikle öğreteyim; bazı akşamlar misafir olduğum evin çarda- ğında toplanan ihtiyarlar öyle fıkralar anlatıyorlar ki… Âdeta burası bir “Kulak Dârülfünunu” yani kitapsız bir mektep! Tam senin istediğin “kitapsız ilim”, hani o yalnız zevk ve alâka ile kazanılan ilim burada var. Geçen akşam “Rüzgârla Sivri- sinek”i anlattılar. Şimdi ben de sana bu hikâyeyi yazayım da aczin ne müthiş bir düzenbaz olduğunu gör. Gör de istersen anlama. *** Kuvvetin görünmez, elle tutulmaz ruhu olan kahraman rüzgâr bir gün kırlar- dan, çiçeklerden, çamlardan, ormanlardan topladığı güzel kokuları etrafa dağıta dağıta gidiyor, tatlı tatlı esiyormuş. Herkesi sokup tâciz ettiği meşhur iğnesine bü- yük önem veren sivrisinek onu görmüş; boyuna posuna bakmadan: “Puf… Puf…” diye gülmüş. Kahraman rüzgâr, “Belki bana değildir.” diye al- 25 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler dırmamış, yoluna devam etmiş. Fakat sivrisinek arkasından daha çok gülmeye, eğlenmeye hatta küfür etmeye başlamış. Rüzgâr, liyâkatli adamlara has olan o büyük soğukkanlılıkla, yavaş yavaş geri dönmüş, sivrisineğin önüne gelmiş. Hid- detlenmeden sormuş: — Bana mı gülüyorsun? — Evet, sana. — Benimle mi eğleniyorsun? — Evet, seninle. — Bana mı küfür ediyorsun? — Evet, sana. Kuvvetli rüzgâr bu âciz sivrisineğin bu derece küstahlaşmasına önce şaşırmış, sonra acımış. Şöyle konuşmaya başlamışlar: — Ne cesaret! Sen deli mi oldun? Ben bir kere esersem sen parçalanır, bir tarafa çarpar, hemen ölürsün! — Ben mi? — Sen… — Gülerim aklına! Ben bir uçmaya başlar, senin karşına çıkarsam buralar- da duramaz, uzaklara kaçar gidersin. — Ben mi? — Evet, sen… — Bu cüssenle beni kaçıracaksın ha? — Cüssemi beğenmiyor musun? Senin hiç cüssen yok ya… — Ben rüzgârım. Cüssem görünmez. Hızla estiğim, fırtına, bora, kasırga ol- duğum zamanlar en kuvvetli, en ağır şeyler karşımda çatır çatır yıkılır. Umman- ları birbirine karıştırır, nehirlerin mecralarını değiştirir, dağları yerinden oynatır, balta girmemiş ormanları çayır biçer gibi yerlere sererim. — Puf, puf, puf… Beni korkutamazsın. Ben de seni kızarsam bir yaparım, bir yaparım ki, diye sivrisinek öyle olmayacak laflar söylemiş, öyle küfürler savurmuş ki… Anlatılamaz. O vakit alçakgönüllü rüzgâr yine öfkelenmeden ona küçük bir ders vermek istemiş, biraz hızlı esmiş, tabiî sivrisineği önüne katmış: — Buv, buuv… Tesâdüfen bir çatının önünden geçiyormuş. Sivrisinek can havliyle bu çatıya atlamış, iki kirişin ortasına gizlenmiş, yine: “Puf, puf, puf…” diye rüzgârla eğlenmeye başlamış. Rüzgâr kızmış, daha hızlı esmiş. — Buuuv, buuuuv… 26 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Daha hızlı: — Buuuuuv, buuuuuv… Sonra daha hızlı: — Buuuuu, uuuuuuu… Fakat kirişin arasına iyice saklanan sivrisineği bir türlü yerinden sökememiş. Hiddetle fırtına olmuş. Sonra kasırga, bora nihâyet tayfun olmuş. Başlamış çatıyı sarsmaya! Artık gülmeyi bırakan sivrisinek korkusundan yaptığı kabalık için af dileyecek yerde: — Terbiyesiz rüzgâr! Ne oluyorsun? Yoksa bana bu fakirin çatısını mı sök- türeceksin, demiş… *** Anlıyorsun ya… Rüzgâr yıkamayacak da sözde sivrisinek o incecik ayaklarıyla koca çatıyı söküp atacak! Kıssadan hisse: Âciz dâima şarlatan… İşte, sevgili Efruz, senin mânevî vaziyetin! Senin için yapılacak tek şey, önce liyâkatin ne olduğunu öğrenmek, sonra ona sahip olmaya çalışmaktır. Şikâyet, küfür faydasız bir şeydir. Bir şâir insanlara: “Kurbağalar gibi feryat etmeyiniz!” diyor. Bu öğüt anlayan için ne kıymetli bir hazinedir. Dinle, sus. Beni de hiç olmazsa, şu köyde bulunduğum sürece billûr dere- ciğimin başında rahat bırak. Zîra kuvvetli tabiatın güzel ve muhteşem büyüklüğü karşısında yavaş yavaş yükseldiğini duyan ruh, aczin ve küçüklüğün çırpınışlarını o kadar çirkin, o kadar basit görüyor ki… 27 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler MİRAS 28 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 29 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 30 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler İnsanın kendi nefsinden nefret etmesi kadar dünyada azap verici bir şey yoktur sanıyorum! Yıllarca rollerine, yalanlarına aldandığımız bir arkadaştan “âdîliğini, alçaklığını sezince” hemen ayrılırız. Aşkta da böyle… Put gibi taptığımız vücudun bir lekesini keşfedince birdenbire soğur, hatta ona düşman kesiliriz. Fa- kat kendimize… Ne yapabiliriz? Hiç! Ahlâk anlayışının ruhumuzda tutuşturduğu “iyilik, doğruluk, güzellik” ideali yavaş yavaş kararır. Bu üç alevli esirden meşale sönünce artık karanlık bir çöle düşeriz. Hayvanlaşırız. Hâlbuki hayvanlık ne ke- derli bir yaşayıştır! Dayanaksız, gayesiz, muhabbetsiz, kutsiyetsiz bir hayat! İyi yok, doğru yok, güzel yok… İşte bugün benim de ruhumdaki İlâhî meşale söndü. Serseri, şaşkın bir hayvanım! Mahzun, kederli, karamsar bir hayvan! İnsanlığın kıymetini kaybetmiş bir zavallı! Bu karanlığa düşüşüm irâdemle olmadı, gayriih- tiyârî… Âdeta “Haberim olmadan…” diyebileceğim. On beş gün evvel. Amcamın köşkünde yattığım gece… Nasıl oldu? Nasıl birden- bire insanlıktan çıktım? Artık sonsuza dek dönmeyeceğim bu cennetten nasıl bu cehenneme yuvarlandım? Nasıl, nasıl?.. Amcam, oğlu Nihat Çanakkale’de şehit düştüğü günden beri beni onun yerine koymuştu. Geçen sene de yengem kederinden öldü. Şimdi bu talihsiz adam, sara- ya benzeyen köşkünde hizmetçileriyle oturur. Ara sıra kendisini görmeye giderim. Ömrümde tanıdığım insanların en ahlâklısı, en fazîletlisi amcamdır. Babasından kalan büyük serveti kardeşi gibi sefâhat âlemlerinde yememiş, devlete hizmet et- miş, hayatını kaymakamlıklarda, uzak vilayetlerin valiliklerinde geçirmiştir. Şiire, sanata karşı duyduğu hayranlığı, biz, yeni adamlar, tahmin bile edemeyiz. Dîvan- lar, ona göre kutsal bir özelliğe sahiptir. Gazellerin, kasîdelerin mısralarında, kafi- yelerinde İlâhî bir sır gizlidir. Bahçenin sonunda, kara çamlar arasında yaptırdığı kütüphane, sanki gizli bir mabetçik… Gününün yarısından fazlası burada geçer. Kitapların tozunu alır, ciltleri okşar. 31 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler O gün bana kapıyı açan uşak yine; “Beyefendi kütüphanede, isterseniz oraya buyurun!” dedi. Yaprakları dökülmüş ağaçların dibinde hâlâ yeşil duran çiçeksiz tarhlara baka baka yürüdüm. Kütüphanenin kurşun kaplı fincan kubbesi meçhul bir minber örneğini andırıyordu. Pencerelerin yeşil boyalı demir kapakları açıktı. Kapıya ilerledim. Eski tarz tokmağın altındaki kilitte sarı bir pirinç anahtar sokulu idi. Parmağımla yavaşça vurdum, işitmedi; biraz daha hızlı vurdum, uşak zannet- ti: — Ne var Mehmet? — Mehmet değil amca, benim… — … Kapıyı açtı. Bembeyaz sakalı ile, mavi ve yorgun gözlerini daha büyük gösteren kalın taşlı altın gözlüğüyle türbesinden canlanarak kalkmış bir evliyaya benziyor- du. Elini öptüm. — Gel bakayım, dedi; sana bir mücevher göstereyim. — Buyurun. Ayakkabılarımı çıkardım. Tıpkı bir camiye girer gibi… Kırmızı terliklerden bir tanesini giydim. Amcamın arkasında deve tüyünden yapılmış bir oda giysisi vardı. Kristal masaya oturduk. Açık duran kitabı bana uzattı. Tekrar: — Mücevher, mücevher. Emsali bulunmayan bir mücevher, dedi. Bu mü- cevher, çamura düşmüş bir bakkal defterine benziyordu. Yalancıktan heyecanlı göründüm. — Hakîkaten enfes, dedim. — Dün getirdiler. Kaça alsam beğenirsin? — İki liraya. Yüzüme dik dik baktı: — Sen deli olmuşsun oğlum, dedi. Durumu düzeltmek istedim: — Cildi pek eski de… Nasıl, beş liraya alabildiniz mi? — Ne beş lirası, diye haykırdı. Dafiu’l-gumûm, Deli Birader’in muhteşem kül- liyatı. İstanbul’da bir nüshası daha yok. Belki bütün dünyada bir eşi yok! İhtimal yazı da Gazali’nin kendi yazısı… — Kaça aldınız? — Yüz seksen liraya. — Çok iyi, dedim. 32 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Yazı, kargacık burgacık cinsindendi. Cildini, kenarlarını sanki hırçın bir sıçan kemirmişti. Nakışlarının yaldızı solmuştu. Ben bu süprüntü parçasına bakarken amcam, yeni ele geçirdiği mücevherleri çıkarıp: — Bunu görmedin, bunu da görmedin, diye birer birer masanın üzerine bırakıyordu. Birtakım dîvanlar, tarihler, tercümeler, filanlar… Ki hepsinden küflü bir mezar rutubeti çıkıyordu. Amcam, hele yalnız kaldı kalalı bütün hayatını kü- tüphanesine adamıştı. Benim şiirle, sanatla meşgul olmam, eserlerim, şâirliğim hoşuna gider, ikide bir: — Seninle iftihar ediyorum, der; fakat yeni yazıları, yeni kitapları kütüpha- nesine yine sokmaz. Kitaplardan yorulan gözlerimi çini kaplı duvarlara kaldırdım. Fiyatları, şüphesiz bu kitaplar gibi yüksek olması gereken, yazıları okunmayan levhalar asılıydı. Kubbenin ortasındaki billûr avize, altın kakmalı zinciriyle kütüp- hanenin mütevazı sâkinliğine uymayacak derecede muhteşemdi. Amcam oku- duğu kasîdeyi bitirdikten sonra: — Haberin var mı, benim kütüphaneyi satın almak istiyorlar, dedi. — Kim? — Tanımazsın. Şarkiyatçılardan. — Ne kadar veriyorlar? — Evvelâ on bin lira dediler. Sonra ben satmam deyince on beş bine, yirmi bine çıkardılar. — Ne diyorsunuz? — Hatta yirmi beş bin de verecekler. — Aman amca, hiç durmayınız, satınız, dedim. Gözlerini okuduğu kitaptan kaldırdı, bana çevirdi. İçinde öyle bir azarlama, öyle bir yakınma vardı ki… — Kütüphanemi satmak mı? Sonra ben ne yaparım? — … Gözlerini tekrar kitaba indirdi. Yüzü düşmüştü. Dargın, perişan bir tavırla: — Ben mezara, kütüphanem mezada, diye başını salladı. Ses çıkarmadım. Elimdeki kitabı okur gibi yaptım. Ne kadar sustuk bilmiyo- rum, bana çok uzun geldi. Gözlerim yazma satırların arasında gezerken kendim yirmi beş bin lirayı düşünüyordum. Bu küçük bir servetti. Er geç benim olacak bir servetti. Çünkü amcamın bizden başka vârisi yoktu. Hayatının o ölüme giden yolunda çok ilerlemiş olan bu ihtiyarcık, dünyada en fazla birkaç sene misafirdi. İçimden: “Birkaç sene daha…” diyordum, “Haydi olsun beş sene… Ölümsüzlük suyu içmedi ya bu!” Acaba kütüphaneyi isteyen şarkiyatçılar kimlerdi? Soracaktım. Laf, ta ağzımın 33 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler içine geldi. Sormadım. Gözlüğün altında daha büyük, mavi, daha parlak görünen zeki gözlerinden korkuyordum. Sanıyordum ki düşüncemi hemen anlayacak. Şimdiye kadar hiç düşünmediğim bu miras birdenbire bütün hayalimi doldurdu. Sanki kafam şişti, sersem oldum. Amcamla neler konuştuğumun farkında değildim. Kütüphaneden çıktık. Salona geldik, yemeğe oturduk. Ben bir romanın içinde gibiydim. Amcamın ikide bir: — Senin bugün bir dalgınlığın var. Sende bir şey var, dediğini hatırlıyorum. Sofrada yemeğimi yerken zihnim, benim vücudumun dışında, benim irâdemin dışında, benim ruhumun dışında yabancı bir makine gibi işliyor, düşünüyor, plan- lar kuruyordu. Kafamın içinde doğan fikirlere hükmedemiyor, susuyordum. Öyle ya… Bu zavallı ihtiyar mutlaka yakında ölecekti. Kütüphane yirmi beş bin lira… Köşk, bağ, Faik Paşa Yokuşu’ndaki apartman filan… Yetmiş seksen bin lira da bun- lar: Yüz bin liralık servet! Artık burada yaşar mıydım? Doğru Avrupa’da soluğu alacak, zevk içinde hayatın tadını çıkaracaktım. Fakat… Ya bu ihtiyarcık evlenme- ye filan kalkarsa… Fakat mümkün mü? Zihnimin içinde tiz, keskin bir şeytan sesi: — Niçin mümkün olmasın, dedi. Ben: — Mümkün değil, mümkün değil, diye dişlerimi sıktım. — Hayır, pek mümkün! Yarın birdenbire işitirsin!.. — Bu fenâ… — Tabiî fenâ… — Evet, ya evlenirse… — Bundan hiç şüphen olmasın. O zaman yüz bin lirayı rüyanda görürsün. — O hâlde?.. Zihnimde çınlayan şeytan sesi: — Böyle bir ihtimalin önüne geçmelisin, diye âdeta korkunç bir emir verdi. Böyle bir felâketin önüne nasıl geçebilirdim? Evet, bu gerçekten bir felâketti. Tâ ayağımın dibine gelmiş yüz bin liranın, ihmalciliğim yüzünden uçup gitme- si!.. Zihnim, yine irâdemin hatta idrakimin hâricinde sihirli bir saat gibi işliyordu. Gözlerimi amcama kaldırdım. Küçük kaşığıyla pilavını ağzına götürüyordu. Saka- lının altından beyaz, zayıf boynunu gördüm. O beyaz yere iki dakika basılsa… Yüz bin lira birdenbire benim olacaktı! Fakat… Ruhumda zehirden şimşekler, ateşler bırakan şeytan sesi: 34 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Budala mısın, dedi; neden korkuyorsun? — Korkuyorum. — Hayır, korkma! Sen öyle âdî katiller gibi amcanın boğazına basıp onu boğ- mayacaksın. — Ya ne yapacağım? — Bir şey yapacaksın ki kanun seni suçlu bulamayacak. — Nasıl? — Arkadaşın bakteriyolog Sabit’ten biraz tifo mikrobu çalacaksın… — Eee?.. — Bu mikropları amcanın gece içtiği suya atacaksın. Tifoya tutuldu mu, dok- torlar onu iyileştirmeye çalışırken sen yine mikroplu suları ona ilaç diye verecek- sin. Bir hafta içinde mutlaka ölecek. Sen de herkesle beraber ağlayacaksın. Cenâ- zenin önünde yürüyeceksin. Senden kimse şüphelenmeyecek! Bilâkis, kederine eşlik edip “Başınız sağ olsun!” diyecekler. — Oh!.. Evet, oh… Birdenbire canlandım. Sanki ağır bir yükün altından kurtuldum. Gözlerimi açtım. Elmasını soyan amcamı gördüm. Ne konuşmakta olduğumuzun yine farkında değildim. Bana: — Seninle gurur duyuyorum, dediğini işittim. Geç vakit, yattığım odaya çıktım. Zihnimdeki cinayet planı kendi kendine ge- nişliyordu. Karyolamın üstüne oturdum. Masamın üzerinde yanan mumun ışığı duvarlarda şekilsiz gölgeler kımıldatıyordu. Yüz bin lira!.. Gözüm dolap aynasına kaçtı. Orada kendi hayalimi gördüm. Bana dik dik bakıyordu. Saçları ürpermişti. Gözleri kanlıydı. Bir sırtlanın gözleri gibi kanlıydı. Bu hayal bendim. Görmemek için yüzümü çevirdim. Gece hiç uyumadım. Kendimi görmemek için aynaya bakamıyordum. Evet, ben bir katildim. Bir câniydim. Bütün ahlâk duyguları benim nazarımda bir yalandı. Sabaha kadar zihnimde bana komutlar veren şeytanın akislerini dinledim: — Tereddüt etme! — Hayır, hayır, yapamayacağım. — Yapacaksın! — Yapmayacağım. — Yüz bin lirayı kaçıracaksın! — Kaçsın. — Sen budala mısın? 35 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — … — Hayır, ben budala değilim. Fakat… Sabahleyin erkenden amcamın yanına indim. Zavallı ihtiyar, balkonun önünde sütünü içiyordu. Beni, heyhat, iftiharını gülerek karşıladı: — Ne o, rahatsız mısın, dedi; sararmışsın? — Bir şeyim yok. — Rahat uyudun mu? — Evet, dedim. Sonra birdenbire ellerini öpmeye başladım. Gözlerimden galiba yaşlar akıyordu. Öldürdüğü kutsal vücudun üzerinde pişman olan bir cani gibiydim. Ben artık insan değildim. — Sizden bir ricam var, diye inledim. Böyle alışılmadık hareketlerimi ilk defa gören amcam ne diyeceğini bilmiyordu. Kafamdaki şeytanın varlığıma in- dirdiği darbeyi, mânevî iflasını asla duymuyor: — Ne oluyorsun oğlum, ne oluyorsun? — Hiç! Söz verin, istediğimi yapacaksınız! — Söyle, ne istiyorsun? — Önce reddetmeyeceğinize söz verin! Ellerini çekti: — Peki, söyle; söz veriyorum, dedi. — Ben sizin vârisinizim. — Şüphesiz. — İstiyorum ki bütün servetinizi daha sağlığınızda millî kuruluşlara vâsiyet edesiniz. — Fakat niçin? — Ben böyle istiyorum işte. — Ama niçin? — … Gece neler düşündüğümü, bir an evvel yüz bin lirayı ele geçirmek için nasıl kendisini görünmez bir silahla öldürmeyi kurduğumu söyleyecektim. Söyleseydim o benim içyüzümü tanıyacaktı fakat belki şimdi biraz daha rahat olacaktım. Lâkin hayır, bu cesareti gösteremedim. Kendimde olmayan fazîleti yine iğrenç mânevi- yatıma perde yaptım. Yalanlar öğürmeye başladım. Sözde ben gençtim, ihtimal bu kıymetli kütüphaneyi satar, memleketten dışarı çıkmasına sebep olabilirdim. İstiyordum ki bu önemli miras millete kalsın: — Pekâlâ, dedi, kütüphanemi millete vereyim. Fakat başka gelirlerimi… 36 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Onları da istemem amcacığım. O kadar hastalar, yetimler var. Silinecek gözyaşları, sarılacak yaralar, teselli edilecek dullar, öksüzler, kimsesizler var!.. Ben konuşurken derin bir hayretle, şaşkın bir hayranlıkla yüzüme bakıyordu. Zavallı, karşısındaki mahlûkun ne alçak bir şey olduğunu anlayamadı. Doğruldu, beni kucakladı. Alnımdan öptü. — Seninle gurur duyuyorum, dedi. *** Evet, ruhumdaki insanlık ideali, o üç ahlâk meşalesi sonsuza dek söndü. Bir gece içinde korkunç, iğrenç bir katil oldum. Şimdi karanlık bir çöldeyim! Bir hay- van gibi zavallıyım! Artık insanlık cennetine, “iyilik, doğruluk, güzellik” cennetine bir daha dönemeyeceğim. Son defa yalanlarımla aldattığım zavallı büyük ihtiyar da benim gibi, içyüzünün fiilinden ürküp kaçan, korkak bir sefili yine “fazîlet sahi- bi” bilecek; bu sefil varlığa “İftiharımsın!” diyecek. 37 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler KIZILELMA NERESİ? 38 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 39 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 40 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler “…Heman göstersinler. Dalkılıç olur, düşmanı harap iderüz ve kralın tac u tahtını başına geçürüp Kızılelma’ya dek giderüz…” Koca Sekbanbaşı — Kızılelma’ya. — Kızılelma’ya… — Kızılelma’yacak1 gideceğiz! Zamanın Süleyman’ı, ansızın kükremiş bir tufan hâlinde akseden bu nâraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan dîvanın cenk için gösterdiği kahramanca arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, def- terdarları, nişancıları, “ağa, kethüda, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç” gibi yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi; “Kafdağı’na kadar arkandan gelmeye hazırız Padişah’ım!” diye ayaklarına ka- panmışlar, gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi “sefer kararı” ordu içine yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında, küçük meşe ormanının nihâyetindeki mahşerde, deminki divanın sevinci büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, kabarıyor, bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları yakın ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın ta- kına2 çarpıyordu: — Kızılelma’ya. — Kızılelma’ya… — Kızılelma’yacak… 1 Kızılelma’ya kadar, dek. 2 Kubbesine. 41 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — … Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini, altın koltuğuna dayadı. Gökten inen mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. “Kızılelma, Kızılelma…” Bu ismi şehzâdeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta otur- du. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş Yusufiye’sini3 geri itti. Gayet çıkık, geniş alnını esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü: — Kızılelma neresi, diye mırıldandı. Şarkta olsun garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen asker hep “Kızılel- ma’ya…” diye bağrışıyordu. Bu nârayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde hatta İstanbul’da, sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızılel- ma neresiydi? Üvez4 rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmud’u çağırdı. — Sadrazam’a söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen gelsin, dedi. Yarım saat evvelki büyük dîvandan çıkan vezirler niçin yine huzura çağrıldık- larını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmet Paşa’yla Hadım Ali Paşa’nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayas Paşa, İskender Paşa gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah beyaz tülbent sarıklı çifte tuğlu Yusufiye’sini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu; yüzü her vakitkinden daha ziyâde sertti. İnce murassa5 direk- ler üstüne kurulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu: — Kızılelma neresi? İçinizde bilen var mı? suali bozdu. — !.. — ?.. — … Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu. Padişah: — Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi. Otağımızın etrafında dâima bu 3 Sultan Süleyman’ın kavuğu. 4 Muşmulaya benzeyen bir yemiş, meyve. 5 Sırmalı, süslü; değerli taşlarla süslenmiş. 42 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler nârayı işitiriz. İşte, bakınız! Yine “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya…” diye bağrışıyorlar. Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim. Temaşvar fatihi Ahmet Paşa kekeledi: — Viyana olsa gerek, Padişah’ım… Padişah öteki vezirlere döndü: — Öyle mi? — … Ne “evet” ne “hayır” diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah; orduya getir- diği “kaplan postu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire gark olmuş, elleri kostaniçeli6, ak kızıl bayraklı”, emsali görülmemiş mükemmel alayıyla iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli beylerine sordu: — Sokullu! Sen söyle; Kızılelma neresi? — Roma olsa gerek, Padişah’ım! — Ne biliyorsun? — Öyle sanırım. — Sanmak, bilmek değildir… Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızılelma için kimi “Çin” kimi “Maçin” diyordu. Ayas Paşa: — Hint’tir. Haydar Paşa: — Sink’tir! İskender Paşa: — Kafdağı’nın arkası olsa gerektir, dedi. Büyük Padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını si- nirle tuttu. Âdeti olmayan ânî bir hiddetle kazaskerlere döndü. Acı acı gülümsedi: — Yazık sizin ilminize! — … “Her şeyi biliyoruz!” sanan bu “Horosanî” kavuklu başlar, uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar her şeyi kabul ederlerdi. Lâkin cahilliği? Asla… Ortalarından kara sakallı, bastıbacak, şişman bir fakih7, bir adım ilerledi. Bu hem 6 Bir mızrak türü. 7 Anlayışı ve zeki kimse. 43 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler en âlimleri hem de en cesurlarıydı: — Padişah’ım, dedi; bu “Kızılelma” halk kullarının uydurduğu bir efsanedir. Ne aslı vardır ne faslı… Bir hakîkat değildir ki biz bilelim. Halk ise Padişah’ım; bil- mez, söyler. Zamanın hâkim Süleyman’ı altın koltuğa dayalı ellerini kaldırdı: — Halkın dediği! Hakkın dediği! — … Bodur kadı bu sözden bir şey anlamadı. Padişah devam etti: — Bu bir hakîkattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk’ın sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır! Fakat siz bilmiyorsunuz… — Ne şerde ne ilimde böyle bir isim yoktur ki müsemması olsun… — Ne şerde8 ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun. — Evet Padişah’ım. — Lâkin örfte9 yok mu? Fakih, düşündü. Önüne baktı. “Yok” diyecekti. Fakat işte, sefer eğlentisi yap- maya başlayan büyük bir ordunun velvelesi içinde “Kızılelma’ya” nâraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker; yalnız sefere gideceği, muhâre- beye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile bu nârayı savurmuyor muydu? Bu dâima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin ne olduğunu bilmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir çömezken, sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu nârayı bastıklarını işitirdi. Bunu iyice hatırlıyordu. Ama aslının ne olduğunu merak edip öğrenememiş, okuduğu metinlerde bu isme dâir bir şeye rast gelmemişti. Yutkundu. Önüne bağlı duran ellerini sıktı. Artık, “Kızılelma örfte yoktur.” diyemezdi. Çünkü… İşte… Duyuyordu! — Var Padişah’ım, dedi. — Öyleyse “müsemma”sı10 da var. — … Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün hakîkatini şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah bunu bilen fazıllardandı.11 Karşısında safsa- taya imkân yoktu. Öbür kazaskerler, arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak ağız 8 İslâmî ilimlerde. 9 Örf: Halkın kendiliğinden uyduğu, yasalarla belirlenmemiş gelenek. 10 İsmi olan, adı verilmiş bulunan. 11 Erdemli. 44 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler açmadıklarına seviniyorlar. “Sükût sözden hayırlıdır!” hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah yine acı acı güldü: — Dünya ne tuhaftır, dedi; siz, işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idâre eder- siniz. Hâlbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz. — ! — … — … — … Lâkin hâkim Padişah; kahraman, arif, fazıl, şâir olduğu kadar da insaflıydı! Her şeyi evvelâ kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken o da sıkıldı. Derûnî12 lisanla kendi kendine sordu: — Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir mi- sin? — Bilmem ama… — Ama? — … Sezerim. Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu; tabiatın, ilmin, irfanın öte- sinde bir hakîkatti. Evet, işte “Kızılelma.” … Ne olduğunu sanki biliyor fakat söy- lemiyordu. Hâlbuki vezirler, kazaskerler, beylerbeyi… Hayır, hiçbir şey sezmiyor- lardı. Birisinin lafı ötekininkine uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hint, kimi Sint, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızılelma bunlardan hiçbiri değildi! İçinden: — Belki hepsinden daha kıymetli bir yer, dedi. Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu: — Kızılelma’nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz? — … Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu. Yalnız İskender Paşa: — Padişah’ım, dedi; kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir kullarınla biz kölelerine gelince… Öyle derin âlimlerden değiliz! İşte ne kadar bilgisiz olduğu- muz sual-i hümâyununuzla13 meydana çıktı. “Bin âlimin bilmediği bir ârif bilir.” derler. İrâde buyurun. Bir ârif bulalım. Ona sorun. 12 İç. 13 Sual-i Hümâyun: Padişah’ın sorusu. 45 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Arif kimdir? — Bilmeyip sezen, Padişah’ım… Sonra İskender Paşa, saf bir askerin mantığı ile “Kızılelma, Kızılelma” diyen hal- kın mutlaka bir şey murat ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker halkın ne söylediğini ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti. Padişah, İskender Paşa’ya, çıkıp gizlice ordunun içi- ne girmesini, nümayiş alayında bağıranlardan rastgele üç kişi tutup huzuruna ge- tirmesini irâde etti. İskender Paşa çıkınca Padişah kazaskerlere “örfe dâir” ayrı ayrı Arapça sualler sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyi, anlamadan dinliyorlardı. İskender Paşa, biraz sonra otağa girdi: — Üç kişi tuttum, Padişah’ım. — Evvelâ bir tanesini getir bakalım. İskender Paşa, otağın mehâbetinden14 ürkerek sapsarı kesilmiş, başından perîşânîsi15 dağılmış, tir tir titreyen adamı soktu. Bu; uzun boylu, palabıyıklı, kuv- vetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılık yapan serserilerden biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi tahta doğru gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, diz üstü kaldı. Padişah sordu: — “Kızılelma, Kızılelma!” dersiniz, bu neresi? — … Garip, işledim sandığı cürmünden beraat için: — Herkes bağırır Padişah’ım. Ben de bağırdım, dedi. — Niye bağırdığını sormam. Kızılelma neresidir? Onu söyle. Garip tereddüt etmedi: — Padişah’ımızın bizi götüreceği yer! — Orası neresi? — Padişah’ımız bilir. Padişah, İskender Paşa’ya döndü: — İkincisini getir bakalım! Diz üstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti. Perdenin yanın- da dikildi. Bu sefer huzura getirilen tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el bağladı. Padişah’ın “Kızılelma 14 Heybetinden. 15 Perîşânî: Başlık. 46 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler neresi?” sualine düşünmeden: — Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer, Padişah’ım! cevabını verdi. — Orası neresi? — Sen bilirsin Padişah’ım! — … İskender Paşa üçüncüyü de huzura soktu. Bu geniş omuzlarına baratasının16 uçları düşen genç bir bostancıydı.17 — Kızılelma neresi? — Atınızın gittiği yer, Padişah’ım! — Orası neresi? — Neresi olduğunu ancak Padişah’ım bilir… Evet… Orası ne Hint ne Sint ne Çin ne Maçin ne Viyana ne de Roma’ydı! Padi- şah, huzurundakilere: — Gördünüz ya, dedi; üçünün de cevabında bir fark yok. Hakîkat bir: “Kızılel- ma” benim gitmek istediğim yer, işte… Hakk’ın beni göndereceği yer! Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık “Kızı- lelma’ya, Kızılelma’ya!” nâraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde yaklaşıyordu. Pa- dişah, birdenbire, Hakk’ın kendini göndereceği yeri düşündü. Nihâyet bulunmaz Hak yolunun, hakîkat yolunun gittiği “Kızılelma” denen bu cennet kapısında Viya- na, Roma, Hint, Sint, Çin, Maçin birtakım fânî harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı. İri siyah gözlerini ufalttı. İlâhî, mânevî bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir18 vezirlerinin, âlim kazaskerlerinin, kahraman beyler- beylerinin tekrar saçak öpüp çıkışlarını görmedi bile… Otağın kapısında onlar da şimdiye kadar asla ulviyetinin,19 mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar; sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker kol kol olmuş; cirit oynayarak, kaynaşarak otağ etrafında geniş bir dâire çiziyorlar: — Kızılelma’ya… — Kızılelma’ya, nâralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa doğru, kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyorlardı! 16 Barata: Muhafız başlığı. 17 Saray muhafızı. 18 Tedbirli. 19 Ulviyet: Yücelik, ululuk. 47 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler İLK NAMAZ 48 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 49 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 50 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Oh, bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çıl- gın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürûdetini20 massetmiş21 olan soğuk terliklere çıplak ayaklarını sokunca içimde bakiyye-i leyl22 bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabiî uyuyor- du, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris23 soğukları, yüzümü ve elimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sâdık24 uyanmamıştı. Fecr-i kazibin25 donuk kırmızı sükûneti gecenin sürâdık-ı zalâm-ı bâridini26 parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zir-i pâyımdaki27 bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbusları- nı itmam ediyor28 gibi câmid29 ve bîhayat30 duruyorlardı. Deniz nâmahdut31 bir incimâd-i lâciverdî32 ile uyuyor ve fecrin zâil33 gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihâyetsiz bir hatt-ı fasıl34 çiziyordu. 20 Soğukluğunu. 21 Toplamış. 22 Gecenin toplamı. 23 Yırtıcı. 24 Fecr-i sâdık: Şafak, asıl şafak. 25 Yalancı şafak. 26 Soğuk karanlık perdesini. 27 Ayağımın altındaki. 28 Tamamlıyor. 29 Sessiz. 30 Cansız, soluk, ışıksız. 31 Hudutsuz, sınırsız. 32 Donuk lacivert. 33 Sürekli olmayan. 34 Denizle karayı ayıran çizgi. 51 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Evlerin arasında fakir ve naçiz; fakat bir azamet-i mâneviyye35 ile semâya doğ- ru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra… Bu da- kika-i ezeliyette36 bütün o intiba-yı leyâl-i sincabî37 zulmetler, maî bir şeffafiyet-i sürh38 gibi takattur ederken,39 minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifi40 hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mte- fekkir41 bu kâinat-ı melül ü esmere42 karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin43 ha- tırası gibi derinden aksi44 ve ruhumu lerzeriş-i haşyet eden45 ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû-ı ruhaniyet46 sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, on beş sene evvel… Şimdi muhit-i tesellisinden47 ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş48 ettiğim bu vücud-ı muhterem49, işte derhatır ediyorum,50 on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyur- ken bir buse-i esir ü hâr51 gibi alnımı okşayan nâzik eliyle, nâzik, ince parmaklarıy- la saçlarımı tarayarak: — Haydi Ömerciğim kalk, demişti; kalk, haydi yavrucuğum. Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan küçük gece kandili -ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi- iki pencereli olan oda- mın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşili, câmid52 gözleriyle bana bakıyordu. — Fakat anneciğim, demiştim; daha gece… Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek: 35 Mânevî büyüklük. 36 Öncesiz dakikalarda. 37 Boz renkli gecenin sonunda. 38 Kızıl şeffaflık. 39 Damlarken. 40 Zayıf gölgesi. 41 Düşünceli. 42 Esmer ve hüzünlü kâinat. 43 İlâhî seslenişin. 44 Yansıması. 45 Korkudan titreten. 46 Ruhen doymuş. 47 Teselli ortamından. 48 Tapınırcasına sevmek. 49 Muhterem, saygıdeğer varlık. 50 Hatırlıyorum. 51 Sıcak ve yakın öpücük. 52 Donuk, solgun. 52 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer, diye koltuklarımdan tuta- rak kaldırdı. İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lâhzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kur- muş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu. — A… Pervin de kalkmış… Pervin -hizmetçimdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki: — Pervin her sabah kalkar. Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim.53 Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anne- ciğim: — Öyle yorulursun, diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum: — Haydi, besmele çek… Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda: — Yüzünü… Şimdi kollarını, yine üç defa, diye fısıldıyor, unuttukça… — A! Hani başına mesh? gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle be- raber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık. Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim, arkama dönünce annemi Irakkiye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra ba- şına yeşil baş örtüsünü örterek beni çağırmıştı: — Gel… Gittim. Küçücük ben, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırdı ile bana yapa- cağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti: — İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini zammet,54 unutmadın ya? — Hayır… — Haydi… O, iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben 53 Şaşırdım. 54 Zammetmek: Eklemek. 53 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler de gayriihtiyârî55 onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nûşin56 ve nafiz57 tebessümüyle gülerek: — Yavrum, demişti; sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar. Sen erkeksin, elle- rini kulaklarına götüreceksin. Ve hararetli elleriyle benim küçücük ellerimi kulaklarıma kaldırarak: — İşte böyle, diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annem- den farkımı, niçin erkek olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim. Dua ederken sordum ki: — Nasıl dua edeceğim anne?.. O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de ihtizaz eder58 gibi olu- yordu; başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda: — Evvelâ, İslâm olduğum için Ey Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud Hazretleri (Allah), Sana hamd ederim, de… Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni Senden istirham ederim, de. Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felâkette bulunan, fakir olan Müslümanların selâmet ve sıhhatlerini senden temenni ederim, de… En sonra kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et, demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne du- ran ve karıştırmaklığım… — Dua kitaplarıdır, sakın ilişme, ihtarıyla dâima men olunan, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü kitapları derhâtır ederek59 içimden söyledim, sonra Fâti- ha… Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumadığımı sordu; uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap veremedim. — Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim. — Peki. Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden60 sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sö- 55 Elinde olmadan, istemeden. 56 Tatlı. 57 Tesiri çok olan, etkileyici. 58 İhtizaz Etmek: Titremek. 59 Derhâtır etmek: Hatırlamak. 60 Tenevvür Etmek: Aydınlanmak. 54 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler nerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş, terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemim yanına koştum; hiç yanlışım çıkmadı. Annem geceleri der ki: — Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir. O melâikeler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı. Ve: — Daha mektebe çok vakit var, diye beni kendi yatağına yatırdı. Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere61 içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’ân’ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez62 ve rakik63 sesiyle tilâvete başladı. Ru- humda bir aks-i enîn-i şi’r-âlûd64 bırakan bu güzel sesi dinleyerek büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve asım65 çehresini görerek, yavaş yavaş sallanan mukaddes başının aheng-i hafif-i münâcâtını66 seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı semâ gittikçe aydın- lanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mâî ve nâdîde elmaslar gibi büyüyor, vâpesin-i maî67 neşrederek68 parlıyorlardı. Annemi bir me- leğe benzetiyordum. Bu tahayyülle melâikeleri düşünerek Kur’ân okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları lâzım gelen melâikeleri müşâhede ediyorum zanne- derek dalıverdim. Yüzümün üstünde, âhirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam kat’iyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıl- danmasına bakarak o görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’ân tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduk- larını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum… Ah on beş sene evvelki sebavet69 ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız; her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayât-ı serma-yı 61 Loş, nurlu gece. 62 Titrek. 63 İnce, nârin. 64 Şiire benzeyen bir tat. 65 Temiz, namuslu. 66 Başının hafif bir âhenkle sallanışını. 67 Son mavilik. 68 Yayarak. 69 Çocukluk. 55 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler tab-âlûd...70 Şimdi mülevves71 emellerle, hırslarla, hakîkatte kıymetsiz olan bai- dül’l-vusul72 arzularla; hâsılı73 bütün bunların bir icmâl-i mebhûtu74 olan o sebep- siz ve tahammülsüz bikararlıklarla75 mecruh76 olan ruhum, mecruh olan kalbim ve mâneviyetim… Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş rûhâni bir rüya-yı kıymetkâr77 gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli78 ve hüsran-hîz79 bir rüya olan bu ömr-i fânî80 içinde yalnız kâbus olmayan sabâvet ve hatırat!.. Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar81 ve şefkatsiz mâzîlerin güzâ- riş-i ademinden82 mütehassıl83 ne garip bir hiçlik, ne zevalperver84 ve pürhayal bir beyhûdelik, ne müphem,85 ne esrar-âlûd86 bir sür’at var!.. 70 Yorgun geçen hayat. 71 Kirli. 72 Gerçekleşmesi zor. 73 Kısacası. 74 Şaşkınlık ve sersemliklerin toplamı. 75 Kararsızlıklarla. 76 Yaralı. 77 Kıymetli bir rüya. 78 Gereksiz, telaşlı, gürültülü. 79 Hüsran dolu. 80 Fânî ömür. 81 Mecbûri, zoraki. 82 Güzâriş-i adem: Yoklukların hayali, düşleri. 83 Toplanmış. 84 Suçla, yoklukla dolu. 85 Belirsiz. 86 Sırlarla dolu. 56 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 57 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler HÜRRİYET BAYRAKLARI 58 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 59 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler 60 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler O akşam Demirhisar’dan Cumayıbâlâ’ya geç ve yorgun gelmiştim. Gündüz hava pek sıcaktı. Baş ağrısı bana eski ve pis otelin aç tahtakurularını bile duyur- madı. Fakat sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan nâralar, türküler beni uyandırdı. Gözlerimi açtım. Tozlu ve soluk kırmızı perdelerden yakıcı bir güneş ta- şıyor, bütün odayı dolduruyordu. Gerinirken yalancı inkılabımızın, bu kansız ve hakîkatte ancak manasız alkış tufanlarından ibaret zavallı düzme Türk inkılâbı- nın ikinci senesi olduğunu hatırladım. Evet, bugün millî bayramdı!.. “Lâkin, acaba hangi milletin bayramı?” diye düşünerek kalktım. Pencereye yaklaştım. Dışarıda karmakarışık bir kalabalık dalgalanarak, kaynaşarak akıp gidiyordu. Karşıki çü- rük tahta peykeli87 Ulah ve Bulgar dükkânları açıktı. Sahipleri bu diyara yeni gel- miş hâkim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakıyorlardı. Bu “On Temmuz”88 alayı, bu nümayiş89 hakîkaten sey- re lâyıktı. Yüzümü yıkamayı sonraya bırakarak sandalyeyi çektim. Camı açtım ve oturdum. Biraz ilerde Yahudi’nin Kızlı Kahve’sindeki gramofon, bu hareket ve nü- mayişlerden haberi varmış da o gürültülere karışmak istiyormuş gibi bütün kuv- vetiyle, eskiden ziyâde bir gürültü çıkararak haykırıyor, uzaktan, el şakırtılarıyla ve “Yaşasın!” feryatlarıyla uğuldayan bir mızıka sesi yaklaşıyordu. Cumayıbâlâ piyade alayından bir müfreze, tebrik için hükûmete gidiyordu. Binbaşı -kır saçlı, esmer ve saf çehreli bir adam- beyaz atının üzerinde şaşırmış bir gelin gibi salla- narak ve önüne bakarak gidiyor, arkasından dörder dörder gelen ezelî acemiler, amirleri gibi önlerine bakarak ve mızıkanın çaldığı: 87 Peyke: Tahta sedir. 88 Meşrûtiyet’in ikinci kez ilan edildiği 10 Temmuz günü, 1909’dan itibaren bayram olarak kutlanmıştır (1935 yılına dek). 89 Gösteri. 61 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Ordumuz etti yemin Titredi hâk ü zemin parçasını tekrarlayarak geçiyorlardı. Ondan sonra sırmalı Türk esvapları giymiş genç ve fazla sarı bir bey bir sürü genç arkadaşlarıyla büyük bir muzaf- feriyetten dönüyormuş gibi kabararak askeri takip etti. Onların arkasından da çingenelerden ve sefillerden mürekkep90 diğer bir sürü… Sonra büyük ve kırmızı bir bayrak göründü. Üzerinde üstünlü-esreli birtakım yazılar vardı ki okuyamı- yordum. Bayrağın etrafında birçok sarıklı kafalar, büyük ve garip dev papatyaları gibi dalgalanıyor, arkadan hâkî esvaplı, ikişer olmuş rüştiye çocukları bağrışarak kaynaşıyorlardı. Tutturdukları: Arş ileri, arş ileri! Alalım düşmandan eski yerleri!.. nakaratını o kadar can ü gönülden haykırıyorlardı ki önümden geçtikçe hep- sinin zayıf boyunlarında ince damarcıklarının şiştiğini, feslerinin altından kırmızı terler aktığını görüyordum. Bu nümayiş akıntısı belki yarım saatten ziyâde sür- dü. Afyonu fazla kaçırmış bir derviş gibi dalmış gitmiştim. Vatanımın, Türkiye’nin, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, yeise91 pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetimin büzüldüğünü, işlemez bir hâle geldiğini duyuyordum. Odanın kapısı açıldı. Rum otelci, atlarımın hazır olduğunu söyledi. Razlık’a gidecektim. Demek bu geceki millî şenliği orada görecektim… Hemen gi- yindim. Giyinirken otelcinin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim. Ve tekrar deminki garip ve mahzun dalgama düştüm! *** Bir saat sonra Papazbayırı’na çıkan dik yokuşu tırmanıyordum. Atımdan in- miştim. Hava çok güzeldi. Gökte ufak bir duman bile yoktu. Sırtlarda beyaz hudut kuleleri parlıyor, hafif bir rüzgâr estikçe sanki güneşin sıcağını artırıyordu. Bir sel yarıntısının içinde yürüyordum. İrili ufaklı taşlar ayaklarımı acıtıyor, atların yürümesine mâni oluyordu. Bu- ralarda hiç yol yoktu. Hatta bir keçi yolu bile… Etrafıma bakıyordum; gördüğüm yerler küçükken coğrafya kitaplarında o kadar ehemmiyetle okuyarak tahayyül ettiğimiz o mâhut92 portakala benzeyen arzı hiç andırmıyordu. Sanki üzerinde insan ve hayvan yaşamayan bir kürenin, meselâ ölmüş ve donmuş denilen ayın 90 Oluşmuş. 91 Mutsuzluk. 92 Bilinen. 62 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler bir köşesinde idim. Taşlar, taşlar, taşlar… Sarı ve akim93 topraklar, cılız ve sıska ağaçlar, çalılar, çalılıklar, gene çalılıklar... Yalnız telgraf direkleri bu iklimlerden vaktiyle yanılıp da bir kerecik geçmiş zannolunan medeniyet heyulasının94 belirsiz izlerinde dikilmiş büyük ve öksüz taaccüp95 işaretleri gibi yükseliyor, onun kaçtığı ormanlı ufuklara doğru birbiri arkasına sıralanıp gidiyordu. Ve yolcular hep bu güneş, soğuk, rüzgâr, tipi ve kar altında kapkara olmuş ölü direklerin dibinden gidiyorlardı. İyice terledikten ve nefesim kesildikten sonra tepeye çıktım. Dinlenmek için duracaktım. Biraz ilerde bir atlı gördüm. Esvabından, kılıcının parıltısından bir zâbit olduğunu anladım. O da yere inmiş, dinleniyor ve tabakasından sigara sarı- yordu. Yanına gittim. Türklerde “takdim ve takaddüm”e hâcet yoktur. Bu teklifsizli- ğimizi çok sever ve çok samimi bulurum. Yaklaştım. Selam verdim. Nereye gittiğini sordum. Gülümseyerek cevap verdi: — Razlık’a efendim, siz? — Ben de. — O hâlde beraber gideriz. Bu esmerce, orta boylu, güzel bir mülâzımdı.96 Geniş ve dolgun omuzlarının üstündeki büyük ve dik başı, iri ve siyah gözlerinin mahmurluğu sirklerde kırbaç- la ahlâkı bozulmuş esir kaplanların acıklı sükununu hatırlatıyordu. Konuşmaya başladık. Bütün Türk zâbitleri gibi kendi mâlûmat ve mantığına, kendi itmînanla- rına97 pek büyük bir ehemmiyet veriyor, münâkaşa için fırsat arıyordu. Orada bir taşın üzerine oturduk. Sigaralarımızı yaktık. Öteden, beriden… Bahsi politikadan açtık. Ben, “On Temmuz”un buralarda bile takdir olduğunu söyledim. Mülâzım hayretime canı sıkılmış gibi: — Ah ne diyorsunuz? On Temmuz’u takdir etmek, dedi; bu da laf mı? Bu bizim en büyük, en şanlı, en âlî98 bir günümüz, en mukaddes millî bayramımızdır. Keşke üç gün olsaydı… Çünkü bir gün bir gece pek az… — Demek On Temmuz’a bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz, diye gülümse- dim. İddialarının aksini söyleyerek asabî münâkaşacıları kızdırmak hoşuma gitti- ğinden ilâve ettim: — Hem bu nasıl millî bayram? Hangi milletin bayramı? 93 Verimsiz. 94 Ürkütücü hayal. 95 Şaşırma. 96 Teğmen. 97 Kararlılık, inanç. 98 Yüce, büyük. 63 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Osmanlı milletinin… — Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kastediyorsunuz? — Hayır, asla! Bütün Osmanlıları… Genç mülâzımın koyu siyah gözlerinde sanki bir taassup99 ateşi parladı. Dini- ne küfredilmiş bir evvel zaman Müslüman’ı gibi bakıyordu. Birden başlamayarak aklî sualciklerle onun hissî mantığını şaşırtmaya karar verdim: — Bütün Osmanlılar kimlerdir? — Tuhaf sual! Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Yahudiler, Ermeniler, Türkler… Hasılı hepsi… — Bunlar demek hep bir millet? — Şüphesiz… Tekrar güldüm: — Fakat ben şüpheleniyorum. — Niçin? — Söyleyiniz Ermeniler bir millet değil midir? Biraz durdu. Tereddütle cevap verdi: — Evet, bir millettir. — Arnavutlar da bir millet? — Arnavutlar da. — Ey, Bulgarlar? — Bulgarlar da… — Sırplar? — Tabiî, Sırplar da. Gülerek ve başımı sallayarak: — O hâlde sizin riyâzî100 ve müspet hakîkatlere itikadınız yok, dedim. Ne demek istediğimi anlamadı. Yüzüme baktı. Ben de devam ettim: — Hendeseden,101 cebirden,102 müsellesattan103 vazgeçelim. Hatta hesap bil- miyorsunuz. Hesabın “cem”104 kaidesini bilmiyorsunuz. Yâhut biliyorsunuz da bunların doğru ve esaslı şeyler olduğuna inanmıyorsunuz. 99 Taraflı olma. 100 Hesaplanabilir, matematiksel. 101 Hendese: Geometri. 102 Cebir: Matematik. 103 Müsellesat: Trigonometri. 104 Toplam. 64 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler Mülâzımın bakışı bütün bütününe değişti. Kendisiyle eğleniyorum sandı. Hid- detlenmesine meydan vermeden ben yine devam ettim: — Yanlış anlamayınız. Yalnız bana cevap veriniz. Hesaptaki “cem” kaidesini hatırlayabiliyor musunuz? — !!! — Ben size söyleyeyim. Tabiî inkâr edemeyeceksiniz. Bir cinsten olan şeyler cem olunabilir. Meselâ on kestane, sekiz kestane, dokuz kestane! Hepsi yirmi yedi kestane eder, değil mi? — Evet! — Bir cinsten olmayan şeyler cem edilemez. Meselâ on kestane, sekiz ar- mut, dokuz elma… Nasıl cem edeceksiniz? Bu mümkün değildir. Ve bu imkânsızlık nasıl riyâzî ve bozulmaz bir kaide ise birbirinden tarihleri, an’aneleri,105 meyille- ri, müesseseleri, lisanları ve mefkûreleri106 ayrı milletleri cem edip hepsinden bir millet yapmak da o kadar imkânsızdır. Bu milletleri cem edip “Osmanlı” derseniz yanılmış olursunuz. Mülâzım sigarasını unutmuştu. Yüzüme şaşalamış gibi bakıyor, onun şüphesiz ilk defa işittiği bu kadir basit ve âdî bir hakîkatten şaşalamasını sersemliğe çevir- mek için ben îzahımda, daha mufassal107 ve hararetli devam ediyordum. Birçok misaller getiriyor, “Osmanlılık” kelimesinin düvelî108 bir tâbirden başka bir şey ol- madığını; Rumların, Bulgarların, Sırpların, bütün o eski esirlerimiz olan bugün- kü uyanık milletlerin Türklerden intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükûmetleriyle birleşmekten daha tabiî, daha mâkul, daha mantıklı, daha haklı mefkûreleri olmayacağını anlattım. Lâkin mülazımın anlamadığını gözlerinden, birden coşmasından pek iyi anlıyordum. Sigaralarımız bitmişti. Nihâyet: — Sizinle münâkaşa edemem, dedi; çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt… Ve ayağa kalktı. Ben de kalktım. Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenarından yürümeye başladık. Yan gözle çaktırmadan yüzüne bakıyordum. Pek mustaripti, hep yere bakıyordu. Bir şey söylemek ister gibi bazı duruyor, sonra vazgeçmiş gibi gene hızla yürümeye devam ediyordu. Gene ben sükûtu bozdum: — Vâkıa109 fikirlerimiz zıt fakat azizim, inkâr edemezsiniz; benimkiler doğru, değil mi? 105 An’ane: Gelenek. 106 Gaye, ilke, ideal. 107 Ayrıntılı. 108 Devletle ilgili. 109 Gerçi. 65 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Hayır, asla doğru değil, dedi. Tırmandığımız tepeden artık aşağılar görü- nüyor, Karaali Hanları’nın üstündeki jandarma karakolu, Simitli’ye doğru akan çakıllı dere parlıyor, uzakta seyrek ve sık ormanların nispetsiz110 ve boş alanların- da yanmış tahta yığınları hâlinde küçük köyler görünüyordu. Ayağa kalkar kalk- maz gene sızmaya başlayan terlerimi ıslak mendilimle silerek gene ısrar ettim: — Lâkin, niçin azizim, niçin doğru değil?.. Mülazımın canı sıkılmıştı. “Affedersiniz ama…” diye başladı. Ve coştu; eğer be- nim iddiam doğru olsaydı o kadar büyük adamlar bunu kabul etmezler miydi? Eski ve yeni bütün hükûmetçi memurlara “büyük adamlar” diyordu. Hususuyla “Osmanlılık” fikri söylediğim kadar boş, sun’i ve hülya olsaydı muvafık ve muhalif bütün siyâsî partiler programına bunu esas yaparlar mıydı? Artık Türkiye’de hiç adam yok muydu? Herkes yanılıyor muydu? Söyledikçe müdafaasında111 ve mantığında kendini haklı sanıyor, haklı sandık- ça daha ziyâde coşuyor ve biraz eğlenir gibi: — Demek koca Türkiye’de herkes câhil de yalnız siz âlimsiniz. Herkes yanılı- yor da aldanıyor da hakîkati yalnız siz anlıyorsunuz, tebrik ederim, tebrik ederim öyleyse… diyordu. Yol birdenbire döndü. Derin bir sel yarıntısını geçmek lazım geldi. Durduk. Doğ- ru yürüsek atların ayakları sakatlanacaktı. Belki düşeceklerdi. Etrafımıza bakmı- yorduk. Mülâzım sevinerek ve gülerek: — Ah, bakınız azizim, diye haykırdı. Bakınız, işte Osmanlılığın şahidi!.. Parmağıyla bin metre kadar ilerde, uçurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösteriyordu. Siyah ve sürülmüş birkaç tarlacığın içinde süprüntü hâlinde duran bu viranecikte birkaç da ağaç vardı. Dikkatsiz nazarlarla bakıyor- dum. Mülâzım ellerini çırpar gibi ovuşturarak: — Ah görmüyor musunuz, dedi; görmüyor musunuz? Şu köycükte sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarını görmüyor musunuz? Bugünü, Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakîki kardeş olduklarını dünyaya anlattıkları bu mu- kaddes günü... On Temmuz’u alkışlayan bu kırmızı bayrakları görmüyor musunuz? Dikkat ediyor, dikkatli dikkatli bakıyordum. Köyün orta yerindeki bir binada kırmızı bayraklar asılmış duruyordu. Gözlerime inanamıyordum: — Acaba bunlar hürriyet bayrakları mı, dedim. Mülâzım taştı. Taşmadı, âdeta fışkırdı: 110 Orantısız. 111 Savunma. 66 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler — Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız. Hakî- katleri görmek istidadı112 sizde yok. Hâlâ şüphe mi ediyorsunuz? Evet, bunlar hürriyet bayraklarıdır. Şu dağ başında kaybolmuş Osmanlı-Bulgar köycüğü On Temmuz’u takdis ediyor.113 İnanıyor musunuz? Onlar Osmanlı değil midir? Yarın Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar, Osmanlılık namına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanlarıyla kurtaracaklar… Kendimi tutamadım: — Bu Bulgarlar ha?.. — Evet, bu Bulgarlar! Bunlar en sâdık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münâsebetleri yoktur. Komitacılardan nefret ederler. On Temmuz’u en mukaddes bir gün bilirler. Fakat siz mutaassıpsınız. İnanmazsınız. Hâlâ akılsız ve câhil ba- balarımız gibi, “Domuz derisinden post, gâvurdan dost olmaz…” der, medeniye- tin, büyük yirminci asrın doğurduğu insâniyet, uhuvvet,114 müsâvat115 fikirleriyle eğlenirsiniz. Bütün Osmanlıların kardeş olmalarını kabul edemezsiniz. İşte, bakı- nız: Ufacık bir köy, bugünü kırmızı bayraklarla tebcil ediyor.116 Kim bilir, akşam bu büyük günün şerefine nasıl eğlenecekler, nasıl içecekler ve “Yaşasın Osmanlılık, kahrolsun nifak!” diye bağıracaklar… Ben susuyor ve dinliyordum. Mülâzım coşuyor, Tanzimat tılsımının hülyalarıyla, seraplarıyla dalgalanan Osmanlılık rüyasını, onun tatlı hezeyanlarını tasvir ediyor, artık büyük Osmanlı milletine kimsenin galip gelemeyeceğini söylüyordu. Hâlâ yarın117 başında, uzakta kırmızı bayrakları görünen Bulgar köyünün karşı- sında duruyorduk. Birden elimden tuttu: — İster misiniz, oraya kadar gidelim, dedi; doğruluğuna inanamayacağınız Osmanlılığın nasıl kavî118 ve hâlis olduğunu kendi gözlerinizle göreceksiniz. Üşen- meyiniz. Gidelim, bu muhterem Osmanlıları, bu sâdık köylü Osmanlıları tebrik edelim. Bu büyük gün için öpüşelim… Daha ziyâde rica ediyordu. Vâkıa köy ancak bin metre kadar vardı. Lâkin ara- daki dere pek sarptı. Oraya varmak için en aşağı bir saat lazımdı. Yolumuzdan bir buçuk saat kaybedecektik. İstemiyordum. Razlık’a geç kalacağımızı söyledim. Mülâzım rica ve ısrar ediyor, mutlaka bu zavallıların samimiyet ve sadâkatlerini 112 İstidad: Alışkanlık. 113 Kutsuyor. 114 Kardeşlik. 115 Eşitlik. 116 Karşılıyor. 117 Yar: Dik yer; uçurum. 118 Güçlü. 67 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler bana göstermek istiyordu. Ben vazgeçmesini, kendi fikirlerini kabul ettiğimi, ken- disiyle bir fikirde olduğumu, deminki sözlerimin şakadan başka bir şey olmadığını söyledikçe o ısrar etti. Nihâyet dayanamadım: — Haydi, gidelim, dedim. O önden, ben arkadan derin bir uçuruma yuvarlanır gibi indik. Dere kupkuru idi. Etraftaki taşları, kumlu toprak yığınlarını güneş kızdırmış, âdeta bir fırına çe- virmişti. Atlarımız bu münâsebetsiz seyahatten şaşalamış gibi bazı duruyorlar, gelmemek istiyorlardı. Derenin dibinde köye çıkan yolu bulduk. İndiğimiz kadar çıkacaktık. Nefeslerimiz duruyor, her yirmi adımda bir dinleniyor, tekrar taşları ve çalı köklerini tutunarak tırmanıyorduk. Ayaklarımızın altından toprak parçaları yuvarlanıyor, kertenkeleler kaçışıyor, fundaların arasına saklanıyorlardı. İnce yol gayet dikleşti. Ve artık tepeyi tutuyorduk. Bir gayret, bir gayret daha… Hafif bir düzlüğe çıktık. Burası köyün önü idi. Yeni açılmış tarlaların kenarlarında büyük gübre yığınları duruyordu. Kırmızı hürriyet bayrakları takan eve ancak yirmi do- kuz adım vardı. Durduk. Bizi birden gören zayıf, sarı tüylü iri bir köpek havlamaya ve üzerimize atılmaya başladı. Gübreleri burunlarıyla karıştıran irili ufaklı do- muzlar, minimini gözleriyle “Bunlar kim?” gibi merak ve tecessüsle119 bakıyorlardı. Fakat biraz ilerde, tarlanın nihâyetinde bel ile çalışan Bulgar, köpeğin havlaması- nı işitmemiş gibi hiç bize bakmıyor, kim olduğumuzu bile merak etmiyordu. On Temmuz bayramını tebcil120 için asılan bayraklara baktım. Bunlar hava aldırmak için güneşe asılmış kırmızı biber dizileri idi… Alçak kapıdan gözüken kolları sıvalı, pis, sarı esmer bir kadın hain ve mavi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi bizi süzüyor, etrafımızda havlayan, sıçrayan, deliren köpeği mahsus- tan çağırmıyordu. Şimdi hürriyet bayrakları sandığı şeylerin ne olduğunu gören mülâzım dudaklarını ısırıyor, sapsarı kesiliyordu. Şaşkın bir sesle tarladaki Bul- gar’a: — Kolay gelsin gospodin,121 dedi. Bulgar hâlâ işini bırakmıyor, başını çevirip bize bakmıyordu. Gene yüzünü çevirmeden sert ve bir küfür kadar çirkin bir şive ile: — Nezman Türkçe bre, diye haykırdı. Ben ve mülâzım, donmuş kalmıştık. Öyle duruyorduk. Sanki vurulmuştuk. Tablo değişmiyordu. Kadın aynı hain gözlerle bize bakıyor, etrafımızda çırpın- dıkça daha ziyâde kuduran köpek havlamasında devam ediyor, domuzlar gayet âdî ve ehemmiyetsiz mahlûklar olduğumuzu anlamışlar gibi sahiplerini taklit 119 Gizlice, çaktırmadan. 120 Yüceltmek, ululamak. 121 Eskiden Rumeli’de toprak sahiplerine söylenen bir unvan. 68 Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler ederek bize bakmaktan vazgeçiyorlar, gübrelerde ezelî gıdaları

Use Quizgecko on...
Browser
Browser