II. Meşrutiyet Dönemi Reformları (1908-1918) PDF
Document Details
Uploaded by Deleted User
Tags
Related
- Ottoman North Africa History (University of Cape Coast) PDF
- Ottoman North Africa History Course Outline PDF
- Ming Dynasty, Ottoman Empire, & Vasco da Gama PDF
- History Of The Ottoman Empire And Modern Turkey: Reform, Revolution, And Republic (1977) PDF
- Unit 6 Study Guide: Tang and Song Dynasties, Mongol Invasions, PDF
- ATA 101 ST NV-2 PDF - Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I
Summary
The document provides a detailed overview of the reforms that occurred during the Second Constitutional Era (1908-1918) in the Ottoman Empire. It covers various aspects, including political, social, and economic changes, alongside educational and economic policies. The summary also briefly discusses the motivations behind the reforms, and the context of historical events leading to the period.
Full Transcript
II. Meşrutiyet Dönemi Reformları (1908-1918) II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun siyasi, sosyal ve ekonomi hayatında çok ciddi yenilikler ve farklılıklar görülmesinin yanı sıra ıslahat kavramı altında değerlendirilebilecek birçok düzenlemelere sahne olmuştur. Bu meyanda...
II. Meşrutiyet Dönemi Reformları (1908-1918) II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun siyasi, sosyal ve ekonomi hayatında çok ciddi yenilikler ve farklılıklar görülmesinin yanı sıra ıslahat kavramı altında değerlendirilebilecek birçok düzenlemelere sahne olmuştur. Bu meyanda siyasal ve sivil kurumların resmi ve bir intizam dairesinde kurulmasını sağlayan 16 Ağustos 1909 Cemiyetler Kanunu, çalışma koşulları ve işçi hakları ile ilgili olarak 27 Temmuz 1909 Tatil-i Eşgal Kanunu (Grev), 31 Mart İsyanının etkisiyle 14 Temmuz 1909 tarihinde İçtimaat-ı Umumiye Kanunu (Toplanma-Toplantı) çıkarılmıştır. Önemli reformlar eğitim ve ekonomi alanında yapılmıştır. 19. yüzyılın başından itibaren görülen eğitim reformları bu dönemde hızlanmıştır. İlköğretimden yükseköğretime kadar okullaşma oranı yükseltilmiş, ayrıca nitelik açısından değiştirilmiş ve kaliteleri artırılmaya çalışılmıştır. Örneğin mesleki eğitim dahil yeni ve modern okullar açılırken, klasik eğitim kurumları olan medreseler ıslah edilmiştir. Öncelikli olarak medreselerde dini eğitim için gerekli derslerin yanı sıra felsefe, hesap, hendese benzeri dersler okutulmuştur. Ancak asıl düzenleme 1914’de hazırlanan Islâh-ı Medâris Nizamnamesi ile medreselere yeni bir statü kazandırılmıştır. Var olan medreselerin derecelendirilmesiyle yapılan bu sistem medreselerin kapatılmasına kadar küçük değişikliklerle devam etmiştir. Bu yeni sisteme göre medreseler Tâlî Kısm-ı Evvel (ortaöğretim birinci basamak), Tâlî Kısmı-ı Sani (Ortaöğretim ikinci basamak) Âlî (Yükseköğretim) ve Medreset’ül Mütehassîn (İhtisas öğretimi) şeklinde düzenlenmiştir. Diğer taraftan II. Meşrutiyet döneminde milli iktisat politikası benimsenmiştir. Liberal hedefleri bulunan bu politika ile bir yandan sanayileşme yolunda hızlı adımlar atılması diğer taraftan II. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde Osmanlı ekonomisi içinde varlığı zayıf kalmış olan ve Balkan Savaşlarıyla hüsrana uğrayan Müslüman-Türk sermayesinin kuvvetlendirilmesi tasarlanmıştır. Öncesinde ve sonrasında çeşitli kanunlar çıkarılmakla birlikte bu politikanın genel çerçevesi 14 Aralık 1913’deki Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatı ile meydana getirilmiştir. Bu politika ve çerçevesi daha sonraki yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de takip edilecek ekonomik siyasetin temellerinden biri olacaktır. 1913’de İdare-i Umumiye-i Vilayat Kanunu ve Belediyeler Kanunu hazırlandı. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte iktisadi bağımsızlık için kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldı. 1917’de Hukuk-ı Aile Kararnamesi çıkarıldı. Göçebelerin iskânı için çalışmalar yapıldı. Gündelik hayatın Avrupai standartlara kavuşturulması için çalışıldı. Darüleytamlar (yetimhaneler) açıldı. DEVLETİ KURTARMAYA YÖNELİK FİKİR AKIMLARI Osmanlıcılık: Fransız İnkılâbından sonra milliyet fikirlerinin Osmanlı gayrimüslim tebaası arasında yayılması, onların Müslümanlara nazaran daha müreffeh bir hayat seviyesine ulaşmaları, yabancı devletlerin sürekli gayrimüslim tebaayı isyana teşvik etmesi Osmanlı Devleti’ni ciddi bir bunalıma sürükledi. Dış müdahaleler sonunda gayrimüslim unsurlardan bazıları muhtariyet kazandı, bazıları da bağımsız devlet haline geldi. Batılı devletlerin tebaa eşitliği telkinlerinden etkilenen Padişah II. Mahmut, “Ben tebaamın Müslümanını camide, Hıristiyanını kilisede, Musevisini havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evladımdır” diyerek padişah sıfatıyla şahsi haklar yönünden tebaa eşitliği fikrini benimsemiş oldu. Daha sonra bu yaklaşım bir grup Osmanlı aydını tarafından benimsenen temel bir politika haline geldi. Bu anlayışla 1865’te kurulan Genç Osmanlılar Cemiyeti’nin programı, Osmanlı tebaasına eşit haklar sağlanması ve bu hakların kanun teminatı altına alınarak meşrutiyet idaresiyle zenginleştirilmesine dayanıyordu. Bu görüşe göre, din, dil ve ırk bakımından hiçbir fark gözetmeksizin, herkes aynı hak ve yetkilere sahipti. Genç Osmanlılar Cemiyeti ve Osmanlıcılık fikrini benimseyenler 1876’de I. Meşrutiyet ve 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile hedeflerine ulaştılar ama ülkedeki milliyet isyanlarının durmaması, Osmanlıcılık düşüncesinin etkinliğini kaybetmesine sebep oldu. İslamcılık: İslamcılık ülkedeki İslam halkına ve dünyanın her tarafındaki Müslümanlara önem veren, tüm dünya Müslümanları arasında bir birliğin gerçekleşmesini hedefleyip, Osmanlı Devleti’nin sosyal bağlarını din birliğinde arayan bir akımdır. Tanzimat ve Islahat Fermanlarını eleştiren bu fikir hareketi, özellikle II. Abdülhamid zamanında güçlü bir akım olmuştur. O, İslamcılık akımını kabul etmiş ve devrinde iç idarede ve dış siyasette bu fikri destekleyip geliştirmiştir. Ancak bu akım da devleti yıkılmaktan kurtaramamıştır. Türkçülük: Türkçülük, II. Abdülhamid devrinde bir fikir hareketi olarak gelişmiştir. Osmanlıcılık veya İslamcılık gibi bir idare ve siyaset sistemi haline getirilmemiştir. Bu sebeple Türkçülük hareketi bir siyasi partinin veya muayyen bir grubun malı değildir. Bu fikir hareketinin oluşmasında ülkedeki karışıklıklar-olumsuz gelişmeler ve dünyadaki hadiseler ile Türklerin başta Balkanlar olmak üzere dünyanın başka yerlerinde de yaşadıkları büyük acılar önemli rol oynamıştır. Ülkedeki Hıristiyan tebaanın isyanlarına zamanla Türk olmayan Müslüman toplulukların da katılması, Balkanlardan Anadolu’ya Türk göçleri, Avrupa’nın Türkler üzerindeki olumsuz propagandaları Türkçülük fikrinin ortaya çıkmasında etkili olmuş ve bu hareket bir kültür hareketi olarak başlamış, zamanla siyasî bir cereyan haline getirilmiştir. Türkçüler; Osmanlıcılık, İslamcılık gibi düşünce akımlarını yeterli görmeyerek dili, dini, soyu ve ülküsü bir olan toplumla ayakta durulabileceği fikrini savunmuşlardır. Ünlü sosyolog Ziya Gökalp, Türkçülüğün fikir babası olmuştur. İttihat ve Terakki Fırkası’nın iktidarında Türkçülük düşüncesi güçlenmiştir. Bu düşüncenin halka yayılması amacıyla Türk Ocakları kurulmuştur. Türk birliği özlemini çeken Türkçüler, Asya’da yaşayan tüm Türkleri Osmanlı padişahının yönetimi altında birleştirmeyi amaçlayan Pantürkist (Turancı) bir düşünceyi benimsemişlerdir. Ancak bu hayal olarak kalmış ve I. Dünya Savaşı sonrasında Atatürk tarafından daha gerçekçi temellere oturtulan Anadolu Türkçülüğü fikri hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Batıcılık: Türk yenileşme çabaları, Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısındaki kötü gidişinin durdurulması amacıyla başladı. Bu gidişin sebebi ilk zamanlar askerî sebeplere indirgenmiş, ancak zamanla bunun böyle olmadığı anlaşılmış ve hem millet hem de devlet hayatında daha köklü yeniliklerin yapılması elzem görülmüştü. Böylece Avrupa’nın teknik üstünlüğü ve düşüncesi Osmanlı Devleti’ni bütünüyle kuşatmış “alafranga ve alaturka” ikilemi yaşanır olmuştu. Batıcılık çabaları II. Meşrutiyet’in ilanıyla yeni bir çehre kazandı. Batılılaşma toplumun en önemli sorunu olarak algılandı ve bu dönemde sistemleştirildi. Batıcıların toplum ve devlet hayatına dair ortaya koydukları somut isteklerden bazıları şunlardır; * Bütün şehzade ve veliahtların eğitim ve terbiyesine dikkat edilmeli, * Padişahlar tek evli olmalı, cariyelik kalkmalı, * Fes kaldırılmalı, * Tekke ve zaviyeler kapatılmalı, * Medreseler kapatılmalı, * Şer’i mahkemeler kapatılmalı, * Latin alfabesine geçilmeli. Batıcılık çabaları, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde bir çare olmadı; ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelişme sürecinde atılan bazı somut adımların Batıcılar tarafından daha önce dile getirildiğini söyleyebiliriz. I. DÜNYA SAVAŞI (1914-1918) Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı fikirler, farklı bir dünya anlayışına ve toplumların hayatında yeni gelişmelere yol açmıştır. Aynı zamanda çeşitli siyasi ve sosyal örgütlerin de ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Gelişen milliyetçilik hareketleri bütün dünyayı özellikle de Avrupa’yı yakından etkilemişti. Diğer taraftan sanayileşmenin hızla gelişmesi ülkeler arasında karşılıklı siyasi ve ekonomik rekabetlere, sürtüşmelere, çatışmalara sebep olmuştur. Bu savaşın çıkış sebebi genel olarak XIX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan iki blok (üçlü ittifak-üçlü itilaf) arasındaki hassas dengenin bozulması olarak kabul edilse de, daha farklı özel sebeplerin var olduğu da bilinmektedir. SAVAŞIN NEDENLERİ Ekonomik yayılma ve sömürgecilik politikaları Avrupa’da Almanya-Fransa, Balkanlar’da Avusturya-Rusya arasındaki anlaşmazlıklar Milliyetçilik akımları Dinî ve kültürel yayılma politikaları Aşırı silahlanma ve militarizm duygularının ön plana çıkması Hanedan çekişmeleri Bloklaşmalar Ekonomik Yayılma ve Sömürgecilik Politikaları I. Dünya Savaşı’nın en önemli nedeni, ekonomik rekabet ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sömürgecilik yarışıdır. XIX. yüzyılda sanayileşmenin hızla gelişmesi ve Sanayi İnkılabı’nın gerçekleşmesi, sömürgeciliğin gelişmesine yol açmıştır. Özellikle Sanayi İnkılabı’nın iki temel kaynağı olan hammadde ihtiyacı ve pazar edinme gibi sebepler sömürgeci devletleri; Avrupa’nın dar sınırlarından çıkararak yeni kıtalara ve ülkelere yönlendirmiştir. Dolayısıyla bu sömürgeci devletlerin ekonomik çıkar çatışmaları, karşılıklı siyasi rekabete ve uyuşmazlıklara sebep olmuştur. Ekonomik etkenlerin yanı sıra demografik etken yani artan nüfusu yeni topraklara yerleştirme isteği, sömürge alanlarını daha da genişletmiştir. Yine millî itibar ve büyüklük isteği, sömürgecilik politikasını 1870’ten sonra hızlandıran bir başka nedendir. O dönemde Avrupalı devletlerin büyük çoğunluğu sömürge sahibi olmayı, itibarlı ve büyük devlet olmanın gereği olarak görüyorlardı. Güvenlik endişesi de sömürgeciliği hızlandıran başka bir nedendir. Zira sömürgeci devletler ellerindeki sömürgeleri korumak maksadıyla, sömürgeleri kendi yönetimleri altına alma gereğini duymuşlardır. Ayrıca sömürgeci büyük devletlerin çeşitli ülkelerde maden, demir yolu, deniz işletmeleri ve bankacılık gibi yatırımları vardı. Bunların korunması gerekliydi. Sömürge imparatorluklarından en büyüğü İngiliz İmparatorluğu’ydu. Kurmuş olduğu sömürge imparatorluğuyla kendi ülke topraklarının 104 katı büyüklüğüne ulaştığından “üzerine güneş batmayan ülke” unvanını kazanmıştı. Diğer taraftan Fransa, Hollanda, Belçika, İspanya, Portekiz, Rusya daha sonrada İtalya, Almanya ve ABD gibi ülkelerde bu büyük yarışın içerisinde yer alarak dünyanın değişik bölgelerinde sömürgelere sahip olmuşlardır. Kısaca kolonileri, pazarları, etki sahalarını korumak, stratejik noktaları ele geçirmek ve bunlar arasında irtibatı sağlamak amacıyla, her ülke kendi menfaatlerini ön planda tutan politikalar geliştirmiştir. Bu durum sömürgeci devletler arasında karşılıklı rekabet ve çatışma ortamının doğmasına sebep olmuştur Avrupa’da Almanya-Fransa, Balkanlar’da Avusturya-Rusya Arasındaki Anlaşmazlıklar Avrupa’da Alman-Fransız anlaşmazlığı savaşın diğer sebeplerinden biridir. Fransa’nın elinde bulunan geniş tarım alanlarına sahip Alsace ile kömür ve demir yataklarının bulunduğu Lorraine bölgesi Fransa ile Almanya arasında her zaman anlaşmazlık konusu olmuştur. Alman Birliği’nin kuruluş aşamasında (1870-71) Fransa-Almanya Savaşı’nda Fransa’yı ağır bir yenilgiye uğratan Almanlar, Fransa’nın elinde bulunan Alsace-Lorraine Bölgesi’ni Alman İmparatorluğu’na katmışlardı. Fransızlar bu yenilgiyi ve Alsace-Lorraine Bölgesi’nin ellerinden çıkmasını hiçbir zaman hazmedememiş, bunu millî bir onur meselesi hâline getirmişlerdi. Bu bölgeleri geri alınması gereken “yitirilmiş topraklar” olarak kabul etmişlerdi. Bu toprakları geri almak Fransız halkı için kutsal bir amaç hâline gelmişti. Diğer taraftan Balkanlar üzerinde de Avusturya-Rusya mücadelesi söz konusu idi. Rusya, Akdeniz’e açılmak için Panslavist politikalarıyla Balkan devletleri ve topluluklarını kendi nüfuzu altına almak istiyordu. Bunun için de Slavları Avusturya’nın gücünü parçalamak için kışkırtıyordu. Aynı şekilde Avusturya da Balkanlara sahip olmak, Güneydoğu Avrupa’ya yayılmak ve denizlere açılmak istiyordu. Bu durum Balkanlarda Avusturya ile Rusya arasında şiddetli bir rekabete yol açmıştır Milliyetçilik 1789 Fransız İhtilâli ile bütün dünyaya yayılan milliyetçilik fikirleri, I. Dünya Savaşı öncesi bütün dünyada millî toplumların yalnız cankurtaran simidi değil, aynı zamanda ideallerinin gerçekleşmesine imkân veren akım olmuştu. Milliyetçi akımlar Avrupa ülkelerinde özellikle Almanya, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları içerisinde yaşayan millî toplulukların üzerinde etkili olmuş, bu topluluklarda kendi millî devletlerini kurma düşüncesi gelişmişti. Diğer taraftan XX. yüzyılla birlikte büyük Avrupa devletlerinde beliren yeni milliyetçilik akımları ise devletin gücünü artırmaya, kendi milletini üstün görmeye yönelik politikaların kaynağı olmuştur. Avrupa milletleri mensup oldukları beyaz ırkı üstün tutarak, yeryüzünün kalabalık ırkı olan sarı ırkı ikinci sınıf insan olarak görüyorlardı. Ayrıca bununla da yetinmeyip kendi kavimlerini üstün görme siyasetini de güdüyorlardı. Almanya’da Pangermanistler, Rusya’da Panslavistler, Fransa’da İntikamcılar (Boulanger), İtalya’da İrredantistler, İngiltere’de de İmparatorlukçular; 1907 yılından itibaren yaptıkları yayınlar ve kurdukları çeşitli birlik ve derneklerle ülkelerinin dış politikasını etkilemeye çalışmışlardır. İşte bu durum ve propagandalar milletlerarası rekabeti hızlandırmıştı. Aşırı Silahlanma ve Militarizm Duyguları I. Dünya Savaşı’nın önemli nedenlerinden biri de aşırı silahlanma ve buna bağlı olarak militarizm duygularının ön plana çıkmasıdır. Özellikle Almanya siyasi birliğini tamamladıktan sonra sanayisinin bir bölümünü savaş sanayine ayırarak deniz ve kara ordularını çok güçlendirmişti. Önce Almanya-İngiltere arasında başlayan bu silahlanma yarışı daha sonra diğer Avrupa devletlerini de etkilemiş silahlanmaya çok yüklü paralar ayırmışlardı. Aşırı silahlanma bu ülkeler arasındaki güvensizlik ortamını daha da artırmış, sorunların diplomatik yollarla değil, savaşarak çözülebileceği inancı hâkim olmaya başlamıştı. “Vuralım alalım” mantığı ön plana çıkmıştı. Diğer taraftan silahlanma yarışı hızlanıp ordular güçlenince Avrupa devletlerinin genelkurmaylarının siyasal iktidarlarını savaş konusunda etkiledikleri, hatta siyasi iktidarların denetimleri dışında kendi aralarında birtakım anlaşmalara giriştikleri görülmüştür. Bütün bunlar çıkacak bunalımların barışçıl yollarla çözümlenmesi imkânını güçleştirmiştir. Hanedan Çekişmeleri Avrupa’da hanedanlar arasındaki rekabet, I. Dünya Savaşı’nın sebepleri arasında diğerleri kadar olmasa da etkili olmuştur. Zira I. Dünya Savaşı öncesi Fransa hariç diğer devletler, krallık veya imparatorluk hanedanları tarafından yönetiliyorlardı. Rusya’da Romanovlar, Avusturya’da Habsburglar, Almanya’da Hohenzollern, İngiltere’de Hanover hanedanları vardı. Bunlar birbirleriyle akraba idiler. Başka bir devlette kendi hanedan üyelerinin iş başına gelmesi için devamlı rekabet ediyorlardı. Çünkü bu durum kendi hanedanlarına itibar ve nüfuz kazandıracaktı. Bloklaşma I. Dünya Savaşı’nın sebeplerinden biri olan bloklaşma, Almanya’nın 1870’ten sonraki dış politikasının belirleyici unsuru olmuştur. Bu tarihten itibaren giderek güçlenen ve her alanda dönemin en büyük imparatorluğu İngiltere ile rekabet edebilecek konuma gelen Almanya, özellikle Başbakan Bismarck Dönemi’nde Avrupa’daki dengeleri kendi lehine yeniden düzenleyecek politikalar geliştirmeye başlamıştı. Bu politikaların ilk adımı olarak 1872’de Rusya-Avusturya ve Almanya arasında Avrupa barışını korumak amacıyla “Üç İmparatorluk Ligi” nin temelleri atılmıştı. Ancak Balkanlar’daki Avusturya-Rusya arasındaki rekabetten dolayı bu ittifak yürümedi. Daha sonra 1879’da Almanya ile Avusturya arasında yeni bir ittifak yapıldı. Diğer taraftan İtalya’nın Fransa ile ilişkileri iyi değildi. Bir taraftan Fransa korkusu, diğer taraftan sömürgecilik yarışına katılma isteği İtalya’yı Almanya ile bir ittifaka yöneltti. 1882 yılında Almanya, Avusturya ve İtalya arasında Üçlü İttifak denilen blok oluştu. Almanya’nın öncülüğünde Üçlü İttifak’ın oluşması Avrupa’yı ikiye böldü. Almanya’nın Avrupa’daki politikasını kuşkuyla izleyen Fransa ittifak arayışı içine girdi ve 1894’te Rusya ile anlaştı. Fransa ile İngiltere 1904’te aralarındaki anlaşmazlığı sona erdirerek yeni bir anlaşma imzaladılar. Onu 1907’de İngiltere ile Rusya arasında imzalanan anlaşma izledi. Böylece Üçlü İttifak’a karşı Üçlü İtilaf Bloku kurulmuş oldu. Artık Avrupa, Balkanlar ve Afrika’da meydana gelen olaylarda devletler değil, bu bloklar karşı karşıya gelmeye başladı. Avrupa’da, karşılıklı menfaatler doğrultusunda oluşan “Üçlü İttifak” ve “Üçlü İtilaf” isimleriyle anılan bu bloklaşma politikaları, daha sonraki yıllarda da devam etmiştir. I. Dünya Savaşı öncesi, hatta savaş başladıktan sonra bile bazı devletlerin bu bloklara katıldığı görülmüştür. SAVAŞIN BAŞLAMASI I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa karşılıklı ihtirasların ve çıkar çatışmalarının düğümlendiği bir merkez durumuna gelmişti. Yüzyılın çözülemeyen problemlerinin birikimi ile adeta bir barut fıçısına dönmüştü. Savaş için bir kıvılcım bekleniyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Sırplar, Avusturya yönetiminden memnun değillerdi. Bu nedenle sık sık isyan çıkarıp ayaklanıyorlardı. Onların bu hareketlerine Sırbistan Devleti de gizliden gizliye yardım ediyordu. Avusturya hükümeti ise isyanları şiddetle bastırıyor, Sırp ahali üzerinde baskı uyguluyordu. 28 Haziran 1914’de eşi ile birlikte Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand ve eşi, Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından suikast sonucu öldürülünce savaş kıvılcımı barut fıçısına sıçramış oldu. Suikastın altında yatan sebep Sırpların Avusturya’ya karşı duydukları kin ve nefretti. Veliaht Franz Ferdinand ve Eşi Bu olaydan Sırbistan’ı sorumlu tutan Avusturya iç işlerine karıştığı gerekçesiyle önce bir nota vererek suçlu veya suçluların kendilerine teslim edilmesini istedi ve bir aylık süre tanıdı. Ancak Sırbistan Rusya’dan aldığı destek üzerine bu notayı reddetti. Bunun üzerine Avusturya 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalayarak Sırbistan’a savaş ilan etti. Daha önce yapılan anlaşmalar gereği Rusya’nın Sırbistan’ın yanında, Almanya’nın da Avusturya’nın yanında yer alması kaçınılmaz olmuştu. Rusya, 31 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan etti. Rus seferberliğinin savaş ilanı sayılacağını daha önce açıklamış bulunan Almanya, bunun durdurulmasını istedi ve olumlu bir cevap alamayınca, 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya, 3 Ağustos 1914’te Fransa’ya savaş ilan etti. 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Almanya’nın Belçika’ya saldırısı İngiltere’yi tehdit ettiğinden, İngiltere de 4 Ağustos 1914’te Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya da 6 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilan etti. Görüldüğü gibi bu olay, Avrupa’yı bir hafta içinde dünya çapında bir savaşın içine sürüklemiştir. I. Dünya Savaşı’nda askerî harekât 2 Ağustos 1914’te Almanların Lüksemburg’u işgali ve ardından Belçika üzerinden Fransa’ya saldırmasıyla başlamıştır. Alman harekâtının temelinde “Sclieffen Planı” vardı. Bu plana 1900 yılında Alman Genelkurmay Başkanı Sclieffen tarafından hazırlandığı için bu isim verilmişti. Plana göre; Almanya ilk önce büyük kuvvetleriyle Fransa’ya saldıracak, bu devleti altı hafta içerisinde kesin yenilgiye uğrattıktan sonra yönünü Rusya’ya çevirecekti. Ancak işler Scleiffen Planı’nda öngörüldüğü şekliyle gelişmedi. Almanlar başlangıçta hızla ilerlemelerine rağmen, Fransızları umdukları süre içerisinde kesin yenilgiye uğratamadılar. Fransızlar, eylül başında Paris yakınlarındaki Marne Nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı oluşturdular ve Almanları durdurdular. Bunun üzerine harekât savaşı, yerini uzun ve yıpratıcı bir siper savaşına bıraktı. Savaşın başlangıcında insan gücü karşılaştırıldığında Üçlü İtilaf Devletleri’nin daha fazla olduğu görülür. Üçlü İttifak Grubu’nun 120 milyonluk nüfusuna karşılık, Üçlü İtilaf Grubu; 260 milyon kadardı. Ancak askerî disiplin, silah ve cephane bakımından Üçlü İttifak Devletleri daha güçlü idi. Özellikle piyade ve topçu silahları çok gelişmişti. Denizlerde ise İtilaf Devletleri açık ara, hatta İngiltere tek başına bile çok üstündü. İngiltere savaşın karada düğümlenmesinden sonra Fransa ile birlikte Almanya’nın direncini kırmak için Alman kıyılarını abluka altına aldı. Almanya ise bu ablukaya deniz altı savaşlarıyla karşılık vermeye çalıştı. Doğu Cephesi’ne gelince; Rus orduları Avusturya-Macaristan ordularını büyük bir hezimete uğrattı. Bunun üzerine Almanlar batı cephesindeki birliklerinin bazılarını doğuya göndererek Rus ilerlemesini Eylül 1914 başlarında durdurdu. Bundan sonra tıpkı Batı Cephesi’nde olduğu gibi doğudaki savaşlarda Rusya’nın Baltık sınırından başlayarak Romanya’ya kadar uzanan çizgide düğümlenmiş ve siper savaşlarına dönüşmüştü. Kendisinden beklenen başarıyı gösteremeyen Avusturya orduları ise ilk önce Belgrad’ı ele geçirdilerse de Sırpların büyük direnişi karşısında Belgrad’ı tekrar geri vermek zorunda kaldılar. Karpatlar Bölgesi’nde de Ruslar’a yenildiler. Galiçya, Ruslar’ın eline geçti. Ancak o sırada savaşa katılmış olan Osmanlı Devleti’nin göndermiş olduğu birlikler ve Almanların yardımı ile karşı saldırı sonucu Ruslar geri püskürtülmüştür. Üçlü İttifak’ın diğer üyesi olan İtalya ise, bu ittifakın kendisine yeterince sömürge edinme imkânı vermediği düşüncesi ile I. Dünya Savaşı henüz başlamadan önce bu bloktan yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Nitekim savaş başladıktan sonra Üçlü İttifak Bloğu’nun içinde bulunmasına rağmen Avusturya-Macaristan’ın kendisine danışmadan Sırbistan’a savaş ilan ettiğini ileri sürerek, savaşa katılmayacağını ve tarafsız bir politika izleyeceğini belirtti. Zaten İngiltere ve Fransa İtalya’yı kendi yanlarında savaşa sokabilmek için büyük çaba gösteriyorlardı. İtalyan yöneticileri tarafsızlıklarını sürdürmek için Avusturya- Macaristan’dan yönetimi altındaki İtalyan toprakları Trentino ile Trieste’nin kendilerine verilmesini talep ettiler. Avusturya-Macaristan bu isteği kabul etmedi. Bu durum İtalyanları diğer bloğa daha da yaklaştırdı. Üçlü İtilaf Devletleri, 26 Nisan 1915’te imzaladıkları Londra Antlaşması’nda İtalya’ya Avusturya-Macaristan, Arnavutluk ve Osmanlı topraklarından pay verince, İtalya Üçlü İtilaf Devletleri’nin yanında yer alarak mayıs sonlarında Avusturya-Macaristan’a savaş ilan etti. Bulgaristan da savaşa katılırken İtalya gibi toprak ihtiraslarını gerçekleştirmek amacı ile hareket etmiştir. Bulgaristan II. Balkan Savaşı’nda kaybettiği toprakları tekrar kazanmak istiyordu. Her iki blokta Bulgaristan’ı kendi yanlarına almak suretiyle, Balkanlar’daki kuvvet dengesini kendi lehlerine değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Ancak Bulgaristan, İttifak Devletleri için daha da önemliydi. Zira 1915 Mart ayında Çanakkale Cephesi’nin açılması Osmanlı Devleti’ni güç durumda bırakmış, Almanya’nın yardımına ihtiyaç duymuştu. Bulgaristan Osmanlı Devleti’ni, İttifak Devletleri’ne birleştiren en önemli hattı. Bu savaş başlamadan önce Üçlü İttifak Bloku’na dâhil olan Romanya, İtalya gibi önce tarafsız bir politika izlemeyi uygun buldu. Daha sonra 17 Ağustos 1916’da İtilaf Devletleri’nin yanında yer alarak anlaşma imzaladı ve ağustos sonlarında da savaşa girdi. Diğer taraftan Yunanistan ise 1917’ye kadar savaş dışında kalmayı başardı. Ancak Osmanlı Devleti aleyhine büyüme tutkusu yüzünden 26 Haziran 1917’de Üçlü İtilaf Devletleri’nin yanında yer alarak savaşa dâhil oldu. Başlangıçta bir Avrupa savaşı gibi görünen bu savaşın kısa süreceği düşünülüyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi ile savaşın cephe sayısı artmış, diğer taraftan savaşın sömürgelere ve denizaşırı ülkelere yayılması, ABD, Japonya gibi diğer kıta ülkelerinin de bu savaşa katılmasıyla bir dünya savaşına dönüşmesine sebep olmuştur. Avrupa’daki bunalımdan istifade eden Japonya ise 23 Ağustos 1914’te Almanya’ya savaş ilan ederek Almanya’nın Uzak Doğu’daki sömürgelerini ele geçirdikten sonra Kasım 1914’te savaştan çekilmiştir. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SAVAŞA GİRMESİ Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na en kötü döneminde ve zor şartlar altında girmiştir. Trablusgarp ve özellikle Balkan savaşları, devletin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve askerî yöndeki çaresizliğini bütün açıklığıyla ortaya çıkarmıştı. Bu yenilgiler uluslararası alanda Osmanlı Devleti’ni siyasi olarak yalnızlığa itmişti. Batılı devletler tarafından tekrar gündeme getirilen “Ermeni Meselesi”, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da reform talepleri, artık sıranın Anadolu’nun da parçalanmasına geldiği endişesini doğurmuştu. Osmanlı Devleti yöneticileri daha I. Dünya Savaşı başlamadan önce bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğunu, çıkacak savaşta Osmanlı Devleti’nin katılsa da katılmasa da topraklarının paylaşılmasının bu savaşın asıl nedenlerinden biri olduğunu bilmekteydiler. İki bloğa ayrılmış olan Avrupa’da, kendisini siyasi yalnızlıktan kurtarmak ve toprak bütünlüğünü korumak amacıyla ittifaklardan birine katılmak için de temaslarda bulunmuşlardı. Ancak Maliye Nazırı Cavit Bey’in 1911’de İngiltere ile Bahriye Nazırı Cemal Bey’in de 1914 yılında Fransa ile ittifak teşebbüsleri reddedilmişti. Aslında Osmanlı Devleti’nin İtilaf Grubu’na kabul edilmemesinin en önemli sebebi, her an çıkması beklenen bir genel savaşta paylaşılması düşünülen pasta olarak görülmesidir. İngiltere ve Fransa, Osmanlı’yı müttefik değil, taşınılacak bir yük olarak görüyorlardı. Diğer taraftan I. Dünya Savaşı öncesi ortaya çıkan bir gelişme de Türk kamuoyunda İngiltere aleyhine bir havanın doğmasına sebep olmuştu. İngiltere, parasını ödediği hâlde iki savaş gemisini Osmanlı Devleti’ne vermemişti. İngiltere ve Fransa ile yapılan iki ittifak girişiminin de sonuçsuz kalması Osmanlı Devleti’ni ister istemez Almanya’nın tarafına itmişti. Zaten bu dönemde iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Hükümeti ise bu gelişmelerden dolayı Almanya’ya daha yakın duruyordu. Harbiye Nazırı Enver Paşa Dahiliye Nazırı Talat Paşa Bahriye Nazırı Cemal Paşa Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girme nedenleri şöyle sıralanabilir; * İtilaf Devletleri’nin XIX. yüzyıldan beri Osmanlı’ya karşı izlemiş oldukları düşmanca politikalar, * Son savaşlarda kaybedilen toprakların geri alınmak istenmesi, * Almanya’nın savaştan galip çıkacağı düşüncesi, * Türk-Alman dostluğu, * Rusya’nın dağılması halinde büyük Turan İmparatorluğu kurulabileceği düşüncesi. Almanya ise İtilaf Devletleri tarafından kurulmuş olan etrafındaki çemberi parçalayabilmek için, Osmanlı Devleti ile bir an önce anlaşma taraftarıydı. Türk-Alman gizli ittifak görüşmeleri 27 Temmuz 1914’te İstanbul’da başlamış, 2 Ağustos 1914’te de ittifak anlaşması imzalanmıştır. Buna göre: * İki devlet, Avusturya ile Sırbistan arasında çıkan bir anlaşmazlıkta tam bir tarafsızlık göstereceklerdir. * Almanya, Avusturya’nın yardımına gitmek zorunda kalırsa, Osmanlı Devleti de savaşa katılacaktır. * Osmanlı Devleti tehdit altında kalırsa, Almanya Osmanlı Devleti’ni silahla savunacaktır. * İttifak, 1918 yılı sonuna kadar devam edecek ve taraflardan biri feshetmezse, beş yıl için yeniden yürürlükte olacaktır. Almanya’nın 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilan ettiği düşünülürse hükümet bu anlaşmayı imzalarken Avrupa’da başlamış olan savaşa girmeyi peşin olarak kabul ediyordu. Osmanlı Hükümeti ittifak antlaşmasını imzaladığı gün, genel seferberlik ilan ederken, iki gün sonra ise tarafsızlığını ilan etti. Oysa Almanya Osmanlı Devleti’ni bir an önce savaşa sokmak istiyordu. Bunun nedenlerine gelince: * Avrupa’nın sayıca en kalabalık ordularından biri olan Türk ordusunun yeni ve modern silahlarla donatılıp, Alman subaylarının sevk ve idaresine alınması hâlinde bu ordudan fazlasıyla istifade edilebilirdi. * Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi hâlinde bu devletin toprakları üzerinde birden fazla cephe açılacak, bu da Avrupa cephelerinde Alman ordularını rahatlatacaktı. * Stratejik önemi olan boğazlar kapatılacak ve böylece Rusya’nın İngiltere ve Fransa ile irtibatı kesilecekti. * Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde Almanya bu ülkenin topraklarının her kesiminden ve her türlü imkânlarından faydalanabilirdi. * Süveyş Kanalı kapatılmak suretiyle İngilizler zora sokulabilirdi. * Osmanlı Devleti’nin Halifelik gücünden istifade edilerek, bu savaşa girişi dinî bir sebebe dayandırıp İngiliz, Fransız sömürgelerindeki Müslümanlar ayaklandırılacak, Rusya’daki Müslümanlar da harekete geçirilecekti. Osmanlı Devleti tarafsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen Almanya’nın çabaları ve gelişen diğer olaylar nedeniyle Almanya’nın yanında savaşa girmeye sürüklenmiştir. Akdeniz’de dolaşan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisinin, İngilizlerin takibinden kaçarak Çanakkale Boğazı’na yönelmeleri ve bunlara geçiş izni verilmesi (11 Ağustos 1914) devletin savaşa fiilen itilmesine sebep oldu. İtilaf Devletleri, bu gemileri himayesine almakla Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını bozduğunu, bu gemileri kendi karasuları dışına çıkarmadığı takdirde savaş ilan edeceklerini 17 Ağustos’ta verdikleri bir nota ile Osmanlı Devleti’ne bildirdiler. Osmanlı Devleti çok zor durumda kalmıştı. Bir taraftan müttefiki Almanya’nın baskısı, diğer taraftan İtilaf Devletleri’nin savaş tehdidi karşısında çareyi bu gemileri satın aldığını ilan ederek, bu olayların İtilaf Devletleri’yle bir harbe dönüşmesini bir an için önlemiş oldu. Gemilere Türk bayrağı çekildi, Goeben’e Yavuz, Breslau’ya da Midilli isimleri verilerek Osmanlı donanmasına katıldı. Bu durum İtilaf Devletleri’nin gözünden kaçmadı. Ancak Osmanlı Devleti’ni tarafsızlıktan ayırmamak için seslerini çıkarmadılar. Bir müddet sonra bu iki geminin komutanı olan Amiral Souchon Akdeniz Filosu ve Osmanlı Donanması Komutanlığı’na getirildi. Böylece kara ordularından sonra donanma da Almanların komutasına bırakılmıştı. Bu sırada Almanya, Avrupa cephelerinde istediği başarıyı elde edememişti. Osmanlı’yı bir an önce savaşa sokabilmek için bazı tertip, faaliyet ve baskılarını artırdı. Başta Harbiye Nazırı Enver Paşa olmak üzere hükümetin bazı üyeleri de savaşa girilmesini istiyordu. Bunun sonucu olarak Enver Paşa’nın emri ile Amiral Souchon kumandasında, aralarında Yavuz ve Midilli’nin de bulundukları on bir parçadan oluşan Osmanlı donanması, 29 Ekim 1914’te Karadeniz’e açılarak Rusya’nın Odesa ve Sivastopol limanlarını bombaladı. Böylece Osmanlı Devleti bir oldu bittiyle savaşa sokulmuş oldu. İtilaf Devletleri ise Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederek karşılık verdi. Rusya 3 Kasım’da, İngiltere ve Fransa ise 5 Kasım’da savaş ilan etti. Osmanlı Devleti de bunlara 11 Kasım’da resmen savaş ilan etti. Padişah V. Mehmet Reşad, 14 Kasım 1914’te “Cihad-ı Ekber” ilan ederek bütün Müslümanları Halife’nin yanında savaşa davet etti. Ancak beklenilen netice çıkmadı. Cepheler Kafkas Cephesi Kanal Cephesi Irak Cephesi Çanakkale Cephesi Hicaz Cephesi Filistin Cephesi Galiçya Cephesi Kafkas Cephesi Ruslar 1878 Berlin Kongresi kararları ile Kars’ı aldıktan sonra mütemadiyen bölgeye yatırım yapmış, Sarıkamış’a kadar demiryolu getirmişlerdir. Böylece bölgedeki her askeri harekette ulaşım üstünlüğünü daha işin başında eline almıştır. Kafkas cephesi 1 Kasım 1914’te Rus saldırılarıyla başlamıştır. Ancak bölgedeki Osmanlı orduları bunu başarıyla durdurmuş ve karşı harekâta geçmişlerdir. Rusların bölgedeki kuvvetlerinin çok fazla olmaması Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya Kafkasları zapt etme ümidini vermiştir. Bunda Alman subayların telkinlerinin de rolü olmuştur. Kafkasya’yı alarak Türkistan coğrafyası ile doğrudan temasa geçmek ve hatta Hindistan’a kadar ilerlemek gibi stratejik ancak devletin imkânlarına nispetle hayalci düşüncelerle Boğazlar ve Trakya’da tutulması gereken kuvvetlerin bir kısmı bu cepheye kaydırılmıştır. Mevsim şartlarını dikkate almayan bu hareket bölgedeki III. ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’nın ve 9. ve 10. kolordu komutanlarının istifalarına yol açmıştır. Taarruza geçirilen askerlerin büyük kısmı ağır kış şartları dolayısıyla yolda hayatını kaybetmiştir. Yetersiz hâle gelen birliklerin 29 Aralıkta Sarıkamış’ı kuşatılması ise netice almaya yetmemiştir. Enver Paşa 2 Ocak 1915’te cephe komutasını Hafız Hakkı Paşa’ya terk ederek İstanbul’a dönmüştür. Cepheden geriye ise çoğu hastalıklı 12.000 asker dönebilmiştir. Buna mukabil ileri harekâta girişen Rus ordusu, Ardahan ve Oltu’yu işgal ederken savaşın başından itibaren tüm kayıpları 12.000 kişi olmuştur. Ruslar ilkbaharda Van, Muş ve Bitlis’i işgal etmişlerdir. Bölgedeki askerlere Karadeniz’deki Rus donanması yüzünden denizden de takviye gönderilememiştir. 1916 baharında yeniden saldırıya geçen Ruslar denizden Doğu Karadeniz’e çıkardıkları bir kolordu ile Erzurum, Erzincan ve Temmuz ayında Trabzon’u işgal etmişlerdir. Diğer taraftan Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 16. Kolordu birlikleri 6 Ağustos da Rusların 4. Kolordusunu yenerek Muş’u, bir gün sonra da Bitlis’i kurtarmışlardır. 1917 senesi Martında Rusya’da ihtilâlin patlak vermesi üzerine Rusya savaştan çekilmiştir. Rusların yerini alan Ermenilerin bölgedeki Müslümanlara yönelik katliama başlamasına üzerine Kâzım Karabekir Paşanın kumandasındaki Kafkas kolorduları 12 Mart 1918’de Erzincan ve Erzurum’u kurtarmıştır. 3 Mart 1918 Brest-Litovsk Antlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum’u geri alan Osmanlı Devleti, Kafkasya içlerinde ilerleyerek geçici bir süre için de olsa Bakü’yü alarak Hazar Denizi kıyılarına ulaşmıştır. Kanal Cephesi İngilizlerin asker, mühimmat ve malzeme sevkiyatında can damarı vazifesi gören Süveyş Kanalı’na yönelik harekât bu damarı kesip, çıkarılacak isyanla Mısır’ı geri almak hedeflerine yönelik olmuştur. Geri plânda ise İngiltere’yi Ortadoğu’da Osmanlı ile uğraştırarak Avrupa’daki etkisini azaltmak isteyen Alman Genelkurmayının telkinleri vardır. Ancak harekât plânının başarı şansının düşük olması Alman General Liman von Sanders’in bile itirazına sebep olmuştu. Cephe komutanı, Suriye ve Filistin’deki 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’dır. Öneminden dolayı İngilizlerin 100.000’i Mısır’da olmak üzere yaklaşık 150.000 kişilik kuvvet yığdıkları bölgeye 35.000 kişilik kuvvet sevk eden Cemal Paşa, 2-3 Şubat 1915’te Kanal’a gelmiştir. Her türlü malzemeyi beraberinde getirmeye mecbur kalan askerin en fazla iki günlük yiyeceği vardır. 2 Şubat gecesi yapılan taarruzda 25. fırka askerlerinden oluşan gücün 600 kişilik bir kısmı kanalı geçebilmiş, sonra da şehit veya esir edilmişler, diğerleri kanalda hayatlarını yitirmişlerdir. 3 Şubat gecesi orduya geri çekilme emri verilmiştir. Çanakkale Cephesi’nde çarpışmaların şiddetlenmesi üzerine 4.ordu’nun bir kısım birlikleri de buradan alınarak taarruz ileri bir tarihe ertelenmiştir. Mevcut sıkıntılar ve Hicaz demiryollarının orduların ikmal malzemelerini nakildeki yetersizliği dolayısıyla Kanal’a ikinci defa ancak 1916 yılının 16 Temmuzunda saldırı yapılmıştır. Pek çok sayıda Alman’ın da iştirakiyle yapılan bu savaşta askerin 1/4’ü kaybedilmiş, açlık, susuzluk ve cephanesizlik sebebiyle geri çekilmek mecburiyeti hâsıl olmuştur. Bundan sonra 4-5 Ağustosta Romani ve Katya bölgelerinde İngilizlerle yeniden karşı karşıya gelinmiştir. Ancak sonuç yine aynı olmuştur. Bu çatışma ‘Mısır’ın Fethi’ hülyasının son tezahürü olarak değerlendirilmektedir. Irak Cephesi İngilizler Hindistan deniz yolunun güvenliğini sağlama ve petrol potansiyeli bakımlarından önem verdikleri bir cephedir. İngilizler savaş başlamadan asker yığmaya başladığı cephe üzerinden müttefikleri Rusya ile birleşme ümidi taşımışlardır. Bölgede daha ziyade Arap kabilelerine ve ilan edilen cihada güvenen ve İngilizlerin 1868’den beri bölge kabilelerine yönelik çalışmalarını göz ardı eden Türk Genelkurmayı az sayıda Türk askeri (8.000 kişi) bulundurmuştur. Bölgedeki pek çok kabile ile anlaşmış olan İngilizler 22 Kasım 1914’te Basra’yı aldıktan sonra ileri harekâta geçerek 9 Aralıkta Kurna’yı ele geçirmişlerdir. Yarbay Süleyman Askeri Bey’in mahalli gönüllü kuvvetleri düzenlemesiyle İngilizlere karşı başlangıçta mevzii başarılar kazanan Osmanlı kuvvetleri 14 Nisandan başlamak üzere art arda yenilmeye başlamışlardır. İngilizler 21 Mayısta Amara, 25 Temmuzda Nasıriye ve 28 Eylülde Kutü’l Amara’yı almışlardır. 22 Kasım’da Selmân-ı Pâk muharebelerinde büyük bir başarı gösteren Halil Bey kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri Kutü’l - Amara’da İngiliz kuvvetlerini kuşatmışlardır. Eylül 1915’te Kutü’l - Amara’ya yerleşmiş olan İngiliz kuvvetleri 29 Nisan 1916’da komutanları Thownsend ile birlikte Halil (Kut) Paşa’ya teslim olmak zorunda kalmışlardır. Ancak hiçbir şekilde İngiliz faaliyetleri durmak bilmemiştir. Bağdat üzerine yürümek için sürekli asker ve mühimmat yığmak ile meşgul olan İngilizler Şattü’l-Arab’ı kullanarak 13 Aralık 1916’da ileri harekâta başlamışlardır. 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmek suretiyle de cephenin en etkili sonucunu almışlardır. 1917 yılı içerisinde başka ciddi saldırıda bulunmayan İngilizler, 30 Ekimde mütarekenin imzalanmasından sonra 8 Kasımda Musul’u işgal etmişlerdir. Çanakkale Cephesi Çanakkale Cephesi’nin açılması daha savaştan önce İngiliz bahriyesince düşünülen bir husustur. Hedef, Çanakkale’den hareketle İstanbul alınacak, Osmanlı savaş dışı bırakılacaktır. Boğazlardan geçişin sağlanmasıyla İngiliz ve Fransızlar sosyal karışıklıklar içerisindeki müttefikleri Rusya’ya daha çabuk ve kolay bir şekilde askerî yardım ve malzeme akışını gerçekleştireceklerdir. Rusya’nın ekonomisindeki daralma dış dünyaya ulaşmasının sağlanmasıyla giderilecektir. Ayrıca böyle bir cephede elde edilecek başarılar hâlen tarafsızlıklarını korumakta devam eden Balkan devletlerini İtilaf Devletleri safına çekebilecektir. Bunlara ilaveten bu cephede çarpışmaların başlaması Kafkaslarda Rusları zorlayan Türk birliklerinin buraya kaydırılmasını gerektirecek, Rusya’nın yükünü hafifletecektir. İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener Çanakkale’yi geçmede kara kuvvetlerine ihtiyaç kalmayacağı hesabıyla, İngiliz-Fransız Filosunu Şubat 1915’te Limni adasının Mondros limanında toplamıştır. Savaş 19 Şubat 1915’te İtilaf donanmalarının Kumkale ve Seddü’l-Bahr tabyalarını uzun menzilli toplarla dövmesiyle başlamıştır. İtilaf Devletleri, Boğazları ele geçirince İstanbul’un paylaşılmasının gündeme geleceğini, bunun da İtalya ve Bulgaristan başta olmak üzere tarafsızların paylaşmada yer almak için kendi yanlarında savaşa katılacağını düşünmüşlerdir. Bu düşüncelerle 17 Mart’a kadar bombardıman aralıklarla sürmüştür. 18 Mart sabahı Fransızlar Anadolu yakasını, İngilizler Rumeli yakasını dövmeye devam ederek Boğaz’dan geçmek için hareket etmişlerdir. Daha önce Nusret mayın gemisiyle Boğaz’ın Karanlık Liman mevkiine mayın döşeyen Osmanlı askeri, yaklaşık 7 saat süren bu bombardımana metanetle karşı koymuştur. 18 Mart 1915 akşamına kadar devam eden çarpışmalarda İngiliz ve Fransızların 18 gemilik filosundan 7 savaş gemisi sulara gömülmüş, diğerleri onarıma muhtaç hâlde yaralar almışlardır. Bunun üzerine karadan harekete geçip Gelibolu’nun işgaline karar vermişlerdir. Mısır’dan tümenler getirip Limni ve İmroz adalarına yığınak yapmışlardır. Nisan 1915 başında 100.000 kişilik bir kuvvet toplanmıştır. 25 Nisan 1915’teki çıkarma ile kara savaşları başlamıştır. Anadolu yakasına yapılan çıkarma püskürtülmüştür. Bunun üzerine daha güçlü olarak Seddü’l-Bahr kıyılarına çıkmışlardır. 28 Nisan I. Kitre savaşı taraflarda ağır can kaybına yol açmıştır. Mayıs başında yeni asker sevkiyatı devam etmiştir. 6 Mayıstaki II. Kitre savaşı 50.000 kişilik İngiliz-Fransız ordusuyla yapılmıştır. Türkler büyük gayretler ve kahramanlıklar yaratarak başarılı olmuşlardır. Yaklaşık 8 ay süren Çanakkale kara savaşlarında Türk askeri, cesur, akıllı ve atak bir komutanın idaresinde neler yapmağa gücünün yeteceğini göstermiştir. Bilhassa Anafartalar savaşında (7-8 Ağustos 1915) Yarbay olan Mustafa Kemal Bey’in askere “taarruzu değil ölmeyi emretmesi” savaşın kaderini etkilemiştir. Churchill’in anılarında “kaderin adamı” olarak tanımladığı Mustafa Kemal, Conkbayırı ve Koca Çimen’de ilerleyen Anzak kolordusunu geri çekilmeye zorlayarak istila edilen noktaları kurtarmıştır. 19. tümen ve 57. alayı merkezden emir beklemeden kendi kararıyla cepheye süren Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesi’nin düşmesini engellemiş, Boğazlar üzerinden İstanbul’u kurtarmıştır. Cephedeki savaşlar İngilizlerin 19/20 Aralık 1915’te Arıburnu ve Anafartalar’ı, 8/9 Ocak gecesi Seddü’l-Bahr bölgelerini boşaltmasıyla sona ermiştir. Çanakkale Savaşları’nın Sonuçları Çanakkale savaşları şehit ve yaralı yaklaşık 250.000 civarında vatan evladının kaybedilmesiyle kazanılmıştır. İngiliz ve Fransızların kayıpları da bu civardadır. İtilaf Devletleri cepheye sürdüğü askerlerin çok büyük bölümünü sömürgelerden getirdiği için kayıplardan pek etkilenmemiştir. Ancak Osmanlı Devleti bu cephenin kayıplarını telafi edememiştir. Bunun en büyük etkisini ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda görmüştür. Zira Çanakkale’deki kayıpların pek çoğu yükseköğrenim görmüş, kalifiye insanlardı. Çanakkale Savaşları’nın olumlu neticeleri arasında ise Mustafa Kemal’i Türk ve dünya kamuoyuna tanıtması ve daha sonra gerçekleşecek Türk İstiklâl harbinde moral destek sağlamasını sayabiliriz. Çanakkale’de uğradıkları yenilgi İtilaf Devletleri’ne çok pahalıya mal olmuştur. Savaş sırasında Almanya ve Avusturya Sırpları ezmiştir. 6 Eylülde ittifaka dâhil olan Bulgaristan 12 Ekim’de Sırbistan’a savaş ilan etmiştir. Savaşın uzaması ve Rusların yardım alamaması Rusya’daki sefalet ve açlığı arttırmış ve ihtilalin zeminini hazırlamıştır. Müttefikler Rus buğdayından istifade edememişlerdir. İngiltere bilhassa sömürgelerinde büyük nüfuz kaybına uğrarken, uzayan savaşla 1.600.000’den fazla insan kaybına maruz kalmıştır. Fransa’nın kaybı da ondan az değildir. Filistin Cephesi Türk kuvvetlerinin Kanal Harekâtı başarısızlıkla sonuçlanınca bu bölgedeki savaşın ağırlık noktası Filistin ve Suriye’ye kaydı. İngilizler Kasım 1917’deki Balfour Deklarasyonu’nda Siyonistlere de Filistin’de bir “Milli Vatan” vaat ediyordu. Filistin meselesi olarak bilinen olayların temelinin atıldığı bu cephede en önemli savaşlar 1917 yılında Gazze’de oldu. Gazze’ye giren İngilizler Aralık 1917’de de Kudüs’ü ele geçirdiler. 1918 yılında İngilizlerin Yafa’dan taarruzu ve Arap isyanı bölgedeki durumu tam anlamıyla Türklerin aleyhine çevirdi. Mustafa Kemal’in komuta ettiği 7. Ordu mevzilerini başarıyla savundu. Ancak diğer birliklerin dağılması üzerine Mustafa Kemal, ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Sonuç olarak Anadolu güneyden tehdit altına girmiş oldu. Hicaz Cephesi Türk askerleri kutsal yerleri korumak için bu bölgede son ana kadar canla başla savaşıp direnmişlerdir. Ancak bir yandan İngiliz birlikleri diğer yandan İngilizlerle iş birliği yapan Mekke Emiri Şerif Hüseyin kuvvetleri ile uğraşmak zorunda kalmışlardır. Zira İngilizler, Şerif Hüseyin’e müstakil bir Arap devleti vaat ederek 1916 yılında isyana razı etmiştir. Galiçya ve Makedonya Cephesi Türk kuvvetleri Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında, müttefiklerine yardım amacıyla Galiçya ve Makedonya’ya da kuvvet gönderip savaştı. Romanya’nın İtilaf devletleri yanında savaşa katılması sonucunda Alman-Avusturya ve Türk kuvvetlerinin ortaklaşa açtıkları bu cephede Romanya mağlup edilirken, Makedonya’da da Bulgarlara yardımda bulunuldu. Savaş Sırasında Osmanlı Devleti’ni Paylaşma Projeleri Birinci Dünya Savaşı devam ederken, İtilaf Devletleri de bir taraftan Osmanlı Devleti’ni kendi aralarında paylaşmanın hesabı içine girdiler. Aslında bu niyet daha önce de vurguladığımız üzere 1815’te Osmanlı’ya “hasta adam” teşhisi konmakla açıkça dile getirilmiş idi. Osmanlı Devleti’nin Müttefikler safında savaşa girmesiyle, ileride doğabilecek anlaşmazlıklara meydan vermemek için, daha savaşın sonu belli olmadan İtilaf Devletleri Osmanlı üzerinde paylaşma projelerini hazırlamaya başladılar. İstanbul Antlaşması Rusya, İtilaf Devletleri’nin zaferi hâlinde İstanbul ve Boğazları ilhak etme niyetinde olduğunu 4 Mart 1915 tarihli muhtırası ile İngiltere ve Fransa’ya bildirdi. İngilizler ve Fransızlar da karşı talepte bulundular. İngiltere, İran ve Arap yarımadasını; Fransa ise Suriye, İskenderun körfezi ve Toroslara kadar Çukurova’yı istediğini bildirdi. Bu istekleri karşılığında İngiltere 12 Mart 1915’te, Fransa 10 Nisan 1915 tarihinde Rusya’ya taleplerini kabul ettiklerini bildirdiler. Rusya da İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’dan almak istedikleri paylarını onayladı. Aşağı yukarı 5 hafta süren bu yazışmalar sonunda varılan gizli antlaşma İstanbul Antlaşması olarak adlandırılmıştır. Londra Antlaşması Osmanlı Devleti’ni paylaşmaya yönelik gizli antlaşmaların ikincisi 26 Nisan 1915’te imzalanan Londra Antlaşması’dır. Bu antlaşmanın esas amacı, İtalya’yı müttefikler safına katmak idi. Antlaşmaya göre, Antalya ve civarı İtalya’ya ayrılmış, Libya ve On iki Ada üzerindeki İtalyan hâkimiyeti de kabul edilmiş idi. Sykes-Picot Antlaşması Savaşın şiddetle devam ettiği günlerde, İngiltere, 21 Ekim 1915’te Osmanlı’nın Asya toprakları üzerindeki İngiliz ve Fransız menfaatlerini ayrıntılı bir şekilde belirlemek için Fransızları görüşmeye davet etti. İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız Charles François George Picot arasında yapılan gizli görüşmeler sonunda, Rusya’nın da onayını almak şartıyla bir antlaşmaya varıldı. Rusya Kuzey-Doğu Anadolu (Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis civarı) üzerindeki istekleri kabul edildiği takdirde İngiliz ve Fransız hükümetlerinin taleplerini kabul edeceğini bildirdi. Neticede aylar süren pazarlıklar sonunda 23 Ekim 1916’da karşılıklı görüşmeler teyit edilerek Sykes-Picot Gizli Antlaşması imzalanmış oldu. Bu antlaşmaya göre; Orta Doğu’da kendilerinin koruyucusu olduğu bir Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonu kurulması ve böylelikle Arapların desteğinin alınması, Adana, Antakya, Suriye ve Lübnan civarının Fransa’ya verilmesi, Musul hariç Irak’ın İngiltere’ye bırakılması ve Rusya’ya da yukarıda belirlenen Kuzey-Doğu Anadolu bölgesinin ayrılması planlanmıştı. Ayrıca bu süreçte İngiltere, savaş yükünü azaltmak için Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtma gayreti içinde oldu. İngilizlerin Mısır’daki Yüksek Komiseri Mc Mahon bu işleri takip ediyordu. Mekke Şerifi Hüseyin ile Fransa ve İngiltere arasında yapılan görüşmelerde Türklere karşı isyan edildiği takdirde bir Arap devleti kurulacağına dair söz de verilmişti. Saint Jean de Maurienne Antlaşması İngiltere-Fransa ve Rusya arasında varılan antlaşma, İtalyan Hükümeti’nin çıkarlarına dokundu. Bu yüzden İtalyan Hükümeti, Anadolu üzerindeki menfaatlerinin açık bir şekilde belirlenmesi talebinde bulundu. 19 Nisan 1917’de Fransız-İtalyan sınırındaki Saint Jean de Maurienne’de varılan mutabakata göre İzmir, Aydın bölgesi ile Antalya, Konya İtalya’nın payına ayrıldı. Rusya’daki ihtilal dolayısıyla antlaşma yürürlüğe girmedi. İtalyanların kendi nüfuz bölgesi olarak kabul ettikleri İzmir ve civarına, ileride Yunan askerinin çıkartılması, bölgede Yunan-İtalyan menfaat çatışmasını beraberinde getirecektir. Bu menfaat çatışmasından da İstiklâl Savaşı sürecinde Kuvâ-yı Milliye faydalanmıştır. Balfour Deklarasyonu Rusya’nın Bolşevik Devrimi’yle I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılması ve yeni bir rejimin ilanı, İtilaf Bloğu’nun durumunu sarsmış, Almanya ve müttefiklerini ise bir adım öne çıkarmıştı. Gelinen bu aşamadan rahatsız olan İngiliz hükûmeti, ABD’nin desteğini alabilmek için orada yaşayan Yahudileri kazanma politikası gütmeye başladı. Bu maksatla 2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour, uluslararası siyonizm hareketinin liderlerinden Lord Rothschild’e bir mektupla müracaat ederek Filistin topraklarında bir Yahudi Devleti’nin kurulmasını destekleyeceğine dair taahhütte bulundu. Bu teklif uluslararası arenada destek bulmakta gecikmedi. ABD’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi sürecinde bu diplomatik hareketin elbette payı olmuştur. Ayrıca bu teklif savaş sonrası “Manda” yönetiminin de temelini oluşturmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın Sona Ermesi Savaşın devam ettiği yıllarda yorgunluğun ilk işaretini Avusturya verdi. Almanya için de savaş ağır gelmeye başlamıştı. Buna karşılık müttefiklerin durumu da pek iyi sayılmazdı. Avusturya ve Almanya 1917 yılı yazında, müttefikler nezdinde barış teşebbüslerinde bulundular. Fakat şartlar üzerinde uzlaşma sağlanamadığı için sonuç çıkmadı. Herkesin barış istediği bir dönemde A.B.D. Başkanı Woodrow Wilson barışın düzenini tespit etmek üzere ortaya atılarak, 8 Ocak 1918’de 14 maddelik meşhur prensiplerini açıkladı. Bu prensiplerin mahiyeti kısaca şöyle idi: Avrupa’da milliyetler esas tutularak siyasi harita ona göre düzenlenecekti. Bu düzenlemelerde bağımsız Polonya, Belçika ve Macaristan devletleri öngörülüyordu. İşgallerin derhal sonlandırılması isteniyor ve küçük devletlerin bağımsızlıkları büyükler tarafından sağlanmalıdır deniyordu. Wilson prensiplerinin 12. maddesi ise Osmanlı Devleti ile ilgili idi. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin Türklerle meskûn olan kısımlarında Türk hakimiyeti sağlanacak, fakat Türk olmayan milletlere muhtar gelişme imkanları verilecekti. Çanakkale Boğazı devamlı olarak bütün milletlerin gemilerine açık olacak ve bu durum milletlerarası garanti altına konacaktı ” Rusya’da ihtilalle iş başına gelen Bolşevik Hükümeti, verdiği notalarda bütün cephelerde hemen mütareke yapılmasını istedi. Ayrıca hükümet, Çarlık hükümetinin bütün gizli antlaşmalarını açıkladı. Sovyet Rusya’nın çağrısına Almanya olumlu cevap verdi. 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk’da anlaşma imzalandı. Buna göre Sovyetler Polonya, Letonya, Estonya ve Litvanya’dan çekiliyordu. Ukrayna, bağımsızlığını ilan etti. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum’u da Osmanlı Devleti’ne geri verdi. 1916’da savaşa giren Romanya, 1918 Mart’ında mütarekeyi kabul etti. 7 Mayıs 1918’de Bükreş Barış Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşma ile Romanya, Almanya ve Avusturya’nın ekonomik nüfuzu altına giriyor, ayrıca Karpatlar’da toprak kaybederken Dobruca’dan çekiliyordu. Lakin İtilaf Devletlerinin galip gelmeleri bu antlaşmayı hükümsüz kıldı. Eylül 1918’de çözülen Bulgar ordusu 29 Eylül 1918’de mütarekeyi kabul ederek savaştan çekildi. Bilahare Bulgarlar ile 27 Kasım 1919’da Neuilly Antlaşması imzalandı. Cephelerde yenilen ve içeride isyanlar çıkan Avusturya, 3 Kasım 1918’de İtalyanlarla mütareke imzaladı. Daha sonra 10 Eylül 1919’da Saint Germain Antlaşması imzalandı. Macaristan, Hırvatistan, Çekoslovakya Avusturya’dan ayrıldı. 4 Haziran 1920’deki Trianon Antlaşması ile bağımsız Macaristan kuruldu. Almanya Ekim 1918’den itibaren İsviçre vasıtasıyla barış girişimlerinde bulundu. 11 Kasım 1918’de Rethondes’da mütarekeyi kabul ve imza etti. Daha sonra İtilaf devletleri ile Almanya arasında 28 Haziran 1919’da Versailles Barışı imzalandı. Mondros Mütarekesi I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan İttifak Devletleri birer birer mütareke imzalayarak savaştan çekilirken barış antlaşmaları için görüşmelere başladılar. Osmanlı Devleti ise öncelikle yaşadığı hükümet krizini aşmak için çabalar göstermiş ve nihayetinde Ahmet İzzet Paşa’nın hükümeti kurmasıyla krizi aşmıştı. Yeni hükümetin ilk işi de İspanya aracılığıyla ABD Başkanı Wilson’a müracaat ederek 14 maddelik prensipleri ve başkanın son mesajını esas kabul ettiklerini bildirmek oldu. Hükümet İstanbul’da esir bulunan İngiliz General Townshend’in aracılığıyla İngiltere’ye mütarekeyi imzaya hazır olduğu mesajını da gönderdi. Towsnhend, bu mesajı Akdeniz’deki İngiliz Filosu Komutanı Amiral Calthorpe’a iletince süreç başlamış oldu. Hükümetin önerisiyle Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) Bey’in başkanlığında, Reşat Hikmet ve Yarbay Sadullah beylerden oluşan heyet görevlendirildi. Heyet gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra 24 Ekim’de İstanbul’dan ayrıldı. Görüşmeler ise Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda İngilizlerin Agamemnon Zırhlısı’nda yapılacaktı. Osmanlı Heyeti, görüşmelere giderken iyimserlik havası taşıyordu. Yani görüşmelerin Wilson İlkeleri etrafında yapılacağını sanıyordu. Oysaki görüşme metni daha önceden hazırlanmıştı. Osmanlı Heyeti’nin önüne konulan metin, bir mütareke metninden öte devletin kayıtsız şartsız teslimini öngörüyordu. Görüşmeler boyunca Osmanlı heyetine hemen hiç söz hakkı verilmedi. Görüşmeler sonunda; 30 Ekim 1918’de kısa ama çok önemli yirmi beş maddelik Mondros Mütarekesi imzalandı. Mütareke, 31 Ekim günü yürürlüğe girdi. 25 maddeden ibaret olan anlaşmanın başlıca şartları şöyle idi: Boğazlar açılacak, bu bölgelerdeki istihkamlar müttefikler tarafından işgal edilecek. İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durumla karşılaşırsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal edebilecekler (7. madde). Ermenilere bırakılması düşünülen Doğu Anadolu’daki Vilayat-ı Sitte’de (altı il: Erzurum, Van, Diyarbakır, Bitlis, Harput, Sivas) karışıklık çıkarsa Anlaşma Devletleri bu bölgeleri de işgal edebilecekler (24. madde). Tüm haberleşme istasyonları (telsiz, telgraf ve kablo) İtilaf devletlerince denetim altına alınacak. Sınırların denetlenmesi ve iç düzenin korunması için gerekli olan birlikler dışında, Osmanlı ordusu terhis edilecek, bütün savaş gemilerine ordunun taşıt, araç-gereç, silah ve cephanesine el konacak. Osmanlı Devleti’nin elindeki tüm savaş tutsakları (suçlu Ermeniler dahil) serbest bırakılacak, buna mukabil Türk tutsaklar serbest bırakılmayacak. Brest-Litowsk barışından sonra İran ve Kafkasya’ya giren Osmanlı birlikleri derhal 1914 sınırına kadar çekilecek, Anadolu dışındaki Osmanlı birlikleri ise İtilaf devletlerinin en yakın komutanlıklarına teslim olacak. Tüm liman ve tersanelerden İtilaf devletleri yararlanabilecek. Müttefiklere mütarekeyi denetlemeleri için kömür, akaryakıt ve benzer kaynaklarda (ülkenin ihtiyaçları karşılandıktan sonra) satın alma kolaylığı sağlanacak. Demiryolları İtilaf devletleri tarafından denetim altına alınacak. Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi ile fiilen işgal edilme sürecine girerken, Dünya Savaşı boyunca imzalanan gizli anlaşmalar uygulamaya konuldu. Bu mütareke, silah bırakışmasından çok daha fazla anlam taşımaktaydı. Bu haliyle kesin hükümlerle bir antlaşma niteliğinde ve Sevr Antlaşması’nın alt yapısını oluşturmaktaydı. Paris Barış Konferansı (18 Ocak 1919) I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından savaş sonrası yeni bir dünya kurmak maksadıyla ABD, İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde bir barış konferansı toplandı. Konferansa 32 devlet çağrıldı. Ancak ABD, İngiltere, Japonya, Fransa ve İtalya bütün yetkileri elde tutuyordu. Bu devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlarından oluşan “Onlar Konseyi” konferansın en yetkili kurulu idi. Konferans, Bismarck’ın Alman İmparatorluğu’nu bütün dünyaya ilan ettiği tarihin yıl dönümü olan, 18 Ocak 1919’da çalışmalarına başladı. Konferansta, ABD, dünya barışı için “Milletler Cemiyeti”nin (Cemiyet-i Akvam) kurulmasını arzu ederken; Fransa ve İngiltere’nin savaş sonrası yeni dünya düzenini kendi kontrollerinde kurma gayretleri öne çıkmıştı. Özellikle Almanya’nın en ağır şekilde cezalandırılması için büyük çaba içindeydiler. I. Dünya Savaşı sonrası yenilen devletlerle imzalanan antlaşmalar, Paris Konferansı sürecinde hazırlandı. Sadece Osmanlı Devleti ile imzalanacak olan Sevr Antlaşması, San Remo’da hazırlanacaktır. Mütareke Hükümlerinin Uygulanması ve Tepkiler Mondros Mütarekesi’nin akabinde İtilaf Devletleri’nin öncelikle Musul, İskenderun ve İstanbul’u işgal altına almışlardı. İlerleyen süreçte İtilaf Devletleri çeşitli gerekçeler ileri sürerek Osmanlı topraklarını işgal etmeye devam ettiler. Halep ve İskenderun’u işgal eden İngilizler 27 Aralık 1918’de Kilis’i, 1 Ocak 1919’te Antep’i, 22 Şubat 1919’de Maraş’ı ve 24 Mart 1919’de Urfa’yı işgal ederek hem stratejik açıdan gayet önemli mevkileri hem de Irak’ta kontrol altına aldıkları petrol sahalarının hinterlandını ele geçirmiş oldular. Fransızlar 11 Aralık 1918 tarihinde yaklaşık 400 Ermeni gönüllüden oluşan bir taburla Hatay’a bağlı Dörtyol’u işgal ettiler. İşgal esnasında Ermeni gönüllülerin Müslüman ahaliye yönelik insanlık dışı muameleleri bölgede Fransızlara karşı bir tepkinin oluşmasına zemin hazırladı. Dörtyol ve çevresindeki köylere mensup ahali teşkilatlanarak 19 Aralık 1918 tarihinde Fransız kuvvetleri ile çatışmaya girdiler. Böylece mütareke sonrasında Türkiye’de ilk kurşun atılmış, ilk silahlı direniş gerçekleştirilmişti. 5 ila 10 nefer arasında kayıp veren Fransızlar ve onlara bağlı Ermeniler bu hadiseden sonra insanlık dışı şiddet eylemlerini daha da artırdılar ve 17 Aralık 1918’de Mersin’i, 21 Aralık 1918’de de Adana’yı, 27 Aralık 1918’de de Pozantı’yı işgal ettiklerinde aynı tutumu sürdürdüler. 28 Mart 1919’da Antalya’yı, 24/25 Nisan 1919 gecesi Konya’yı işgal eden İtalyan birlikleri de 1919 yılı Mayıs ayı ortalarına doğru Antalya ile Kuşadası arasındaki sahil şeridini işgal ederek İzmir’e girebilmek için fırsat kolluyorlardı. Ancak İngilizler Paris Konferansı’nda yaptıkları siyasi manevralarla İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali için gereken onayı çıkaracaklardı. 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal eden Yunanlar insanlık dışı davranışları nedeniyle ahalinin tepkisiyle karşılaştılar. Sebepsiz yere Müslüman ahaliye karşı şiddet uygulamaktan çekinmeyen Yunanlılar karşısında Müslüman ahali örgütlenerek varlığını sürdürmeye çalışacaktır. Mütarekenin 11. ve 15. maddeleri İran’ın Kuzeybatısında ve Güney Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetlerinin bulundukları bölgeleri tahliye etmelerini öngörmekteydi. Dolayısıyla İtilaf Devletleri mütarekeye göre Batum ve Bakü’yü işgal edebilme hakkına sahiplerdi. Mütarekeden önce; 21 Ekim 1918 tarihinde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Kars, Ardahan ve Batum’u kurtarmak amacıyla Güney Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesi için talimat vermişti. Bu talimat Ahıska, Ahılkelek, Gümrü, Iğdır ve Nahçıvan kazalarındaki Müslüman ahali tarafından üzüntü ile karşılanmıştı. Müslüman ahali bölgede bulunan 9. Ordu Kumandanı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa’ya müracaat ederek Osmanlı askerlerinin geri çekilmemesini, bu zaruri ise İslam ahaliyi muhafaza için her kazada bir murahhas ile yeterli miktarda muhafız asker bırakılmasını istemişti. Bölgeye gelecek Hristiyanların, Müslümanlara zarar vermemesinin sağlanmasını, Hristiyan askerlerin bölgeye gelmemesini ve umumi bir sulha kadar Müslümanların kendi hâllerine bırakılarak Gürcü ve Ermeni hükümetlerin esaretine düşmemelerinin temin edilmesini talep etmişti. Mütareke sonrasında Güney Kafkasya’da bulunan Yakup Şevki Paşa, ordusuna Bakü, Tebriz, Gürcü ve Ermeni topraklarından, Dağıstan ve Azerbaycan’dan çekilme talimatı verdi. Vesait sıkıntısından ve kış koşullarından dolayı tahliye ağır ilerliyordu. Tahliye edilen bölgeleri ise Ermeniler ele geçirmeye çalışıyorlardı. Buna karşılık Türkler çoğunlukta oldukları yerleri muhafaza etmek amacıyla teşkilatlanmaya başladılar. Ahıska Türkleri “Ahıska Hükümet-i Muvakkatası’nı (29 Ekim-30 Kasım 1918)”, Nahçıvan Azeri Türkleri ise “Aras Hükümeti’ni (3-20 Kasım 1918)” kurarak kendi idarelerini tesis ettiler. Mütareke sonrasında Osmanlı ordusunun Kars, Batum ve Ardahan’dan da çekilmek zorunda kalması bölgede yeni ve daha güçlü bir Hükümetin kurulmasını zaruri kıldı. Bunun farkında olan Aras ve Ahıska hükûmetleri, önce Millî Şura Hükümeti’ne daha sonra onun devamı olan Cenub-i Garbî Kafkas Hükümeti’ne katıldılar. Mondros Mütarekesi gereği Osmanlı ordularının Güney Kafkasya ve Elviye-yi Selâse’yi tahliye etmeleri gerekiyordu. Ancak Elviye-i Selâse’nin İngiltere’nin desteğinde, Gürcü ve Ermenilere verilmesi söz konusuydu. Tahliye işleminin başlamasıyla beraber Kars ve çevresinde bulunan Türk-İslam ahali de aynen Nahçıvan ve Ahıska örneğinde olduğu gibi “Millî Teşkilatı’nı kurmakta” gecikmedi. Türk-İslam ahali, 5 Kasım 1918 tarihinde Millî Şura Hükümeti (Kars İslam Şûrâsı) adlı bir hükûmet kurarak idareyi Osmanlı Hükümeti’nden resmen devraldı. Piroğlu Fahreddin (Erdoğan) tarafından kurulan Kars İslam Şûrâsı’nın diğer kurucuları arasında Kağızmanlı Ali Rıza (Ataman), Karslı Sarı Haliloğlu Muhlis, Kepenkçi Ali Ağa gibi şahıslar vardı. Yaşanan gelişmeleri yakından takip eden İngilizler 24 Aralık 1918 tarihinde bölge için stratejik öneme sahip Batum’u işgal ettiler. 17/18 Ocak 1919 tarihinde toplanan Büyük Kars Kongresi’nde alınan bir kararla Kars İslam Şûrâsı’nın yerini Cenub-i Garbî Kafkas Hükümet-i Muvakkata-i Milliyesi aldı. Reisliğine Cihângiroğlu İbrahim Beğ getirildi. Türkiye ile Kafkasya ve Türkistan’daki Türkler ile diğer Müslümanlar arasında köprü olduklarının şuurunda olan, Anayasası, Parlamentosu, Cumhurbaşkanı ve Hükümetiyle tam bir devlet olan Cenubi Garbî Kafkas devleti, başlangıçta İngilizler tarafından tanınmıştı. İngilizlerin bu devletin topraklarını Ermenilere ve Gürcülere bırakmak istemeleri üzerine ilişkiler bozulmuş ve bu devlet İngilizler tarafından kuvvet kullanılarak dağıtılmıştır. Bu Hükümetin dağıtılmasından sonra sahipsiz kalan topraklar, Ermeniler ve Gürcüler tarafından işgal edildi. İtilaf kuvvetlerinin keyfi olarak gerekli gördükleri Eskişehir, Merzifon, Samsun ve Bartın gibi şehirler de işgale maruz kalacaklardır. İngilizlerin işgal sahalarını genişletmeleri Fransızlarla, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgaline onay vermeleri İtalyanlarla aralarını açmıştı. İtilaf Devletleri arasındaki ilişkilerin sarsıldığını hisseden İngiltere, 15 Eylül 1919 tarihinde Fransa ile Suriye İtilafnamesi’ni imzalayarak Kilis, Antep, Maraş ve Urfa’yı müttefikine bırakmaya karar verdi. Ancak Fransız işgal politikası bu bölgelerde de tepkilere ve yerel direniş örgütlerinin kurulmasına zemin hazırlayacaktır. Mondros Mütarekesi’ne aykırı işgaller ve eylemler karşısında ilk Osmanlı Hükümetleri genel olarak İtilaf Devletleri’ne notalar vererek siyasi yollardan çözüm arayışına girecekler ancak bu arayışlar herhangi bir netice vermeyecektir. Bu arada özellikle siyasetçiler, basın mensupları ve aydınlar arasından Osmanlı Devleti’nin büyük bir devletin manda ya da himayesi altında varlığını devam ettirmesini savunanlara da rastlanacaktır. İşgal edilen bölgelerde yaşayan ahali ise çoğunlukla işgallere karşı tepki gösterme eğilimindeydi. Mütarekenin haksız bir şekilde uygulanması karşısında Müslüman ahali gerek Osmanlı Hükümeti gerekse İtilaf Devletleri nezdindeki protestolarıyla memnuniyetsizliğini dile getirecektir. İşgallere karşı bir diğer eylem biçimi de mitinglerdir. Genel olarak İzmir’in işgalinden sonra İstanbul’da düzenlenen Sultanahmet ve Fatih mitingleri bilinse de Millî Mücadele boyunca hemen hemen ülkenin her noktasında onlarca miting tertip edilmiştir. Bazı bölgelerde ise işgalcilere karşı henüz örgütlenmemiş ahali tarafından silahlı tepki gösterilecektir. Mütarekenin ilk günlerinden itibaren gerçekleşen işgaller ve haksız uygulamalara karşı tepki gösteren halk Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-ı Hukuk, Heyet-i Osmaniye ve Redd-i İlhak gibi kuruluşların çatısı altında mahalli bir teşkilatlanmaya gidecek ve bu teşkilatlanma “Kongreler İktidarı” döneminde millî bir yapıya kavuşturulacaktır. Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Doğu Anadolu’nun Ermeniler tarafından istenmesi ve Paris Konferansı’nda bazı Doğu vilayetlerinin Ermenistan’a verilmesi gerektiği şeklindeki karar üzerine İstanbul’da Harputlu Ahmet Nedim, Diyarbakırlı Süleyman Nazif, Pirinçcizade Feyzi ile Sivaslı gençler ve Erzurumlu Raif Hoca tarafından 2 Aralık 1918’de kurulmuştur. Vanlı ve Bitlisli aydınlar da cemiyete üye olmuşlardır. Cemiyetin amacı, Doğu illerinin Ermenilere ve Gürcülere verilmesini önlemekti. Cemiyet, İstanbul’da yayınladıkları Fransızca “Vatan” ve Türkçe “Hadisat” gazeteleri ile Doğu illerinin Türklüğünü ve İslamlığını savunuyordu. 10 Mart 1919’da cemiyetin bir şubesi Erzurum’da açıldıktan sonra “Albayrak” gazetesi yeniden faaliyete geçirilerek, cemiyetin fikirleri kamuoyuna ulaştırılmaya çalışılmıştır. Mayıs 1919’da Kâzım Karabekir’in XV. Kolordu Komutanı olarak Erzurum’a gelişiyle cemiyet daha da güçlenmiştir. Bu cemiyet Mustafa Kemal Paşa başkanlığında, 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’nin toplanmasını sağlamıştır. Daha sonra 7 Ağustos 1919’da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne katılmış, Doğu Anadolu’da Müdafaa-i Hukuk akımını temsil etmiştir. Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti 2 Aralık 1918’de Edirne’de kurulan bu cemiyetin amacı; Yunan istila ve işgallerine direnme ve Mavri Mira Cemiyeti’nin iddialarına karşı faaliyet yürütmekti. Trakya’nın ırk, kültür ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu bilimsel yollardan ve tarihî belgelerle ispat etmek için çaba harcamıştır. “Yeni Edirne” ve “Ahali” adlı iki gazete çıkarmışlardır. Cemiyet 1920’de Lüleburgaz ve Edirne kongrelerini yapmıştır. Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti 12 Şubat 1919’da merkezİ Trabzon olmak üzere kurulmuş olan bu Cemiyet, Doğu Karadeniz’in çeşitli il ve ilçelerinde şubeler açmıştır. Rize, Gümüşhane, Giresun ve Ordu’da faaliyet göstermiştir. Cemiyetin amacı, Mondros Mütarekesi’nden sonra Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bir Pontus-Rum Devleti kurulması ihtimali ile Ermenilerin bölgeye yönelik talepleri karşısında Trabzon ve çevresinin haklarını kendi imkânlarıyla korumaya karar veren bölgenin Müslüman Türk halkını örgütlemekti. İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti 1 Aralık 1918’de İzmir’de Nurettin Paşa’nın gayretleriyle kurulmuştur. Bu Cemiyet, Ege Bölgesi’nde Türk haklarını savunmuş, bölgenin işgal edilmesini önlemek için her türlü mücadeleye girişmiştir. Rum ve Yunanlıların Megalo-İdea düşüncelerine ve Venizelos’un iddialarına karşı Paris Konferansı’na temsilciler göndermiştir. Manisa’da kurulan “İstihlas-ı Vatan Cemiyeti” bu cemiyete bağlanmıştır. Daha sonra, “Müdafaa-i Vatan Heyeti” adını almış, İzmir’in işgalinden bir gün öncede “Redd-i İlhak” ismi ile faaliyetlerine devam etmiştir. Millî Kongre Cemiyeti 11 Aralık 1918’de Dr. Esat Bey (Işık) tarafından İstanbul’da kurulmuştur. Bu Cemiyetin amacı; Türkler hakkındaki asılsız propagandalara basın-yayın yoluyla karşı koymak, yayımlar yoluyla Avrupa kamuoyunu ve diplomatik çevreleri etkilemektir. Partiler üstü bir teşkilattır. Kuva-yı Milliye tabirini ilk kez kullanan cemiyettir. Millî Kongre Cemiyeti, 70 kadar cemiyetten ikişer temsilcisinin katılması ile kurulmuştur. Cemiyet amaçlarını gerçekleştirmek için birkaç dilde kitap ve broşürler yayımlamıştır. Kilikyalılar Cemiyeti Adana ve çevresinin Fransızlara verileceğine ilişkin haberler üzerine 21 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da Adana, Maraş, Antep ve Tarsuslular tarafından Çukurova’daki Ermeni tehlikesine karşı kurulmuş bir cemiyettir. Cemiyet, bu bölgenin Türk olduğunu, yöre halkının anavatandan ayrılmak istemediğini kanıtlayacak yayınlara öncelik vermiştir. Ancak Fransızların Adana’yı işgal etmeleri üzerine bu cemiyet merkezini İstanbuldan Toroslara taşımış, burada Ermeni ve Fransızlara karşı mücadele etmiştir. Yayın ve propagandalar yolu ile bu bölgede millî bilincin uyanmasını sağlamıştır. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti Sivas Kongresi sonrası, Mustafa Kemal Paşanın henüz Sivas’ta bulunduğu sırada, Sivaslı vatansever kadınlar bir araya gelerek Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti adıyla bir dernek kurdular. Dönemin Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım başkanlığında 9 Aralık 1919’da resmen kurulan bu cemiyetin, 800 üyesi ve Kangal, Viranşehir, Kayseri, Eskişehir, Kastamonu, Erzincan, Amasya, Pınarhisar, Burdur, Konya, Yozgat, Bolu, Aydın, Niğde olmak üzere 14 merkezde şubesi vardı. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kuruluşu Mustafa Kemal Paşa’ya bildirildiğinde; “Maksat vatanı müdafaadır. Bu teşebbüsün birinciliği şerefini kazandıkları için Sivaslı hanımefendileri tebrik ediyorum” diyerek bu girişimden duyduğu mutluluğu dile getirmiştir. Savaş şartlarında kimsesiz kalmış kadın ve çocuklara maddi ve manevi destek veren bu cemiyet, cephedeki askerlere kıyafet dikmiş, ordu için kampanyalar düzenleyerek para ve malzeme toplanmasını sağlamıştır. Yabancı devlet başkanları ve eşlerine gönderdikleri yazılarla, işgaller karşısında kadın ve çocukların uğradığı zulümleri protesto etmişler, ayrıca yapmış oldukları mitinglerle de Millî Mücadele’yi sürekli desteklemişlerdir. Karakol Cemiyeti Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından hemen sonra eski İaşe Nazırı Kara Kemal ve Kara Vasıf Bey tarafından ittihatçıları bir arada tutumak üzere kurulan bu cemiyet zaman içerisinde işgallere karşı direnişi savunan bir merkez hâline geldi. İstanbul’da kurulduğu için gizli faaliyet yürüten bu cemiyetin en büyük hizmeti, İstanbul’da gerek hükümetin gerekse İtilaf güçlerinin takibatına uğrayan vatanseverleri Anadolu’ya kaçırması olmuştur. Ayrıca mütareke gereğince İstanbul’da toplanan silah, cephane ve mühimmatların Anadolu’ya sevkediyordu. İstanbulun 16 Nisan 1920’de resmen işgali üzerine liderleri tutuklanan veya Anadolu’ya geçmek zorunda kalan Karakol Cemiyeti, daha sonra İstanbul’da kurulacak olan gizli örgütlerin de temelini oluşturmuştur. Müdafaa-i Milliye Teşkilatı Müdafaa-i Milliye Teşkilatı, Osmanlı hükümetinin işgaller karşısında göstermiş olduğu yetersizlik ve İstanbul’daki bazı azınlık gruplarının saldırgan tutumları karşısında, 1920 yılının ilk aylarında kurulmuş bir mahalle teşkilatıdır. Bu teşkilatın çekirdeğini, Topkapı semtinin ileri gelenleri ve bazı semt sakinleri oluşturuyordu. Zamanla İstanbul’un bütün mahalle ve semtlerinde teşkilatlanmışlardır. Teşkilatın kısa sürede büyümesi beraberinde birtakım fikir ayrılıkları getirdi. Mart 1921’de Müdafaa-i Milliye Teşkilatı; istihbarat ve propaganda konularında faaliyet gösteren Mim Mim Grubu (Bu grup çok geniş ve tanınmış olan Müdafaa-i Milliye Teşkilatı’nın yalnız baş harflerini alarak MM Grubu ismini kullanmışlardır) ve Müsellah Müdafaa-i Milliye Teşkilatı olarak ikiye ayrıldı. Grubun faaliyetlerine İstanbul’un kurtuluşundan sonra 5 Ekim 1923’te son verilmiştir. AZINLIKLARIN KURDUĞU ZARARLI CEMİYETLER Rum Cemiyetleri Ermeni Cemiyetleri Yahudi Cemiyetleri Mavri Mira Armenekan Alyans İsrailit Etnik-i Eterya Hınçak Makabi Pontus Rum Taşnaksütyun Kordos MİLLİ VARLIĞA DÜŞMAN CEMİYETLER Hürriyet ve İtilaf Fırkası İngiliz Muhipler Cemiyeti Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası Wilson Prensipleri Cemiyeti Kürdistan Teali Cemiyeti Teali-i İslam Cemiyeti Askerî Nigehban Cemiyeti Mütareke Sonrası Düşünülen Kurtuluş Çareleri Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde işgal kuvvetleri, İstanbul’u fiilen işgal etmişti. Bu durum karşısında Anadolu ve İstanbul’da ülkeyi kurtarmak adına iyi niyetli, küçük çaplı çalışmalar yapılmaktaydı. Ancak bütün bu çabalar birlik ve beraberlikten uzak, plan, program, lider, kadrodan yoksundu. Kurtuluş reçetelerine bakılacak olursa, bunların bir kısmının tamamen sosyal-psikolojik çöküşün eseri, bir kısmının da kötü niyetli, bölücü, yıkıcı amaçların peşinde olduğu anlaşılır. Bu çabalardan bazıları şu şekilde açıklanabilir; Aralarında Hâlide Edip, Yunus Nadi, Ahmet Emin, Velid Ebuzziya, Celal Nuri, Necmettin Sadak gibi devrin önemli aydınlarının olduğu bir grup sosyal-psikolojik çöküşün bir neticesi olsa gerek Amerikan Mandası isteyenler arasındaydı. Bu maksatla Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdular. 5 Aralık 1918’de ABD Başkanı Wilson’a mektup yazarak Türkiye’de bir Amerikan mandasının gerekçelerini dile getirdiler. Amerikan mandasını isteyen bu aydınların ileriki günlerde Anadolu’ya geçerek İstiklal Savaşı’na önemli katkılar sağlamış olmaları da dikkat çekicidir. Buna karşılık kurucuları ve üyeleri arasında başta Damat Ferit, Ali Kemal, Said Molla, Rahip Frew gibi kişilerin olduğu İngiliz Muhipleri Cemiyeti ise İstanbul’daki en dikkat çekici çalışmaları yapmaktaydı. Bu kişiler Lloyd George Hükümeti’ne müracaat ederek İngiliz mandası istemekteydi. Bu dernek, Nutuk’un ifadesiyle “memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilal çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak, Damat Ferit Paşa yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler” için yoğun mesai yapmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a Gelişi ve Faaliyetleri İstanbul’da bu keşmekeşlikler yaşanırken, Adana’da bulunan Mustafa Kemal Paşa, 10 Kasım’da Ahmet İzzet Paşa’dan son bir telgraf aldı. Bu telgrafta “Zat-ı devletleri, İstanbul’a bir an evvel gelmelisiniz. Sizinle görüşmeye ihtiyacım var.” demekteydi. Bu telgrafla İstanbul’a davet edilen Mustafa Kemal Paşa, yapılacak başka bir işin olmadığına kanaat getirerek 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da güvendiği arkadaşlarıyla haberleştikten sonra, henüz istifasını vermiş olan Ahmet İzzet Paşa’yı Sadaret Konağı’nda ziyaret etmişti. Buradaki görüşmelerde Ahmet İzzet Paşa’nın istifa gerekçesini ve padişahın tutumu gibi konularda görüş teatisinde bulunmuşlardı. Yine bu görüşmelerde hükümeti kurmakla görevlendirilmiş Tevfik Paşa’nın meclisten güvenoyu almasına mani olunarak, İzzet Paşa’nın kabineyi tekrar kurmasına zemin hazırlamak fikri ortaya atılmış ve kabul edilmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa çalışmalarına hız vermiş, Meclis-i Mebusan’a giderek kulis faaliyetlerine başlamıştı. Tanıdığı ve güvendiği mebuslarla görüşmeler yapmış; bir kısmı, olumlu karşılarken bir kısmı da hükümetin düşmesi sonucunda, meclisin dağılabileceği endişelerini dile getirmişti. Mustafa Kemal Paşa, bu faaliyetlerinin sonucunda hedeflerine ulaşamamış, yeni hükümet, oy çokluğuyla güvenoyu almıştı. Bu sonuç karşısında Mustafa Kemal Paşa, padişahla görüşmek ve ona bütün açıklığıyla görüşlerini söylemek amacıyla saraya müracaat ederek görüşme talebinde bulunmuştu. Mustafa Kemal’in bu talebi üzerine görüşme, 22 Kasım’da gerçekleşmişti. Fakat görüşmeden istediği sonucu alamayınca, yeni çareler peşine düştü. Mesela, İstanbul basınının olumsuz muhalefetine takılan sabık hükümet ve Mustafa Kemal, bu propaganda yöntemine karşı kendi düşüncelerini ortaya koymak, kamuoyu oluşturmak için yakın arkadaşı Fethi Bey’le birlikte, adını da kendi koyduğu “Minber” gazetesini çıkarmıştı. Gazete, Mustafa Kemal’in kendini anlatmak için iyi bir vasıta olduğu gibi, Tevfik Paşa’nın güvenoyu almaması için de yoğun bir karşı muhalefet aracı olmuştu. Tevfik Paşa Hükûmeti, İtilaf Devletleri’nin baskıları sonucu sözde “Tehcir” suçlularının yakalanarak mahkeme edilmesiyle uğraşırken, Meclis ve hükümet arasında vuku bulan anlaşmazlıklar siyasal ortamı çıkmaza sokmuştu. Dahası mecliste yükselen millî istekler hem İtilaf Devletleri’ni hem de sarayı rahatsız etmiş, sonunda da meclis feshedilmişti. Hükümet artan bu baskıları göğüslemekte zorlanırken, çareyi basına sansür, hükümette bazı değişiklik ve daha da önemlisi İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerini tutuklamakta bulmuştu. İşlerin iyi yürümemesi saray ve hükümetin de arasını açmış, akabinde de 3 Mart 1919’da hükümetin istifası gelmişti. Tevfik Paşa’nın adeta beklenen istifasından sonra gerek Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın baskısı, gerekse de İngiltere’nin istekleri sonucu hükümeti kurmakla, İngiltere’ye yakınlığıyla bilinen, Damat Ferit görevlendirilmiş oldu. Şüphesiz bu gelişmeler Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için bir olumsuzluk gibi görünüyordu. Bir an evvel kararın verilmesi ve fırsatların değerlendirilmesi gerekiyordu. Bunun için çeşitli vesilelerle İstanbul’a gelmiş olan tanıdıklarla olan irtibatı sıklaştırdı. Çünkü bu gidişle ne bir barış, ne de bir karşı mücadele başlayabilecekti. Özellikle, XV. ve XX. Kolordu Komutanlığı’na atanmış bulunan Kâzım Karabekir ve Ali Fuat (Cebesoy) paşalar ile yaptığı görüşmeler Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçme fikrini kamçılamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın IX. Ordu Müfettişliği’ne Tayini Savaş boyunca, Batılı güçlerin desteğini almayı başarmış olan Osmanlı azınlıkları, Mütareke sonrası da dış desteklerin devam ettiği gerçeğinden güç olarak Anadolu’nun değişik bölgelerinde yıkıcı-bölücü emelleri için faaliyetlerini hızlandırmışlardı. Özellikle 9 Mart 1919’da İngilizlerin Karadeniz Bölgesi’ne asker çıkarma girişimleri azınlıkların bu taşkınlıklarına ivme kazandırmıştı. Bu sırada İtilaf Devletleri de lağvedilen, IX. Ordu bölgesinde silahların toplatılmadığı ve asayişsizliğin arttığını bahane ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya başlamıştı. Gerçi asayişsizliğin kaynağı olarak bölgede faaliyet gösteren Türk çeteleri gösterilmeye çalışılsa da bilinen bir gerçek vardı ki, o da Doğu Karadeniz Bölgesi’nde faaliyet gösteren teşkilatlı, dışarıdan destekli Rum çetelerinin varlığıydı. Bölgede asayişsizliğin en büyük kaynağını bunlar oluşturuyordu. Osmanlı Devleti’nin ise asayişsizliğin kaynağı olarak Türk çetelerinin gösterilmesinden rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Çünkü ileride olması muhtemel barış görüşmelerinde Osmanlı Devleti’ni çok zor duruma düşürebileceği kaygısıyla hareket ediliyor ve bu durumu düzeltmek için hal çareleri aranıyordu. Bu dönemde Anadolu’ya birbirinden kıymetli komutanların gönderilmesinin en önemli sebebinin bu kaygıyı gidermek olduğu söylenebilir. 21 Nisan 1919’da İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Calthorpe, asayiş hakkında Babıali’ye raporlar sunmuştu. Bu raporlarda “Meseleyi çözünüz; aksi hâlde bu vazifeyi biz yerine getireceğiz” diyerek Babıali’nin dikkatlerini çekmek istemişti. Bu gelişmeler üzerine, bölgeye meseleyi çözebilecek iradede bir komutanın görevlendirilmesi için arayışlara giren Saray ve Babıali’nin listesine girmeyi başaran komutan Mustafa Kemal oldu. Şu hâlde Mustafa Kemal Paşa’nın bu vazifeye atanmasının sebeplerini şöyle sıralanabilir; * Mustafa Kemal Paşa’nın, Sultan Vahidettin’in fahri yaverliğini yapmış olması sebebiyle, padişahın ona olan güveni, * Sarayın, Babıali’nin ve işgalci devletlerin tutumları karşısında, bir vatanperver olarak hadiselere karşı kayıtsız kalamayacağı gerçeği, * Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik hayatının kahramanlıklarla dolu olmasının, onu itibarlı bir komutan olarak tanıtmış olması, * İstanbul’a geldikten sonra girişmiş olduğu bir takım siyasi ve fikrî mücadelenin etkili olması, * Vatanperver devlet adamlarının tavsiye ve yardımları, * İngiliz protestosu karşısında telaşlanan saray ve Babıali’nin, onu bu meseleyi halledebilecek iradede görmeleri, * İttihat ve Terakki mensubu olmadığına olan inançları, * Mustafa Kemal Paşa’nın şahsi hırsları ve ileri görüşlülüğü, * Babıali’nin, onu İstanbul’dan göndererek muhalif olmasını engelleme tavrı, * Onun için Babıali’nin İngilizlere teminat vermiş olması. Mustafa Kemal Paşa’dan istenen üç önemli vazife vardır. Bunlar; * Bölgede asayişin temini, * Mütareke gereğince silahların toplatılması, * Gayriresmî olduğu söylenen şuraların lağvedilmesi. 30 Nisan 1919 da Mustafa Kemal padişah emriyle IX. Ordu Müfettişliğine tayin edildi. Mayıs ayının ilk haftası içinde tayin işleri tamamlanan Mustafa Kemal Paşa’ya hükümetçe oldukça geniş yetkiler tanınmıştı. Gerçekten hazırlıklar süratle tamamlanmış, beraberinde götüreceği heyet bizzat kendisi tarafından belirlenmiş, İstanbul’da vükelâ heyetinden nazırlarla ve sadrazamla görüştükten sonra, Anadolu’ya hareketinden önce son olarak bir de padişahla görüşmüştür. Yıldız Sarayı’nda gerçekleşen bu görüşmede Sultan Vahidettin görevinde kendisine başarılar dilemiştir. Bu görüşmeyi de yaptıktan sonra Mustafa Kemal Paşa, yanına aldığı 18 kişilik kurmay heyetiyle birlikte, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılıp, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ulaştı. İzmir’in İşgali XIX. yüzyılın ilk yarısında bağımsızlığını kazandıktan sonra Yunanistan, büyüme ve yayılma sevdasıyla, devamlı olarak, Osmanlı Devleti aleyhine bir genişleme siyaseti gütmeye başlamıştı. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde, I. Dünya Savaşı ile birlikte yaşanan olaylar, sonuç itibarıyla tam Yunanistan’ın hayal ettiği gibi gelişme göstermişti. Savaşın sonunda özellikle İngiltere’nin Yunanistan lehine tavır koyması hem İngilizlerle İtalyanların hem de İtalyanlarla Yunanlıların aralarının açılmasına neden oldu. 1919 yılı Ocağında başlayan Paris barış görüşmelerinde, İtalya’nın karşı çıkmasına rağmen, İngiliz hükümetince İzmir ve çevresinin Yunanlılara verilmesi uygun görülmüştü. Yunan Askerinin İzmir’i İşgali İngiliz-Yunan diplomatik çabası İtilaf Devletlerini, bölge halkının çoğunluğunun Rum olduğu ve onların güvenliğinin ancak Yunanistan tarafından sağlana bileceği hususunda ikna ettiler. 1919 Mayısının 14’ünde de İzmir’in mütarekenin 7. maddesi gereği işgal edileceğini Osmanlı Hükümeti’ne bildirdiler. Aynı gün İzmir’in işgal edileceği haberi büyük bir infial yarattı. 15 Mayıs sabahı Yunanlılar İzmir’e asker çıkardılar. İşgal hareketi civar kazalara da yayıldı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, Türk Milletine olayların vahametini anlatmaya yetti. Millet, bu olayı büyük bir tepkiyle karşıladı. Pek çok mitingler, protesto yürüyüşleri tertiplenerek, başta İtilaf Devletleri temsilcileri olmak üzere hükümete ve yetkili mercilere protesto telgrafları gönderildi. Bu nedenle İzmir’in işgali, Türk Milletinde, milli mücadele ruhunun doğmasında ve gelişerek bir milli mukavemet hareketine dönüşmesinde etkili olmuştur. Mustafa Kemal Paşa Liderliğinde Anadolu’da Yürütülen Faaliyetler Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a geldikten sonra hemen çalışmalara başladı. Önce buradaki Tümen ve Jandarma kumandanlarından Pontusçu Rumların faaliyetleri hakkında bilgi aldı. Daha sonra Samsun mutasarrıfını ve Jandarma komutanını değiştirdi. İstanbul’dan Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp, tedbirler almak üzere gönderilen Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da bulunduğu altı gün içinde devamlı çalışıyor, askerî ve idarî tertibat alıyor, sorumluluk alanıyla ve özellikle Erzurum’da bulunan XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ile sürekli haberleşiyordu. Samsun’dan Harbiye Nezareti’ne gönderdiği ilk raporunda bölgedeki karışıklıklara sebep olanların Türkler olmadığını, yörede çıkan olayların yegane sorumlusunun Pontusçu Rumlar olduğunu belirtiyor, 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar tarafından gerçekleştirilen İzmir’in işgalinin hiçbir haklı gerekçesinin bulunmadığını, bu nedenle olayın hükümetçe her platformda, özellikle İtilaf Devletleri nezdinde protesto edilmesini ve işgalin bertaraf edilmesi için gerekli önlemlerin tez elden alınmasını istiyordu. O’nun Anadolu’da ne yapmayı düşündüğü ve ne yapmak istediği daha bu ilk faaliyetlerinden ve yazışmalarından kolaylıkla anlaşılıyordu. Mustafa Kemal’in Havza’daki, hatta bundan sonra Anadolu’daki faaliyetlerinin eksenini, yurdun her köşesini bir bütün haline getirerek hep birlikte bir direnişi gerçekleştirebilme esası oluşturulmuştur. Bu maksatla O, Havza’dan Anadolu’daki mülki ve askerî erkâna gönderdiği şifre telgraflarla yurdumuzdaki yabancı işgalinin, düzenlenecek mitinglerle, protesto yürüyüşleriyle ve telgraflarıyla şiddetle telin edilmesini bildirmişti. Bunun üzerine yurt genelinde pek çok mitingler tertip edilmiş, protesto telgrafları gönderilmişti. Amasya Genelgesi Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’daki faaliyetlerinden dolayı, İstanbul hükümeti hayli zor durumda kalmıştı. Bir yandan milletin haksız işgaller karşısındaki infiali, diğer yandan İtilaf Devletlerinin baskısı hükümeti oldukça bunaltmıştı. Hükümet, millette uyanan tepkinin Mustafa Kemal’in Anadolu’daki faaliyetlerinden kaynaklandığının farkındaydı. Olaylar karşısında gün geçtikçe daha fazla bunalan hükümet, 8 Haziran 1919’da O’nu görevinden geri çağırdı. Mustafa Kemal, kendisini geri çağıran Harbiye Nezareti’ne oyalayıcı cevap vererek 12 Haziran 1919’da Amasya’ya vardı. Müdafaa-i Hukuk Derneği bünyesinde, Mustafa Kemal tarafından önceden hazırlanmış metin üzerinde çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar daha sonra tarihi Amasya Tamimi olarak kabul edildi. Anadolu’daki bütün mülki ve askerî erkâna şifre telgraflarla ve mektuplarla bildirilen Amasya Tamiminde şu hususlar yer almaktaydı: Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. İstanbul hükümeti üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. Milletin hal ve durumunu gözden geçirmek ve hak isteyen sesini dünyaya duyurmak için her türlü tesir ve denetimden uzak millî bir heyetin kurulması gerekmektedir. Anadolu’nun her yönden güvenilir merkezlerden biri olan Sivas’ta millî bir kongrenin tertiplenmesi kararlaştırılmıştır. Bunun için, bütün vilayetlerin her sancağından, milletin itimadına mazhar olmuş üç delegenin mümkün olan süratle yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir. Vilayât-ı Şarkiye namına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre tertiplenecektir. Bu tarihe kadar diğer vilayetlerin temsilcileri Sivas’a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresinin delegeleri dağılmadan, Sivas’ta toplanacak Milli Kongreye katılmak üzere Sivas’a hareket edeceklerdir. Genelge Türk tarihi açısından çok önemlidir. Zira genelgede “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denirken, ilk defa milli irade ve milli hakimiyetten söz edilmekte, yeni bir düzen öngörülmekteydi. Tamimle, Kurtuluş Savaşı’nın temel dayanağı ve gerekçesi ortaya konarak, Millî Mücadele’nin sonuna kadar yapılacak işlerin ilk çerçeve planı hazırlanmıştı. Amasya Tamimi’nin yayımlanması üzerine, İtilaf Devletlerinin baskıları daha da arttı. Bu baskılar doğrultusunda Mustafa Kemal Paşa’nın dönüşünü sağlayabilmek için İstanbul hükümeti, Kazım Karabekir Paşa’ya bir talimat gönderdi. Hükümetin, XV. Kolordu Komutanı’na gönderdiği şifre telgrafta (21 Haziran), Mustafa Kemal’in görevinden alındığı, Ordu Müfettişliği görevine kendisinin uygun görüldüğü, bu durumda Kolordu Komutanlığı için yerine kimi uygun göreceği sorulmuştur. Karabekir Paşa’nın yolladığı cevapta: “Benim hal-i hazırda Erzurum’dan ayrılmam doğru değildir, doğrusu Kolorduya da vekalet edecek uygun bir kimse yoktur. Aslında vatansever kıymetli komutanların çeşitli bahanelerle görevlerinden uzaklaştırılmaları bize büyük zararlar verir. Sağlık durumu açısından bir zaruret yoksa Mustafa Kemal’in ordu müfettişliği görevinden ayrılması sakıncalı ve tehlikeli olacaktır” diyerek, aslında İstanbul hükümetinin takip ettiği politikayı tasvip etmediğini üstü kapalı olarak dile getirmiştir. Erzurum Kongresi (23 Temmuz - 7 Ağustos 1919) Bu kongre, merkezi İstanbul’da olan Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin 30 Mayıs 1919’da ortaklaşa aldıkları karar üzerine toplanmıştır. Esas itibariyle Orta ve Doğu Karadeniz’deki Pontus ve Ermeniler ile Doğu vilayetlerindeki Ermeni tehlikel